28 Şubat 2023 Salı
24 Şubat 2023 Cuma
Teoman'ın Ahmet Erhan'la yaptığı Röportaj
Teoman'ın Ahmet Erhan'la yaptığı Röportaj: "Çağını bekliyorsun gelsin diye. Gelince de bir sürü belayla karşılaşıyorsun."
1998 yılında ilk albümünün yakaladığı başarıdan sonra Teoman üretimlerine
tam gaz devam ederken, şair Ahmet Erhan’ın dizelerine rastlar. Üzerinde iki yıl
çalışarak unutulmaz bir şarkı haline getireceği “Oğul”un dizeleridir
bunlar.
Teoman bu şarkısının hikâyesini şöyle anlatır.
‘Albümünde şarkı sözü değil şiir yaz ‘Oğul’ için, eğer adımı yazacaksan.’”
Ahmet Erhan Röportajı: (Radikal, Mayıs 2007)
"anne ben geldim, ağdaki balık
bardaktaki su kadar umarsızımdizlerin duruyor mu başımı koyacak?
Röportaj Teoman'ın anlatımıyla başlıyor:
"Geçen 10 yıl boyunca hiç yüz yüze gelmedik, birkaç kez telefonla konuştuk.
Bu röportaj teklifi geldiğinde de, benim adımı söylemiş, konuşmak istediği
kişi olarak... Ne güzel bir şey benim için!
Şiirlerinden çıkardığım ya da onunla ilgili bilmeden hayal ettiğim
şeylerden sorular yaptım, “annesini, babasını, incir ağaçlarını,
galatasaray’ı ve arkadaş ölümlerini” sordum ona.
Bir de “yaprakların birer namlu olup içlerinden çıkan
kurşunlarla birkaç saniye içinde ölmüş olan insanları” ya da “düşen
gövdenin elinden dışarı fırlamış kese kağıtlarından yere saçılmış portakalları,
okunmaktan çıktığı gün eskimiş kıvrık bir gazetenin üstüne damlayan kanları.”
Ahmet Erhan; ben daha fazla aranıza girmeden, sizlerle..."
Ahmet Erhan:
“12 eylül şairi” dediler bana. Oysaki, o şiirlerin hepsi darbeden önce
yazılmış şiirlerdi ve içeriden bir eleştiriydi. Sonuçta solcular da sevmedi
beni, sağcılar da ama sevenler de sevdi. Açıkçası o kitaba bakınca ona
uzakmışım gibi, şu an bana çok acemice geliyor ilk kitabım. 16-17 yaşında
yazdım ben o şiirleri. Ama alçakgönüllülük de etmeyeyim, kuşağım o kitabın bir
öncü olduğunu kabul eder, ki benim kuşağım en vefalı kuşaktır."
kuşağım, acılı kuşağım
acılarla sevinçleri böyle yoğun yaşamak"Zaten Haydar (Ergülen) veya sayamayacağım kadar şairle hiçbir zaman, hiçbir sorunum olmamıştır benim şiirsel anlamda. Ama şu anda “edebiyatçılar derneği” başkanı olan kişi o yıllarda neredeyse sadece küfür diyebileceğim şeyler yazdı kitabım hakkında. Halbuki evi gibi bir şeydir insanın yarattıkları, söyledikleri, yazdıkları... mahremiyetidir. Ayrıca, arabesk şair de derler bana, ben de övgü olarak alırım bunu. Müslüm’e de bayılırım, Orhan’a da..
ben bu şiiri yazar mıydım hiç, azıcık “drink” alsam
bayrağı kaptığım gibi meyhaneye koştum
"Herkes beni 'anneci' sanır. Ben aslında 'babacı'yımdır. Aydın bir insandı, Türkiye İşçi Partisi, Aybar kanadından... Beni yetiştiren, beni edebiyata yönlendiren babam alkolden ölmeden önce içkiden nefret ederdim. 17 yaşındaydım ve onun ölümü her şeyi tersine çevirdi. Öldüğünde alkolik bayrağını aldığım gibi meyhaneye koştum. Şimdiki yaşım (49) o yıllarda o kadar büyük gelirdi ki bana. Ama şu an ölmeye niyetim yok. Babamın yaşı 51’i geçmeye çalışıyorum. 'Babamın öldüğü yaş'a az kaldı yani!"
yine de oğlum iyi bak, adama benzer baban
"Gece lisesinde okudum, babamın ölümünden sonra gündüzleri aynı lisenin kantininde çalıştım. Gündüz çay ocağında çalışır, akşam da gider uyurdum derste. Bir gün solcular kapıyı tekmeyle açtılar, bir arkadaşımızı çağırdılar dışarı. Öğretmen pencerenin yanına kaçtı... Sağcıymış çocuk, çağırıyorlar dışarı, vuracaklar. Ben sınıf sorumlusuyum, önüne geçiyorum onun ve “hayır diyorum, benim sınıfımdan adam alamazsınız.” Ama sonrasında ona da, ”arkadaş okulu bırak” diyorum, ”her zaman ben olmayacağım ki yanında.”
...
"7 kere kurşunlandım ben, toplu ya da tek. İlginç tarafı; dördünü
solcuların, üçünü sağcıların yapması. Halbuki hiçbir zaman eline silah değmemiş
adamlardanım! Bir gün dereyatağında yürürken sağcılar çevirdiler beni, üzerimde
parka, içinde de bir sürü bildiri. Hepimizin “Deniz Gezmiş” olduğumuz zamanlar!
Benim sınıfta kurtardığım çocuk çıktı aralarından şansıma, “kimse dokunmasın
ona“ dedi. Yoksa mahvolmuştum.
Severim Deniz Gezmiş’i, oğlum adını buldu onda."
...
"80’den sonra bol bol bunaldım, öğretmenlik yaptım... Korktum. Ve bu
korku ortamı bitmedi. Şimdi yine kötü bir yere gidiyoruz. Bilmiyorum,
hissediyorum. Ama ‘niye?’ desen bilemem."
