12 Kasım 2010 Cuma

Temiz, İyi Aydınlatılmış Bir Yer (A Clean, Well - Lighted Place)


Epey geç olmuştu ve ağacın yaprakları elektrik ışığını kapattığından gölgede kalmış yaşlı adam haricinde, kafedeki herkes gitmişti. Sokak gündüz toz topraktı ama gecenin nemi tozları götürmüştü ve yaşlı adam geç saatlere kadar oturmayı seviyordu çünkü sağırdı ve geceleyin etraf sessizleştiğinden farkı hissediyordu. İçerideki iki garson yaşlı adamın biraz sarhoş olduğunu biliyordu ve iyi bir müşteri olmasına rağmen çok sarhoş olursa parayı ödemeden gideceğini bildiklerinden gözlerini adamdan ayırmıyorlardı.
Garsonlardan biri “geçen hafta intihara kalkışmış” dedi.
“Niye?”
“çaresizlikten”
“Nesi varmış?”
“ Hiç”
“Hiç olduğunu nereden biliyorsun?”
“Çok parası var”
Kafenin kapısının yanında, duvara bitişik bir masada oturuyor ve rüzgarla hafif hafif sallanan ağaçların gölgesinde oturan yaşlı adam hariç tüm masaların boşaldığı terasa bakıyorlardı. Caddeden bir asker ve kız geçti. Elektrik direğinin ışığı askerin yakasındaki rütbeyi aydınlattı. Kızın başında bere yoktu ve adamın yanında hızlı hızlı gidiyordu.
Bir garson “devriyeler yakalayacak” dedi.
“ Adam istediğini elde ettikten sonra ne fark eder?”
“Caddeden sapsa iyi eder, devriyeler yakalayacak, beş dakika önce geçtiler”
Gölgede oturan yaşlı adam bardağıyla tabağa vurdu. Genç olan garson adamın yanına gitti.
“Ne istiyorsun?”
Yaşlı adam ona baktı “bir brandi daha” dedi.
Garson “sarhoş olacaksın” dedi. Yaşlı adam ona baktı, garson gitti.
Arkadaşına “bütün gece oturacak” dedi. “uykum geldi, hiçbir zaman saat üçten önce yatmıyorum, geçen hafta kendisini öldürmeliydi”
Garson brandi şişesini ve tezgahın içinden bir başka bardak altlığı alıp yaşlı adamın masasına doğru gitti. Tabağı koydu ve kadehi ağzına kadar brandiyle doldurdu.
Sağır adama “geçen hafta kendini gebertmeliydin” dedi. Yaşlı adam parmağıyla işaret ederek “biraz daha koy” dedi. Garson biraz daha brandi koydu öyle ki, içki kadehin sapından iç içe konmuş bardak altlığı yığının en üstündekine kadar taştı. Yaşlı adam “teşekkür” dedi. Garson şişeyi kafeye götürdü. Tekrar masaya arkadaşının yanına oturdu.
“Sarhoş oldu”
“Her gece sarhoş”
“Niye kendini öldürmek istemiş?”
“Nereden bileyim?”
“Nasıl yapmış?”
“Kendini iple asmış”
“Kim kurtarmış?”
“Yeğeni”
“Niye kurtarmışlar?”
“ Günaha girmesinden korkmuşlar”
“Ne kadar parası var?”
“Çok parası varmış”
“Seksen yaşında filan vardır”
“Bence de seksen var”
“Keşke evine gitse hiçbir zaman saat üçten önce yatağa girmiyorum, yatılacak saat mi bu?!”
“ Gitmiyor çünkü oturmak hoşuna gidiyor”
“O yalnız ama ben yalnız değilim yatakta beni bekleyen bir karım var”
“Vaktiyle onun da karısı varmış”
“Şimdi karısı olsa da ona faydası olmazdı”
“Bilemezsin, bir karısı olsa daha iyi olabilirdi”
“Yeğeni bakıyormuş işte, ipten aldığını söyledin”
“Biliyorum, ben bu kadar yaşlanmak istemem, yaşlılar pis oluyor”
“Hepsi değil, bu yaşlı adam temiz pak biri, döküp saçmadan içkisini içiyor, şimdi sarhoşken bile öyle, baksana”
“Bakmak istemiyorum, keşke evine gitse, çalışmak zorunda olanlara hiç saygısı yok”
Yaşlı adam bardağının arkasından meydana sonra da garsonlara baktı.
Bardağını göstererek “bir brandi daha” dedi. Acelesi olan garson yanına geldi.
Aptalların sarhoşlarla veya yabancılarla konuşurken yaptığı gibi tamamlanmamış cümleler kurarak “bitti” dedi. “bu gece başka içki yok, kapandık”
Yaşlı adam “Bir tek daha” dedi.
Garson bir bezle masanın kenarını sildi ve başını salladı “Yok, bitti”
Yaşlı adam ayağa kalktı, yavaşça tabak altlıklarını saydı, cebinden deri bir cüzdan çıkarttı ve yarım pesata bahşiş de bırakarak hesabı ödedi. Caddeden aşağı giderken garson onu izledi; sallana sallana ama vakurla yürüyen çok yaşlı bir adam.
Acelesi olmayan garson “ Kalıp biraz daha içseydi niye bırakmadın?” dedi. Kepenkleri indiriyorlardı. “saat ikibuçuk bile olmadı”
“Evime yatağıma gitmek istiyorum”
“ Bir saatten ne olur ki?”
“Onun için olmaz ama benim için çok fark eder”
“Bir saat bir saattir”
“Sen de yaşlı adam gibi konuşuyorsun, bir şişe alıp evde de içebilir”
“Aynı şey değil”
Karısı olan garson “evet değil” diye ona hak verdi. Haksızlık yapmak istemiyordu sadece acelesi vardı.
“Ya sen? Her zamankinden önce eve gitmekten korkmuyor musun ya?”
“Sen bana hakaret mi ediyorsun?”
“Hayır yoldaş, sadece şaka yapıyordum”
Acelesi olan garson metal kepenkleri kapatırken “Hayır, ben kendime güveniyorum, kendimden eminim”
Yaşlı olan garson “gençsin, kendine güveniyorsun ve bir işin var, her şeye sahipsin”
“Ya senin neyin eksik?”
“İşten başka her şey”
“Benim sahip olduğum her şeye sen de sahipsin”
“Hayır benim kendime hiç güvenim yok hem genç de değilim”
“Hadii, saçmalamayı bırak da kapıyı kilitle”
Yaşlı garson “Ben şu geç saate kadar kafede oturanlardanım dedi.
“Yatağa gitmek istemeyenlerden, geceleyin ışık yanmasını isteyenlerden”
“Ben eve gidip yatağa yatmak istiyorum”
Yaşlı garson “seninle öyle farklıyız ki” dedi. Eve gitmek üzere giyinmişti. “Bu bir gençlik ve kendine güven meselesi değil, gerçi ikisi de güzel şeyler. Her gece kafeyi istemeye istemeye kapıyorum gelmek isteyen biri olabilir diye”
“Arkadaşım tüm gece açık olan yerler var”
“Anlamıyorsun, burası temiz ve güzel bir kafe, iyi aydınlanıyor, ışık çok iyi, hem ayrıca ağaçların gölgesi de var”
Genç garson “iyi geceler” dedi.
Öteki “iyi geceler” dedi. Işığı söndürüp kendi kendisine konuşmaya devam etti. Işık da mühimdi tabii ama yerin temiz ve güzel olması da gerekir. Müzik istemez. Kesinlikle müzik istemez. Bir barın önünde vakarla oturamazsın ama burada saatlerce bunu sağlayabiliyoruz. Neden korktu? Bu korku ya da ürkme değil. İyi bildiği bir hiçlikti. Hepsi bir hiç. adam da bir hiç. Tüm istediği temiz ve iyi aydınlatılmış bir yer, belli bir temizlik ve düzen, bazıları bunun içinde yaşar ama fark etmez, ama o hepsini biliyor, Cennet'teki hiçimiz, bize hiçliğimizi ver, günlük hiçliğimizi ver, bu dünyada da öteki dünyada da hiçliğimizi ver, hiçliklerimizi hiç et, bizi hiç gününden kurtar ve bizi hiçten koru Gülümsedi ve parlak bir kahve makinasının olduğu bir barın önünde durdu.
Barmen “siz ne istediniz?” diye sordu.
“Hiç”
Barmen “ kafayı yemiş biri daha” deyip gitti.
Garson “küçük bir fincan” dedi.
Barmen bir fincan doldurdu.
Garson “ışık bayağı parlak ve hoş ama tezgah cilalanmamış” dedi.
Barmen ona baktı ama cevap vermedi. Sohbet etmek için çok geç bir saatti.
Barmen “bir bardak daha ister misin?” diye sordu.
Garson “Hayır teşekkürler” dedi ve gitti. Barları ve meyhaneleri sevmezdi. Temiz, iyi aydınlatılmış bir yer çok farklı bir şeydi. Artık daha fazla düşünmeden evine, odasına gidecek, yatağına uzanacaktı. Ve ancak sabaha karşı uyuyacaktı. Kendi kendine sadece uykusuzluktan olmalı, çoğu kişi bundan muzdarip dedi.

