29 Nisan 2025 Salı
Bu Ne Biçim Hayat
7 Şubat 2025 Cuma
Kardeş Payı
26 Ocak 2025 Pazar
Yaz Bitti
16 Ekim 2024 Çarşamba
"Yaralı Bilinç"
30 Ağustos 2023 Çarşamba
“İroninin yeni orta sınıfa özgü bir strateji olduğu konuşuluyor son zamanlarda. Her şeyi kaygısız bir neşeyle paranteze alan, her olaya aynı umursamaz mesafeden bakan yeni orta sınıfın küçümseyici, dışlayıcı alayının bir görünümü. Her şeyi anında parodileştiren, akıl yürüterek yenemediğini şakanın gücüyle değersizleştiren, inançsızlığı başkalarını eleştirmeye değil, küçük düşürmeye adamış sinik alaycılık. Bir bakış açısını bir başkasına yaslanarak geçersizleştirmeye dayanan bir 'ne desem yalan' hali. Her problemin hakkından bir sözcük oyunuyla gelen bir hafifseme tekniği. Doğruyla bağını çoktan koparmış bir maske düşürme merakı. Gerçekten de ironi son yıllarda yakın tarihte hiç olmadığı kadar rağbet gördü. Reklam programlarından mizah dergilerine, bütün gücünü parodiden alan filmlerden deneme üslubuna eleştirellik bir süre için bu türden bir neşeye teslim oluverdi.”
Nurdan Gürbilek, Mağdurun Dili
2 Şubat 2023 Perşembe
"(...)Devrim ya ruhunuzda ya hiçbir yerde..."
"...Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrimi satın alamazsınız. Devrimi yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzda ya hiçbir yerde..."
Ursula K. Le Guin, Mülksüzler, Metis Yayınları11 Aralık 2022 Pazar
Ya kişi daireyi kendi eliyle kendi çevresine çiziyorsa...
"Babamın iş gezilerinden birinde, yoldan geçerken arabanın penceresinden gördüğüm bir manzarayı yıllar bana hiç unutturmadı. Çevresine bir daire çizilen adam etrafını kuşatan bir kalabalık tarafından sürekli taşlanıyor, adamsa o dairenin dışına çıkamıyordu. Adamın Yezidi olduğu söylendi. Bir azınlık toplumu olduklarını, şeytana taptıklarını, inançlarına göre tavuskuşunun ve dairenin kutsal olduğunu, bu yüzden çizilen daire silinmeden içindekinin dışına çıkamadığını öğrendim. Bu inancı gülünç bulanların da başka türlü görünmeyen daireler içinde olduğunu ve bunun dışına çıkamadığını çok sonra anlayacaktım. Tıpkı daha geniş bir coğrafyaya çıktığımda, dünyanın her yerinde her türlü azınlığın nasıl taş altında tutulduğunu anladığım gibi.
Daire çizen için bir komediydi. Dairenin dışındaydı. Saçma bulduğu bir inancı silah olarak kullanıp inananı teslim alabiliyordu. Bu, ona bir iktidar sağlıyordu. Dairenin içindeki içinse bir dramdı. Tutsak ediliyordu. Yazgısını Öteki'nin insafına terk ediyordu.
Ya kişi daireyi kendi eliyle kendi çevresine çiziyorsa... İşte bu bir trajediydi. Seçiminin içerdiği sonu yaşayacaktı."
"Geri döndük, yeniden şehrin merkezine inerken, daha çok Kürtlerin oturduğu mahallelerin birinde, evlerden birinin ağır, büyük kapısı güçlükle açıldı. Ardından, üç dört yaşlarında, sarışın, lüle lüle saçlı, mavi gözlü ve boynunda iri mavi boncuklar taşıyan masal güzeli bir kız çocuğu, eşiği atlayarak ansızın sokağa, önümüze çıktı. Bizi görünce duraladı. Bu güzel Kürt meleği, bize inmekte olan günün son armağanı gibiydi; gözlerimizin önünde birdenbire beliriveren varlığıyla bizi heyecanlandırmıştı. Eğilip sevecek oldum. Kuşkulu gözlerle baktı ilkin, ardından bir iki adım gerileyerek 'Polis, polis' diye uzaklaştı bizden. Bizi polis sanmış, korkmuştu. Vurgun yemişe döndük, demek biraz kentli giyinmiş herkes yabancı, her yabancı da polis demekti, daha beş yaşında bile olmayan bu küçük kız çocuğu için? (...) Bir tek bu olay, beni derinden yaralayan bu dramatik karşılaşma, yüzlerce gazete haberinin, yüzlerce fotoğrafın anlatmakta eksik kaldığı her şeyi bir kerede anlatmıştı.
Benim geçmişimi, onun geleceğini kirletmişlerdi.
Çocukluğumu aradığım sokaklar.
Üç dört yaşlarındaki şu mavi boncuklu kız.
1990 yılının Mart ayıydı.
Daha sonra Mardin'e hiç gitmedim. Olmadı.
Şimdi bir rüyam var: O mavi boncuklu kız büyüsün, bir gün bu yazıyı okusun, o günü hayal meyal hatırlasın, beni hatırlasın ve bana bir tek mavi boncuk göndersin istiyorum.
Bunu hepimizin geleceği için istiyorum."
Murathan Mungan, Paranın Cinleri, Metis Yayınları
Sıddık Akbayır, Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir, S.156
5 Eylül 2019 Perşembe
Hıdırellez
10 Nisan 2019 Çarşamba
Sessizin Payı, Yoksulluk Lekesi İsimli Bölümden
Yoksulluğun bir utancı da beraberinde getirdiğinden söz ediyordur Benjamin: "Nasıl bir adam tek başınayken çok şey çekebilir ama bunu karısı gördüğünde, ya da karısı aynı şeyi çektiğinde farklı bir utanç duyarsa, aynı şekilde yalnızken çok şeye, gizleyebildiği sürece de her şeye tahammül edebilir. Ama ailesi ve hemşehrileri üzerine devasa bir gölge gibi düştüğünde, kimse yoksullukla barışamaz." "Fakirlik ayıp değil" gibi iyiliksever teselli cümleleri, yoksulu yoksulluğun hayatında aslında bir şey değiştirmediğine inandırmaya çalıştığı, yoksulların maruz bırakıldığı utancı perdelediği, ortada bir sorun yokmuş, birileri yoksul insanı lekelemiyormuş gibi yaptığı için bir yalan çekirdeğine sahiptir.
Türkçede bu lekeyi çok az yazar Orhan Kemal kadar iyi anlatır. Eskici ve Oğulları' nda demircilik ve eskicilik işleri para getirmeyince aile üyeleri ameleliğe başlar. Zor işe, sıcağa hatta sıtmaya razıdırlar; ama mahallelinin bakışları altında kamyona doluşup kütlüye gitmenin utancını bir türlü kabullenemezler. Avare Yıllar' da doğup büyüdüğü şehirde, arkadaşlarının gözü önünde sokak satıcılığı yapmak, anlatıcı için "müthiş bir ayıp" ı da beraberinde getirir: "Hâkim olan ölçü onların ölçüsüydü. Ben bu ölçüye göre hem ahmak, hem ahmak, hem çirkin, hem de zavallıydım. Şu halde, onlardan kaçmak, gözlerine görünmemek, delik pabuçlarımla, paçaları tiftiklenmiş pantolonumu onlara göstermemek zorundaydım." Utancın kendisini bir "sümüklüböcek"e dönüştürdüğünü anlattığı yer de burası: "Onlardan birinin bakışını ne zaman hissetsem, tüylerim dikiliyor, içimden soğuk soğuk bir şeyler akmaya başlıyor, kulaklarımda vınıltı, gözlerimde seyirme başlıyor, ellerim buz kesiliyor, ufaldığımı, kambur burnumun büsbütün kamburlaştığını ve çirkinleştiğini sanıyordum... Sen onların arasında, kabuğunun içine çekilmeye mecbur bir sümüklüböceksin, anladın mı ?"