üçüncü ayakta ‘rüzgarın kızı’ yine gelmeyecekti
"...
At yarışı, biraz da beni yaşatan şeylerden biridir. Ben beş yaşındayken iki
tane yarış atımız vardı. Babam demir–çelik işiyle uğraşırdı. Sonra ne olduysa
battı, Adana’ya gittiğimiz sıralarda. Yoksullaştık, babamın içki olayı da o
zaman başladı. Atları göreyim, onlarla ilgileneyim diye giderim hipodroma. At
yarışı da oynarım cüzi miktarlarda, genellikle de kaybederim."
benim hiç silahım olmadı mayakovski gibi
ne de james dean gibi bir otomobilim var
kalbim sen hala burada mısın?
alkol , taşikardi, panik atak
maceran bir gün tıp dergilerini çalkalayacak.
kalbim, sen hala burada mısın?
"...
Panik atakla ilgili doktorumun tavsiyesi bana terapi oldu. Ben dedim ki,
her gün terapi yapıyorum şiir yazarak. Yine de hastalığımı atlatabilmiş
değilim. Beni tek başıma Taksim’e bırak, herhalde kalp krizinden ölürüm. Kapalı
yerlere, kalabalığa, yükseğe gelemem. Yurtdışına gidemiyorum uçaklar
yüzünden."
ipsiz ruhum, sarsak, serseri
cafelerde tuborg bira ve patates cipsiyle
"...
Son dizesi önemlidir bu şiirin. Sanki o dize için yazılmış gibi... Biraz Amerikanvari bulundu. Öyle düşünenler ya sonradan haksız çıkmış olmalılar ya da gerçekten her yer “Amerika” oldu. Eskiden yol kenarlarında şarap içerdi insanlar, artık otobanlar var; eskiden koltuk meyhaneleri vardı, şimdi barlar. Çağını bekliyorsun gelsin diye. Gelince de bir sürü belayla karşılaşıyorsun. Acısını çekiyorum, haklı çıkmanın acısını... “Alacakaranlık...”ta anlattıklarımın doğru çıkışını yaşadım, Sivas’ı yaşadım."
adana demirspor’da fatih terim’le aynı takımda
fatih galatasaray’a doğru deplase oldu, sense şiire
kesilmiş bir süt kadar buruk
"...
Futbol ilk gençliğimin en büyük tutkusuydu. Allah aşkına söyler misiniz, ne
var yurtdışında şu son 15 yılda Türkiye’yi gerçekten sevindiren Galatasaray
dışında? Bunu Galatasaray’lı olduğum için söylemiyorum. Fener şampiyon bu sene
ve kutluyorum tabii ama yine de bence futbolu bu sene Galatasaray oynadı. Gerçekten!
Göze hoş gelen oyunu Galatasaray oynadı. Yabancı takımlardan İnter’i severim.
Adı güzel bir kere!
Başkanına “sandinistlere niye yardım ediyorsunuz?” diye sormuşlar, adam da,
“N’apalım, adımız İnter“ demiş, “enternasyonal” yüzünden. Real Madrid’den
nefret ederim, Franco kurmuştur bu takımı."
"...
Adana Demirspor’da oynardım futbol, gençlerde. Arasıra A takımına da
çıkardım. Adıyamanspor’la oynarken –gol kralıydım, takım da şampiyon!-
Adıyaman’ın sağ beki kaval kemiğime girdi, kırıldı kemiğim. Benim de küsme
huylarım vardır, sonuçta futbola küstüm ben. Hatta şu anda sanki şiirle de ona
benzer bir mecra üzerinde gibiyim, hatta her kitapta şiiri bırakıyorum. Çünkü
ortalıkta o kadar çok şiir, o kadar şair, o kadar çok soytarı var ki... O kadar
çok dergi, o kadar çok dedikodu... O kadar çok!"
"...
Beni besleyen aslında, romanlardır. Rus Edebiyatı, özellikle de
Dostoyevski... Ve Fransız Edebiyatı. Ortaokulda kitaplık kolunda, tüm
kitaplardan sorumluyum. Bir gün babam, “oğlum benim gözlerim görmüyor, bana
geceleri kitap okur musun?” dedi. Sayfalar dolusu, ciltlerce kitap okudum ona,
Dostoyevskiler, klasikler, milli eğitim klasikleri-beyaz kitaplar-. Aslında
derdi bana kitap okutmakmış. Sonraları onu küçücük puntolu bir gazete okurken
yakaladım."
bu ülkenin genç insanları halklarına ölerek yaklaşmak istemiyorlar!
"...
Ama hep öyle oldu! O yıllarda 10.000 genç, sonralarıyla beraber 40.000
insan! Şehirlerden dağlara... Şu anda ülkenin durumunu çok daha karanlık
görüyorum. Laiklik, milliyetçilik, bölücülük vs. gibi kalıplar üzerine
düşünmeden hem de. Ama aslında benim kafam karışık bu konularda. Çevremin de
karışık, görüyorum. Ve ben de azınlık psikolojisine sahibim, bir “Türk” olarak
hem de. Babam bir gün bana, “bildiğin her şeyi unut –artık 16 yaşında bir
çocuğun unutacağı ne varsa!-, ama 'cumhuriyet çocuğu' olduğunu unutma“ demişti.
Vasiyeti olarak kabul ederim bunu. Ama laik kesimin de bir fanus içinde
olduğunu, çıkması gerektiğini düşünüyorum. “Bir şairin hayatı tanımaması“ gibi
bir şey onların da yaptığı. Ayrıca biraz elimizi vicdanımıza koyalım; iktidar
partisinin her yaptığı da kötü değil ki. Ama son iktidar da her iktidarın
yaptığı şeyi yaptı ve kadrolaştı. Devlet devletliğini bilmeli, kurumlarını
dürüst çalıştırmalı, samimiyetle yerine oturtmalı.
