11 Kasım 2010 Perşembe

Ben İçeri Düştüğümden Beri

Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya
Ona sorarsanız: ’Lafı bile edilemez, mikroskopik bi zaman...’
Bana sorarsanız: ‘On senesi ömrümün...’
Bir kurşun kalemim vardı, ben içeri düştüğüm sene
Bir haftada yaza yaza tükeniverdi
Ona sorarsanız: 'Bütün bi hayat...'
Bana sorarsanız: ‘Adam sende bi hafta...’
Katillikten yatan Osman; ben içeri düştüğümden beri
Yedibuçuğu doldurup çıktı.
Dolaştı dışarda bi vakit,
Sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri, altı ayı doldurup çıktı tekrar.
Dün mektubu geldi; evlenmiş, bi çocuğu olacakmış baharda...

Şimdi on yaşına bastı, ben içeri düştüğüm sene ana rahmine düşen çocuklar.
Ve o yılın titrek, uzun bacaklı tayları,
Rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldu çoktan.
Fakat zeytin fidanları hala fidan, hala çocuktur.

Yeni meydanlar açılmış uzaktaki şehrimde, ben içeri düştüğümden beri...
Ve bizim hane halkı, bilmediğim bir sokakta, görmediğim bi evde oturuyor

Pamuk gibiydi bembeyazdı ekmek, ben içeri düştüğüm sene
Sonra vesikaya bindi
Bizim burda, içerde
Birbirini vurdu millet, yumruk kadar simsiyah bi tayin için
Şimdi serbestledi yine, fakat esmer ve tatsız

Ben içeri düştüğüm sene, ikincisi başlamamıştı henüz
Daşov kampında fırınlar yakılmamış, atom bombası atılmamıştı Hiroşimaya
Boğazlanan bir çocuğun kanı gibi aktı zaman
Sonra kapandı resmen o fasıl, şimdi üçünden bahsediyor amerikan doları
Fakat gün ışığı her şeye rağmen, ben içeri düştüğümden beri
Ve karanlığın kenarından, onlar ağır ellerini kaldırımlara basıp doğruldular yarı yarıya

Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya
Ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine
‘Onlar ki; toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar.
Korkak, cesur, cahil ve çocukturlar,
Ve kahreden yaratan ki onlardır,
Şarkılarda yalnız onların maceraları vardır.'

Ve gayrısı
Mesela, benim on sene yatmam
Laf’ı güzaf...

Nâzım Hikmet Ran


Dalgacı Mahmut

İşim gücüm budur benim,
Gökyüzünü boyarım her sabah,
Hepiniz uykudayken.
Uyanır bakarsınız ki mavi.

Deniz yırtılır kimi zaman,
Bilmezsiniz kim diker;
Ben dikerim.

Dalga geçerim kimi zaman da,
O da benim vazifem;
Bir baş düşünürüm başımda,
Bir mide düşünürüm midemde,
Bir ayak düşünürüm ayağımda,
Ne haltedeceğimi bilemem.

Orhan Veli Kanık 


Mona Roza


Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyvenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller, ak güller

Ulur aya karşı kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
Mona Roza, bugün bende bir hal var
Yağmur iğri iğri düşer toprağa
Ulur aya karşı kirli çakallar

Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza, ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek...

Zeytin ağaçları söğüt gölgesi
Bende çıkar güneş aydınlığa
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatıyor her zaman bana
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi

Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar
Işıksız ruhumu sallar da durur
Zambaklar en ıssız yerlerde açar

Ellerin ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi
Ellerinden belli oluyor bir kadın
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin ellerin ve parmakların

Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
Saat onikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona

Akşamları gelir incir kuşları
Konar bahçenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ahhh! beni vursalar bir kuş yerine
Akşamları gelir incir kuşları

Ki ben Mona Roza bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar su kenarında
Ki ben Mona Roza bulurum seni

Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
Henüz dinlemedin benden türküler
Benim aşkım sığmaz öyle her saza
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza

Artık inan bana muhacir kızı
Dinle ve kabul et itirafımı
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı
Artık inan bana muhacir kızı

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış
Bir gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak

Altın bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne
Bir tüy ki can verir bir gülümsesen
Bir tüy ki kapalı gece ve güne
Altın bilezikler o kokulu ten

Mona Roza siyah güller, ak güller
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Aaahhh! senin yüzünden kana batacak!
Mona Roza siyah güller, ak güller

Sezai Karakoç


10 Kasım 2010 Çarşamba

Öndeyiş

Bedenim üşür, yüreğim sızlar.
Ah kavaklar, kavaklar...

Beni hoyrat bir makasla
Eski bir fotoğraftan oydular.

