8 Kasım 2010 Pazartesi

Biriyle tanıştığımızda iki şey olabilir: Ya arkadaş oluruz ya da karşımızdaki kişiyi inançlarımızı kabul etmesi için ikna etmeye çalışırız. Kor ile kömür karşılaştığında da aynı şey olur: Ya ateşini karşısındakiyle paylaşır ya da kömürün yoğunluğu altında boğulur, sönüp yok olur. İlk karşılaşmalarda genellikle kendimizi güvensiz hissettiğimizden umursamazlığı, kibri ya da aşırı tevazuyu deneriz. Sonuçta da olduğumuzdan farklı biri halinde ilişki kurarız ve olaylar bizi aslında bize ait olmayan yabancı bir dünyaya götürür. 

Epictetus

7 Kasım 2010 Pazar

sükûnetle yeşeren aşk eylüle takılmaz…

bir uçuruma uç oturduk
tunç tan içimizi gezen aynı kan
anladık ellerimizin sıcaklığından

öpüşmedik dahi
uçuşmasın diye kuşlar

bakıştıkça
bir testinin çatlağını kapattık

kuru yapraktık içi yeşile duru
yağmur baktık yağmur yaktık

bir dudak payı kadar ömrümüz
bir de çatlak bir de öpülmemiş

japon balıklarından öğrendik
haiku yazmayı
deniz içerken görünce bir balığı

yanaklarımız birbirinde uyurken
çay kokulu bir çocuk geçti içimizden

demlenip geldi çay
nemlenip gözlerimiz

yanaklarımızda süzüldü
birbirimiz


mustafa ergin kılıç
yer yara kabuğu – yasak meyve yayınları – ekim 2009

5 Kasım 2010 Cuma

Sitem


Önde zeytin ağaçları arkasında yâr
Sene 1946
Mevsim
Sonbahar
Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim
Dalları neyleyim.
Yâr yoluna dökülmedik dilleri neyleyim.

Yâr yâr !..
Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar
Değirmen misali döner başım
Sevda değil bu bir hışım
Gel gör beni darmadağın
Tel tel çözülüp kalmışım.
Yâr yâr !..
Canımın çekirdiğinde diken
Gözümün bebeğinde sitem var...

Bedri Rahmi Eyüboğlu
Resim: Bedri Rahmi Eyüpoğlu




Ey Hayat

(Ey hayat,
sen şavkı sularda bir dolunaysın
Aslında yokum ben bu oyunda,
Ömrüm beni yok saysın…)

Yaşam bir ıstaka;
gelir vurur ömrünün coşkusuna.
Hani tutulur dilin,
konuşamazsın…

Tırmandıkça yücelir dağlar.
Sen mağlupsun sen ıssız
ve kalbinde kuşların gömütlüğü;
tutunamazsın!

Eloğlu sevdalardan dem tutar,
aşk büyütür yıldızlardan;
senin ise düşlerin yasak,
dokunamazsın.

Birini sevmişsindir geçen yıllarda.
Açık bir yara gibidir hâlâ.
Hâlâ ne çok özlersin onu,
ağlayamazsın…

Yolunda köprüler çürür.
Sesin, sessizlik sanki bir uğultuda.
Savurur hayat kül eyler seni,
doğrulamazsın..

Yapayalnız bir ünlemsin
dünyayı ıslatan şu yağmurlarda.
Her şey çeker ve iter,
anlatamazsın...

Yaşam bir ıstaka;
gelir vurur işte ömrünün coşkusuna.
Sesinde çığlıklar boğulur ama,
bağıramazsın…

Sonra vakt erişir, toprak gülümser sana;
upuzun bir ömrün ortasında
ne hayata ne ölüme
yakışamazsın…

Yazdırmalısın mezar taşına:
Ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın.
Aslında hiç olmadım ben bu oyunda.
Ömrüm beni yok saysın...

Yılmaz Odabaşı

Resim: Nicoletta Tomas Caravia







2 Kasım 2010 Salı

Acı (The Misery)

“Kime anlatsam kederimi?” 