...
Türkiye’de hiçbir kesim kendi içinde bir bütün değil. Belki tek bütün kesim
Mhp ve onlar konuşmuyor dikkat edersen. Ama geliyorlar da! Milliyetçilik
yükseliyor burada, oysa tam tersinin olması gerekirdi; yurtseverlik
yükselmeliydi... İşçi sınıfı diye bir şey artık yok Türkiye’de. Eskiden
sendikalizm açısından en azından var gibiydi. Yani DİSK; gerçekten DİSK’ti,
devrimciydi, özellikle de Kemal Türkler döneminde... 80 öncesiyle şimdiyi
karşılaştırınca; o zamanlar düşmanınızı biliyordunuz. Bu, çok önemlidir
savaşta. Şu anda düşmanımı da bilmiyorum... dostumu da... Bir vatandaş olarak,
diğer vatandaşlarla aynı şeyi düşünüyorum; “bir tehlike gelecek... ama nereden
gelecek? Tehlike var! Çok var! Ve bunlar her şeye yansıyor; kapkaç olayları,
maçlardaki rezaletler.... oyun oynamayı bile bilmiyoruz. Oyun olmayınca da,
hiçbir şey olmaz bence hayatta..."
"20. yüzyılın sonbaharında TC’ye bir şeyler oluyor bildiğim bütün hastalık terimlerini sıralıyorum:
Menopoz, anksiyete, andropoz ve ABD"
""Sivas" olduğunda, bütün mahallemin çocuklarını kaybettim. Ve bütün İsmet Özel kitaplarını attım çöpe. Orada ölenler 37 kişiyse 30’unu tanıyordum. Sadece şairleri- romancıları değil ki, orada ölen 14 yaşındaki çocuğu da... Onunla da oturuyordum, çay içiyordum, aynı sokağın çocuklarıydık."
İki yüzlü buluyorum dış politikamızı. Çeçenistan’ı destekledin Rusya’ya
karşı, Yugoslavya darmaduman olurkense Bosna’yı ve bir başkaları da benzerini
senin ülkene yapmaya çalışıyorlar. Çeçenistan’da eskiden faşist, şimdiyse
ülkücü dediğimiz insanlar birtakım çalışmalar yapmıyorlar mı? Adriyatik’ten Çin
Seddi'ne kadar rezil etmediler mi bizi? Bilgisayar teknolojisine çoktan geçmiş
Azerbaycan’a 12.000 daktilo göndermeye kalkıp rezil olmadık mı? Adamlar dalga
geçiyoruz zannetmişler. Elimizde bir Avrasya kartı varsa eğer, e be adam onu
kullan! Rusya, İran, Azerbaycan, Türkiye, birlik olamaz mı? Milliyetçilik
akımları yükseliyor, ki doğru ama ben de sinir oluyorum Amerika ile
Avrupa’ya.karikatür krizi çıktığında da, insanların inançlarıyla fazla
oynandığını, hakaret edildiğini düşünüyorum. İnsani yönden de, politik yönden
de katılmıyorum olanlara. Her şeyin bir sınırı var, oyunu oynayalım ama güzel
oynayalım... Temiz olsun. Daha ilk başta birbirimizin “kaval kemiği”ne girmeyelim.
O kadar uzlaşma noktamız varken hem de. Sol birleşecekmiş! Birleşse ne olur!
Ama mecburen oy vereceğim oraya doğru. Valla saplantılarım beni yönetiyor bu
konuda. Normalde düşünsem vereceğimle, gerçekte vereceğim parti farklı
birbirinden. Deminden beri “hakkaniyet”ten bahsediyoruz ama, oy verişim hak
etmeyene doğru olacak.
Ne yazık, bazen kalbime altı tane ok batıyor."
“Bu şiir burda biter.”
“Şair Ahmet Erhan’la onun bir şiirini besteleyen Teoman konuştu.”
Server Fethi
Radikal Gazetesi, 31/05/2007
https://bubisanat.com/ web sayfasından alıntılanmıştır
23 Şubat 2023 Perşembe
Etik
"Ethics is knowing the difference between what you have a right to do and what is right to do."
Potter Stewart
4 Şubat 2023 Cumartesi
Kroisos veya bir Antik Dünya hikâyesi
“Çünkü kimse, barış dururken savaşı seçecek kadar deli değildir; barışta oğullar babalarını gömerler, savaşta ise babalardır, oğullarını mezara indiren.”
Herodotos’un (İÖ 484-425), Tarih veya Tarihler (Istoriai)
adlı eserinin giriş kısmında şöyle yazar: “Bu, Halikarnassos’lu Herodotos’un
kamuya sunduğu araştırmadır. İnsanoğlunun yaptıkları zamanla unutulmasın ve
gerek Yunanlıların, gerekse Barbarların meydana getirdiği harikalar bir gün de
adsız kalmasın, tek amacı budur; bir de bunlar birbirleriyle neden dövüşürlerdi
diye merakta kalmasın.”
Bugün
ben de sizlerle, “insanoğlunun yaptıkları zamanla
unutulmasın” diye, Herodotos’tan derlediğim bir kralın
hikâyesini paylaşmak istedim. Söz konusu kral, tarihte Lidya kralı olarak geçen
Kroisos’tur. Kroisos Lidyalı Alyattes’in oğludur. Alyattes, Miletos savaşının
ardından elli yıl daha hüküm sürdükten sonra vefat eder. Onun yerine tahta
oturan oğlu Kroisos 35 yaşındadır. İktidara geldikten sonra egemenlik alanını
hızla genişletir. Herodotos, Kilikya ve Likya hariç, Halys ırmağının
(Kızılırmak) beri yakasındaki tüm ulusların Kroisos’in egemenliğini tanıdığını
yazar. Lidyalılar, Frigyalılar, Misyalılar, Mariandinler, Khalybler,
Paflagonlar, Trraklar, Thinler, Bithinler, Karlar, İyonlar, Dorlar, Aiollar,
Pamfiller… bütün bu halklar ve ülkeler Kroisos’in egemenliği altındadır.