Utandırmanın bir sınıfsal strateji olarak nasıl işlediğini Orhan Kemal kadar içerden, onun kadar ısrarla anlatan çok az yazar vardır. Okurları, Orhan Kemal sözlüğünde "imrendirmek" anlamına gelen onlarca sözcük bulunduğunu fark etmişlerdir. Bir Orhan Kemal hikâyesinde sadece zenginler yoksullara değil, yoksullar da yoksullara "hava atar", "fiyaka söker", "kurum satar", "çalım atar", "sükse yapar", "caka satar", "fort atar", "zort çeker." Müteahhidin kızı avukatınkini, avukatın kızı noterinkini, noterin kızı pazarcınınkini, pazarcının kızı çamaşırcınınkini "burunlar." Orhan Kemal' de utandırma savaşları yalnız merkezde değil, "Kenar Mahalle" de de (Kardeş Payı) bütün şiddetiyle devam eder. Yoksullar bacak bacak üstüne atıp "düşman utandıracakları" günü hayal eder. Çocuğu subay çıkan, çocuğu ırgat olana bakarak "yürek soğutur". Yoksullar, başkaları onlara bakıp yürek soğutmasın diye yoksulluklarını belli etmez.
Orhan Kemal' de utanç bizi dönüp dolaştırıp Orhan Kemal sözlüğünün bir başka vazgeçilmezinin, "haysiyet" in önüne bırakır. Tuğcu' da gördük: Yoksulun doğuştan yazgılı olduğu bir içsel cevher, dokunulmaz bir yoksulluk aksesuarı, bir teselli mükâfatıydı haysiyet. Talihsiz çocuk başından geçen onca kötü şeye rağmen haysiyetini kaybetmiyor, tersine haysiyete yoksulluk sayesinde kavuşuyordu. Zenginin parası varsa, yoksulun haysiyeti var, diye yatıştırıyordu okurunu Tuğcu. Orhan Kemal' in de "yoksul ama haysiyetli" nin yakınlarında dolaştığı anlar yok değildir. Dilenmeyi kendisine yediremeyen, sadaka verenlere küfür yemiş gibi bakan, yapılan yardımları "ben dilenci değilim !" diye geri çeviren, utandırıldıkları zaman sokağı babaevine tercih eden çocuklar. "Kırmızı Mantolu Kadın" ın (Kardeş Payı) kendisiyle yatmaktan vazgeçen adamın parasını "Elim ayağım tutuyor, sadakaya ihtiyacım yok!" diye geri çeviren orospusu. "Garson" un (Yağmur Yüklü Bulutlar) çoluk çocuk insanın belini büker, düşmana el açtırır diye evlenmeyen garsonu. "Elli Kuruş" un (Önce Ekmek) borcuna ölümüne sadık gazeteci çocuğu. "Dönüş" ün (Ekmek Kavgası) açlığını karısına hissettirmemek için nefsiyle savaşan yoksul adamı. 72. Koğuş un "azarlanmaktansa kurşun yemeğe razı olan Ali Kaptan' ı.
İnsanın kendini kurcalanmış ya da değersizleştirilmiş değil, değerli hissedebilmesi, lekesiz bir varlık olarak görmesi, başını dik tutabilmesidir Orhan Kemal' de haysiyet. Büyük fark, Orhan Kemal' de haysiyetin yoksulluğa hiçbir zaman Tuğcu' daki kolaylıkla ("yoksul ama haysiyetli" deki kısacık ama dönüşüyle) eklenmiyor olmasıdır. Yoksullukla haysiyet arasında doğal bir eşleşme değil, zorlu bir çatışma vardır. Önce Ekmek' in yazarından söz ediyoruz. Şu, bir Orhan Kemal sorusu: "Haysiyet yenir mi, içilir mi ?"
Orhan Kemal' in başkasının önünde eğilmemek için açlığı göze alan, sadaka kabul etmeyen yoksullarından söz ettim. Ama Orhan Kemal' de bize haysiyeti en çok düşündüren pasajlar, bu tür olumlu haysiyet göstergeleri değil, olumsuz olanlardır. Başın inadına dik tutulduğu değil, çaresizce eğildiği anlar. "Kırmızı Mantolu Kadın"da (Kardeş Payı) elli kuruş için koğuşun ortasında anadan doğma çiftetelli oynayan Bobi. "Üç Arkadaş" ta (Kardeş Payı) zenginlerden para kopartabilmek için kendilerini acındıran çocuklar. "Simit"te (Yağmur Yüklü Bulutlar) karnını doyurabilmek için küçük bir çocuğun elindeki simiti kapıp kaçan adam. "Birtakım İnsanlar" da (Yağmur Yüklü Bulutlar) çöpte bulduğu küflü ekmek parçasını başkasına kaptırmamak için her şeyi göze alan yoksul mahkûmlar. Küçücük'te tüm umutlarını futbola bağlayan, ayağı kırılınca sevgilisinin orospuluk yaparak kazandığı paraya muhtaç kalan Erol. Soru. Erol' un sorusudur: "Haysiyet, şeref, namus... Evet ama, yenir miydi bunlar, içilir mi?" Şu soru Bobi' nin: "Ben dünyanın yüzkarasıym, ama suç benim mi?" Şu da Bobi'nin: "Karnımı doyurabilmek için insanlığımı harcıyorum, görmüyor musun?"
Ekmeği haysiyete tercih eden Orhan Kemal kahramanlarının uç örneği Kanlı Toprak'larda karşımıza çıkar. yalnızca karnını doyurabilmek için değil, "kanlı topraklar"a sahip olabilmek için de her yola başvuran Topal Nuri'ye göre yoksulun iç dünyadaki bekçisi, "bizi kendi içimizde kendimize takip ettirdikleri jandarma" dır haysiyet. Para haysiyet ihtiyacını da giderecektir: "Milyonun olduktan sonra ne namusa, ne şerefe haysiyete, ne dine imana, ne de Allah' a ihtiyacın olur. Orhan Kemal'in Topal Nuri'ye yakınlık duymadığı açıktır. Ama "kâr duygusu" nun "ar duygusu" nu kovduğu bir düzende utancın neden hep yoksulun payına düştüğünü, haysiyet jandarmasının neden hep yoksul mahallelerde nöbet tuttuğunu sorgulamıyor da değildir. Aç karnına haysiyetten söz etmenin, tok karnına söz etmek kadar kolay olmadığını anlatır Orhan Kemal. İnsanın aynı andan hem karnının aç hem başının dik olmasının imkânsız değil, ama zor olduğunu anlatır. Adına "geçim dünyası" denen dünyada insanların karın tokluğunu başın dikliğine tercih edebileceğini anlatır. 72.Koğuş'ta Ali Kaptan' ın kumarda kazandığı para sayesinde âdem baba koğuşundakilerin karnı doyup sırtı yatak gördükten sonra, ancak o zaman edepten, hayâdan, ardan, namustan söz edecektir Orhan Kemal: "Toklukla birlikte 72. Koğuş' a edep, hayâ, ar, namus da girmişti." Önce Ekmek' in yazarının farkını da burada aramak gerekir: "Yoksul ama haysiyetli" deki avutucu "ama" bağlacını kesip atmış, toplumsal iş bölümünde zenginin payına varlık, yoksulunkine haysiyet düştüğü yolundaki yaygın teselliyi bir teselli olmaktan çıkartmıştır Orhan Kemal.