Orda kaldı yanağımın yarısı,
Kendini boşlukla tamamlar.

Omuzumda bir kesik el,
Ki durmadan kanar.

Ah kavaklar, kavaklar...
Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar.

Metin Altıok







Tanrı yazar mı, yazar Tanrı mı?

Tanrı, iyilik ve kötülük, zekâ ve aptallık, yaratıcılık ve yıkıcılıkla var olmuş insana yapmaması gerekenleri acı bir örnekle göstermek istemiştir. Bunu yaparken neler hissetmiştir, kestirmek zor..

Klasik polisiyenin başlangıcı olarak 19. yüzyılın ortaları gösterilir. Oysa, suçu ve cinayeti anlatan metinlerin tarihi çok daha gerilere, tarihin başladığı günlere uzanır. Suç, insanoğlunun bir varoluş biçimidir. Gerçekten de cinayeti ya da sonuçlarını anlatan ilk metinler, günümüzden binlerce yıl önce yazılmıştı. Hitit saray cinayetlerinin sonuçlarını konu alan Telipinu Fermanı ya da Sophokles'in ünlü yapıtı Kral Oidipus gibi.

Bu metinlerin içinde Eski Ahit'te Kabil ile Habil bölümünde anlatılan cinayet öyküsü en çarpıcı olanıdır. Bu hikâye sadece çarpıcı bir mesel olmaktan çıkmış, suçu ya da cinayeti anlatan yazara kolay kolay değişmeyecek/değiştirilemeyecek bir model olmuştur.
Söz konusu öykü Eski Ahit'te şöyle anlatılmaktadır:

"Birgün Kabil toprağın ürünlerinden Rab'be sunu getirdi. Habil de sürüsünden ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi. Rab, Habil'i ve sunusunu kabul etti. Kabil'le sunusunu ise reddetti. Kabil çok öfkelendi suratını astı. Rab, Kabil'e 'Niçin öfkelendin?' diye sordu. 'Niçin suratını astın? Doğru olanı yapsan seni kabul etmez miydim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış seni bekliyor. Ona egemen olmalısın.' Kabil, kardeşi Habil'e 'Haydi, tarlaya gidelim,' dedi. Tarlada birlikteyken, kardeşine saldırdı, onu öldürdü.
Rab, Kabil'e, 'Kardeşin Habil nerede?' diye sordu. Kabil, 'Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?' diye karşılık verdi.
Rab, 'Ne yaptın?' dedi. 'Kardeşinin kanı topraktan bana sesleniyor. Artık döktüğün kardeş kanını içmek için ağzını açan toprağın laneti altındasın. İşlediğin toprak bundan böyle sana ürün vermeyecek. Yeryüzünde aylak aylak dolaşacaksın."

Öldürmeyeceksin!

Yukarıdaki kısa metin suçla insan arasındaki ilişkiye dair önemli sorunsalları içermektedir. Tanrısal yasayı çiğneyen Kabil, kıskançlık gibi yedi ölümcül günahın en üst sıralarında yer alan bir duyguya kapılmış, bu duygu ona, On Kutsal Emir'den en önemlisini "Öldürmeyeceksin!" yasasını çiğnemiştir. Üstelik en yakınını, kendi kanından olanı,öz kardeşi Habil'i öldürerek. Anlaşılabileceği üzre buradaki kardeş aynı zamanda herhangi bir insanı da temsil etmektedir. Çünkü Kabil ile Habil, Âdem ile Havva'nın çocuklarıdır. Yani, kutsal metine göre ilk insanlardır. Onlar herkesin atasıdır. Herkes onlardan doğacaktır. Eski Ahit'teki bu izlek yani kendi kanından olanı öldürmek, Sophokles'in Kral Oidipus'unda, Shakespeare'in Hamlet'inde, Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'inde de kullanılacaktır. Ama Eski Ahit'teki bu cinayet metnini kadim bir model haline getiren özellik sadece kendi kanından birinin öldürülmesi değildir. Bu metinde yazılanlar, kuşkusuz tanrı/yazar tarafından kurgulanmıştır. Yazılanların gerçekten yaşanmış oluğunu düşündüğümüzde de aynı olasılık karşımıza çıkacaktır; yazgıyı belirleyen Tanrı olduğuna göre, Habil'e, Kabil'i öldürten de Tanrı'dır. Gerçek yaşamı da, metni de kurgulayan aynı yaratıcı, aynı güçtür. Bunu neden yapmaktadır? İnsanlarla oynamayı sevdiğinden mi? Onlara acı çektirmek hoşuna gittiğinden mi? Yoksa onlara nasıl yaşamaları gerektiğini öğretmek istediğinden mi? Genellikle kabul gören sonuncu seçenektir. Tanrı, iyilik ve kötülük, zekâ ve aptallık, yaratıcılık ve yıkıcılıkla var olmuş insana yapmaması gerekenleri bu acı örnekle göstermek istemiştir. Ama bunu yaparken neler hissetmiştir, bunu kestirmek zor. Ancak suçu anlatan yazarların anlattığı cinayetlerde neler hissettiklerini biliyoruz. Agatha Christie'nin çok eğlendiğini söyleyebiliriz. Shakespeare ve Dostoyevski'nin ise o kadar eğlendiğini sanmıyorum. Öyle olsaydı Hamlet de, Raskolnikov da bu denli derin, bu denli karmaşık, bu denli trajik karakterler olmazlardı. Ama iyi yazarların tümü için söyleyebileceğimiz tek gerçek, cinayet metinlerini kaleme alırken hepsinin de hem katil, hem kurban olduğudur. Öldürme anı ve ölme anını hissetmeden iyi cinayet metni yazılamayacağı gibi, bu, insan yazgısını değiştirebilecek güçteki eylemin katilin/kurbanın üzerindeki etkisini anlamak da olanaksızdır.