 Akşam karanlığı… Sulu, iri iri kar taneleri, henüz yakılmış fenerler etrafında uçuşuyor, ince, yumuşak bir alçı tabakası gibi damları, atların sırtlarını, omuzlarını, başlıklarını kaplıyor. Arabacı Iona Potapov, bir hayalet gibi bembeyaz. Canlı bir vücut ne kadar büzülebilirse o kadar büzülmüş, hiç kımıldamadan yerinde oturuyor. Üzerine bir yığın kar düşse bile gene karı silkmek lüzumunu duymayacak. Beygiri de bembeyaz, hareketsizdir. Hareketsizliğiyle, keskin köşeli biçimiyle, ayaklarının sopaya benzeyişiyle o bir kapiğe satılan posta atlara benziyor. Herhalde düşünceye dalmış. Sabandan, alıştığı o rahat manzaralardan alınıp da buraya, korkunç ışıklarıyla, hiç kesilmeyen gürültüleriyle, öteye beriye koşuşan insanlarla dolu bu kargaşalık içine düşen bir mahluk, böyle uzun uzun düşünmez de ne yapar? 

Iona ve beygiri, çoktan beri yerinden kımıldamıyorlar. Avludan daha yemekten önce çıkmışlardır, hâlâ siftah etmediler. İşte şehir üzerine akşam karanlığı basıyor. Fener ışıklarının solgun alevleri, yeislerini daha canlı ışıklara bırakıyor. Sokağın gürültüsü daha da artıyor, Iona birdenbire: 

“Arabacı, Viborg tarafına" diye bir ses işitiyor. Arabacı... Şaşırıyor, karla birbirine yapışan kirpikleri arasında, kaputla kukuleta giymiş bir subay görüyor. Subay: 

“Viborg tarafına, diye tekrarlıyor. Uyuyor musun nedir? Viborg'a!" 

Iona, bu isteğe hemen karşılık verip dizginleri çekiyor. Bu çekişle, atın dizginleri, sırtı üzerindeki karlar, alçı parçaları halinde düşüyor... Subay, kızağa oturur. Arabacı, dudaklarını şapırdatır, boynunu, kuğu gibi uzatır, yerinden kalkar gibi davranır. Fazla alışkanlık yüzünden kamçısını sallar. Beygir de boynunu uzatır, sopa biçimindeki ayaklarını büker, kararsız kararsız yerinde kımıldar. Çok geçmeden, aşağı yukarı giden karartılardan sesler işitir: 

"Nereye gidiyorsun ulan? Şeytan mı dürttü seni. Sağa al, sağa!" 

Kızaktaki subay kızarak: "Sen daha kızak sürmesini bilmiyorsun, sağa gitsene" der. 

Bir karose arabacısı küfreder, sokağı koşa koşa geçerken omzuyla atın ağzına çarpan bir yolcu; Iona'ya öfkeli bakar, sonra kolundan karları silker, Iona, yerinde sanki iğne üzerinde oturuyormuş gibi kımıldar, dirseklerini geniş geniş açar, sanki nerede olduğunu, niçin burada olduğunu anlamıyormuş gibi gözlerini fırıl fırıl döndürür. Subay, alaylı alaylı: 

“Hepsi de ne aşağılık herifler değil mi? Sanki seninle çarpışmak yahut atın altında ezilmeye gayret ediyorlar. Birbirleriyle sözleşmişler gibi, öyle değil mi?" 

Iona, başını çevirip müşterisine bakar, dudaklarını kıpırdatır... Bir şey söylemek istediği bellidir ama boğazından kısık seslerden başka bir şey çıkmaz. 

Subay: 

“Ne var?” diye sorar. 

Iona, gülümsüyormuş gibi ağzını çarpıtır, ıkınır, sıkılır, nihayet: 

“Benim de beyefendi… Bu hafta oğlum öldü." 

“Hmm… Neden öldü ?” 

Iona, bu kez tüm bedeni ile ona dönerek: 

“Kim bilir?" der. "Herhalde hummadan... Hastanede üç gün yattı, öldü. Allah'tan işte…” 

Karanlığın içinden bir ses: 

“Yolunu değiştirsene herif... Ne o, köpoğlu köpek, görmüyor musun?” sesleri işitilir.