Orhan Kemal' in çocuklarına dönebiliriz şimdi. Yoksul çocuğun imrenme dürtüsüyle haysiyetini koruma isteği arasında yaşadığı vahşi gelgiti "Çikolata" (Dünyada Harp Vardı) kadar iyi anlatan bir hikâye bulmak zordur. Mahallede, şekercinin vitrininin önündeyizdir. Vitrinde kırmızı, mor, mavi kâğıtlara sarılı çikolatalar vardır. Kamyon şoförünün kızıyla oğlu para biriktirmişler, günlerdir hayalini kurdukları çikolatayı almak üzere şekerciye gelmişlerdir. Ama yoğurtçunun kızı da oradadır; hayatında hiç çikolata yememiştir; şimdi de alacak parası yoktur. Kamyon şoförünün çocukları, yoğurtçunun kızına hava atmak isterler ("Bizim babamız kamyon şoförü, dünyayı dolaşır!"); ama imrendirmenin günah olduğunu duyduklarından ("Cehennemde katran kazanları, zebaniler") çekinirler. Çikolatayı bölüşmek de işlerine gelmez. Hikâyenin daha yoksulunun, yoğurtçunun kızının duyguları daha az karmaşık değildir. Çikolatayı tatma isteğiyle ("Çikolata çok mu tatlıydı acaba?"), imrendiğini belli etmeme ("Onu bana bedava verseler yemem!", çikolataya duyduğu arzuyla çikolatayı değersizleştirme çabası arasında ("İstersem alırım ama almam") gidip gelir. Sonunda iki kardeş ellerinde çikolata iştahla yiyerek uzaklaşırlar. Yoğurtçunun kızı onları görmemek için gözlerini yumar.
"Yoksulların gözleri"nde yoksulları bir "gözler ailesi" olarak tarif etmiş Baudelaire. Yoksul babayla çocuğu ışıl ışıl bulvar kahvesini "gözleri araba kapıları gibi açılmış" seyrediyordur. "Çikolata" da işte o açılmış gözü çaresizce kapatmaya çalışan çocuğu anlatır Orhan Kemal. Gümüş kâğıdın açıldığı, çikolatanın ağza atıldığı anı görmemek, imrenme denen dizginlenmesi zor dürtüye dur diyebilmek için gözlerini yumar çocuk. Tam gidecektir, kaldırımın kenarında iki kardeşin buruşturup attıkları gümüş kâğıdı görür. Buruşuk topu sanki topmuş, sanki ilgilenmiyormuş, sanki oynuyormuş gibi atıp tutar. Atıp tutarak uzak bir sokağa sürükler. Kimsenin kendisine bakmadığından emin olunca topu açar ve karnı aç ama gözü tok, gözleri doğuştan kapalı Tuğcu çocuğunun hiçbir zaman yapmayacağı şeyi yapar, kâğıdı yalar.
Nurdan Gürbilek / Sessizin Payı, Metis 2015, S.70,71,72,73,74,75
12 Temmuz 2017 Çarşamba
"Hiçbir şey hayatın hesaplanamaz olma hakkını elinden alamıyordu."
Murathan Mungan, Şairin Romanı, Metis Yayınları
11 Temmuz 2017 Salı
"Başkalarının kötülüğüyle mücadele etmek kolaydır"
Murathan Mungan, Şairin Romanı, Metis Yayınları, S.554-555
3 Temmuz 2017 Pazartesi
"Başarıyı tadanlar"
Murathan Mungan, Şairin Romanı, Metis Yayınları, S.554
Fotoğraf: Nurcan Azaz
4 Ekim 2016 Salı
Dehlizde Giden Adam
On dokuz yaşına bastığı yılın yazında gene denize gitti. Kayalık bir adanın çakıllık bir kıyısına... Havanın titreştiği, denizin ayna gibi güneşin bütün sıcağını yansıttığı bir gündü. Yüzdü, çakılların üzerine uzandı, güneşlendi, kalkıp giyinince de, hemen evinin yoluna düzülmedi, kıyı boyunca biraz gezip dolaşacağı tuttu. Çakıllığın sona erdiği yerde, tepeden yuvarlanmış, denizde parçalanıp ufalanmış koca bir kaya yığınına geldi dayandı. İçi bir tuhaf oldu. Yol yoktu. İlle de öteye geçmek istiyordu oysa. Nasıl geçsin? Akıllı bir adam geçmeğe kalkmazdı ya öteye, hani, geçmesi gerekiyorsa, geldiği yerden döner, çevre yolunun alt ucunda çakıllıktan çıkıp adanın, kayalığın hemen üstünde sivrilen, tepesine tırmanır, tepeden denize doğru inen bu kaya damarının öte yanında kıyıya ulaşacak bir yol arardı. Bulursa ne âlâ, bulamazsa geldiği gibi döner, inerdi tepenin ardında kalan iskeleye. Gel gelelim, bu delikanlı akıllıca bir kişi değil besbelli. Üşendiğinden de değil ya, böyle akıllılıkları usluca davranışları gereksiz saydığından... Buranın tek yolu, kese yolu, denizden geçer diyerek pabucunu çıkardı, eline aldı/paçaların, kıvırıp sıvadı, yürüdü denize. Gerçi kayaların arasında su epey derindi, o aralıklara düşse sırılsıklam olurdu üstü başı; ama dikkatle kayadan kayaya sekti, sıçradı, tabanlarını doğrayacak kavkılara basmamağa çalışa çalışa, gene de ayaklarının altı sızlaya kanaya, en uçtaki kayaya ulaşıp tırmandı üstüne. Soluk aldı. Bayağı yormuştu onu bu cambazlık. Havlusuyla donunu ensesinden aşağı göğsüne doğru sarkıtmıştı biribirine bağlayıp, ama pabucunu elinde tutmak dertti; kayalığın öte yanını görüyordu çünkü şimdi.
Buraya gelesiye, kayalar atlangıç gibi sıralanmıştı sanki, şimdi anlıyordu; çektiği güçlük bir şeycik değilmiş... Önce, «dönsem artık,» diye şöyle bir geçirdi aklından, sonra utandı böyle düşündüğü için, kemerini çıkarıp ayakkabılarım, donuyla havlusunu bağladı, sırtına attı, kemerin ucunu ağzına alıp dişleri arasına sıkıştırdı. Dikkatle indi kayanın üzerinden; suyun az altında, kayanın tabanında ufak bir düzlük vardı, oraya bastı.
Ne var ki, ötesi, kıyıya dek uzanan suydu. Kayalığın bu yanı dümdüz duvardı. Ayak basacak, el tutunacak bir tek çıkıntıcık görünmüyordu. Kıyı yirmi beş, otuz metre uzaktaydı. Ufacık bir kumluktu bu, kumu incecik görünen, pırıltılar içinde... Ama buraya kimse gelmezdi adadan, gelemezdi, her yanı kaya duvarlarıyla -dümdüz, cilâlı gibi kaya duvarlarıyla çevrili olduğu için... Yanaşılsa yanaşılsa buraya ancak denizden yanaşılabilirdi. Deniz de derindi yürünecek gibi değildi. Soyunsa, kıyıya çıksa, biraz daha güneşlenirdi ama gene bu yoldan dönmesi gerekecekti Hem kayanın üzerinde bırakacağı giysilerini bir esinti denize at mağa yeter mi yeterdi. Keyfi kaçmıştı delikanlının dönmekten başka çıkar yol yoktu.
Yok muydu?... Tam başını çeviriyordu ki, dibinde durduğu kayanın hemen arkasında, dümdüz duvarın kayaya bakan yüzünün denizle birleştiği yerde, ufakça bir kovuk çarpıvermişti gözüne; mağara ağzına benzeyen bir kovuk. Mağara ağzıydı bu, muhakkak; kara kara gülüyordu da sanki bu mağara ağzı; delikanlının da yüzü güldü; girer bakarım, diye düşündü, kayanın içinden tepeye çıkacak bir yol var gibiyse, ilerlerim, değilse dönerim, ne olur sanki ?...
Eve gitmeği, vapura binmeği, iskeleye inmeği, çakıllığa çıkmağı, hep unutmuştu; bir tek düşüncesi vardı şimdi; bu dehliz kapanana dek yürümek... Ya bir mağaraya açılırdı, ya adanın başka bir yerine çıkardı; ya da çıkmaz sokaklar gibi, kapanırdı; o zaman da geri dönerdi delikanlı. Ada boyunca uzansa bile bu yol, iki saatten çok sürmemeliydi sonunun, ucunun bulunması.