Kabil suçlu olarak yaşayacaktı...

Yeniden Eski Ahit'teki metine dönecek olursak, kurbanın yani Habil'in rolünün oldukça az olduğunu görürüz. Genç yaşta ölür ve yaşamdan da metinden de çekilir. Belki Tanrı onu cennetine alarak ödüllendirmiştir, bunu bile bilmeyiz. Bildiğimiz Habil'in misyonunu tamamlayan bir karakter olarak artık Eski Ahit'teki metinde yer almayacağıdır. Oysa katil, yani Kabil metinde bir suçlu olarak yaşamayı sürdürücek, korkacak, sürgüne gönderilecek, vicdan azabı duyacak ve bağışlanmak için uğraşacaktır. Ve insanlar kötü bir örnek olarak birbirlerine onu göstereceklerdir. Aynı yazgı Oidipus, Macbeth, Raskolnikov için de geçerli olacaktır. Tarihin farklı dönemlerinde, farklı ülkelerde, farklı dillerde kaleme alınan üç ayrı yapıtın üç ayrı kahramanı da Kabil'le aynı çileyi çekecektir. Tıpkı, kutsal projeyi gerçekleştirmek için İsa Peygamberi ihbar etmek görevini üstlenerek hain ve kötü damgasını taşımak zorunda kalan Yahuda gibi.

İyilikle kıyaslandığında, kötülük her zaman daha çekicidir. Belki daha karmaşık olduğundan, belki insanların saklamaya çalıştığı bir özellik olduğundan. Öyle ya kimse çıkıp da ben kötüyüm demez; Marki De Sade gibi birkaç "çatlak" yazardan başka. Ama suçu ya da kötülüğü yazanlar da ikiye ayrılır. İlk gruptakiler konunun çekiciliğinden dolayı bu izleğe yönelmişlerdir. Bu yazının konusu onlarla ilgili değildir. İkinci gruptakiler ise, kötülük ya da suç, insanı ve toplumu anlatmada bir turnusol kağıdı olduğu için bu seçimi yapanlardır ki bu yazının konusu bu türden yaratıcılardır. Kuşkusuz kötülükle, suçla ilgilenenler yalnızca yazarlar değildir. Hukukçular, suç uzmanları, psikologlar, sosyologlar, polisler de suçlailgilidirler. Üstelik onlar, suça ve suçluya yazarlardan daha yakındırlar; kimi zaman dokunacak kadar yakın. Ancak suça yazarların (sanatçıların) bakış açısıyla, bilim adamlarının bakış açısı arasında yöntemsel bir fark vardır. Bilim yaşamı parçalayarak inceler. Yaşamın maddi gerçekliğini kavrayabilmek için böyle bir yönteme gereksinimi vardır.

Edebiyat ise yaşamı bütünsel olarak değerlendirir. Issız bir adada tek başına kalmış bir karakteri anlatırken bile, onu yaşadığı çağdan, yaşamış olduğu toplumdan, çevresinden ayrı ele almaz. Dolayısıyla romanlardaki, öykülerdeki suç ya da kötülük bir anlamda bize yaşamı yeniden sunar. Öyle olduğu için de yazar suçu anlatırken felsefeden, kriminalistik bilimine, sosyolojiden, tarihe kadar bütün bilimsel disiplinleri kullanmak zorunda kalır. Daha önemlisi edebiyatın temel malzemesi olan dili kullanarak yepyeni bir dünya yaratır. Ki bu yazınsal dünya çoğu zaman gerçek yaşamla boy ölçüşecek denli sahicibir biçimde yaratılmıştır. Bu yazınsal dünyanın Tanrı'sı ise kuşku yok ki yazarın kendisinden başkası olmayacaktır. Bu noktada Eski Ahit'teki cinayet metnine dönmenin tam da sırası. Suçu yazan bütün iyi yazarlar gibi, Eski Ahit'in yazıcısı da yarattığıkahramanı (Kabil) sevmektedir. Bütün eksikliklerine, kusurlarına, içindeki kötülüklerine rağmen ondan sevgisini esirgemeyecektir. Nitekim, Kabil ile Habil hikâyesinin sonunu şöyle tamamlayacaktır.