NOT: Hikâye 1. Dünya Savaşı İspanya'sında geçiyor. Hikâyede sözü geçen askerin yanındaki kızın başının açık olması, başında bir bere filan olmaması kızın bir kadın asker yahut hemşire filan değil, bir fahişe ya da benzer biri olduğunu ima etmek amacıyla vurgulanmış. Garsonun “devriyenin onları yakalayacağını” söylemesi de bunu doğruluyor. Asker hızlı yürüyor kızı değil kendi arzularını düşünüyor, kıza bir saygısı yok, kız da ona yetişmeye çalışıyor. Genellikle yazarın romanlarında iki zıt tip kadın oluyor: Ya Meryem Ana gibi masumlar ya da fahişeler. Hikayedeki yeğen masum, evcimen, fedakar kadının sembolü, yaşlı adama bakıyor, onu ipten alıyor vs. Hemingway'in kendisi de Paris'e gitmeden önce savaşa katılmıştı ve Gertrude Stein'ın söylediği gibi “kayıp kuşak”ı temsil ediyor. Bir grup ressam ve yazar savaşla değişen Amerika'daki düş kırıklığını yansıtıyor. Garson bu düş kırıklığının, asker de savaş kültürünün bir sembolü.
" hiç " (NADA) nın anlamı:
Hristiyanların Allah'a ettikleri bir duayı 'Lord's Prayer' (Allah'ım bize rızkımızı ver, günlük ekmeğimizi ver, dünyada olduğu gibi öteki dünyada da bize nimetimizi rızkımızı ver, günahlarımızı bağışla, bizi kıyamet gününden koru bizi şeytandan koru) diyen bir dua ama adam oradaki nimet, ekmek, kıyamet vs. gibi sözcükleri “hiç”' ya da 'hiçlik' anlamındaki 'nada' sözcüğü ile değiştiriyor. Çünkü o da tıpkı yaşlı adam gibi hayattan pek bir umudu kalmamış, dine, dini kavramlara, Allah'a olan inancını yitirmiş, kaybetmiş birisi. Hayatın, her şeyin bir 'hiç' olduğunu düşünüyor. Zaten hikayenin de ana teması yalnızlık, umutsuzluk, anlamsızlık. Yaşlı adam da, yaşlı garson da karanlığı değil temiz, iyi aydınlatılmış yerleri seviyorlar çünkü karanlık ölümü, yalnızlığı, hiçliği çağrıştırıyor.

Ernest Hemingway
Çeviri: Müjde Dural

Resim: Vincent Van Gogh, Kafe Teras'da Bir Akşam

Mum (The Candle)

“Göze göz, dişe diş dendiğini duymuşsunuzdur ama ben size böyle yapmamanızı, şeytana direnmenizi söylüyorum” İncil (Matthew)