Neden sonra, ileride hafif bir aydınlık görür gibi oldu. Adımlarını hızlandırdı. Gerçekten, ileriden belli belirsiz aydınlık geliyordu. Ardına baktı, oralardan aydınlık artık gelmiyordu hiç. Dümdüz, ileriye doğru yürümüştü o ana dek, köşe dönmemiş, yolun kıvrıldığının hiç farkına varmamıştı. Dönmüş de yolun ağzına doğru yürüyor olamazdı bu durumda. En iyisi ışığa doğru gitmekti.
Işıklı nokta yaklaştı, yaklaştı. Delikanlı bir de baktı ki bu nokta ışık falan vermiyor. Bir çelik levha var burada, kayaya çakılı, çok daha uzaktan gelen bir ışığı yansıtıyor. Çelik aynanın yanında, hafif aydınlıkta bir yazı daha seçti gözleri duvarın üzerinde: «GİRMEYEYDİNİZ» diyen bir yazı. İçerledi. İlk yazıyı, haydi, Belediye yazdırmış olsundu. Bunu ise, girip çıkmış, tatsız şakalara meraklı biri yazmış olacaktı. Peki ama o çelik levha ? O ayna? Aynayı oraya kim çakmıştı ki? Hem Belediye buraya girilmesini tehlikeli buluyorsa yolun ağzına bir parmaklık yerleştirir, çıkardı işin içinden.
Delikanlının kafası rahat etmiyordu. Girecek, gidecek, yürüyecek, ışığın geldiği yeri, yani çıkışı, bacayı, kapıyı, neyse, bulacaktı.
Loşlukta yürüdü, yürüdü.
Yoruldu bir ara, saatine baktı, on ikiyi gösteriyordu. Öğle vakti çoktan geçmişti bu yola girdiğinde. Gece yarısı olamazdı, o kadar da yürümemişti. Hem ileride, çok ileride, gene cansız bir ışıma belirir gibiydi. Ayna da olsa, gene gün ışığını yansıtıyordur, diye düşündü. Ama yürüyecek hali yoktu. Oturdu. Taban soğuk değildi burada. Hava da ılık gibiydi.
Silkinerek uyandı. Biri dürtmüş gibi. Bakındı. Uykunun karanlığından sonra ortalık daha bile seçilir olmuştu Saatine baktı. Hâlâ on ikiyi gösteriyordu ama işliyordu Kurmağa kalktı. Kurgusu bitmek şöyle dursun, yeni kurulmuş gibiydi. Kalktı, yürümeğe başladı.
Karnı acıkmıştı. Ne zaman uyku uyuyup kalksa acıkırdı zaten. Hem öyle böyle değil. Kurtlar gibi. Gam sıkılmağa başladı. Uzamıştı bu iş. Hem uykuya varmak için çömelip yere oturduğu zaman geliş yolu, gittiği doğrultu biribirine karışmıştı. Dönmek istese bile ne yana gitmesi gerekeceğini kestiremiyordu. Solgun da olsa ışığın göründüğü yana doğru yürümekten başka yolu kalmamıştı bu işin.
Canı sıkılıyordu. Acıkmıştı. Bir şeyler olmalı, bu yolun sonunu bulmalıydı. Yoksa...
Yoksa, diyor, sonunu getiremiyordu. Ürkek, korkak değildi. Ama...
Epey yürüdükten sonra ışıklı noktaya vardı. Bu da bir çelik aynadır demeğe kalmadan, şaşırdı; buradaki ayna değil, yiyecek makinesiydi. Hani deliğinden para atılıp düğmesine basılınca, kolu oynatılınca, içindeki yiyeceklerin bir tepsi içinde müşteriye sunulduğu makinelerden... Güldü bu işe, cebinden bir yirmibeşlik çıkarıp deliğe attı, kolu oynattı. Seçmeli makine değildi bu. Hem yirmibeşlikle işlemesi de tuhaftı. Ama daha tuhafı, tepsinin içinde, cızır cızır, taze taze bir tabak balık tavası durmasıydı şimdi. Makinenin yanındaki kutuda plastik torbalar içinde ekmekler, tuz, biber, limon vardı, çatal bıçak vardı.
«Anlaşıldı,» dedi delikanlı, «bir turist çelme numarası bu... Hele hele...» Tabağındaki yazıları okudu. Kılçıklar makinenin altındaki oyuğa atılacaktı. Tabakla çatal bıçak, makinenin üstündeki kutuya bırakılacaktı. Sonra makinenin sol alt ucundaki kol çekilecekti. Yaptı bu söylenenleri. Oyuk kılçıkları emdi, kutu bulaşığı yuttu. Ekmekler üzerine bir şey söylenmiyordu. Cebine attı artan parçayı, yolda acıkırım, yerim diyerek.
Ama ortada turist yoktu, kimsecikler yoktu, yapayalnızdı. Bu makineden başka birinin de yararlanıp yararlanmadığını merak etti.
Saati hep on ikiyi gösteriyor, işliyor ama kurgusu boşalmıyordu..
Ansızın bir şey ansıdı. Sanki pek geride, pek uzakta kalmış bir şey. Belki de gerçekten pek uzaktı bu ansıdığı an. Biliyor muydu ne zamandan beri bu dehlizde yürümekte olduğunu ? Vaktini, saatini, gününü şaşırmış değil miydi ?
Ansıdığı şuydu: Kıyının ucuna yürüyüp karşısında kayaların duvar gibi yükseldiğini görünce, içi bir tuhaf olmuştu. Niye öyle bir şey duymuştu, anlamağa başlıyordu şimdi. Denizin, çevren çizgisinin saltık yataylığına baka baka dünyada bir başka boyut olduğunu unutmuştu sanki. Duvar, karşısına çıkınca, bu unuttuğu boyut yeniden bir gerçeklik oluvermişti, hem yüzüne çarpacak denli yakın, aşılmaz, gönül bulandırıcı... Şimdi şimdi anlıyordu bu duyguyu. Çünkü ne zamandır boyutsuz, kimsesiz bir dünyada ilerlemekte olduğu düşüncesi yavaş yavaş kafasında, gönlünde, biçimleniyor, bilinçleniyordu.
Güldü bir yol. «Korkuyorum,» dedi ardından, «korkmasam gülmeğe kalkmazdım buna. Korkuyorum. Ama yürümekten başka bir şey yapamayacağıma göre...» Yürümekten başka bir şey yapabileceğini düşünemiyordu artık. Yürüyecekti. Bu yol da sağa sola çatallanmadığına, kendisine bir yol seçme olanağı bile vermediğine göre, gidecekti, sonunu bulasıya, ya da, olur a, başına, yola çıktığı noktaya, denize açılan ağza, dönesiye...
Gidiyordu. Ötelerde bir ışık vardı. Orası muhakkaktı. Makineler, çelik aynalar, bir ışığı yansıtıp duruyordu, bir yerlerden gelen ışığı. Acıktıkça karşısına bir makine çıkıyordu. Cebindeki ufaklıklar bitmişti bir ara. Ama büyük para da atsa, küçük para da atsa, karnını doyuracak yiyecekler -ne az ne çok, ama doyuracak kadar-çıkıyordu bu makinelerden. Kiminden tuzlu, kiminden tatlı, kiminden su, kiminden ayran, kiminden balık, kiminden sebze..
Cigara makineleri de vardı. Bir ara, ufaklığı bittiği sıra «Bir para makinesi eksik galiba» diye geçirdi içinden Çok geçmeden para makinesi de çıktı karşısına. Cebindeki iki on liralığı attı içine, iki cep dolusu beş kuruşluk çıktı makineden. Ama onlar da bitti yolda gide gide.
Acıkmalarını, yediği yemekleri ölçü olarak alsa, bu yolda bir yıla yakın bir süredir yürüyor gibiydi ama bir yıl mı, bir hafta mı, bilecek, kestirecek durumda değildi ki...