"Kabil, 'Cezam kaldıramayacağım kadar ağır,' diye karşılık verdi. 'Bugün beni bu topraklardan kovdun. Artık huzurundan uzak kalacak, yeryüzünde aylak aylak dolaşacağım. Kim bulsa beni öldürecek.' Bunun üzerine Rab, 'Seni, kim öldürürse, ondan yedi kez öç alınacak,' dedi. Kimse bulup öldürmesin diye Kabil'in üzerine bir nişan koydu. Kabil, Rab'in huzurundan ayrıldı. Aden bahçesinin doğusunda, Nod topraklarına yerleşti."

Kötülükle yüzleşmek

Kabil sürgün edildiği topraklarda yaşayacak, çocukları olacak, nesli sürecektir. Bu arada Rab, Âdem ile Havva'ya ölen Habil'in yerine yeni bir erkek çocuk bağışlayacak, çocuğun adı ise Şit, yani "bağışlamak" olacaktır.

Eski Ahit'teki metin bu yönüyle de yazarların, yarattıkları kahramanları olduğu gibi benimsemeleri, onları çok yönlü karakter özellikleri içinde sevmeleri anlamında da bir model oluşturmaktadır. Bir anlamda yazarlara, onu kendinizden ayrı düşünmeyin. Çünkü onu siz yarattınız, ondaki iyilik de kötülük de, zekâ da, aptallık da sizdendir. Onları yazarken, kendinizi yazarmışcasına dürüst olun, cesur olun, hoş görülü olun demektedir. Eski Ahit' teki metnin yazarı kendi metinlerinde bunu başarabilmiş midir? Bilmek imkânsız. Aslında farklı dinler, farklı inanışlar bu soruya farklı yanıtlar vermişlerdir. O nedenle en iyisi bunun yanıtını okurlara bırakmak. Ama biz ölümlü yazarlara baktığımda, rahatlıkla şunu söyleyebilirim, kendi ruhlarındaki karanlığa gözlerini kırpmadan bakabilenler, içlerindeki kötülükle yüzleşebilenler, akıllarının kuytusunda gizlenen katili anlatmaktan çekinmeyenler, genellikle iyi yazarlardır. Çünkü onlar, tıpkı Eski Ahit'in yazarı gibi, karakterlerini kendi suretlerinden yaratmışlardır. Çünkü onlar, yarattıkları karakterlerin dudaklarına kendi nefeslerini üflemişlerdir.

Ahmet Ümit (Radikal - 28.04.2006)

Ben Ölürsem Akşamüstü Ölürüm

Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Şehre simsiyah bir kar yağar
Yollar kalbimle örtülür
Parmaklarımın arasından
Gecenin geldiğini görürüm

Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Çocuklar sinemaya gider
Yüzümü bir çiçeğe gömüp
Ağlamak gibi isterim
Derinden bir tren geçer

Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Alıp başımı gitmek isterim
Bir akşam bir kente girerim
Kayısı ağaçları arasından
Gidip denize bakarım
Bir tiyatro seyrederim

Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Uzaktan bir bulut geçer
Karanlık bir çocukluk bulutu
Gerçeküstü bir ressam
Dünyayı değiştirmeye başlar
Kuş sesleri, haykırışlar
Denizin ve kırların
Rengi birdenbire karışır

Sana bir şiir getiririm
Sözler rüyamdan fışkırır
Dünya bölümlere ayrılır
Birinde bir pazar sabahı
Birinde sararmış yapraklar
Birinde bir adam
Her şeye yeniden başlar

Ataol Behramoğlu



9 Kasım 2010 Salı

Zaman Paradoksu

Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var; daha geniş oto yollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var.

Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz; daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz.

Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz; daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var. Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz; daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var. Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz; daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var.

Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz, çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz, çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz, çok az okuyor çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz. Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık. Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz.

Geçimimizi sağlamayı öğrendik, ama yaşam kurmayı öğrenemedik. Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık.

Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var. Dış Uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik.

Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık.

Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik. Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik.
Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz.
Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz.