    2. Aleksandr’ın 1862 yılında altı milyon serfi (çiftçilik yapan köle) özgür bırakmasından uzun yıllar önce, serflik zamanındaydı. O zamanlar insanlar çeşitli lordlar tarafından yönetilirdi. Tanrı’yı hatırlayıp, serflerine hayvan gibi değil, insan gibi davranan çok yoktu, yine de iyi veya cömert davranışlarda bulunan birkaç lord olurdu, fakat en barbarca ve zalimce davrananlar eskiden serf olup, bataktan çıkıp prens olanlardı.
    İşte bu ikinci sınıf kişiler, onların yönetiminde olmak talihsizliğine uğrayanlar için hayatı çekilmez yaparlardı. Çoğu köylülükten gelmiş, asil efendilerinin malikanelerinde kahyalığa atanmıştı.
    Köylüler haftanın belli günlerinde efendileri için çalışmak zorundaydılar. Toprak ve su boldu ve toprak verimli, bereketliydi. Otlaklar ve ormanlar hem efendilerin, hem de köylüleri doyurmaya yeterliydi.
    Malikânelerinden birindeki bir köylüyü kâhya yapan asil bir bey vardı, bu yeni kâhyaya köylüleri yönetme yetkisi verilir verilmez, adam yönetimi altındaki zavallı serflere en acımasız zalimlikleri yapmaya başladı. Adamın karısı ve iki çocuğu olmasına ve Tanrı’ya ya da insanlara karşı günah işlemesine gerek olmayacak kadar çok para kazanmasına rağmen, kıskançlık ve hasetle doluydu ve iyice günaha battı.
    Michael Simonoviç, zulümlerine haftalık resmi çalışma günlerini çoğaltarak başladı, tuğla satmak amacıyla, bir tuğla imalathanesi kurarak, kendi karı için kadın ve erkekleri orada ağır iş yaptırmaya başladı.
    Bir keresinde, aşırı çalışan serflerden biri kahyayı şikayet etmek için Moskova’daki lordlarına bir heyet gönderdiler ama bir şey elde edemediler. Zavallı köylüler asilzadenin yanından eli boş döndükleri zaman, kahya onların bu cüretlerinin öcünü almaya karar vermişti. Ve hayatları ve arkadaşları olan serflerin – kurbanların- hayatları eskisinden daha beter oldu.
    Serflerin arasında çok hain kimi insanlar da vardı, bunlar arkadaşları mahsus yanlış yapmakla suçlar ve köylülerin arasına nifak tohumları ekerlerdi, zavallı köylüler hayatlarından korkarak yaşarlardı, kahya köyden geçtiği zaman köylüler sanki vahşi bir hayvan görmüş gibi kaçar, saklanırlardı. Mujik (köylü) lerin kalplerinde yarattığı bu korkuyu gören Michael’ın davranışları daha da kötüleşirdi. Aşırı çalışma ve kötü davranışlardan zavallıların durumu beter olmuştu.
    Sonunda köylüler, iyice umutsuz bir haldelerken, insanlıktan uzak bir hayvan olan Simenoviç’ten kurtulmak için bir şey yapılabilir mi diye düşünmeye başladılar. Gizli gizli buluşmaya ve en doğru şeyin ne olacağını konuşmaya başladılar. Bu toplantılarda en cesur olanları ayağa kalkıp, arkadaşlarına yakınırdı: “ böyle bir zalimin bizi yönetmesine daha ne kadar katlanacağız? Gelin buna bir an önce son verelim çünkü ölmek bile böyle acı çekmekten iyidir. İnsan kılığına girmiş bu şeytanı öldürmek kesinlikle günah sayılmaz!”
    Paskalyadan önce toplantılardan birini ormanda yaptılar, Michael köylüleri efendileri için temizlik yapmaya göndermişti. Öğle olunca yemeklerini yediler ve bir araya geldiler. “Niye şimdi kaçmıyoruz? Pek yakında bir hiç olacağız, şimdiden çalışmaktan ölmek üzereyiz, gece gündüz dinlemek yok, kadınlar bile aynı durumda, herhangi bir şeyi onun memnun olacağı şekilde yapmazsak, kusur bulup belki ölene dek kırbaçlanacağız, geçenlerde öldürdüğü zavallı Simenon gibi, daha geçen gün de Anisim’e ölene kadar demir çubukla işkence yaptı, buna daha fazla katlanamayacağımız kesin, bir başkası ‘evet’ dedi. Beklemenin ne faydası var bir an önce harekete geçelim. Michael bu akşam burada olacak ve kesinlikle bize utanç verici şekilde davranacak, gelin onu atından devirelim, bir balta darbesiyle hak ettiği sonu verelim ve bu acılarımıza son verelim, sonra büyük bir çukur açıp, it gibi gömeriz, kimse ona ne olduğunu bilmez, şimdi birlik olacağımıza ve birbirimize ihanet etmeyeceğimize karar verelim.
    Son konuşan kişi Vasili Minayef’di, Michael’ın zalimliklerinden şikayet etmek için arkadaşlarınınkinden çok daha fazla sebebi vardı. Michael, adamı her hafta acımasızca kırbaçlama alışkanlığı edinmişti ve karısını da kendisine aşçılık yapsın diye tutmuştu.
    Toplantıyı takip eden akşam, Michael, atının üzerinde oraya geldi, yapılan işe bir kusur bulmak için bakmaya başladı ve birkaç ıhlamur ağacın kesildiği için şikâyete başladı.
    Kızgın kâhya “ ıhlamur ağaçları kesilmeyecek demiştim kim kesti bunları? Çabuk söyleyin yoksa hepinizi kırbaçlarım”
    Sorulunca suçlu olarak Sidor adlı biri gösterildi, Sidor’un suratı yamyassı edilene dek vurdu, kahya Minayef’i de yeterince iyi çalışmadığı için kırbaçladı.
Akşam serfler tekrar toplandılar, Vasili “ Ah, bizler ne tip insanlarız? Sadece korkak tavşanlarız, erkek değiliz! Birbirimize destek olacağız dedik ama harekete geçmeye gelince hepimiz korkup saklandık! Vaktiyle bir sürü serçe, bir şahine karşı komplo kurmuş ama şahin gözükünce, hepsi çimlerin içine saklanmışlar! Şahin gelip içlerinden birini seçip yemiş ve gitmiş, sonra diğer serçeler “ cik, cik, cik bir kuş kayıp, hangisi! diye, Vanka adlı serçenin öldüğünü anlayınca, “biz bunu hak ettik!” Demişler. Dostlarım siz de aynısını yapıyorsunuz, Michael Sidor’a saldırdığında sözünüzü tutmalıydınız, niye yapmadınız ve bir hamlede onun işini ve bu zulmü bitirmediniz?
    Bu nutkun amacı köylüleri kahyayı öldürmek için daha kararlı yapmalarını sağlamaktı, kahya Paskalya tatilinde bile tarlaların sürülmesi, yulaf ekilmesi için emirler vermişti, bunun üzerine köylüler Vasili’nin evinde bir protesto toplantısı daha düzenlediler. “Kahya gerçekten Tanrı’yı unuttuysa ve bize karşı bu suçları işlemeye devam edecekse, onu öldürmemiz gerekli olacak, yoksa ölelim daha iyi, bizim için bir farkı olmayacak”
    Buna rağmen Peter Mikhayef isimli, barışçıl bir köylü, bu toplantıya itiraz etti ve “Kardeşlerim, çok büyük bir günaha giriyorsunuz, bir insanın canını almak çok ciddi bir iştir, birinin ölümlü vücudunu ortadan kaldırabilirsiniz, bu mümkün ama bu suçu işleyenlerin ruhu ne olacak? Eğer Michael bize karşı adaletsiz davranmaya devam ederse, Tanrı onu kesinlikle cezalandıracaktır, dostlarım sabredin!” dedi.
Bu pasif sözler Vasili’nin öfkesini daha da arttırdı, "Peter hep aynı hikâyeyi anlatıyor, birini öldürmek günahmış, tabii ki cinayet günahtır ama nasıl biriyle karşı karşıyayız dikkate almak lazım, iyi bir adamı öldürmenin yanlış olduğunu hepimiz biliyoruz ama böyle bir itin canını Allah bile alır, bu bizim görevimiz, insanlığa sevgimiz varsa, kuduz bir köpeği vurmamız gerekir, onu hayatta bırakmak günah olur, bu yüzden yakınacaksak, insanların iyiliği için olsun, bize teşekkür edeceklerdir, daha fazla sessiz kalırsak, ödülümüz kırbaçlanmak olacak. Mikhayef sen saçmalıyorsun, Paskalya tatilinde çalışarak gireceğimiz günahı niye düşünmüyorsun? Sen tatilde çalışmayı red mi edeceksin?
    Peter “ eğer beni sabana gönderirlerse gideceğim ama kendi irademle gitmeyeceğim ve Tanrı bu günahın kime ait olduğunu bilecek ve işleyeni cezalandıracak. Onu unutmamalıyız, kardeşlerim size sadece kendi fikirlerimi söylemiyorum, Tanrı’nın hükümlerine göre kötülüğe kötülükle karşılık verilmez, eğer kötülüğü bu şekilde yok etmeye çalışırsanız başınıza daha da belalar gelir, adamı öldürmeniz zor olmaz ama onun kanı sizin kanınızı da kirletir, kötü bir adamı öldürdüğünüzü – bir şeytandan kurtulduğunuzu – düşünebilirsiniz fakat kısa süre sonra içinize kötülük tohumlarının ekildiğini görürsünüz, belaya teslim olursanız sizi bulur.
    Peter köylüler arasında sevilen biri olduğundan, sonuçta zavallı köleler ikiye bölündüler: Vasili’yi tutanlar ve Peter’i tutanlar.
