24 Şubat 2015 Salı

hayalci balık


gel gelelim çocuğun tuttuğu balık
en hayalci olanıydı
oynaşan parmakları
suyun yıldızları sandı

hüseyin murat çinkılıç


16 Ocak 2015 Cuma

Muhteşem Hayatların Yazarı


İlk dedektif öyküsü basıldığında yalnızca 13 yaşındaydı. Francis delikanlılığında futbol oynamak için büyük gayret gösterdi, fakat, kızların elbiselerinin sırtları leke olmasın diye erkeklerin ellerinde mendil tuttup dans dersi aldıkları kurslara katılmayı tercih etti. Kibardı, centilmendi. Öyle ki, güneyli ve çok ince bir erkek olmayan babası, oğlu Francis'in ağzından bir küfür duyabilirse ona 5 dolar vereceğini söylerdi. 

Amerikan edebiyatı klasiklerinden "Muhteşem Gatsby"nin muhteşem yazarı Francis Scott Key Fitzgerald, 1896 Eylül'ünde, 481 Laurel Avenue, St. Paul, Minnesota adresinde doğdu. Babası Edward' ın hasır koltuk yapımı işleri bozulunca New York'a taşındılar. Fitzgerald' ın annesine yani İrlandalı bir göçmenin kızı Mollie'ye babasından miras kalınca 1908 yılında tekrar Minnesota'ya taşınıp maddi rahata kavuştular. 


Fitzgerald, kendisiyle aynı dönem yazarlarından olan, dostu Ernest Hemingway gibi, hayatın, kanlı, terli, tatsız ve pis yönlerini yazmadı. Hikâye ve romanlarının kahramanları "çok" zenginlerdi. Bu tip insanların entrika dolu dünyaları, yaşamlarındaki inişler, çıkışlar, çöküşler; İrlandalı, ortasınıf bir aileden gelen Scott Fitzgerald' ın hayalgücünü esir aldı. 


Haydi askere 

1917'de Princeton Üniversitesi'nde öğrenciydi ancak mezun olma ihtimali düşük olduğundan askere yazıldı. Piyadede ikinci teğmendi. Savaşta öleceğini düşündüğü için, büyük bir süratle "Romantik Egoist" adlı romanını yazdı. Yayınevi, bu romanın orijinalitesini övmesine karşın, geri çevirdi. Fitzgerald, 1918'de Alabama'ya, Montgomery yakınlarındaki Sheridan kampına tayin edildi. Burada, Alabama Anayasa Mahkeme savcısının kızına, 18 yaşındaki Zelda Sayre'e âşık oldu. Onunla evlenebilmek için paraya ihtiyacı vardı. Büyük bir ümitle romanı revize edip yolladı, ama ikinci kere reddedildi. Tam denizaşırı tayini çıktığında savaş bitti. Zengin olup evlenebilmek için 1919 yılında New York'a gitti. Bu arada Zelda, Fitzgerald'ın zengin olmasını beklemekten vazgeçip nişanı bozdu. Genç adam yeniden yazmaya oturdu. Bu sefer, "Cennetin Bu Yakası" adıyla gönderdiği romanı, daha önce iki kere geri çeviren yayınevinin editörü Maxwell Perkins kabul etti. 1919 sonbaharında, dergilerde hikâye yazmayı kendisine iş edinen Fitzgerald, gerçek romanlarını yazarken sık sık ara veriyor ve bu aralarda ona para kazandıran popüler şeyler yazıyordu. Bunu sonuna kadar da sürdürdü. Francis, "Cennetin Bu Yakası" isimli ilk romanının karakterlerini Princeton'dan seçtiği kişiler üzerine kurguladı. Princeton'u, gelişigüzel, uluorta sürdürülen ilişkilerde değer farklılıkları gözetmeyen ateşli gençlerin alkol yuvası olarak yansıttı. Konusu itibariyle zamanında skandal yaratan roman, 26 Temmuz 1920'de basıldığında müthiş sattı. Böylece, 24 yaşında olan Francis Scott Fitzgerald, neredeyse bir gecede üne ve paraya kavuştu. Bundan bir hafta sonra Zelda ile New York'da evlendi. Böylece, uzun bir zamanı Amerika Paris arasında geçen beraberlikleri başladı.