Müşteri: 

“Sür, sür, der. Bu gidişle sabaha kadar varamayız. Atı biraz sürsene!”

Arabacı tekrar boynunu uzatır, yerinde bir davranır, ağır bir kibarlıkla kırbacını şaklatır. Bundan sonra birkaç defa başını çevirir, müşteriye bakar. Ama o, gözlerini kapar. Dinlemeye hiç de istekli olmadığı bellidir. Iona, müşterisini Viborg tarafına bıraktıktan sonra lokanta önünde durur. Gene büzülür, gene hareketsiz kalır. Sulu kar, tekrar başlar. Onu da atını da gene beyaza boyamaya başlar. Bir saat böyle geçer. Kendisi de, beygiri de gene bembeyaz kesilir. Bir saat, iki saat böylece geçer. 

Kaldırımda yüksek sesle tartışıp lâstiklerini kuvvetle vurarak üç genç geçer, ikisi uzun, ince boyludur, üçüncüsü kısa boylu, kamburdur. Kambur olanı titrek bir sesle: 

“Arabacı, Polis Köprüsü'ne," diye bağırır. "Üç kişi yirmi kapik." 

Iona, dizgileri çeker, dudaklarını şapırdatır, yirmi kapik para değil ama ne yapsın, artık fiyatı düşünmez. Ruble mi, beş kapik mi onca farkı yoktur. Yeter ki, müşteri olsun. Gençler birbirine sövüp sayarak, itişe kakışa kızağa yaklaşır, üçü de oturmaya çalışırlar. Kimin oturup, kimin ayakta kalacağını kararlaştırmaya çalışırlar. Uzun tartışmalardan, karşılıklı alaylardan sonra en kısa boyluları kamburun ayakta durmasına karar verilir. Kambur, yerini alarak Iona’nın ensesine üfler: 

"Haydi, sür," diye titrek bir sesle bağırır. "Atı bir kırbaçla bakalım. Amma da şapkan var, kardeş. Daha kötüsü Petersburg’da bulunmaz."

Iona, "ha ha," diye güler: 

“İşte böyle şapka." 

“E, böylesi, sürsene beygirini. Yol boyunca hep böyle mi gideceksin. Yoksa ense köküne indiririm ha." 

Uzun boylulardan biri: 

“Başım çatlıyor,” der. “Dün Dukmasovlarda Vaska ile birlikte dört şişe konyak içtik..” 

Öbür uzun boylusu da: “Amma da atarsın sen," diye çıkışır. 

“Vallahi, doğru söylüyorum.” 

“Hayır! Bu, ancak bir bitin öksürdüğünü söylemek kadar doğrudur.” 

Iona, gevrek gevrek güler: 

“Baylarımın keyfi yerinde.” 

Kambur, kızarak: 

“Allah cezanı versin moruk," der. "Sürecek misin, sürmeyecek misin? Bu sanki arabayla gitmek mi? Şunu bir kamçılasana. Hadi bakalım. Hah, işte öyle. Adamakıllı !” Iona, sırtında bir vücudun kımıldadığını, kamburun sesini duyar. Kendisine edilen küfürleri işitir, insanları görür, yalnızlık duygusu, yavaş yavaş ondan uzaklaşır. Kambur, öyle yakası açılmadık uzun küfürlere başlar ki, bitirmeye nefesi yetmez, öksürmeye başlar. İki uzun boylu genç, bir Nadejda Petrovna’nın sözünü etmeye başlarlar. Iona, onlara döner, kısa bir sessizliği fırsat bilerek başını biraz daha çevirip der ki: 

“Şey… Benim de bu hafta oğlum öldü.” 

Kambur, öksürdükten sonra dudaklarını silerek içini çeker: “Hepimiz öleceğiz," der. "Hadi, sür, sür. Ben daha fazla böyle gidemem, imkânı yok. Bu arabacı bizi ne zaman götürecek?"

“Sen de şöyle hafiften ensesine bir in de…" 

"Moruk, işitiyor musun? Ensene indireyim mi? Seninle öylece beklemektense sonrasını yürüyelim daha iyi. İşitiyor musun koca ejderha?! Yoksa, söylediklerimize kulak asmıyor musun sen?” 