Uykusu gelip yolun kıyısına uzandıkça yönünü şaşırmamak için hep başını gidiş doğrultusuna çevirmeğe dikkat ediyordu.
Sakalı uzuyordu uykusu geldiği zamanlar. Sonra, kalktığında eliyle yüzünü yokluyor, yeni traş olmuş gibi duyuyordu derisini.
Gecesiz gündüzsüz, ışığın ancak yol boyunca uzaktan uzağa dizili duran makinelerin çeliğinde yansıdığı, artmadığı," eksilmediği, saatin hep on ikiyi gösterdiği bir yolda, dün, bugün, yarın olamazdı; sabah akşam yoktu. Delikanlı da bunları unutmuştu zaten. Bildiği tek şey, yürümek olmuştu. Buraya niçin girmişti, nasıl girmişti, ansımıyordu artık. Niçin yürüdüğünü biliyordu ama; ışığa çıkmak için yürüyordu. Çıkınca ne olacaktı, onu da bilmiyordu ya...
Işığa varmak için... Çelik makinelerde yansıyan ışığa değil, gerçek ışığa varmak için...
Arada bir duraklıyordu yürürken. Gerçek ışık neydi ki? diye soruyordu kendi kendine. Soruyordu ya, karşılık veremiyordu bu sorusuna. Neydi? Nereden gelirdi? Ne olacaktı ? Bu soruları bile unuttuğu bir noktaya varıp dayanmıştı herhalde, sormadı artık kendi kendine herhangi bir şey...
Yürüdü.
Parası çoktan bitmişti ama makineler parasız veriyordu artık yiyecekleri. Yolun düzgünlüğünden canı sıkıldıkça dayanıveriyordu eliyle duvarların birine, bunu da neden sonra öğrenmişti; dayanınca duvarlar dalgalanıyor, büksülleşiyor, köşeleniyordu. Sonra sonra düzeliyordu gene.
Yürüyordu. Işık daha yakına gelmiş değildi. Hâlâ makineden makineye yansıyordu. Ne var ki, gözleri alışmıştı bu dehlizin karanlığına. Işık bolmuş, her yer aydınlıkmış gibi geliyordu ona artık. Ama ışığın nerede olduğunu biliyordu daha. Bildiği için de yürüyordu. Yürüyebiliyordu. Ulaşacaktı ışığa.
Makinelerin seyrelmeğe başladığı, kafasına dank etti bir ara. Kaç zamandır acıkıyor, ayakta duramayacak hale geliyor, düşüp kalkıyor, ondan sonra ancak, bir yiyecek makinesine varabiliyordu. Boğazı kurumadan, gözleri zonklamadan su makinesine ulaşamıyordu.
Adımlarını hızlandırmağa karar verdi. Neredeyse koşuyordu artık. Ama makineler hep daha uzaktaydı, hep daha büyük aralıklarla çıkıyordu karşısına.
«Öleceğim,» dedi bir ara, «bu yol insanları öldürmek için böyle yapılmış olacak...»
Artık ışığa varmağı bile düşünmez olmuştu. Işık sonradan düşünülecek şeydi. Makineler. Makineler. Varsa yoksa onlar. Ölmemek için makinelere ulaşmak gerekti.
Ama makineler seyreldikçe ışık da artıyor gibiydi sanki. Bunu, derisinin ağartısından anlıyordu. Elleri, kollan ağarıyordu gitgide; makineleri artık yansıttıkları ışıktan değil, karaltılarından seçebiliyor gibiydi.
Duvarlar sertleşmişti. Yol artık dümdüz uzanıyor durmadan yokuş yukarı çıkıyordu. Dümdüz uzandığım ayaklarıyla değil, gözleriyle görüyordu şimdi. Işık çok artmış demekti bu. Makineler seyreldikçe seyreliyordu Koştukça koşuyordu o da Ama ışığı, gerçek ışığı seçer gibi oldukça, makineleri unutmağa başladı. Birini atladı bile bir ara ötekine doğru koştu. Işık görünüyordu artık. Yolun sonu gözükmüştü. Kalıbını basabilirdi buna.
Ama şimdi, ışık arttıkça, uyuyup uyanıp ışığın hep yeğinleşerek orada, yolun ucunda durduğunu gördükçe kafasının içinde tuhaf bir bulantı duyar olmuştu. Gönlünde değil, beyninin içinde bir bulantı.
Bir daha uyudu kalktı. Işık daha da artmış gibiydi. Işıkla birlikte başka bir şey geliyordu artık. Neden sonra anladı. Hava, yel gibi bir şeydi bu gelen. Koştu, koştu, daha koştu. Yelle birlikte bir koku da geliyordu şimdi. Ansıyamadı önce, sonra ansızın «çiçek kokusu» diye bağırdı. Sesi çınladı dehlizde. Unuttuğu sesi. Diş diş sesi. Aklından çıkmış ne kadar şey varsa geri geliyordu şimdi. İnsanlar, başkaları, kalabalıklar... Arıları ansıyordu. Arıların çiçeklere çokuşmasını... Sinekleri; sineklerin tatlıya üşüşmesini... Kuşların konup kalkmasını ansıyordu. Yemiyordu, içmiyordu, makineler var mıydı, yok muydu, farkında değildi. Bir delik büyüyordu uzakta, ağır ağır. Delik gözlerini acıtıyordu; kırpıştırıyordu gözlerim; derisi ağardıkça buruşuyordu. Delik beynine beynine saplanıyordu büyüdükçe. «Delik değil,» diye düşündü sonunda, «ışık, bu beynime saplanan...»
Delik büyüdükçe gözleri kararmağa başladı. «Yeniden mi karanlığa giriyorum,» diye korktu, «delik diye gördüğüm de ışığı yansıtan başka bir nesne mi yoksa?» Değildi ama. Hava da, yel de, kokular da, birtakım uğultular da artıyordu. Delik gerçekti, ışık gerçekti. Ama gözleri niye kararıyordu ki ?
Durdu. Alnına götürdü elini. Oraya saplanmış acıyı silmek istedi. Bir şey sıvaştı parmaklarına. Kandı bu sıvaşan, herhalde. Sıcaktı, yıvışıktı, akıyordu; alnının o çok acıyan yerinden akıyordu. Duvara çarpmış olacaktı. Bir adım attı, duvara dayandı ayağı. Gözü kararmıştı muhakkak, çarpmıştı duvara. Ama başını çevirince karşı duvarı seçemedi. El yordamıyla buldu onu. Gene deliğe doğru yürümeğe başladı. Koşmuyordu şimdi. Delik, bulutların ardından, dumanların ardından ölgün ölgün ışıyor gibiydi. Dumanı, bulutları yeniden ansıyordu demek. Ama delik gitgide yitiyordu karşısında.
Sonra göremedi artık deliği. Kör olduğunu anladı. Durdu. Geri dönse, karanlığa dalsa, gözleri yeniden açılır mıydı? Ne yürek kalmıştı onda bu işi yapacak, ne de bacaklarında güç... Açtı, susuzdu. Duvarı yoklaya yoklaya giden eli ansızın boşlukta sallandı. Ne sağında duvar vardı, ne solunda. Yel yüzüne çarpıyordu. Ortalık buram buram çiçek kokuyor, böcek vızıltıları kulaklarını uğuldatıyordu. Delikten çıkmış olmalıydı. Işığa çıkmıştı.
Yüzünü kaldırdı. Güneş sıcacık, yayılıyordu yüzüne Aşağıdan, uzaktan, dalgaların yürek gibi atan gürültüsü geliyordu. Ayağı bir yere dayandı. Eliyle yokladı. Düz bir kaya olmalıydı bu. Oturdu. Yüzünü gene kaldırdı. Sıcaklık yüzünden içine doğru yayıldı. Ama en içinde, buz gibi duran bir nokta vardı. Işığın sıcaklığı bu noktaya ulaşamıyordu. İçi de, dışı da, yapayalnızdı bu sıcakta, bu ışıksızlıkta.