Herodotos, Kroisos ortaya çıkmadan önce bütün Yunanlıların özgür olduğunu
yazar (Herodot, Tarih,
çev. M. Ökmen, Remzi Kitabevi, 1991, s.18).
Kroisos
zamanında Lidya krallığının başkenti (bugünkü Manisa’nın Salihli ilçesindeki)
Sardes (Sart veya Sardis), imparatorluğun zenginlik ve ihtişamının simgesi
durumundadır. Yunanistan’dan, özellikle Atina ve civar ülkelerden herkes buraya
koşar. Sardes’i ziyaret edenler arasında, İÖ 594’te başlattığı reformlar
temelinde Atina’nın kanun koyucusu olarak tanınan Solon da
vardır. Herodotos’a göre Solon, koyduğu yasalar en azından on yıl
değiştirilmesin diye on yıllık bir “dünya turu”na çıkmıştır. Mısır’a, Amassis’e
(Amasya), Kıbrıs’a uğrar ve derken Sardes’e, Kroisos’in yanına gelir.
Ziyaretinin üçüncü veya dördüncü gününde, Kroisos’un adamları Solon’a kralın
hazinelerini gezdirir. Bu iş tamamlandıktan sonra Kroisos, konuğu Solon’a
dönerek “Atinalı,” der, “benim konuğum, bir filozof olarak
sana bunca ülkeyi gezdiren meraklı yaradılışının ve bilgeliğinin ününü birçok
kez biz de duyduk, bundan ötürü sana şunu sormak isteği uyandı bende, acaba
mutlulukta başka herkesi geride bırakan bir kimseye rastladın mı?”
Kendini
dünyanın en mutlu adamı sayan kral
Kroisos, kendisini dünyada gelmiş geçmiş en mutlu ve en talihli insan olarak gördüğü için bu soruyu Solon’a yöneltmiştir. Ancak Kroisos’a yaranmayı veya yalakalık yapmayı aklının ucundan geçirmeyen Solon, “Atinalı Tellos’u gördüm” diyerek Kralı şaşırtır. Kroisos, Tellos’u niçin bu kadar talihli saydığını sorunca, Solon gerekçesini açıklar. Kroisos, “ondan sonra kim gelir senin bildiğin” diye sorunca, Solon bu kez Atinalı Kleobis ve Biton kardeşleri sayar ve kendince gerekçesini açıklar. Her iki seferinde öne çıkan, ölçülü ve erdemli hayatlar, hizmet, şeref ve ölümde mutluluk gibi ölçütlerdir. Ama Krisos anlamaz, orada da kendisine yer bulmayınca öfkeyle: “Atinalı yabancı,” der, “ya biz, bizim mutluluğumuzu sen hiçe mi sayıyorsun ki bu basit insanları koyuyorsun ikinci sıraya?”
Solon,
Kroisos’in bu sorusuna cevaben, özü itibariyle şunu söyler: “Kroisos, insan için yalnızca talih ve talihsizlik vardır.
Evet, görüyorum sen çok zenginsin, çok insana hükmediyorsun, ama benden
istediğin şeye gene de cevap veremem; çünkü önce ömrünün güzel bir sona
bağlandığını görmem gerekir… O ki ömrü boyunca her zenginliğe erişir ve en son
dünyadan hoşnut ayrılır, işte o, bana göre, ey kral, mutlu insan adını hak
eder. Her şeyin sonuna bakılmalıdır; Tanrı çok insana mutluluğu yem olarak
sunar, sonra da çeker alır elinden.”
Bu
sözlerden hiç de memnun kalmayan Kroisos, kendince “dar kafalı” olarak
gördüğü Atinalıyı kapı dışarı eder.
Kroisos’in
rüyası
Kroisos’in
iki oğlu var. Bunlardan biri daha doğuştan yaratanın gadrine uğramıştır,
dilsizdir. Bütün erdemlere sahip olan bu genç, ne yazık ki konuşamaz. İkinci
oğlu her bakımdan yaşıtlarının önünde giden bir delikanlıdır. Adı Atys’dir;
orduda komutan olup avlanmayı çok sevmektedir.
Solon
ayrıldıktan bir müddet sonra Kroisos rüyasında ikinci oğlunun bir kargının
demir ucuyla vurulup öldüğünü görür. Atys’i hemen Lidya ordularının başından
alır, her türlü savaş faaliyetini yasaklar ve evlendirmek üzere nişanlar.
Atys’in evlenme hazırlıklarıyla uğraşırken, doğuştan Frigyalı ve kral soyundan
bir adam Sardes’e gelir. Kendini Midas’ın oğlu Gordios’un oğlu Adrastos olarak
tanıtır. Yanlışlıkla kardeşini öldürdüğü için sarayı ve ülkesinden kovulmuştur;
kanbağı içinden cinayet işlemenin büyük günahından arındırılması gerekmektedir.
Bunun üzerine Kroisos onu kan kirliliğinden arındırır ve sarayına kabul eder.
“Hatırını saydığım kişilerin oğlu, dostlar arasına geldin; bizim yanımızda
kalırsan hiçbir eksiğin olmaz. Uğradığın felâkete katlan, sabret, senin için en
iyisi budur” der.