Iona, ensesine inen tokatları pek duymaz, daha çok sesini işitir. 

"Ha ha," diye güler. “Neşeli baylar! Tanrı size sağlık versin” 

Uzun boylusu: “Arabacı, evli misin?” diye sorar. 

"Ben mi? ha, ha, ha, neşeli baylar. Şimdi bir tek karım var. Kara toprak… Ha ha ha, mezar, mezar… Oğlum öldü de ben yaşıyorum. Şaşılacak şey. Ölüm yanlış kapı çaldı. Bana geleceğine oğluma geldi…" 

Iona, oğlunun nasıl öldüğünü anlatmak için başını çevirir. Ama o anda kambur, hafifçe içini çeker: 

"Hele şükür, gelebildik, der." 

Arabacı, yirmi kapik aldıktan sonra karanlık bir giriş kapısı içinde kaybolan hovarda gençlere uzun uzun bakar. Gene yalnız kalır. Gene içinde sessizlik başlar… Bir zaman sönmüş olan acısı gene baş gösterir, daha büyük bir kuvvetle göğsünü ezer. Iona’nın gözleri kaygıyla, acıyla sokağın iki yanından geçen kalabalığa dikilir: gelip geçen binlerce insandan onu dinleyecek biri var mı acaba? Ama kalabalık, ne onu ne de acısını fark etmeden geçip gider. Acısı korkunçtur, sınırsızdır. Ona öyle geliyor ki, göğsü patlayıp içinden acısı fışkırsa, bütün dünyayı kaplayacaktır, ama gene de bu acı görünmez. O kadar küçük bir kabuğa sığınmıştır ki, gündüz ışık altında bile görülmez…

Iona, elinde zembil taşıyan bir kapıcı görür, onunla konuşmaya karar verir: 

“Kuzum, saat kaç?" diye sorar.

“Ona geliyor. Niye durdun burada? Yürüsene!" 

Iona, birkaç adım uzaklaşır. Tekrar büzülür. Kendini acısına verir. Artık insanlarla konuşmayı lüzumsuz sayar. Ama daha beş dakika geçmeden, eğilip kalkar, sanki bir acı duymuş gibi başını sallar, dizginleri dürter. Artık daha fazla dayanamaz: “hana gideyim” diye düşünür, hana. 

Beygir, sanki düşüncesini anlamış gibi tırısa kalkıp koşmaya başlar. Bir buçuk saat geçmeden büyük, pis bir tandır yanında oturur. Tandırda, döşemede, peyklerde insanlar yatmışlar, horulduyorlar. Dumanlı, boğucu bir hava. Iona, uyuyanlara bakar, başını kaşır. Oraya bu kadar erken döndüğüne pişman olur. “Arpanın parasını bile çıkaramadım," diye düşünür. "Kederim hep bundan. İşini bilen, atını doyuran insan her zaman rahattır.” Genç bir arabacı, bir köşeden kalkar. Uyku sersemliğiyle yıkıla yıkıla boğazını temizler. Su dolu kovaya uzanır, Iona: “Su mu içeceksin?” der. 

“Evet, su." 

"Eh, afiyet olsun. Benimse kardeş oğlum öldü. Haberin var mı? Bu hafta, hastanede… Olur şey değil."