    Paskalya’nın Pazar gününde, hiç iş yapılmadı. Akşama doğru kahyanın evinden biri geldi ve "Kâhyamız Michael Simenoviç yarın tarlaya gidip arpa ekmenizi emretti” dedi. Ve köydekilere ertesi günün işleri için kimilerine nehir kıyısında, kimilerine yol için direktifler verdi, zavallılar kederden o kadar perişandılar ki, kiminin gözlerinden yaşlar akıyordu, fakat hiç kimse kâhyanın emrine karşı gelmeye cesaret edemedi.
    Paskalya pazarının olduğu sabah, kilise çanları insanları dini vecibeleri için çağırır ve başkaları tatilin keyfini çıkartırken, biçare köylüler tarlayı sürmeye başladılar. Kahya oldukça geç geldi ve çiftlikte şöyle bir gezindi, evin içindeki uşaklar, hizmetçiler işlerini yapıyorlardı ve bayramlıklarını giymişlerdi. Kahyanın karısı ve adet olduğu üzere onları ziyarete gelen dul kızı da kiliseden dönüyorlardı. Kaynayan bir semaver onları bekliyordu, çaylarını içmeye başladılar, kâhya piposunu yaktı ve uşağı çağırdı.
    "E, köylülere bugün tarlayı sürmeleri söyledin mi?”
    "Evet efendim söyledim”
    "Hepsi tarlaya gitti mi?”
    "Evet efendim hepsi gitti, başlayacakları yere ben kendim götürdüm ”
    "Çok iyi sen emirlerini verdin ama tarlayı sürüyorlar mı? Hemen gidip bak, onlara akşam yemeğinden sonra bakmaya geleceğimi söyle, bir buçuk hektarlık yer sürmelerini bekliyorum, işi iyi yapsınlar, yoksa paskalya olduğuna bakmam hepsini cezalandırırım”
    "Duydum efendim söylerim”
    Uşak gidecekti ki, kâhya tekrar çağırdı biraz tereddüt ettikten sonra, sıkılmış gibi şöyle söyledi:
    "Aklıma gelmişken bu herifler benim için ne diyorlar dinleyeceksin, eminim bana lanet ediyorlardır, söyledikleri tam olarak neler diyorlar bana söylemeni istiyorum, bu hainleri tanırım, iş yapmayı sevmezler onlara kalsa bütün gün tembellik ederler, bayramda da yiyip, içip eğlenirler, ama tarla sürülmezse sonra geç olacağını unutuyorlar, git ve benim arkamdan neler söylüyorlar dinle ve hepsini bana anlat”
    "Anladım efendim tamam”
    Uşak arkasını döndü, atına bindi ve serflerin ağır koşullarda çalıştığı tarlaya gitti.
    Michael’ın çok iyi kalpli bir kadın olan karısı tesadüfen onunla uşak arasındaki bu konuşmaları duymuştu. Adama yaklaşarak şöyle dedi:
    Sevgili Mişinka (Michael’in kısaltılmışı) bu kutsal günün ehemmiyetini göz önüne alman için sana rica ediyorum, Allah aşkına günaha girme, bırak zavallı mujikler evlerine gitsinler.
    Michael güldü fakat karısının bu insancıl ricasına bir cevap vermedi, sonunda dedi ki:
    Epeydir kırbaçlanmadın ve seni ilgilendirmeyen işlere burnunu sokacak kadar dayılanıyorsun.
    Karısı "Mişinka, dün seninle ilgili korkunç bir rüya gördüm, mujikleri bıraksan iyi edersin” diye ısrar etti.
    Adam "Galiba kırbacı hissetmeyecek kadar fazla yağlandın! Dikkat et!” dedi.
    Kaba bir şekilde piposunun dumanın karısının yanağına üfledi ve kadını odasına kovaladı, sonra da yemeğini getirmelerini emretti, lahana çorbası, domuz kızartması, etli börek, sütlü krema, jöle, kekler ve votkadan oluşan ağır bir yemek yedikten sonra karısını çağırdı, ona oturup, şarkı söylemesini söyledi. Kendisi de gitarla ona eşlik etti.
    Böylece eğlenirken, uşağı döndü, efendisini selamladıktan sonra serflerle ilgili istediği bilgileri vermeye başladı.
    Michael "Ee, tarlayı sürüyorlar mı?”
    Evet, neredeyse yarısını bitirmişler..
    Yanlış bir şey yapmışlar mı?
    Hayır ben bir şey bulmadım, işi iyi yapmışa benziyorlar, belli ki sizden korkuyorlar.
    Toprak nasıl?
    Çok iyi, iyice yumuşamış görünüyordu
    Bir anlık duraksamadan sonra Simenoviç “Ee, arkamdan neler söylüyorlar, eminim lanet ediyorlardır” dedi.
    Uşak biraz duraksadı, Michael ona konuşmasını ve tüm gerçeği anlatmasını emretti
    "Bana hepsini anlat, tam olarak kullandıkları kelimeleri bilmek istiyorum, gerçeği söylersen seni mükafatlandırırım ama benden bir şey saklarsan cezalandırırım, baksana Katerina, şuna bir bardak votka ver de cesaretlensin"
Efendisinin sağlığına içkiyi içtikten sonra uşak kendi kendisine “onu övmüyorlarsa benim suçum değil, gerçeği anlatacağım” dedi. Sonra kâhyaya dönerek
    "Şikâyet ediyorlar Michael Simenoviç, çok şikâyet ediyorlar!” Dedi.
    Michael “ Tamam da ne diyorlar?” Söyle!
    "Şeyy, Tanrı’ya inanmıyor" diyorlar.
    Michael gülerek "Bunu hangisi söyledi? Diye sordu
    "Bu onların ortak fikri gibi, şeytana uymuş" diyorlar.
    Kâhya çok hoş diyerek güldü “Peki her biri ne diyor, Vasili ne diyor?”
    Uşak arkadaşlarına ihanet etmek istemiyordu fakat Vasili’ye karşı garezi vardı ve
    "O hepsinden çok size bela okudu" dedi.
    "İyi de ne dedi?”
    "Tekrarlaması çok korkunç, bir it gibi geberecek, tövbe etmeye şansı olmayacak” dedi
    "Hain herif, korkmasa beni öldürür, tamam Vasiliyle hesaplaşırız, peki Tişka ne dedi, eminim bana it demiştir”
    "Hepsi de sizden şikayet ediyorlardı, ama söylediklerini tekrar etmek bana güç geliyor”
    "Güç ya da değil söyle sen”
    "Bazıları boynunuzun kırılması gerektiğini söyledi”
    Simenoviç bundan çok hoşlanmış gibi kahkahayla güldü,
    "Kimin boynu kırılacak görürüz, bu Tişka’nın mı fikriydi? Arkamdan iyi şeyler söylemediklerini tahmin ediyordum ama bu kadar bela ve tehdit beklemiyordum ya Peter Mikhayef o aptal da bana bela okudu mu?"
    "Hayır, o size hiç bela okumadı, aralarında sessiz olan tek oydu, Mikhayef çok zeki bir köylü ve bazen beni çok şaşırtıyor, davranışlarına bütün köylüler şaşırdı”
    "Ne yaptı?”
    "Çok şaşırtıcı bir şey yaptı, özenle tarlayı sürüyordu, ona yaklaştığımda tatlı tatlı şarkı söylediğini duydum saban demirlerinin arasında ışıldayan çok parlak bir şey gördüm”
    “Neydi o çabuk söyle?”
    “Küçük, 5 kapiklik (Rus para birimi) bir mumdu, parlak parlak yanıyordu ve rüzgâr söndürmüyordu, Peter yeni bir gömlek giymişti ve bir yandan tarlayı sürerken bir yandan da ilahi söylüyordu ne kadar hareket etse de mum yanmaya devam etti, benim önümde pulluğu kuvvetle sarstı ama saban kulaklarının arasındaki muma hiçbir şey olmadı”
    "Peki Mikhayef ne dedi?”
    "Dünyada barış ve iyi niyet olmalı” dedi ve sürmeye şarkı söylemeye devam etti, mum da daha parlak yanmaya devam ediyordu.
    Şimdi Simenoviç gülmeyi bırakmıştı, gitarını da bir yana koydu, başını önüne eğip düşünmeye başladı, uşağı ve aşçıyı gönderdi, sonra da kendini yatağa attı, büyük bir kederi varmış gibi inliyor, içini çekiyordu, karısı gelip nazik bir sesle konuşmaya başladığında kadını dinlemedi ve bağırarak
    "Beni yendi, sonum geldi” dedi.
    Karısı kızgın kızgın “Ne demek istiyorsun?” diye sordu. “Gidip benim söylediklerimi yaparsan, tehlikede olmazsın, hadi Mişinka, senin için atı eğerleteyim"
    Atı getirdiklerinde kadın Mişinka’nın ata binmesine yardım etti ve serflerle ilgili söylediklerini yerine getirmesini istedi. Kâhya köye vardığında, bir kadın girmesi için kapıyı açtı, kahyanın geldiğini gören tüm köylüler korkuyla oraya, buraya, bahçeye filan kaçmaya, saklanmaya başladılar.
    Sonra Michael öteki kapıya gitti, o kapı da kapalıydı atının üzerindeyken kapıyı açamayacağı için yardım istedi ama çağrısına kimse gelmedi. O da attan indi ve kapıyı kendisi açtı, fakat yeniden atına binerken ve bir ayağı üzengiye takılıyken, at birkaç domuzdan ürktü ve fırladı, kâhya attan demir parmaklıkların üzerine düştü ve sivri parmaklıklardan bir tanesi midesine saplandı ve adam bilinçsizce yere yığıldı.
    Akşama doğru köylüler köyün kapısına gelince, atları içeri girmek istemedi, etrafa bakan köylüler, bir kan gölünün ortasında yatan kâhyanın cesedini gördüler. Sadece Peter Mikhayef attan inmeye cesaret etti, yüzükoyun yatan adamın yanına gitti, adamın gözlerini kapattı ve sonra onu bir arabaya koyup, evine götürdüler.
Asilzade kâhyasının başına gelen talihsiz kazayı ve yaptığı zalimlikleri öğrenince, serfleri serbest bıraktı, kendi arazisinde tarım yapmaları için çok küçük bir ücrete onlara kiraya verdi.
    Ve böylece, köylüler tanrının gücünün kötülükle değil, iyilikle kendini belli ettiğini anladılar.