Koşuşmayı öğrendik, ama beklemeyi öğrenemedik. Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha çok kopya çıkarmak için daha çok bilgisayarlar yapıyoruz, ama git gide daha az iletişim kuruyoruz.

Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır.

Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir. Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir. Vitrinlerde her şeyin sergilendiği, ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız.

Öyle bir zaman ki teknoloji bu mektubu size getirebilir, siz bu içselliği ya paylaşmayı, ya da sil tuşuna basmayı seçebilirsiniz.

"Yaşam, aldığımız nefes sayısıyla değil, nefesimizi kesen anların sayısıyla ölçülür."

George Carlin

8 Kasım 2010 Pazartesi

Biriyle tanıştığımızda iki şey olabilir: Ya arkadaş oluruz ya da karşımızdaki kişiyi inançlarımızı kabul etmesi için ikna etmeye çalışırız. Kor ile kömür karşılaştığında da aynı şey olur: Ya ateşini karşısındakiyle paylaşır ya da kömürün yoğunluğu altında boğulur, sönüp yok olur. İlk karşılaşmalarda genellikle kendimizi güvensiz hissettiğimizden umursamazlığı, kibri ya da aşırı tevazuyu deneriz. Sonuçta da olduğumuzdan farklı biri halinde ilişki kurarız ve olaylar bizi aslında bize ait olmayan yabancı bir dünyaya götürür. 

Epictetus

7 Kasım 2010 Pazar

sükûnetle yeşeren aşk eylüle takılmaz…

bir uçuruma uç oturduk
tunç tan içimizi gezen aynı kan
anladık ellerimizin sıcaklığından

öpüşmedik dahi
uçuşmasın diye kuşlar

bakıştıkça
bir testinin çatlağını kapattık

kuru yapraktık içi yeşile duru
yağmur baktık yağmur yaktık

bir dudak payı kadar ömrümüz
bir de çatlak bir de öpülmemiş

japon balıklarından öğrendik
haiku yazmayı
deniz içerken görünce bir balığı

yanaklarımız birbirinde uyurken
çay kokulu bir çocuk geçti içimizden

demlenip geldi çay
nemlenip gözlerimiz

yanaklarımızda süzüldü
birbirimiz


mustafa ergin kılıç
yer yara kabuğu – yasak meyve yayınları – ekim 2009

5 Kasım 2010 Cuma

Sitem


Önde zeytin ağaçları arkasında yâr
Sene 1946
Mevsim
Sonbahar
Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim
Dalları neyleyim.
Yâr yoluna dökülmedik dilleri neyleyim.

Yâr yâr !..
Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar
Değirmen misali döner başım
Sevda değil bu bir hışım
Gel gör beni darmadağın
Tel tel çözülüp kalmışım.
Yâr yâr !..
Canımın çekirdiğinde diken
Gözümün bebeğinde sitem var...

Bedri Rahmi Eyüboğlu
Resim: Bedri Rahmi Eyüpoğlu




Ey Hayat

(Ey hayat,
sen şavkı sularda bir dolunaysın
Aslında yokum ben bu oyunda,
Ömrüm beni yok saysın…)

Yaşam bir ıstaka;
gelir vurur ömrünün coşkusuna.
Hani tutulur dilin,
konuşamazsın…

Tırmandıkça yücelir dağlar.
Sen mağlupsun sen ıssız
ve kalbinde kuşların gömütlüğü;
tutunamazsın!

Eloğlu sevdalardan dem tutar,
aşk büyütür yıldızlardan;
senin ise düşlerin yasak,
dokunamazsın.

Birini sevmişsindir geçen yıllarda.
Açık bir yara gibidir hâlâ.
Hâlâ ne çok özlersin onu,
ağlayamazsın…

Yolunda köprüler çürür.
Sesin, sessizlik sanki bir uğultuda.
Savurur hayat kül eyler seni,
doğrulamazsın..

Yapayalnız bir ünlemsin
dünyayı ıslatan şu yağmurlarda.
Her şey çeker ve iter,
anlatamazsın...

Yaşam bir ıstaka;
gelir vurur işte ömrünün coşkusuna.
Sesinde çığlıklar boğulur ama,
bağıramazsın…

Sonra vakt erişir, toprak gülümser sana;
upuzun bir ömrün ortasında
ne hayata ne ölüme
yakışamazsın…

Yazdırmalısın mezar taşına:
Ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın.
Aslında hiç olmadım ben bu oyunda.
Ömrüm beni yok saysın...

Yılmaz Odabaşı

Resim: Nicoletta Tomas Caravia







2 Kasım 2010 Salı

Acı (The Misery)

“Kime anlatsam kederimi?” 