Iona, bu sözlerin ne tesir bırakacağına bakar. Ama hiçbir tesir bırakmadığını görür. Genç arabacı kafasını yorganın altına sokup hemen uyur. İhtiyar, ah çeker, başını kaşır… Genç arabacı nasıl su içmek isterse, o da öyle konuşmak ister. Oğlu öleli nerde ise bir hafta olacak. O ise bu hikâyeyi daha kimseye gereği gibi anlatamadı. İyice, rahat rahat anlatması lâzım. Oğlunun nasıl hastalandığını, nasıl acı çektiğini, ölmeden önce neler söylediğini, nasıl öldüğünü anlatmak lâzım. Cenaze merasimini, rahmetlinin elbiselerini almak için hastaneye gidişini anlatması lazım. Köyde, kızı Anisa kaldı. Onun sözünü etmek lâzım. Daha anlatacak neler var, neler. Dinleyen ah çekmeli, ohlamalı, puflamalı. Kadınlarla daha da iyi konuşulur. Budaladırlar ama iki sözle ağlamaya başlarlar, Iona: “Gidip beygire bakayım” diye düşünür. Uyumak için her zaman vakit bulunur. Giyinir, beygirin bağlı olduğu ahıra gider, arpayı, samanı, havayı düşünür. Yalnızken oğlunu düşünemez. Ancak başka biri olduğu zaman konuşabilir. Ama kendi kendine düşünüp onu gözlerinin önüne getirmek, kendine dayanılmaz bir acı verir, Iona, beygirinin parlak gözlerini görünce: 

"Yalanıyor musun?" der. "Yalan! yalan! Arpanın parasını çıkarmazsak saman yiyeceğiz... Evet... Artık ihtiyarladım, arabayı sürecek takatim kalmadı. Arabacılık etmek benim değil, oğlumun harcıydı... O tam arabacıydı... Ne olurdu yaşasaydı..." Iona kısa bir süre susar, sonra devam eder: "Öyle işte kardeşim kısrak... Kuzma Ioniç yok artık... Allah rahmet eylesin... Boşu boşuna gitti işte... Düşün bir kere. Senin bir tayın var, sen onun öz annesisin... Bir de bakıyorsun, tay bir anda ölüveriyor... Acımaz mısın?" 

Beygir yalanır, dinler, sahibinin ellerine doğru solur...

Iona dalar ve ona her şeyi anlatır... 

Anton Çehov 

Resim: Andrey Mikhaylov

29 Ekim 2010 Cuma

Yalnızlık

Yalnızlık bir ağacın
Kurgusudur.

Kemikli pek de iri
Bir eldir o.

Fonda gerilmiş donuk
Bir gök vardır.

Sabahattin Kudret Aksal

28 Ekim 2010 Perşembe

Herkes ve Birkaç Kişi

Yağmur herkese yağar
Güneş ısıtır herkesi
Mevsimler herkes içindir
Yalnız çığ altında kalan
Sele kapılan her zaman birkaç kişi

Herkes içindir aşk da, ayrılık da
Yalnızca birkaç kişi ölür acıdan
Eskiden ölümle tartılırdı ayrılık
Kiminin hayatı yalnızca unutkanlıktan
Her şey, herkes için değildir oysa
Kimi hiçbir şey öğrenemez karanlıktan
Yalnızlığı kullanmayı bilmez kimi
Kimi ayrılamaz yalnızlıktan

Yağmur herkese yağar
Ama çok az insan tutar yağmurun ellerini
Onca şarkı, onca film, onca roman
Ama sevmeye yetmez herkesin kalbi
Çığ altında kalan sele kapılan
Aşktan ve acıdan ölen
Birkaç kişi dünyayı başka bir yer yapmaya yeter
Aslında onların hikayesidir anlatılan
Diğerleri dinler, seyreder, geçer gider
Geçer gider herkes
Hikâyedir geriye kalan.

Murathan Mungan

Başka Türlü Bir Şey

başka türlü bir şey benim istediğim
ne ağaca benzer, ne de buluta
burası gibi değil gideceğim memleket
denizi ayrı deniz,
havası ayrı hava..

bir başka yolculuk dalından düşmek yere
yaşadığından uzun

bir tatlı yolculuk dalından inmek yere
ağacın yüksekliğince
dalın yüksekliğince rüzgarda
ve bir yeni ömür
vardığın çimen yeşilliğince

nerde gördüklerim
nerde o beklediğim
rengi başka
tadı başka..

Can Yücel

26 Ekim 2010 Salı

Seni Günlere Böldüm


Seni günlere böldüm, seni aylara
Daha yıllara, yüzyıllara böleceğim
Ve her zaman söyleyeceğim ki beni anla
Böyle eskitilmiş de olsa bu kalbi
Minesi çatlamış bir diş gibi durduracağım karşında.