«Ölüler, içinden soğumağa başlar galiba,» dedi Güzel yürek buracak kadar güzel, gencecik yüzü yukarıda, ayakları bitişik, elleri kayanın iki kıyısına sıkı sıkı yapışmış, kaldı, öylece.
Bilge Karasu, 1968
Ağustos 1969 içinde, Ali Poyrazoğlu şunu anlattı:
Adamın biri bir deniz balığı tutmuş günün birinde, o kadar sevmiş ki yanında hep kalsın istemiş. Her gün suyunu tazelermiş, denizden kova kova çekip taşıyarak. Bir süre sonra usanmış deniz suyu taşımaktan, musluk suyunu denemiş. Balık biraz tedirgin olmuş ama alışmış sonunda tatlı suya. Gel zaman git zaman adamın içine merak olmuş, tatlı suya alışan balık havaya da alışır mı diye… (Bana sorarsanız, balık ya alıkmış ya da adamı gereğinden çok seviyormuş ki bu da bir çeşit alıklık olabiliyor sırasında. Dönelim gene Ali Poyrazoğlu’ nun masalına.) Balık önce boğulayazmış, debelenmiş, sonunda havaya da alışmış. Günlerden bir gün adamın denize gideceği tutmuş. Balığı da yanında. Koymuş onu çakıllığın gölgeli bir köşesine, kendi de denize girmiş. Çocuklar geçiyormuş oradan o ara. Balığı görmüşler. Nasılsa, acımışlar, bu balık karaya vurmuş, yazık, denize atalım, demişler. Adam deliler gibi yüzüp yetişesiye balık boğuluvermiş denizde.
Bu konuda Lévi-Strauss’un ilkesini benimseyeceğim, bu iki masal arasındaki aykırılıklar benzerliklerden çok daha önemlidir bence, diyeceğim.
~~~
Kaynak: https://ilknusha.com/
21 Mayıs 2015 Perşembe
"(...) Ölmek, kendini yitirmek ve diğerlerine katılmaktır."
Bir duvar vardı. Önemli görünmüyordu. Kesilmemiş taşlardan örülmüş, kabaca sıvanmıştı; erişkin biri üzerinden uzanıp bakabilir, bir çocuk bile üzerine tırmanabilirdi. Yolla kesiştiği yerde bir kapısı yoktu; orada yerin geometrisine indirgeniyordu: bir çizgiye, bir sınır düşüncesine. Ama düşünce gerçekti. Önemliydi. Yedi kuşak boyunca dünyada o duvardan daha önemli bir şey olmamıştı.
Bir tarafından bakıldığında duvar, Anarres Limanı adı verilen yirmi beş hektar çorak alanı çevreliyordu. Limanda bir çift büyük servis vinci, bir roket fırlatma platformu, üç ambar, bir kamyon garajı ve bir yatakhane vardı. Yatakhane sağlam, pis ve yaslı görünüyordu, ne bahçesi vardı, ne de içinde çocukları; açıkçası orada ne kimse yaşıyor, ne de kimsenin uzun süre kalması düşünülüyordu. Aslında bir karantina bölgesiydi. Duvar yalnızca iniş alanını değil, uzaydan gelen gemileri, o gemilerle gelen insanları, geldikleri dünyaları ve evrenin geri kalan kısmını hapsediyordu. Evreni çevreliyor, Anarres'i dışarda, özgür bırakıyordu.
Öteki tarafından bakıldığında duvar Anarres'i çevreliyordu: bütün gezegen içerideydi, diğer dünyalardan ve insanlardan yalıtılmış, karantinaya alınmış, dev bir esir kampıydı.
Yoldan birkaç kişi iniş alanına doğru geliyor, birkaçı da yolla duvarın kesiştiği yerde bekliyordu.
Çoğu kez yakındaki Abbenay kentinden insanlar, bir uzay gemisi görmek umuduyla, ya da yalnızca duvarı görmek için gelirlerdi. Ne de olsa dünyalarının tek sınırlayıcı duvarıydı o. Başka hiç bir yerde Girilmez levhasına rastlayamazlardı. Özellikle yeni yetmeler kapılıyordu duvarın çekiciliğine. Yanaşıp üstüne otururlardı. Ambarlardaki taşıyıcılardan sandıkları indiren, izlenecek bir ekip görmeyi umarlardı. Platformda bir yük gemisine bile rastlayabilirlerdi. Yük gemileri yılda yalnız sekiz kez gelirdi. Gelişleri limanda çalışanlar dışında kimseye duyurulmazdı. Onun için bu kez izleyiciler çalışan birilerini görünce, başlangıçta heyecanlandılar. Ama onlar bir uçta; hareketli vinçlerle çevrilmiş, alçak, kara kule alanın öbür ucunda duruyordu. Sonra ambar ekiplerinin birinden bir kadın gelip "Bugünlük kapatıyoruz kardeşler," dedi. Güvenlik kolluğu takıyordu, en az uzay gemisi kadar seyrek görülen bir şeydi bu. İşte bu biraz heyecan yaratmıştı. Kadının sesi yumuşaktı, ama bir kesinlik seziliyordu. Takımının ustabaşıydı; sorun çıkacak olursa yoldaşları ona arka çıkardı. Zaten görülecek pek bir şey de yoktu. Yabancılar, dış dünyalılar gemilerinde saklanıyorlardı. Gösteri yoktu.
Savunma ekibi için de sıkıcı bir gösteriydi bu. Bazen ustabaşı birinin duvarı aşmaya çalışmasını diliyordu; gemiden atlayan bir yabancının veya gemiye yakından göz atmaya çalışan Abbenay'lı bir çocuğun. Ama bu hiç olmamıştı. Hiç bir zaman hiç bir şey olmuyordu. Olay gerçekten çıktığında da, o hazırlıklı değildi.
Dikkatli'nin kaptanı "O kalabalık gemime mi saldıracak?" diye sordu.
Ustabaşı baktı ve limanda gerçekten büyük, yüz ya da daha fazla kişiden oluşan bir kalabalık olduğunu gördü. Orada öylece duruyorlardı. Kıtlık sırasında ürün taşıyan trenleri istasyonlarda bekleyen insanların durduğu gibi. Ustabaşını korkutuyordu bu.
"Hayır," dedi yavaş ve sınırlı İocası'yla. "Protesto ediyorlar. Şeyi protesto ediyorlar... Nasıl derler... Yolcuyu."
"Şu gemiye binecek pezevengin mi peşindeler yani? Onu ya da bizi durdurmaya mı çalışacaklar?"
Ustabaşının diline çevrilemeyen "pezevenk" kelimesi kendi halkı için yabancı bir terimden başka bir şey ifade etmiyordu ona, ama ne kelimenin söylenişi hoşuna gitmişti, ne kaptanın ses tonu, ne de kaptanın kendisi. "Başının çaresine bakabilir misin?" dedi.
"Boşversene. Sen yalnızca geri kalan yükün boşaltılmasını sağla, çabuk olsun. Şu yolcu olacak pezevengi de gemiye getir. Hiç bir Odocu kalabalığı bize bir şey yapamaz." Beline taktığı, şekilsiz bir penise benzeyen madeni nesneyi okşadı ve silahsız kadına hor görerek baktı.
Kadın, silah olduğunu bildiği fallik nesneye soğuk bir bakış fırlattı. "Gemi 14'te yüklenmiş olacak," dedi. "Mürettebat içeride güvencede olur. Kalkış 14:40'ta. Yardım istersen Uçuş Kontrol'a teyp mesajı bırak." Kaptan bir şey diyemeden uzaklaştı. Kızınca adamlarına ve kalabalığa karşı daha sert davranıyordu. "Yolu açın!" dedi duvara yaklaşırken. "Kamyonlar geliyor, kaza çıkmasın. Kenara çekilin!"