Leo Tolstoy
Çeviren: Müjde Dural

11 Kasım 2010 Perşembe

Karanfil

demek geldin
çoktandır hiçbir yerdeydin
ne kadar değişmemişsin
ellerin ne kadar kalabalık
gözlerin ne kadar ansızın
seni böyle değişmemiş görmedim hiç
demek geldin

bu kent burada her zamanki ilkesizliğini yaşıyor
bir çarşı her gün ölüp ölüp diriliyor
radyoda iyi ayarlanmamış bir istasyon
gibi insanın sinirine dokunan sesiyle
bu kent burada her zamanki ilkesizliğini
demek geldin
çoktandır hiçbir yerdeydin

sen denize bakıyorsun ya
ben sana aşkları anlatmak istiyorum
unutulmuş masalları
unutulmuş masallardaki aşkları anlatmak istiyorum
sen denize yürüyorsun ya
ben sana herkesten önce özgür olmak için
mahkum ranzalarındaki çentiklerden çalıp
kendi çentiklerime kattıklarımı
anlatmak istiyorum
çarpıp duran bir pencere kanadı gibi
çarpan kalbimi
sen denize gömülüyorsun ya
bir karanfil kalıyor
girdabında

Salih Bolat



Ben İçeri Düştüğümden Beri

Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya
Ona sorarsanız: ’Lafı bile edilemez, mikroskopik bi zaman...’
Bana sorarsanız: ‘On senesi ömrümün...’
Bir kurşun kalemim vardı, ben içeri düştüğüm sene
Bir haftada yaza yaza tükeniverdi
Ona sorarsanız: 'Bütün bi hayat...'
Bana sorarsanız: ‘Adam sende bi hafta...’
Katillikten yatan Osman; ben içeri düştüğümden beri
Yedibuçuğu doldurup çıktı.
Dolaştı dışarda bi vakit,
Sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri, altı ayı doldurup çıktı tekrar.
Dün mektubu geldi; evlenmiş, bi çocuğu olacakmış baharda...