Şiirler söylenir, şiirler biter
Biz bu sevdayı neresine sakladıktı sen ona bak da
Kahverengi avuçlarına mı gözlerinin
Tam oradan mı kahverengi yağan bir aydınlığa.

Bütün günler yenileşir her bekleyişte
Ve bütün dünler, bütün geçmişler
Kapını açarsın ki bir de, hiç kimseler yok
Çaresiz, benim sana gelişim de hep böyle.

Dün akşama doğru turuncu bir bulut geçti
Sonra bütün bulutlar hep birden geçti
Anılar, anılar, belki hepsi bir kelime.

Edip Cansever

Fotoğraf: Nurcan Azaz

24 Ekim 2010 Pazar

Dar Açı

Uzun saçlar yakışırdı sana uzun yıllar
Bir gökyüzü bitince öteki başlardı
Çevik taylar dururdu güneşte olgun başaklar
gölgelikler dururdu,
Ovalar aydınlıkta dururdu
Bulut geçti derdik bilemedin
Ya da yağmur yağacak derdik
Fesleğen saksıda güzel dururdu
Bak bu olacak şey mi kömür beni vurdu
Ayaklarım aldı başını gitti
Ellerim kaldı duvarda
Kalk ne olur pencereyi aç
Uzun saçlar yakışırdı sana uzun yıllar
Bir gökyüzü bitince öteki başlardı.

Arif Damar




22 Ekim 2010 Cuma

mavi gözlü dev, minnacık kadın ve hanımelleri

O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
bahçesinde ebruliii
hanımeli
açan bir ev.

Bir dev gibi seviyordu dev.
Ve elleri öyle büyük işler için
hazırlanmıştı ki devin,
yapamazdı yapısını,
çalamazdı kapısını
bahçesinde ebruliiii
hanımeli
açan evin.

O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Mini minnacıktı kadın.
Rahata acıktı kadın
yoruldu devin büyük yolunda.
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,
girdi zengin bir cücenin kolunda
bahçesinde ebruliiii
hanımeli
açan eve.

Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,
dev gibi sevgilere mezar bile olamaz :
bahçesinde ebruliiiii
hanımeli
açan ev..

Nâzım Hikmet Ran
Dinleti Çubuğu : Mümtaz Sevinç


Kanatılmış Sözcükler Kitabı

Ben deli değilim, benden başka herkes deli olduğu için beni deli zannediyorlar. İnsanın kendi olabileceği tek yer akıl hastanesidir(!) sanırdım, yanılmışım. delirmeye bile hakkınız yok burada. Tımarhane delirme hakkının kutsandığı mabed değil midir? Değilmiş. İnsan tımarhanede bile delirme hakkını elde edemiyorsa ölsün daha iyi. Ben size ve kendime rahatça dil çıkarabilmek için burada değil miyim, bunun için kapatmadınız mı beni buraya. Elektroşoklar tersini söylüyor bunun. Hastabakıcının suratını görmem elektroşoka girmeme yetiyor da artıyor bile. Şehir cereyanını boşa harcamayınız efendim.

Hayatım boyunca kendim olabileceğim bir yer aradım. Bu yer bazen bir insanın yüzü oldu, bazen sevdiğim bir kitapta altını çizdiğim cümle, bazen ölüler gibi haftalarca susmanın saltanatını yaşamak, bazen de denizin köpürdeyen mavi kaosunda eritmekle gözlerimi. Ama yetmedi bunlar. Sonuna kadar kendim olmak istedim, evreni kanatlamak pahasına. Sanatı denedim; otoriteye karşı çıkanların birbirlerine karşı imgelerle iktidar olma çabası... Polis olun efendim, daha saygın...
İnsanın kendi olabileceği tek yer gece kalbidir dedim sonra, insan yalnızken kendisidir diye de uzattım. Ama insanların ruhuma bu izinsiz girişleri yok mu, beni delirtiyor: "Sevgilim beni ne kadar çok seviyorsun" lar, "Felsefe yapma, aşka gel kendine gelirsin" ler, "İnsanları olduğu gibi kabul et, mutlu olursun" lar vb. İnsanları olduğu gibi kabul edersem bu savaşları, bu gizli sömürüyü, bu öldürücü şiirsizliği de kabul etmiş olmaz mıyım; bu hem İsa'ya, hem Edip Cansever'e, hem kendime, yeni doğan çocuklara ve gökyüzüne ihanet etmek olmaz mı?