Bir
müddet sonra Misya’nın (Balıkesir, Manisa ve İzmir civarı) Olympos dağı
yörelerinde azman bir yabandomuzu türer. Dağ yönünden gelen bu domuz ekinleri
silip süpürmektedir. Bu hayvanı yakalamaya giden köylüler bile ona kurban
olmaktan kurtulmayınca, bu kez hep birlikte Kroisos’e başvururlar: “Senden
dileğimiz, oğluna ve yiğitlerine buyur, köpeklerini alıp gelsinler, bizi
kurtarsınlar.” Kroisos, “Oğlum için ısrar etmeyiniz; onu
gönderemem, yeni evlendi. Ama yiğit Lidyalıları ve bütün av köpeklerini can-ü
gönülden veririm…” der. Ne var ki Atys konuşulanları işitir ve “Baba,” der, “benim en büyük iki işim av ve savaş,
bana değer sağlayan işlerim bunlar, işte şimdi bunları bana yasak ediyorsun; oysa
benden ne alçaklık gördün ne gevşeklik. Şimdi ben kentin kıyı kucağında
dolanırken, agoraya gidip gelirken yurttaşlarım benim için ne diyecekler?”
Kroisos’un
gördüğü rüyayı anlatmasına rağmen oğlu çok ısrar edince kral dayanamaz; ne de
olsa savaş değil, yaban domuzunun tırnaklarından demir uç mu çıkacak diye,
sarayında misafir ettiği Frigya kralı Midas’ın torunu Adrastos’un da Atys’e göz
kulak olması koşuluyla, gitmelerine izin verir. Olympos dağı eteklerinde sürek
avı yaparlar. Derken Adrastos’un kargısı domuzu ıska geçer, Kroisos’in oğlunu
vurur ve oracıkta öldürür. Korkunç bir pişmanlık yaşayan Adrastos, Kroisos’e
teslim olur ve oğlunun ölüsü üzerine kurban edilmesi için yalvarır. Ama
Kroisos, ocağını söndüren adama dönerek, “Konuğum,” der, “senin
kendi ölümünü istemen benim öcüm için yeter. Hayır, bu ölüm için seni
suçlamıyorum…” Bunun üzerine Adrastos, kendisini
dünyadaki insanların en mutsuzu sayarak, Atys’in mezarı üstünde kendisini
öldürür.
Perslerin saldırısı
İki yılını oğlunun ölümü acısıyla
geçiren Kroisos, Medlerden sonra doğuda yükselen Pers imparatorluğunun
arzettiği tehdit karşısında hayata geri döner. Bundan böyle kafasındaki en
önemli mesele, Pers hükümdarı Kyros’u (Koreş) durdurmaktır. Bunun için, Perslerle
arasındaki tampon bölgede kalan Kapadokya’ya savaş açmayı düşünür. O dönemde
Yunanlılar Kapadokyalılara “Suriyeli” demektedir. İşte bu “Suriyeli”ler Pers
egemenliği altına düşmeden önce Medlere bağlıdır. Medler ile Lidyalılar
arasındaki sınır, Halys (Kızılırmak) nehridir. Kroisos ise Kapadokya’ya
saldırmakla topraklarını nehrin doğu tarafına doğru genişletmek istemektedir.
Ama önce, Anadolu’dan bir yanda Yunanistan’a, diğer yanda Libya’ya kadar
dönemin bütün tapınakları ve kâhinlerine haber yollayarak, Perslere karşı
açacağı savaşın nasıl sonuçlanacağını öğrenmek ister. Delfi kâhinlerinden, bu
savaşa girerse “büyük bir imparatorluğun
çökeceği” yolunda bir cevap gelir. Aslında kapalı ve
muğlaktır. Ama olanca kibiri içinde Kroisos bunu kendine yontar. Pers
imparatorluğunun çökeceği şeklinde yorumlar.
Olan olur; savaş başlar ve Kyros
Kapadokya’nın yardımına gelir. Kroisos ve Kyros’un orduları ilk defa
(Karadeniz’de, Sinop yakınlarındaki) Pteria’da karşılaşır. Her iki
tarafın da kayıpları yüksektir. Muharebenin ertesi günü Kyros saldırısını
sürdürmeyince, Kroisos sayıca daha az olan ordusuyla Sardes’e doğru çekilip
Mısırlılardan yardım istemeyi düşünür (Herodotos, 40). Sardes’e varınca
ordudaki paralı askerleri de dağıtır ve yardım istediği müttefiklerinden, dört
ay sonra Sardes’te hazır olmalarını talep eder.
Ancak savaş tarihinin büyük
stratejik hatalarından birini yapmış; Kyros’un kendisini takip ederek hemen
Sardes’e kadar geleceğini düşünmemiştir. Sardes önlerinde gerçekleşecek ikinci
önemli muharebede, Medyalı Hargapos’un önerisiyle Kyros,
ordunun peşinden gelen yük develerinin yüklerini indirtip süvarilerini develere
bindirerek, piyadelerini ve ordunun geri kalanını ise develerin arkasından
yürüterek saldırıya geçer. Kaderin cilvesine bakın ki, bir seyis veya deve
bakıcısında olabilecek bir bilgi, koca savaşın seyrini değiştirip dünya
tarihine yön verebilmektedir. Atların develerden korktuğu ve develerin kokusuna
dayanamadığı fikri üzerine kurulu bu plan, tutar. Lidya süvarisi darmadağın
olur. Kroisos ve ordusu kaleye çekilmek zorunda kalır.
Kroisos’un sonu
Kuşatmanın 14. gününde Sardes düşer. Kroisos son çarpışmalarda
öldürülecekken, o güne kadar tek kelime konuşmayan oğlunun ansızın dili çözülür
ve Pers askerine “Kroisos’i öldürme!” diye bağırır. Bunun üzerine esir alınır
ve zamanın “direnen mağluplara terör” diye özetlenebilecek anlayışı
çerçevesinde, diri diri yakılmaya mahkûm edilir.