Şimdi on yaşına bastı, ben içeri düştüğüm sene ana rahmine düşen çocuklar.
Ve o yılın titrek, uzun bacaklı tayları,
Rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldu çoktan.
Fakat zeytin fidanları hala fidan, hala çocuktur.

Yeni meydanlar açılmış uzaktaki şehrimde, ben içeri düştüğümden beri...
Ve bizim hane halkı, bilmediğim bir sokakta, görmediğim bi evde oturuyor

Pamuk gibiydi bembeyazdı ekmek, ben içeri düştüğüm sene
Sonra vesikaya bindi
Bizim burda, içerde
Birbirini vurdu millet, yumruk kadar simsiyah bi tayin için
Şimdi serbestledi yine, fakat esmer ve tatsız

Ben içeri düştüğüm sene, ikincisi başlamamıştı henüz
Daşov kampında fırınlar yakılmamış, atom bombası atılmamıştı Hiroşimaya
Boğazlanan bir çocuğun kanı gibi aktı zaman
Sonra kapandı resmen o fasıl, şimdi üçünden bahsediyor amerikan doları
Fakat gün ışığı her şeye rağmen, ben içeri düştüğümden beri
Ve karanlığın kenarından, onlar ağır ellerini kaldırımlara basıp doğruldular yarı yarıya

Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya
Ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine
‘Onlar ki; toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar.
Korkak, cesur, cahil ve çocukturlar,
Ve kahreden yaratan ki onlardır,
Şarkılarda yalnız onların maceraları vardır.'

Ve gayrısı
Mesela, benim on sene yatmam
Laf’ı güzaf...

Nâzım Hikmet Ran


Dalgacı Mahmut

İşim gücüm budur benim,
Gökyüzünü boyarım her sabah,
Hepiniz uykudayken.
Uyanır bakarsınız ki mavi.

Deniz yırtılır kimi zaman,
Bilmezsiniz kim diker;
Ben dikerim.

Dalga geçerim kimi zaman da,
O da benim vazifem;
Bir baş düşünürüm başımda,
Bir mide düşünürüm midemde,
Bir ayak düşünürüm ayağımda,
Ne haltedeceğimi bilemem.

Orhan Veli Kanık 


Mona Roza


Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyvenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller, ak güller

Ulur aya karşı kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
Mona Roza, bugün bende bir hal var
Yağmur iğri iğri düşer toprağa
Ulur aya karşı kirli çakallar

Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza, ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek...

Zeytin ağaçları söğüt gölgesi
Bende çıkar güneş aydınlığa
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatıyor her zaman bana
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi

Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar
Işıksız ruhumu sallar da durur
Zambaklar en ıssız yerlerde açar

Ellerin ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi
Ellerinden belli oluyor bir kadın
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin ellerin ve parmakların

Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
Saat onikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona

Akşamları gelir incir kuşları
Konar bahçenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ahhh! beni vursalar bir kuş yerine
Akşamları gelir incir kuşları

Ki ben Mona Roza bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar su kenarında
Ki ben Mona Roza bulurum seni

Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
Henüz dinlemedin benden türküler
Benim aşkım sığmaz öyle her saza
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza

Artık inan bana muhacir kızı
Dinle ve kabul et itirafımı
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı
Artık inan bana muhacir kızı

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış
Bir gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak

Altın bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne
Bir tüy ki can verir bir gülümsesen
Bir tüy ki kapalı gece ve güne
Altın bilezikler o kokulu ten

Mona Roza siyah güller, ak güller
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Aaahhh! senin yüzünden kana batacak!
Mona Roza siyah güller, ak güller

Sezai Karakoç


10 Kasım 2010 Çarşamba

Öndeyiş

Bedenim üşür, yüreğim sızlar.
Ah kavaklar, kavaklar...

Beni hoyrat bir makasla
Eski bir fotoğraftan oydular.

Orda kaldı yanağımın yarısı,
Kendini boşlukla tamamlar.

Omuzumda bir kesik el,
Ki durmadan kanar.

Ah kavaklar, kavaklar...
Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar.

Metin Altıok







Tanrı yazar mı, yazar Tanrı mı?

Tanrı, iyilik ve kötülük, zekâ ve aptallık, yaratıcılık ve yıkıcılıkla var olmuş insana yapmaması gerekenleri acı bir örnekle göstermek istemiştir. Bunu yaparken neler hissetmiştir, kestirmek zor..

Klasik polisiyenin başlangıcı olarak 19. yüzyılın ortaları gösterilir. Oysa, suçu ve cinayeti anlatan metinlerin tarihi çok daha gerilere, tarihin başladığı günlere uzanır. Suç, insanoğlunun bir varoluş biçimidir. Gerçekten de cinayeti ya da sonuçlarını anlatan ilk metinler, günümüzden binlerce yıl önce yazılmıştı. Hitit saray cinayetlerinin sonuçlarını konu alan Telipinu Fermanı ya da Sophokles'in ünlü yapıtı Kral Oidipus gibi.

Bu metinlerin içinde Eski Ahit'te Kabil ile Habil bölümünde anlatılan cinayet öyküsü en çarpıcı olanıdır. Bu hikâye sadece çarpıcı bir mesel olmaktan çıkmış, suçu ya da cinayeti anlatan yazara kolay kolay değişmeyecek/değiştirilemeyecek bir model olmuştur.
Söz konusu öykü Eski Ahit'te şöyle anlatılmaktadır:

"Birgün Kabil toprağın ürünlerinden Rab'be sunu getirdi. Habil de sürüsünden ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi. Rab, Habil'i ve sunusunu kabul etti. Kabil'le sunusunu ise reddetti. Kabil çok öfkelendi suratını astı. Rab, Kabil'e 'Niçin öfkelendin?' diye sordu. 'Niçin suratını astın? Doğru olanı yapsan seni kabul etmez miydim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış seni bekliyor. Ona egemen olmalısın.' Kabil, kardeşi Habil'e 'Haydi, tarlaya gidelim,' dedi. Tarlada birlikteyken, kardeşine saldırdı, onu öldürdü.
Rab, Kabil'e, 'Kardeşin Habil nerede?' diye sordu. Kabil, 'Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?' diye karşılık verdi.
Rab, 'Ne yaptın?' dedi. 'Kardeşinin kanı topraktan bana sesleniyor. Artık döktüğün kardeş kanını içmek için ağzını açan toprağın laneti altındasın. İşlediğin toprak bundan böyle sana ürün vermeyecek. Yeryüzünde aylak aylak dolaşacaksın."