Kalabalıktaki erkek ve kadınlar onunla ve kendi aralarında tartışmaya başladılar. Yolu geçip duruyorlardı, bazıları duvarı geçti. Ama yine de yolu açtılar. Ustabaşı kalabalığı yola getirmekte ne kadar deneyimsizse, onlar da bir kalabalık oluşturmakta o kadar deneyimsizdiler. Bir kalabalığın öğeleri değil, bir topluluğun üyeleri olduklarından kitle psikolojisiyle hareket etmiyorlardı. Ne kadar insan varsa o kadar değişik duygu vardı. Ayrıca komutların rasgele olmasını beklemediklerinden, komutlara uymama deneyimleri de yoktu. Deneyimsizlikleri yolcunun hayatını kurtardı.
Bazıları oraya bir haini öldürmeye gelmişlerdi. Bazıları ise onun gitmesini engellemeye veya ona hakaret etmeye, ya da yalnızca bakmaya gelmişlerdi. Bütün bu diğerleri, katillerin yolunu tıkıyordu. Hiç birinde ateşli silah yoktu, ancak birkaçı bıçak taşıyordu. Onlar için saldırının anlamı yalnızca bedensel saldırıydı, haini ellerine geçirmek istiyorlardı. Korunmuş olarak, bir araç içinde gelmesini bekliyorlardı. Mal taşıyan bir kamyonu incelemeye çalışır ve öfkeli sürücüsüyle tartışırken, aradıkları adam yalnız başına ve yürüyerek geldi. Farkına vardıkları zaman çoktan alanın yarısını geçmişti, arkasında beş savunma görevlisi onu izliyordu. Onu öldürmek isteyenler takibe –çok geçti– sonra da taş atmaya –pek de geç değildi– giriştiler. Hedefledikleri adamı tam gemiye binerken ıskaladılar, ama koca bir taş savunma görevlilerinden birinin tam kafasına geldi ve adamı anında öldürdü.
Geminin kapakları kapandı. Savunma ekibindekiler geri dönüp ölü arkadaşlarını taşıdılar; gemiye doğru koşarak gelen kalabalığın önderlerini durdurmak için herhangi bir şey yapmıyorlardı, ama öfke ve şoktan yüzü bembeyaz olan ustabaşı onlar geçerken arkalarından küfretti. Kalabalık ise ustabaşına çarpmamak için kenardan geçti. Gemiye ulaştıklarında kalabalığın öncü kolu dağıldı ve kararsız, durdu. Geminin sessizliği, dev, iskeletsi servis kulelerinin ani hareketleri, toprağın garip yanık görüntüsü, insan boyutlarında herhangi bir şeyin olmaması zihinlerini karıştırıyordu. Gemiye bağlı bir aletten çıkan buhar veya gaz kaçağı bazılarını irkiltti, yukarıda kara tüneller gibi duran roketlere tedirginlikle baktılar. Limanın öte yanında bir uyarı sireni öttü. Önce biri, sonra bir başkası kapıya doğru yöneldi. Kimse onları durdurmadı. On dakika içinde liman boşalmış, kalabalık Abbenay'a giden yol boyunca dağılmıştı. Hiç bir şey olmamış gibiydi.
Dikkatli'nin içinde ise bir sürü şey oluyordu. Yer Kontrol, fırlatma zamanını öne aldığı için bütün işlemler iki kat hızlı yapılmak zorundaydı. Kaptan, ayak altında dolaşmamaları için yolcuyla doktorun kemerlerinin bağlanıp mürettebat kamarasında kilitli tutulmalarını emretmişti. Kamarada bir ekran vardı, isterlerse kalkışı izleyebilirlerdi.
Yolcu izliyordu. Limanı, limanın çevresindeki duvarı, duvarın ta dışında, Ne Thera dağlarının maki ve seyrek gümüşi aydikeniyle benekli uzak bayırlarını görüyordu.
Bütün bunlar birdenbire parıldayarak akıp gitti ekrandan. Yolcu başının yastıklı arkalığa bastırıldığını hissetti. Dişçi koltuğuna benziyordu, baş geriye bastırılmış, çene zorla açılmış. Nefes alamıyordu, midesi bulanıyordu, korkudan barsaklarının gevşediğini duydu. Bütün bedeni onu ele geçiren güçlere haykırıyordu, şimdi değil, henüz değil, bekleyin!
Onu kurtaran gözleri oldu. Görmekte ve aktarmakta ısrar ettikleri şey onu dehşetin donukluğundan çıkardı. Çünkü şimdi ekranda garip bir görüntü, soluk, taştan dev bir düzlük vardı. Büyük Vadi'nin üstündeki dağlardan görünen çöldü bu. Büyük Vadi'ye nasıl dönmüştü? Kendi kendine uçakta olduğunu söylemeye çalıştı. Yoo, uzay gemisinde. Düzlüğün kenarı suya yansıyan ışığın, uzak bir denizin ışığının parıltısıyla ışıldadı. O çöllerde hiç su yoktu. Gördüğü neydi o zaman? Taş düzlük artık düz değil, güneş ışığıyla dolu dev bir çanak gibi oyuktu. O izlerken çanak ışıklar saçarak düzleşti. Birdenbire üzerinde boylu boyunca bir çizgi belirdi, soyut, geometrik, bir çemberin mükemmel kesiti. Bu yayın ötesinde karanlık vardı. Bu karanlık bütün resmi tersine çevirdi, negatifini aldı. Gerçek, taş kısmı artık içbükey ve ışık dolu değil, dışbükey ve ışığı yansıtan, ışığı yadsıyan bir hal almıştı. Bir düzlük veya çanak değil, bir küre, karanlıkta düşen, ta uzaklara düşüp giden beyaz, taştan bir toptu. Onun dünyasıydı bu.
"Anlamıyorum," dedi yüksek sesle.
Birisi onu yanıtladı. Bir süre, iskemlesinin yanında oturan kişinin onunla konuştuğunu, onu yanıtladığını anlayamadı, çünkü artık bir yanıtın ne olduğunu anlayamıyordu. Yalnız bir tek şeyin açıkça farkındaydı, kendi mutlak yalıtılmışlığının. Dünya altından kaymış ve yalnız bırakılmıştı.
Her zaman bunun olacağından korkmuştu, ölümden korktuğundan da çok. Ölmek, kendini yitirmek ve diğerlerine katılmaktır. O ise kendini kurtarmış, diğerlerini yitirmişti.
En sonunda yanında duran adama bakmayı başardı. Bir yabancıydı kuşkusuz. Bundan sonra hep yabancılar olacaktı çevresinde. Adam yabancı bir dilde konuşuyordu: İoca. Kelimeler anlamlıydı. Bütün küçük şeyler anlamlıydı, yalnızca bütünü anlamsızdı. Adam onu iskemleye bağlayan kemerlerle ilgili bir şey söylüyordu. Kemerlerle oynadı. İskemle doğruldu; başı döndüğü ve dengesini yitirdiği için az daha düşüyordu. Adam herhangi birinin yaralanıp yaralanmadığını sorup duruyordu. Kimden bahsediyordu? "Yaralanmadığından emin mi?" İoca'da doğrudan hitabın kibar şekli üçüncü tekil şahıstı. Adam onu kastediyordu. Neden yaralanabileceğini bilmiyordu; adam taş atmayla ilgili bir şeyler söylüyordu. Ama taş hiç bir zaman çarpmayacak, diye düşündü. Taşı, karanlıkta düşen beyaz taşı görmek için yeniden ekrana baktı, ama ekran boştu.
"İyiyim," dedi sonunda rasgele.
Bu adamı tatmin etmedi. "Lütfen benimle gelin. Ben doktorum."
"İyiyim."
"Lütfen benimle gelin, Doktor Shevek!"
"Sen doktorsun," dedi Shevek bir anlık duraklamadan sonra. "Ben değilim. Adım Shevek."