Persler, zincire vurulmuş olan
Kroisos’i odun yığınının tepesine çıkartır. Her iki yanına da yedişer Lidyalı
çocuk koyarlar. Kyros’un bunları tanrılara bir ganimet sunusu olarak mı
verdiği, yoksa bir adağı mı yerine getirdiği bilinmiyor. Kroisos, odun yığınının üstünde, Solon’un
hiçbir canlının henüz yaşadığı sürece mutluluktan tam emin olamayacağı
yolundaki sözlerini hatırlar ve üç kez “Solooon!” diye bağırır. Kroisos’in
bağırmasını işiten Kyros, adamlarına emir vererek, adını andığı şahsın kim
olduğunu öğrenmek ister. Bir süre sustuktan sonra Kroisos şunu söyler: “Bir adam ki, dünyayı yöneten kişiler onunla konuşabilmiş
olsalardı, bu benim için büyük hazinelerden daha değerli bir şey olurdu.” Sonra
Atinalı Solon ile aralarındaki konuşmayı anlatır. Kyros’un yüreği sızlar ve bir
gün böyle bir şeyin kendi başına da gelebileceğini düşünerek, Kroisos’un ve
Lidyalı çocukların ateşin üstünden indirilmesini emreder. Ancak ateş
söndürülecek gibi değildir. Buna rağmen bir mucize gerçekleşir; Apollon
müdahale eder, gökten sel gibi yağmur yağar ve ateşi söndürür.
Kroisos odun yığınından
indirilince Kyros ona sorar: “Kroisos, kim sana söyledi benim topraklarıma
saldırmayı ve benimle dost yerine düşman olarak karşılaşmayı?” Kroisos “Kral,” der, “bunu yapan senin iyi talihin ve benim kötü
talihimdir.” Kroisos’un, bu cümlenin devamında sarf ettiği
sözler, savaşın acı ve trajik doğasına ilişkin söylenmiş en kesin ifadeler
olarak tarihte yer alacaktır: “Çünkü
kimse, barış dururken savaşı seçecek kadar deli değildir; barışta oğullar
babalarını gömerler, savaşta ise babalardır, oğullarını mezara indiren.”
Abdullah Kıran'ın Serbestiyet Web Sayfasındaki 27 Ağustos 2018 Tarihli Makalesi
Resim: Claude Vignon (1593 - 1670)
3 Şubat 2023 Cuma
2 Şubat 2023 Perşembe
"(...)Devrim ya ruhunuzda ya hiçbir yerde..."
"...Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrimi satın alamazsınız. Devrimi yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzda ya hiçbir yerde..."
Ursula K. Le Guin, Mülksüzler, Metis YayınlarıOrtak Kalpler Türküsü
Nesini Söyleyim Canım Efendim
1 Şubat 2023 Çarşamba
Mösyö Seguin'in Keçisi
Sen hiç değişmeyeceksin, zavallı Gringoire (Grenguar)’cığım ! Nasıl olur ? Sana Paris’ in tanınmış bir gazetesinde köşe yazarlığı teklif ediyorlar da sen bunu reddetmeye kalkışıyorsun ! Kendine bir baksana, zavallı çocuk ! Şu delik deşik mintanına, şu hapı yutmuş pantolonuna, şu açım diye haykıran sıska suratına bir baksana! Güzel kafiyeler uydurmak ihtirası, bak seni ne hale soktu? Apollon cenaplarının hizmetinde on senedir sâdıkâne verdiğin emek, bak sana neye mal oldu… Hâlâ da mı utanmıyorsun ?
Köşe yazarı olsana, budala! Köşe yazarı olsana! Çil çil liracıklar kazanırsın, Brebant lokantasında karnını doyurursun, külahına yepyeni bir tüy takarak tiyatroların ilk temsil akşamlarında boy gösterirsin.Nasıl ? İstemiyor musun ? Sonuna kadar, keyfine göre serbest yaşamak mı istiyorsun? Peki öyleyse. Mösyö Seguin’in keçisi hikâyesini bir dinle bakalım. Dinle de serbest yaşamak arzusu insana ne kazandırır, öğren.
Mösyö Seguin’in, keçilerinden yana hiç talihi yoktu. Hepsini de, aynı şekilde elinden kaçırırdı. Bir sabah ipini koparan dağa yollanır ve orada kurda yem olurdu. Ne sahibinin okşayışı, ne kurt korkusu bir tek keçiyi bile vazgeçirememişti. Bunlar, herhalde ne pahasına olursa olsun açık havayı ve başıboş gezmeyi seven, hürriyet âşığı keçilerdi. Hayvanlarının huyundan pek anlamayan zavallı Mösyö Seguin, çok kederliydi: Anlaşıldı, diyordu. Keçilerin burada canı sıkılıyor. Artık istemem, keçi beslemeyeceğim.
Yine de ümitsizliğe düşmedi. Altı keçisi aynı şekilde kaybolduktan sonra, tuttu, bir yedincisini satın aldı. Yalnız bu sefer, alışması kolay olsun diye kart değil, körpe keçi almaya dikkat etti.
Ah, Gringoire, bilsen Mösyö Seguin’in keçisi ne güzeldi! Baygın gözleri, küçük zabitlerinki gibi didon sakalı, pırıl pırıl ayakları, çizgili boynuzları, üstünde harmani gibi uzun beyaz tüyleriyle o kadar güzeldi ki! Neredeyse Esmeralda’nın oğlağı kadar şirindi, hatırlıyorsun değil mi Gringoire? Sonra, yumuşak başlı, sokulgandı. Sağılırken kımıldamaz, ayağını süt kabının içine sokmazdı. Velhasıl, cana yakın bir keçiydi.