Hepimiz deliyiz. Akıllı taklidi yapmayı bıraktığımız anda tımarhaneye kapatılırız. İnsanlar akıllı taklidi yapmakta ne kadar da usta Tanrım. Bense beceriksizim bu konuda, daha doğrusu akıllı taklidi yapmaktan bıktım. Normal olmaya çalışmak deli olmaya çalışmaktan daha zor. Belki de bunu anladım. Bir ofiste çalışıyordum, deli gömleğimin (seçkin bir markaydı) üzerine kravat takmayı bıraktım. Beni kimin delirttiğini gerçekten merak ediyorum. Babam olabilir diyorum, çocukluğumda az dövmedi beni sözcüklerle. Lise 2'de derste beni kuşumla oynarken yakalayan son Osmanlı Padişahı tarihçi 4. Ali Bey de olabilir. Aşk inlemelerimi sürekli reddeden Aysel de olabilir beni delirten. Kısacası beni insanlar delirtti diyebilirim. Beni insanların çıldırtmasındansa gökyüzünün çıldırtmasını isterdim. Karanlık yağmurun, müziğin... Beni çıldırtma hakkını insanların elinden geri almalıyım.

Önemsiz deliliklerimi saymayacağım. Beni buraya kapattıran son çılgınlığımı anlatacağım: İntihar fikri yine Tanrım olmuştu. Aynadaki yüzüme tükürüp silahımı aldım ve mahallemizdeki büyük Çukurca Camiine gittim. Girdim içeri. Caminin tavanına iki el ateş edip namazı böldüm. Gerginlik caminin duvarlarını patlatacak kadar büyüktü. Fazla vaktinizi almayacağım. Haklı olarak aşırı öfkelenip üzerime saldıran birini bacağından vurup sükuneti sağladım. Ve Perulu şair Cesar Mendoza’nın "Acı Çekene Saygı" şiirini okumaya başladım.

Acı Çekene Saygı

tanrı'yla aynı fikirde değilim
intihar edenlerin
cehenneme gideceği konusunda
kainatın yaratılışına
katılmaktan bıktığımda ruhum
intihar edeceğim bende
denenmemiş bir yolla

nerdeyse bütün akıllı kalpler
intihar edip siktir çekmiş yeryüzüne

ben ateist değilim, babasıymış gibi
tanrı'ya küsen bir çocuğum
eğer tanrı intihar edenleri ve nietzche'yi
cehenneme gönderirse
cehennemde yanmayı tercih ederim bende
tanrı dürüstlüğü sever..

tanrı'nın hayal gücünü beğenmiyorum

ben tanrı olsam
peygamberler göndermez
direk konuşurdum insanlarla

ben tanrı olsam
hitler'i iyi kalpli bir yahudi olmakla cezalandırırdım
yahut yetenekli bir yazar yapardım onu
içindeki kötülüğü insanlara değil
tuvallere boşaltırdı

ben tanrı olsam
devletler yok olur
gül kokulu bireyler var olurdu sadece
atlar çılgın zamanlar koşardı

ben tanrı olsam
düşünce gücüyle herkesin
istediği karakter olmasını sağlardım
dünya bir şiirin
yaratılım sürecine dönüşürdü böylece

ben tanrı olsam intihar ederdim
insanlarla birlikte
acı çekmeyi öğrenemediğim için

Sessizlik ağır bir kaya gibi hepimizin üzerine çökmüştü. Cemaat beni linç etmek için fırsat kolluyordu, seziyordum bunu. Tabancam tek dostumdu o anda. O sırada cemaatten yaşlıca bir adam bana doğru yürümeye başladı. Dur diye bağırdım, dur, yoksa - dinlemedi yavaş yavaş ağır çekimde yanıma kadar geldi. Gözlerinde diğerlerindeki gibi öfke değil, merhamet gibi bir şey vardı. Tanımıştım, babamın arkadaşı Ahmet abiydi. "Dinle beni, Allah'ın- kendin - olduğunu anlayıncaya - kadar; hep acı- çekeceksin" dedi usulca. Ellerim titremeye başlamıştı, bu sözler dikenli bir çalı gibi saplanmıştı içime ama acıtmıyordu. Silahımı aldı, beni linç etmek isteyen kalabalığı ve zamanı bir el hareketiyle durdurdu.