Kısa, açık tenli, dazlak bir adam olan doktor kaygıyla yüzünü ekşitti. "Efendim, odanızda kalmalısınız– bulaşıcı hastalık tehlikesi– benden başka kimseyle ilişkide olmamanız gerekliydi, iki aylık dezenfektasyon süresinden boşuna geçtim, şu kaptanın Allah belasını versin! Lütfen benimle gelin, efendim. Beni sorumlu tutarlar–"
Shevek küçük adamın tedirgin olduğunu algıladı. Vicdan azabı veya sempati duymuyordu, ama şu anda olduğu yerde, mutlak yalnızlıkta bile tek bir kural, tanıdığı tek kural geçerliydi. "Peki," dedi ve ayağa kalktı.
Hâlâ başı dönüyor, sağ omuzu ağrıyordu. Geminin hareket ediyor olması gerektiğini biliyordu, ama hareket duygusu yoktu; yalnızca sessizlik, korkunç ve kesin bir sessizlik vardı duvarların dışında. Doktor sessiz madeni koridorlardan geçirerek bir odaya götürdü onu.
Çok küçük, sıkıca kapalı bir odaydı bu, duvarları boştu. Oda, Shevek'i itiyordu, unutmak istediği bir yeri anımsatıyordu ona. Eşikte durdu. Ama doktor ısrar etti, yalvardı; o da içeriye girdi.
Rafa benzeyen yatağa oturdu ve doktoru kayıtsızca izledi. Hâlâ sersem ve uyuşuk hissediyordu kendini. İlgilenmesi gerektiğini biliyordu; bu adam gördüğü ilk Urras'lıydı. Ama çok yorgundu. Arkasına yaslanıp uyuyabilirdi.
Bir gece önce sabaha kadar oturup makalelerini karıştırmıştı. Üç gün önce Takver'le çocukları Barış-ve-Bolluk'a götürmüştü, o zamandan beri de hep meşguldü, radyo kulesine koşup Urras'takilerle son dakika görüşmeleri yapıyor, Bedap ve diğerleriyle tasarıları ve olanakları tartışıyordu. Bütün bu koşuşturma boyunca, Takver gittiğinden beri aslında onun işleri değil, işlerin onu yaptığını hissediyordu. Başkalarının elindeydi. Kendi iradesi işlememişti. İradesi harekete geçme gereği duymamıştı. Her şeyi başlatan, bu anı ve etrafındaki duvarları yaratan kendi iradesiydi. Ne kadar önce? Yıllar. Beş yıl önce, Chakar'da, dağlarda, gecenin sessizliğinde Takver'e "Abbenay'a gidip duvarları yıkacağım," dediği zaman. Hatta daha da önce, çok önce, Toz'da, kıtlık ve umutsuzluk yıllarında, bir daha asla kendi iradesi dışında hareket etmeme sözü verdiği zaman. O sözü tutarak buraya getirmişti kendini: bu zamansız ana, bu dünyasız yere, bu küçük odaya, bu hücreye.
Doktor çürümüş omuzunu inceledi (çürük Shevek'i şaşırtmıştı; limanda ne olup bittiğini fark edemeyecek kadar gergin ve telaşlıydı, taşın çarptığını duymamıştı bile). Doktor elinde bir iğneyle ona dönmüş bekliyordu.
"Bunu istemiyorum," dedi Shevek. Konuşurken İocası yavaştı, radyo konuşmalarından bildiği kadarıyla kötü de telaffuz ediyordu, ama dilbilgisi yeterince düzgündü. Anlamakta konuşmaktan daha fazla güçlük çekiyordu.
"Bu kızamık aşısı," dedi doktor, her profesyonel gibi o da sağırdı.
"Hayır," dedi Shevek.
Doktor bir an dudağını ısırdı, sonra "Kızamığın ne olduğunu biliyor musunuz efendim?" dedi.
"Hayır."
"Bir hastalık. Bulaşıcı. Genellikle erişkinlerde şiddetlidir. Anarres'te yok; gezegene yerleşilirken alınan koruyucu önlemler hastalığın kökünü kazıdı. Urras'ta çok sık görülür. Sizi öldürebilir. Sık görülen birçok diğer viral enfeksiyon gibi. Bağışıklığınız yok. Sağ elinizi mi kullanıyorsunuz efendim?"
Shevek otomatik olarak "hayır" anlamında başını salladı. Doktor bir sihirbaz zarafetiyle iğneyi sağ koluna batırdı. Shevek buna ve diğer iğnelere sessizce razı oldu. Kuşkulanmaya veya karşı çıkmaya hakkı yoktu. Kendini bu insanlara teslim etmişti; doğuştan kendinin olan karar hakkını devretmişti. Dünyasıyla birlikte, Vadedilmiş dünyasıyla, o çorak taşla birlikte bu hak da elinden kayıp düşmüş, ondan uzaklaşmıştı.
Doktor konuşmaya devam etti, ama o dinlemiyordu.
Saatler, günler boyunca bir boşlukta, geçmişsiz ve geleceksiz, kuru ve berbat bir boşlukta yaşadı. Dışarıda sessizlik vardı. Kolları ve kaba etleri iğnelerden sızlıyordu; ateşi çıktı, kendini kaybettirecek kadar yükselmeyen, ama onu bilinç ile bilinçsizlik arasındaki sınır bölgesinde bırakan bir ateşti bu. Zaman geçmiyordu. Zaman oydu: yalnız o. Irmak oydu, ok da, taş da o. Ama hareket etmiyordu. Atılan taş hâlâ orta yerde asılı duruyordu. Gündüz veya gece yoktu. Bazen doktor ışığı kapatıyor veya açıyordu. Yatağın yanındaki duvarda bir saat vardı, kolu anlamsızca göstergedeki yirmi şeklin birinden diğerine hareket ediyordu.
Uzun, derin bir uykudan sonra uyandı ve yüzü saate dönük yattığı için uykulu gözlerle onu inceledi. Kolu 15'ten biraz ileride duruyordu, eğer gösterge 24 saatlik Anarres saati gibi gece yarısından başlayarak okunursa öğleden sonra sayılırdı. Ama uzayda iki dünya arasındayken nasıl öğleden sonra olabilirdi? Geminin de kendine ait bir zamanı olması gerekiyordu tabii. Bunu keşfetmek ona müthiş bir cesaret verdi. Doğrulduğunda başı dönmedi. Yataktan kalkıp dengesini bulmaya çalıştı; gerçi topuklarının yere tam yapışmadığını hissediyordu, ama fena değildi. Geminin yerçekimi çok zayıf olmalıydı. Bu duyguyu pek sevmemişti; sürekliliğe, sağlamlığa ve katı gerçeklere gereksinimi vardı. Bunları aramak için küçük odayı sistemli bir biçimde incelemeye başladı.
Boş duvarlar, her biri panele bir dokunuşta ortaya çıkmaya hazır sürprizlerle doluydu: lavabo, bok taburesi, ayna, masa, iskemle, dolap, raflar. Lavaboyla ilgili bir sürü tümüyle gizemli elektronik aygıt vardı ve musluk kolunu bıraktığınızda su kesilmiyordu. Shevek bunun ya insan doğasına duyulan büyük güvenin, ya da bol miktarda sıcak suyun göstergesi olduğunu düşündü. İkincisinin doğru olduğunu varsayarak bol suyla yıkandı, havlu bulamadığı için de sıcak hava üfleyip gıdıklayan gizemli aygıtlardan biriyle kurulandı. Kendi elbiselerini bulamadığı için, uyandığında üstünde olan şeyleri giydi: İkisi de sarı üzerine küçük mavi benekli, gevşek tutturulmuş bir pantolon ve şekilsiz bir tünik. Aynada kendine baktı. Yarattığı etki olumsuzdu. Urras'ta böyle mi giyiniyorlardı? Boş yere bir tarak aradı, sonunda saçını eliyle arkaya yatırdı ve kendine çeki düzen vermiş olarak odadan çıkmaya hazırlandı.
Çıkamadı. Kapı kilitliydi.