 Akşam karanlığı… Sulu, iri iri kar taneleri, henüz yakılmış fenerler etrafında uçuşuyor, ince, yumuşak bir alçı tabakası gibi damları, atların sırtlarını, omuzlarını, başlıklarını kaplıyor. Arabacı Iona Potapov, bir hayalet gibi bembeyaz. Canlı bir vücut ne kadar büzülebilirse o kadar büzülmüş, hiç kımıldamadan yerinde oturuyor. Üzerine bir yığın kar düşse bile gene karı silkmek lüzumunu duymayacak. Beygiri de bembeyaz, hareketsizdir. Hareketsizliğiyle, keskin köşeli biçimiyle, ayaklarının sopaya benzeyişiyle o bir kapiğe satılan posta atlara benziyor. Herhalde düşünceye dalmış. Sabandan, alıştığı o rahat manzaralardan alınıp da buraya, korkunç ışıklarıyla, hiç kesilmeyen gürültüleriyle, öteye beriye koşuşan insanlarla dolu bu kargaşalık içine düşen bir mahluk, böyle uzun uzun düşünmez de ne yapar? 

Iona ve beygiri, çoktan beri yerinden kımıldamıyorlar. Avludan daha yemekten önce çıkmışlardır, hâlâ siftah etmediler. İşte şehir üzerine akşam karanlığı basıyor. Fener ışıklarının solgun alevleri, yeislerini daha canlı ışıklara bırakıyor. Sokağın gürültüsü daha da artıyor, Iona birdenbire: 

“Arabacı, Viborg tarafına" diye bir ses işitiyor. Arabacı... Şaşırıyor, karla birbirine yapışan kirpikleri arasında, kaputla kukuleta giymiş bir subay görüyor. Subay: 

“Viborg tarafına, diye tekrarlıyor. Uyuyor musun nedir? Viborg'a!" 

Iona, bu isteğe hemen karşılık verip dizginleri çekiyor. Bu çekişle, atın dizginleri, sırtı üzerindeki karlar, alçı parçaları halinde düşüyor... Subay, kızağa oturur. Arabacı, dudaklarını şapırdatır, boynunu, kuğu gibi uzatır, yerinden kalkar gibi davranır. Fazla alışkanlık yüzünden kamçısını sallar. Beygir de boynunu uzatır, sopa biçimindeki ayaklarını büker, kararsız kararsız yerinde kımıldar. Çok geçmeden, aşağı yukarı giden karartılardan sesler işitir: 

"Nereye gidiyorsun ulan? Şeytan mı dürttü seni. Sağa al, sağa!" 

Kızaktaki subay kızarak: "Sen daha kızak sürmesini bilmiyorsun, sağa gitsene" der. 

Bir karose arabacısı küfreder, sokağı koşa koşa geçerken omzuyla atın ağzına çarpan bir yolcu; Iona'ya öfkeli bakar, sonra kolundan karları silker, Iona, yerinde sanki iğne üzerinde oturuyormuş gibi kımıldar, dirseklerini geniş geniş açar, sanki nerede olduğunu, niçin burada olduğunu anlamıyormuş gibi gözlerini fırıl fırıl döndürür. Subay, alaylı alaylı: 

“Hepsi de ne aşağılık herifler değil mi? Sanki seninle çarpışmak yahut atın altında ezilmeye gayret ediyorlar. Birbirleriyle sözleşmişler gibi, öyle değil mi?" 

Iona, başını çevirip müşterisine bakar, dudaklarını kıpırdatır... Bir şey söylemek istediği bellidir ama boğazından kısık seslerden başka bir şey çıkmaz. 

Subay: 

“Ne var?” diye sorar. 

Iona, gülümsüyormuş gibi ağzını çarpıtır, ıkınır, sıkılır, nihayet: 

“Benim de beyefendi… Bu hafta oğlum öldü." 

“Hmm… Neden öldü ?” 

Iona, bu kez tüm bedeni ile ona dönerek: 

“Kim bilir?" der. "Herhalde hummadan... Hastanede üç gün yattı, öldü. Allah'tan işte…” 

Karanlığın içinden bir ses: 

“Yolunu değiştirsene herif... Ne o, köpoğlu köpek, görmüyor musun?” sesleri işitilir.

Müşteri: 

“Sür, sür, der. Bu gidişle sabaha kadar varamayız. Atı biraz sürsene!”

Arabacı tekrar boynunu uzatır, yerinde bir davranır, ağır bir kibarlıkla kırbacını şaklatır. Bundan sonra birkaç defa başını çevirir, müşteriye bakar. Ama o, gözlerini kapar. Dinlemeye hiç de istekli olmadığı bellidir. Iona, müşterisini Viborg tarafına bıraktıktan sonra lokanta önünde durur. Gene büzülür, gene hareketsiz kalır. Sulu kar, tekrar başlar. Onu da atını da gene beyaza boyamaya başlar. Bir saat böyle geçer. Kendisi de, beygiri de gene bembeyaz kesilir. Bir saat, iki saat böylece geçer. 