Mösyö Seguin’in evinin arkasında, etrafı ak dikenle çevrilmiş bir ağılı vardı. İşte yeni kiracısını buraya yerleştirdi. Onu, çayırın en güzel yerinde, bir kazığa bağladı. Ama ipini de uzun bıraktı. Arada sırada, rahatı yerinde mi diye yoklamayı ihmal etmiyordu. Keçi mutlu görünüyor ve öyle keyifli otluyordu ki, Mösyö Seguin’in ağzı kulaklarına varıyordu. Adamcağız kendi kendine: "Nihayet," diyordu, "burada canı sıkılmayan bir keçi bulabildim." Mösyö Seguin aldanıyordu, keçisinin canı sıkıldı. Bir gün dağa bakarak, kendi kendine: "Kim bilir," dedi, "oraları ne güzeldir! Boynumun derisini yüzen şu uğursuz ip olmasa da, fundalıkların içine bir dalsam! Ne hoş olurdu. Çitin içinde otlamak eşeğe veya öküze yakışır! Keçi milletine açıklık lazım!"
O andan sonra ağılın otu kendisine tatsız geldi. Can sıkıntısı başladı. Eridi, sütü azaldı. Onun, böyle bütün gün, ipini çekerek, kafasını dağ tarafına çevirmiş, burun delikleri açılmış, mahzun mahzun, meee! demesi yürekler acısıydı.
Mösyö Seguin keçisinin bir derdi olduğunu anlıyordu ama ne olduğunu bir türlü kestiremiyordu. Bir sabah, sağılması biterken keçi başını çevirdi ve kendi lisanıyla:
- Bakınız Mösyö Seguin, dedi. Ben burada eriyip bitiyorum. Bırakın da dağa gideyim!
Mösyö Seguin:
- Allahım! Bu da mı? diye haykırdı.
O kadar şaşırmıştı ki, süt kabını yere düşürüverdi. Sonra keçisinin yanına, otların üzerine oturarak:
- Nasıl Blanquette (Blanket), dedi, beni bırakıp gitmek mi istiyorsun?
Blanquette:
- Evet Mösyö Seguin, diye cevap verdi.
- Otunu mu az buluyorsun?
- Hayır Mösyö Seguin.
- Galiba ipin kısa geliyor, istersen uzatayım.
- Ne zahmet Mösyö Seguin
- Öyleyse neyin eksik? Ne istiyorsun?
- Dağa gitmek istiyorum Mösyö Seguin.
- Ah Zavallı! Dağda kurt olduğunu bilmiyor musun? Karşına çıkarsa ne yaparsın?
- Tos vururum Mösyö Seguin.
- Kurda senin boynuzların vız gelir. O benim, senden daha bir nice boynuzlu keçilerimi yedi. Zavallı Renaude (Rönod)’u bilirsin. Hani geçen sene buradaydı. Teke gibi güçlü kuvvetli, ne azılı keçiydi. Bütün gece kurtla dövüştü ama sabahleyin kurt onu yedi.
- Vah zavallı Renaude! Ama zararı yok Mösyö Seguin, bırakın beni, dağa gideyim.
- Aman Allahım! Benim keçilerime de ne oluyor? Bunu da kurt elimden kapacak. Ama yağma yok. İste, isteme seni kurtaracağım kâfir. İpini koparmayasın diye seni ahıra kapayacağım. Artık hep orada kalacaksın.
Bunun üzerine Mösyö Seguin, keçiyi zifiri karanlık bir ahıra götürdü ve ahırın kapısını adam akıllı kilitledi. Kapıyı kilitlemişti ama pencereyi unutmuştu. Seninki arkasını döner dönmez, keçi pencereden atlayıp kaçtı.
Gülersin tabi Gringoire! İnkar etme, ben bilirim. Sen o zavallı Mösyö Seguin’e karşı keçilerin tarafını tutarsın. Ama biraz sabret, sonunda da gülecek misin bakalım...
Beyaz keçinin dağa gelişi, her tarafta hayranlık uyandırdı. İhtiyar çamlar, o güne kadar keçinin bu kadar güzelini hiç görmemişlerdi. Onu küçük bir kraliçeymiş gibi karşıladılar. Kestane ağaçları, Blanquette’i dallarının uçlarıyla okşayabilmek için yerlere kadar eğiliyorlardı. Yolunun üstünde katır tırnakları açıyor ve ellerinden geldiğince güzel kokmaya çalışıyorlardı. Bütün dağ, ona bayram yaptı.
Bizim keçinin ne kadar mutlu olduğunu bir düşün Gringoire! Artık ne ip var, ne de kazık. Onu, keyfinin istediği gibi sıçramaktan, otlamaktan alıkoyacak hiçbir şey yok. Asıl otun bolluğu oradaydı. Ta boynuzlarını aşacak kadar, azizim! Hem ne ot! Lezzetli, ince, diş diş, bin bir çeşit nebatın mahsulü. Hele çiçekler? Maviş maviş kocaman boru çiçekleri, uzun kırmızı yüksük otları, sarhoş edici usareleri taşan bütün bir yabani çiçek ormanı!
Beyaz keçi, bunların arasında, yarı sarhoş, ayakları havada, yere dökülmüş yapraklarla kestanelere karışarak, bayır aşağı yuvarlanıp duruyordu. Sonra, bir sıçrayışta ayağa kalkıyor, haydi yallah, yine çalıların, yeşilliklerin içine dalıyor, fırt bir kayanın üstüne çıkıyor, fırt bir hendeğin dibine atlıyordu. Bir aşağı bir yukarı, her yere burnunu sokuyordu. Sanki Mösyö Seguin, dağa on keçi birden salıvermişti.
Çünkü Blanquette’in hiçbir şeyden pervası yoktu.
Bir sıçrayışta koca koca selleri aşıyor, aşarken de su ve köpük içinde kalıyordu. Sonra, sırılsıklam, gidip düz bir kayanın üstüne uzanıyor, güneşte kurunuyordu. Bir seferinde de, ağzında bir çiçek, yaylanın kenarına kadar geldi ve aşağıda, ta aşağıda, ovada, Mösyö Seguin’in evini ve ağılını gördü. Bu manzaraya katıla katıla güldü:
- Ne de küçükmüş! dedi. Nasıl olmuş da sığmışım!