Öldürmeyeceksin!

Yukarıdaki kısa metin suçla insan arasındaki ilişkiye dair önemli sorunsalları içermektedir. Tanrısal yasayı çiğneyen Kabil, kıskançlık gibi yedi ölümcül günahın en üst sıralarında yer alan bir duyguya kapılmış, bu duygu ona, On Kutsal Emir'den en önemlisini "Öldürmeyeceksin!" yasasını çiğnemiştir. Üstelik en yakınını, kendi kanından olanı,öz kardeşi Habil'i öldürerek. Anlaşılabileceği üzre buradaki kardeş aynı zamanda herhangi bir insanı da temsil etmektedir. Çünkü Kabil ile Habil, Âdem ile Havva'nın çocuklarıdır. Yani, kutsal metine göre ilk insanlardır. Onlar herkesin atasıdır. Herkes onlardan doğacaktır. Eski Ahit'teki bu izlek yani kendi kanından olanı öldürmek, Sophokles'in Kral Oidipus'unda, Shakespeare'in Hamlet'inde, Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'inde de kullanılacaktır. Ama Eski Ahit'teki bu cinayet metnini kadim bir model haline getiren özellik sadece kendi kanından birinin öldürülmesi değildir. Bu metinde yazılanlar, kuşkusuz tanrı/yazar tarafından kurgulanmıştır. Yazılanların gerçekten yaşanmış oluğunu düşündüğümüzde de aynı olasılık karşımıza çıkacaktır; yazgıyı belirleyen Tanrı olduğuna göre, Habil'e, Kabil'i öldürten de Tanrı'dır. Gerçek yaşamı da, metni de kurgulayan aynı yaratıcı, aynı güçtür. Bunu neden yapmaktadır? İnsanlarla oynamayı sevdiğinden mi? Onlara acı çektirmek hoşuna gittiğinden mi? Yoksa onlara nasıl yaşamaları gerektiğini öğretmek istediğinden mi? Genellikle kabul gören sonuncu seçenektir. Tanrı, iyilik ve kötülük, zekâ ve aptallık, yaratıcılık ve yıkıcılıkla var olmuş insana yapmaması gerekenleri bu acı örnekle göstermek istemiştir. Ama bunu yaparken neler hissetmiştir, bunu kestirmek zor. Ancak suçu anlatan yazarların anlattığı cinayetlerde neler hissettiklerini biliyoruz. Agatha Christie'nin çok eğlendiğini söyleyebiliriz. Shakespeare ve Dostoyevski'nin ise o kadar eğlendiğini sanmıyorum. Öyle olsaydı Hamlet de, Raskolnikov da bu denli derin, bu denli karmaşık, bu denli trajik karakterler olmazlardı. Ama iyi yazarların tümü için söyleyebileceğimiz tek gerçek, cinayet metinlerini kaleme alırken hepsinin de hem katil, hem kurban olduğudur. Öldürme anı ve ölme anını hissetmeden iyi cinayet metni yazılamayacağı gibi, bu, insan yazgısını değiştirebilecek güçteki eylemin katilin/kurbanın üzerindeki etkisini anlamak da olanaksızdır.

Kabil suçlu olarak yaşayacaktı...

Yeniden Eski Ahit'teki metine dönecek olursak, kurbanın yani Habil'in rolünün oldukça az olduğunu görürüz. Genç yaşta ölür ve yaşamdan da metinden de çekilir. Belki Tanrı onu cennetine alarak ödüllendirmiştir, bunu bile bilmeyiz. Bildiğimiz Habil'in misyonunu tamamlayan bir karakter olarak artık Eski Ahit'teki metinde yer almayacağıdır. Oysa katil, yani Kabil metinde bir suçlu olarak yaşamayı sürdürücek, korkacak, sürgüne gönderilecek, vicdan azabı duyacak ve bağışlanmak için uğraşacaktır. Ve insanlar kötü bir örnek olarak birbirlerine onu göstereceklerdir. Aynı yazgı Oidipus, Macbeth, Raskolnikov için de geçerli olacaktır. Tarihin farklı dönemlerinde, farklı ülkelerde, farklı dillerde kaleme alınan üç ayrı yapıtın üç ayrı kahramanı da Kabil'le aynı çileyi çekecektir. Tıpkı, kutsal projeyi gerçekleştirmek için İsa Peygamberi ihbar etmek görevini üstlenerek hain ve kötü damgasını taşımak zorunda kalan Yahuda gibi.

İyilikle kıyaslandığında, kötülük her zaman daha çekicidir. Belki daha karmaşık olduğundan, belki insanların saklamaya çalıştığı bir özellik olduğundan. Öyle ya kimse çıkıp da ben kötüyüm demez; Marki De Sade gibi birkaç "çatlak" yazardan başka. Ama suçu ya da kötülüğü yazanlar da ikiye ayrılır. İlk gruptakiler konunun çekiciliğinden dolayı bu izleğe yönelmişlerdir. Bu yazının konusu onlarla ilgili değildir. İkinci gruptakiler ise, kötülük ya da suç, insanı ve toplumu anlatmada bir turnusol kağıdı olduğu için bu seçimi yapanlardır ki bu yazının konusu bu türden yaratıcılardır. Kuşkusuz kötülükle, suçla ilgilenenler yalnızca yazarlar değildir. Hukukçular, suç uzmanları, psikologlar, sosyologlar, polisler de suçlailgilidirler. Üstelik onlar, suça ve suçluya yazarlardan daha yakındırlar; kimi zaman dokunacak kadar yakın. Ancak suça yazarların (sanatçıların) bakış açısıyla, bilim adamlarının bakış açısı arasında yöntemsel bir fark vardır. Bilim yaşamı parçalayarak inceler. Yaşamın maddi gerçekliğini kavrayabilmek için böyle bir yönteme gereksinimi vardır.

Edebiyat ise yaşamı bütünsel olarak değerlendirir. Issız bir adada tek başına kalmış bir karakteri anlatırken bile, onu yaşadığı çağdan, yaşamış olduğu toplumdan, çevresinden ayrı ele almaz. Dolayısıyla romanlardaki, öykülerdeki suç ya da kötülük bir anlamda bize yaşamı yeniden sunar. Öyle olduğu için de yazar suçu anlatırken felsefeden, kriminalistik bilimine, sosyolojiden, tarihe kadar bütün bilimsel disiplinleri kullanmak zorunda kalır. Daha önemlisi edebiyatın temel malzemesi olan dili kullanarak yepyeni bir dünya yaratır. Ki bu yazınsal dünya çoğu zaman gerçek yaşamla boy ölçüşecek denli sahicibir biçimde yaratılmıştır. Bu yazınsal dünyanın Tanrı'sı ise kuşku yok ki yazarın kendisinden başkası olmayacaktır. Bu noktada Eski Ahit'teki cinayet metnine dönmenin tam da sırası. Suçu yazan bütün iyi yazarlar gibi, Eski Ahit'in yazıcısı da yarattığıkahramanı (Kabil) sevmektedir. Bütün eksikliklerine, kusurlarına, içindeki kötülüklerine rağmen ondan sevgisini esirgemeyecektir. Nitekim, Kabil ile Habil hikâyesinin sonunu şöyle tamamlayacaktır.