Kaldırımda yüksek sesle tartışıp lâstiklerini kuvvetle vurarak üç genç geçer, ikisi uzun, ince boyludur, üçüncüsü kısa boylu, kamburdur. Kambur olanı titrek bir sesle: 

“Arabacı, Polis Köprüsü'ne," diye bağırır. "Üç kişi yirmi kapik." 

Iona, dizgileri çeker, dudaklarını şapırdatır, yirmi kapik para değil ama ne yapsın, artık fiyatı düşünmez. Ruble mi, beş kapik mi onca farkı yoktur. Yeter ki, müşteri olsun. Gençler birbirine sövüp sayarak, itişe kakışa kızağa yaklaşır, üçü de oturmaya çalışırlar. Kimin oturup, kimin ayakta kalacağını kararlaştırmaya çalışırlar. Uzun tartışmalardan, karşılıklı alaylardan sonra en kısa boyluları kamburun ayakta durmasına karar verilir. Kambur, yerini alarak Iona’nın ensesine üfler: 

"Haydi, sür," diye titrek bir sesle bağırır. "Atı bir kırbaçla bakalım. Amma da şapkan var, kardeş. Daha kötüsü Petersburg’da bulunmaz."

Iona, "ha ha," diye güler: 

“İşte böyle şapka." 

“E, böylesi, sürsene beygirini. Yol boyunca hep böyle mi gideceksin. Yoksa ense köküne indiririm ha." 

Uzun boylulardan biri: 

“Başım çatlıyor,” der. “Dün Dukmasovlarda Vaska ile birlikte dört şişe konyak içtik..” 

Öbür uzun boylusu da: “Amma da atarsın sen," diye çıkışır. 

“Vallahi, doğru söylüyorum.” 

“Hayır! Bu, ancak bir bitin öksürdüğünü söylemek kadar doğrudur.” 

Iona, gevrek gevrek güler: 

“Baylarımın keyfi yerinde.” 

Kambur, kızarak: 

“Allah cezanı versin moruk," der. "Sürecek misin, sürmeyecek misin? Bu sanki arabayla gitmek mi? Şunu bir kamçılasana. Hadi bakalım. Hah, işte öyle. Adamakıllı !” Iona, sırtında bir vücudun kımıldadığını, kamburun sesini duyar. Kendisine edilen küfürleri işitir, insanları görür, yalnızlık duygusu, yavaş yavaş ondan uzaklaşır. Kambur, öyle yakası açılmadık uzun küfürlere başlar ki, bitirmeye nefesi yetmez, öksürmeye başlar. İki uzun boylu genç, bir Nadejda Petrovna’nın sözünü etmeye başlarlar. Iona, onlara döner, kısa bir sessizliği fırsat bilerek başını biraz daha çevirip der ki: 

“Şey… Benim de bu hafta oğlum öldü.” 

Kambur, öksürdükten sonra dudaklarını silerek içini çeker: “Hepimiz öleceğiz," der. "Hadi, sür, sür. Ben daha fazla böyle gidemem, imkânı yok. Bu arabacı bizi ne zaman götürecek?"

“Sen de şöyle hafiften ensesine bir in de…" 

"Moruk, işitiyor musun? Ensene indireyim mi? Seninle öylece beklemektense sonrasını yürüyelim daha iyi. İşitiyor musun koca ejderha?! Yoksa, söylediklerimize kulak asmıyor musun sen?” 

Iona, ensesine inen tokatları pek duymaz, daha çok sesini işitir. 

"Ha ha," diye güler. “Neşeli baylar! Tanrı size sağlık versin” 

Uzun boylusu: “Arabacı, evli misin?” diye sorar. 

"Ben mi? ha, ha, ha, neşeli baylar. Şimdi bir tek karım var. Kara toprak… Ha ha ha, mezar, mezar… Oğlum öldü de ben yaşıyorum. Şaşılacak şey. Ölüm yanlış kapı çaldı. Bana geleceğine oğluma geldi…" 

Iona, oğlunun nasıl öldüğünü anlatmak için başını çevirir. Ama o anda kambur, hafifçe içini çeker: 

"Hele şükür, gelebildik, der." 