Sonrası, sonrası buradayım işte. O yaşlı adamın Ahmet abinin sözünü hatırladığımda sakinleşir gibi, içimdeki bir sırra erer gibi oluyorum ama izin vermiyor insanlar ve anılar kendim olmamama, içimin sularına bir balık gibi dalaraktan. Dışarıdayken bir söz vermiştim kendime: onlar ne yaparsa ben tersini yapacağım! Diye. Onlar yalan mı söylüyor, ben doğruyu söyleyeceğim. Onlar boyun mu eğiyor, ben isyan edeceğim. Hem de her şeye. Onlar sanattan nefret mi ediyor, ben inadına Mozart dinleyeceğim, ölü yazarlarla dostluk kuracam, 7. Mühür'ü, Sonbahar'ı ve Seven'ı izleyeceğim. Onlar paraya mı tapıyor, ben yağmurda ıslanmaya tapacam. Onlar statünün getirdiği saygınlığa mı inanıyor, ben serseriliğe ve kaybetmişliğe sokak olacağım. Sonuç: İnsanın Tanrı'ya inancının kaybetmesinden daha kötü olan bir şey varsa o da insanlığa inancını kaybetmesidir. Siz insansanız ben insan olmayı reddediyorum. Deli olmam güllerle birlikte açmama, zamanın dışına taşmama engel değil; tam tersine bunlara açılan kapı.

Bu arada delilerin söz söyleme özgürlüğünden bol bol yararlanıyorum. Geçen gün bağırmaya başladım: sizin sığınacak bir Allah'ınız var, benim yok. Benim sığınacak yalnızca kelimelerim var. Deliliğini topluma kabul ettirebilene dahi derler; ben ettiremedim, tımarhanedeyim. Güldüler. Aklın fazlası cehennem. Dedim, güldüler. Her çocuk Tanrı'nın gönderdiği bir peygamberdir. Ve unuturuz büyüyünce peygamber olduğumuzu. Gider bir öğretmen oluruz, işçi, pezevenk, mühendis, memur. Dedim, güldüler. Şehir cereyanına bağladılar beni. Güldüler, siktir çektiler, kalbimin içinde çarpan kalplere. Çirkinleştireni her yerde, ey dünyayı kutsallaştıran çılgınlık neredesin? Dedim. Güldüler. Öyle bir şekilde yan yana getirelim ki sözcükleri, herkesin orospusu olmaktan kurtaralım onları. Dedim, güldüler.

Zaman geçti. Artık çıplakken bir şey söyleyemiyorum insanlara, kişiliklerim birbirleriyle yaşamayı öğrendi, gidecek başka bir bedenleri olmadığını anladı en sonunda. İlaçlarımı düzenli kullanıyorum, sigarayı azalttım. Buradan çıkmama az kaldı, doktorum Alper Bey söyledi. Geçende kendi kendime Cemal dedim Cemal! İsmim cemal bu arada-: Hayatı güzelleştiren şey tehlikeyi sevmektir. Hayatı güzelleştirmek istiyorsan dünyanın en tehlikeli şeyini sevmeyi öğrenmelisin: İnsanı! Buna kendini sevmekle başlayabilirsin. Hak verdim Cemal'e. Güzel konuşuyordu, inandım ona. Cemal'e borcumu ödeyeceğim. Yeryüzünde insanlar tarafından kanatılmamış hiçbir aşık olmayı yeniden deneyeceğim. Cemal'e borcumu ödeyeceğim. Az kaldı, bekleyin beni.

Süveyda Ölüdeniz

Resim: Rene Magritte - Kişisel Değerler - 1952

Şiir: Cesar Mendoza (Acı Çekene Saygı)

İzleyiciler