"Kabil, 'Cezam kaldıramayacağım kadar ağır,' diye karşılık verdi. 'Bugün beni bu topraklardan kovdun. Artık huzurundan uzak kalacak, yeryüzünde aylak aylak dolaşacağım. Kim bulsa beni öldürecek.' Bunun üzerine Rab, 'Seni, kim öldürürse, ondan yedi kez öç alınacak,' dedi. Kimse bulup öldürmesin diye Kabil'in üzerine bir nişan koydu. Kabil, Rab'in huzurundan ayrıldı. Aden bahçesinin doğusunda, Nod topraklarına yerleşti."

Kötülükle yüzleşmek

Kabil sürgün edildiği topraklarda yaşayacak, çocukları olacak, nesli sürecektir. Bu arada Rab, Âdem ile Havva'ya ölen Habil'in yerine yeni bir erkek çocuk bağışlayacak, çocuğun adı ise Şit, yani "bağışlamak" olacaktır.

Eski Ahit'teki metin bu yönüyle de yazarların, yarattıkları kahramanları olduğu gibi benimsemeleri, onları çok yönlü karakter özellikleri içinde sevmeleri anlamında da bir model oluşturmaktadır. Bir anlamda yazarlara, onu kendinizden ayrı düşünmeyin. Çünkü onu siz yarattınız, ondaki iyilik de kötülük de, zekâ da, aptallık da sizdendir. Onları yazarken, kendinizi yazarmışcasına dürüst olun, cesur olun, hoş görülü olun demektedir. Eski Ahit' teki metnin yazarı kendi metinlerinde bunu başarabilmiş midir? Bilmek imkânsız. Aslında farklı dinler, farklı inanışlar bu soruya farklı yanıtlar vermişlerdir. O nedenle en iyisi bunun yanıtını okurlara bırakmak. Ama biz ölümlü yazarlara baktığımda, rahatlıkla şunu söyleyebilirim, kendi ruhlarındaki karanlığa gözlerini kırpmadan bakabilenler, içlerindeki kötülükle yüzleşebilenler, akıllarının kuytusunda gizlenen katili anlatmaktan çekinmeyenler, genellikle iyi yazarlardır. Çünkü onlar, tıpkı Eski Ahit'in yazarı gibi, karakterlerini kendi suretlerinden yaratmışlardır. Çünkü onlar, yarattıkları karakterlerin dudaklarına kendi nefeslerini üflemişlerdir.

Ahmet Ümit (Radikal - 28.04.2006)

Ben Ölürsem Akşamüstü Ölürüm

Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Şehre simsiyah bir kar yağar
Yollar kalbimle örtülür
Parmaklarımın arasından
Gecenin geldiğini görürüm

Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Çocuklar sinemaya gider
Yüzümü bir çiçeğe gömüp
Ağlamak gibi isterim
Derinden bir tren geçer

Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Alıp başımı gitmek isterim
Bir akşam bir kente girerim
Kayısı ağaçları arasından
Gidip denize bakarım
Bir tiyatro seyrederim

Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Uzaktan bir bulut geçer
Karanlık bir çocukluk bulutu
Gerçeküstü bir ressam
Dünyayı değiştirmeye başlar
Kuş sesleri, haykırışlar
Denizin ve kırların
Rengi birdenbire karışır

Sana bir şiir getiririm
Sözler rüyamdan fışkırır
Dünya bölümlere ayrılır
Birinde bir pazar sabahı
Birinde sararmış yapraklar
Birinde bir adam
Her şeye yeniden başlar

Ataol Behramoğlu



9 Kasım 2010 Salı

Zaman Paradoksu

Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var; daha geniş oto yollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var.

Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz; daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz.

Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz; daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var. Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz; daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var. Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz; daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var.

Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz, çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz, çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz, çok az okuyor çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz. Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık. Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz.

Geçimimizi sağlamayı öğrendik, ama yaşam kurmayı öğrenemedik. Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık.

Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var. Dış Uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik.

Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık.

Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik. Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik.
Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz.
Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz.

Koşuşmayı öğrendik, ama beklemeyi öğrenemedik. Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha çok kopya çıkarmak için daha çok bilgisayarlar yapıyoruz, ama git gide daha az iletişim kuruyoruz.

Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır.

Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir. Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir. Vitrinlerde her şeyin sergilendiği, ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız.

Öyle bir zaman ki teknoloji bu mektubu size getirebilir, siz bu içselliği ya paylaşmayı, ya da sil tuşuna basmayı seçebilirsiniz.

"Yaşam, aldığımız nefes sayısıyla değil, nefesimizi kesen anların sayısıyla ölçülür."

George Carlin

8 Kasım 2010 Pazartesi

Biriyle tanıştığımızda iki şey olabilir: Ya arkadaş oluruz ya da karşımızdaki kişiyi inançlarımızı kabul etmesi için ikna etmeye çalışırız. Kor ile kömür karşılaştığında da aynı şey olur: Ya ateşini karşısındakiyle paylaşır ya da kömürün yoğunluğu altında boğulur, sönüp yok olur. İlk karşılaşmalarda genellikle kendimizi güvensiz hissettiğimizden umursamazlığı, kibri ya da aşırı tevazuyu deneriz. Sonuçta da olduğumuzdan farklı biri halinde ilişki kurarız ve olaylar bizi aslında bize ait olmayan yabancı bir dünyaya götürür. 

Epictetus

7 Kasım 2010 Pazar

sükûnetle yeşeren aşk eylüle takılmaz…

bir uçuruma uç oturduk
tunç tan içimizi gezen aynı kan
anladık ellerimizin sıcaklığından

öpüşmedik dahi
uçuşmasın diye kuşlar

bakıştıkça
bir testinin çatlağını kapattık

kuru yapraktık içi yeşile duru
yağmur baktık yağmur yaktık

bir dudak payı kadar ömrümüz
bir de çatlak bir de öpülmemiş

japon balıklarından öğrendik
haiku yazmayı
deniz içerken görünce bir balığı

yanaklarımız birbirinde uyurken
çay kokulu bir çocuk geçti içimizden

demlenip geldi çay
nemlenip gözlerimiz

yanaklarımızda süzüldü
birbirimiz


mustafa ergin kılıç
yer yara kabuğu – yasak meyve yayınları – ekim 2009

İzleyiciler