Arabacı, yirmi kapik aldıktan sonra karanlık bir giriş kapısı içinde kaybolan hovarda gençlere uzun uzun bakar. Gene yalnız kalır. Gene içinde sessizlik başlar… Bir zaman sönmüş olan acısı gene baş gösterir, daha büyük bir kuvvetle göğsünü ezer. Iona’nın gözleri kaygıyla, acıyla sokağın iki yanından geçen kalabalığa dikilir: gelip geçen binlerce insandan onu dinleyecek biri var mı acaba? Ama kalabalık, ne onu ne de acısını fark etmeden geçip gider. Acısı korkunçtur, sınırsızdır. Ona öyle geliyor ki, göğsü patlayıp içinden acısı fışkırsa, bütün dünyayı kaplayacaktır, ama gene de bu acı görünmez. O kadar küçük bir kabuğa sığınmıştır ki, gündüz ışık altında bile görülmez…

Iona, elinde zembil taşıyan bir kapıcı görür, onunla konuşmaya karar verir: 

“Kuzum, saat kaç?" diye sorar.

“Ona geliyor. Niye durdun burada? Yürüsene!" 

Iona, birkaç adım uzaklaşır. Tekrar büzülür. Kendini acısına verir. Artık insanlarla konuşmayı lüzumsuz sayar. Ama daha beş dakika geçmeden, eğilip kalkar, sanki bir acı duymuş gibi başını sallar, dizginleri dürter. Artık daha fazla dayanamaz: “hana gideyim” diye düşünür, hana. 

Beygir, sanki düşüncesini anlamış gibi tırısa kalkıp koşmaya başlar. Bir buçuk saat geçmeden büyük, pis bir tandır yanında oturur. Tandırda, döşemede, peyklerde insanlar yatmışlar, horulduyorlar. Dumanlı, boğucu bir hava. Iona, uyuyanlara bakar, başını kaşır. Oraya bu kadar erken döndüğüne pişman olur. “Arpanın parasını bile çıkaramadım," diye düşünür. "Kederim hep bundan. İşini bilen, atını doyuran insan her zaman rahattır.” Genç bir arabacı, bir köşeden kalkar. Uyku sersemliğiyle yıkıla yıkıla boğazını temizler. Su dolu kovaya uzanır, Iona: “Su mu içeceksin?” der. 

“Evet, su." 

"Eh, afiyet olsun. Benimse kardeş oğlum öldü. Haberin var mı? Bu hafta, hastanede… Olur şey değil."

Iona, bu sözlerin ne tesir bırakacağına bakar. Ama hiçbir tesir bırakmadığını görür. Genç arabacı kafasını yorganın altına sokup hemen uyur. İhtiyar, ah çeker, başını kaşır… Genç arabacı nasıl su içmek isterse, o da öyle konuşmak ister. Oğlu öleli nerde ise bir hafta olacak. O ise bu hikâyeyi daha kimseye gereği gibi anlatamadı. İyice, rahat rahat anlatması lâzım. Oğlunun nasıl hastalandığını, nasıl acı çektiğini, ölmeden önce neler söylediğini, nasıl öldüğünü anlatmak lâzım. Cenaze merasimini, rahmetlinin elbiselerini almak için hastaneye gidişini anlatması lazım. Köyde, kızı Anisa kaldı. Onun sözünü etmek lâzım. Daha anlatacak neler var, neler. Dinleyen ah çekmeli, ohlamalı, puflamalı. Kadınlarla daha da iyi konuşulur. Budaladırlar ama iki sözle ağlamaya başlarlar, Iona: “Gidip beygire bakayım” diye düşünür. Uyumak için her zaman vakit bulunur. Giyinir, beygirin bağlı olduğu ahıra gider, arpayı, samanı, havayı düşünür. Yalnızken oğlunu düşünemez. Ancak başka biri olduğu zaman konuşabilir. Ama kendi kendine düşünüp onu gözlerinin önüne getirmek, kendine dayanılmaz bir acı verir, Iona, beygirinin parlak gözlerini görünce: 

"Yalanıyor musun?" der. "Yalan! yalan! Arpanın parasını çıkarmazsak saman yiyeceğiz... Evet... Artık ihtiyarladım, arabayı sürecek takatim kalmadı. Arabacılık etmek benim değil, oğlumun harcıydı... O tam arabacıydı... Ne olurdu yaşasaydı..." Iona kısa bir süre susar, sonra devam eder: "Öyle işte kardeşim kısrak... Kuzma Ioniç yok artık... Allah rahmet eylesin... Boşu boşuna gitti işte... Düşün bir kere. Senin bir tayın var, sen onun öz annesisin... Bir de bakıyorsun, tay bir anda ölüveriyor... Acımaz mısın?" 

Beygir yalanır, dinler, sahibinin ellerine doğru solur...

Iona dalar ve ona her şeyi anlatır... 

Anton Çehov 

Resim: Andrey Mikhaylov

İzleyiciler