Zavallıcık, kendisini o kadar yüksekte görünce, dünyaya bir türlü sığamaz olmuştu.
Velhasıl, Mösyö Seguin’in keçisi çok güzel bir gün geçirdi. Öğleye doğru, sağa sola koşarken, bir yabani asmayı kıtır kıtır yiyen bir sürü dağ keçisinin arasına düştü. Bizim beyaz elbiseli kaltak, ortalığı birbirine kattı. Kendisine yabani asmanın en lezzetli parçasını ikram ettiler. Hele erkekleri görme. Bir çıtkırıldım oldular ki. Hatta dahası var Gringoire ama, aramızda kalsın. Siyah tüylü, genç bir dağ keçisi galiba, Blanquette’in hoşuna gitmek şerefine mazhar oldu. İki sevdalı, bir iki saat ormanın içinde kayboldular. Birbirlerine ne söylediklerini öğrenmek istersen git de, yosunların altında belirsiz dolaşan geveze kaynakları sorguya çek.
Ama birdenbire hava serinledi, dağ menekşe rengi bağladı; akşam olmuştu. Küçük keçi şaşırıp kaldı: "Ne çabuk!"
Aşağıda tarlalar sise gömülmüştü. Mösyö Seguin’in ağılı, hemen hemen kaybolmuştu; küçük evin yalnız tüten bacasıyla çatısı görünüyordu. Blanquette, ağıla dönen bir sürünün çıngırak seslerini dinledi, içi burkuldu. Yuvasına dönen bir akdoğan, geçerken kanatlarıyla ona sürtündü, içi titredi. Sonra dağda bir uluma duyuldu: Uuuuuu! Uuuuuu!
Aklına kurt geldi; bütün gün çılgın gibi, kurdu hiç düşünmemişti. Yine o anda, ovanın ta dibinden bir boru sesi işitildi. Bu, bizim Mösyö Seguin’ in başvurduğu son çareydi.
Kurt: Uuuuuu! Uuuuuu! diye uluyordu. Boru: Eve dön! Eve dön! diyordu.
Blanquette, bir an, geri dönmek istedi ama kazığı, ipi, ağılın çitini hatırlayınca, bu hayata daha fazla katlanamayacağını, dağda kalmanın hayırlı olacağını düşündü. Artık boru sesleri de kesilmişti.
Keçi tam arkasında bir yaprak hışırtısı duydu. Döndü ve karanlıkta kısa ve dimdik iki kulakla, pırıl pırıl yanan bir çift göz gördü. Bu, kurttu. Koskocaman, hareketsiz, kıç üstü oturmuş, küçük beyaz keçiye bakıyor ve onu gözleriyle şimdiden yiyordu. Nasıl olsa yiyeceğini bildiği için hiç acele etmiyordu. Yalnız, keçi yüzünü kendisine dönünce, fena fena gülmeye başladı: "Hah! Hah! Mösyö Seguin’in küçük keçisi!"
Sonra kocaman kırmızı diliyle, kav rengindeki sarkık dudaklarını yaladı. Blanquette mahvolduğunu anladı. Bir an, bütün gece dövüşüp de ancak sabah olunca kurdun karnına giren koca Renaude’un macerasını hatırladı ve beyhude yere uğraşmaktansa, hemen yutuluvermenin daha hayırlı olacağını düşündü. Sonra bundan vazgeçti, kafasını kıstı, boynuzlarını uzattı, müdafaaya hazırlandı. O Mösyö Seguin’in kahraman keçisi değil miydi ya! Kurdu öldürmek ümidine kapılmamıştı, keçiler kurtları öldüremezler, ama Renaude kadar dayanabilip dayanamayacağını anlamak istiyordu.
Nihayet canavar, keçinin üzerine yürüdü. Küçücük boynuzlar da harekete geçti. Ah yavrucuk! Var kuvvetiyle nasıl karşı koyuyordu. Belki on defa, yalan söylemiyorum Gringoire, belki on defadan da fazla, kurdu gerileyip nefes almaya mecbur etti. Bu bir dakikalık aralıklarda bile kâfir obur, hemen o güzelim otlardan bir parça koparıyor, sonra, ağzı dolu dolu, yine kavgaya tutuşuyordu. Bu, bütün gece devam etti. Mösyö Seguin’in keçisi bazen parlak gökyüzüne, yıldızların kaynaşmalarına bakıyor ve kendi kendine: "Ah ne olur," diyordu, "şafak atıncaya kadar dayanabilsem!"
Yıldızlar birbiri ardı sıra sönüp kayboldu. Blanquette boynuzlarına, kurt dişlerine yüklendi. Ufukta solgun bir ışık peyda oldu. Çiftliğin birinde kısık sesli bir horoz öttü. Can vermek için sabahı bekleyen zavallı hayvancık: Çok şükür! dedi ve kan lekelerinin benek benek ettiği o güzelim beyaz postuyla, boylu boyunca yere serildi. O zaman kurt, küçük keçinin üzerine atıldı ve onu parçalayıp yedi.
Allahaısmarladık Gringoire! Dinlediğin hikayeyi ben uydurmadım. Şayet bir gün, olur da Provence’e gelirsen, bizim rençberlerden sık sık şunu duyarsın: Mösyö Seguin’in keçisi bütün gece kurtla boğuştu, sonra sabah olunca kurt onu yedi. Beni iyi dinliyor musun Gringoire; sonra sabah olunca kurt onu yedi.
Alphonse Daudet, Değirmenimden Mektuplar
"Aptallık bir yaradır."
"Aptallık bir yaradır. Yara bir çocuğun ilk sorusu ya da ilk hakkındaki sorusunun bastırılmasıyla oluşur. O andan sonra zaman içinde nasırlaşarak duyarsızlaşan ve katılaşan bu alan görünmez olsa da aptallığın kaynağıdır."
Theodor W. Adorno, Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı, 2016