Francis Scott, hayatında gördüğü en güzel kızın Zelda olduğunu ve onu ilk gördüğü andan itibaren kendisine ait olmasını istediğini saklamadı. Daha ilerde yaptığı konuşmalarında ise, flört devrelerinde Zelda'nın seksüel olarak pervasız ve ihtiyatsız olduğunu da ekledi. Genç yazar Zelda ile cinselliği evlilik sonrasına bırakmak istemesine rağmen, Zelda gelenek ve görenekleri hiçe saymaktan zevk duyuyordu. Evliliklerinden bir yıl önce sevgili oldular. Katolik olarak büyütülen Fitzgerald, evliliklerinde doğum kontrolün tüm yöntemlerine karşı isteksizdi. Buna karşın, Zelda'nın her üç kürtajında da, karısının yaşadığı suçluluk duygusunu paylaşır gibi görünmedi. 

Fitzgerald, Zelda'nın müsrif, savurgan yaşam tarzına çabuk ayak uydurdu. Ancak ikisi de çok fazla kıskançtı. Tek başlarına bir yere gidişleri sayılıydı. Bir keresinde ünlü dansçı Isadora Duncan, Fitzgerald'la açıkça flört etmeye kalktı. Zelda bunun karşısında kendini merdivenden aşağıya bıraktı! Fitzgerald ise bir başka olayda, Edouard Jozan adında bir Fransız pilotu çekici bulan Zelda'yı bir ay boyunca villada kilitledi ! Zelda ve pilot büyük bir ihtimalle hiç birlikte olmamışlardı, fakat yine de "belki" ihtimali ile Fitzgerald yıllarca kıvranıp azap çekti. 

Connecticut' da düzensiz, huzursuz, curcunalı geçen uzun bir yaz sonrasında, Fitzgerald New York'ta bir daire tuttu. Burada ikinci romanı, "Güzel ve Lanetli"yi yazdı. 1921'de Zelda hamile kalınca ilk Avrupa turuna çıktılar, Amerika'ya dönüşte St. Paul'a yerleştiler ve tek çocukları Frances Scottie doğdu. Fitzgerald, savurgan yaşamlarına para yetiştirebilmek için, tükenmeyen bir hararetle kısa hikâyeler yazıyordu. Bu arada alkolik oldu, fakat romanlarını daima ayıkken yazdı. Zelda da çok içiyordu ama alkolik değildi. İçkili olduklarında, çift arasında sık sık kavgalar olduğuna şahit olundu. Fitzgerald 1924 ilkbaharında Fransa'ya giderek huzurlu bir çalışma ortamı aradı. Yaz ve sonbahar boyunca, St.Raphael yakınlarında yaşarken, Amerikan edebiyatı klasiği kabul edilen o muhteşem romanı, "Muhteşem Gatsby" yi yazdı. 

Arkadaşım Hemingway 

İlk romanından sonra yazdıkları olumlu eleştiriler almasına karşın, ilk başarısını yineleyemedi. "Muhteşem Gatsby", Fitzgerald'a sadece 1200 Amerikan doları kazandırabildi. Halbuki "Saturday Post"ta aceleyle yazdığı kısa hikâyelerden bu paranın üç mislini alıyordu. Fitzgerald, 1936'da "Esquire" dergisine bir seri itirafname tarzı makaleler yazdı. Bu yazılar Fitzgerald'ın duygusal iflasını anlatır. Kaybettiğine inandığı duygularını yeniden keşfe çıkışı sayılabilir. O sıralarda Esquire dergisine yazan bir başka yazar vardı. Rakibi, aynı zamanda arkadaşı Ernest Hemingway. Hemingway ile 1925 Mayıs'ında Dingo Bar'da tanıştılar. Esquire'da, "Klimanjaro'nun Karları" hikâyesi sırasında, Hemingway şöyle bir yorum yazdı: "Zavallı Scott Fitzgerald, zenginliğe olan korku ile hayranlık karışımı saygısı, onun sağlığını bozdu". 

Bunun üzerine sinirlenen Fitzgerald, Hemingway'e bir mektupla cevap verdi: "Arada sırada 'de profundis' (Oscar Wilde'ın de profundis'i gibi) yazmayı seçiyorsam, ölü bedenimin arkasından, arkadaşlarım yüksek sesle dua etsin istiyorum anlamına gelmiyor bu."
Fitzgerald para kazandıran hikâyeler yazmaya devam etti. Önceleri Zelda'nın alışkın olduğu pahalı hayat tarzını sürdürebilmek için, daha sonra yine Zelda'nın depresyon tedavisini ödeyebilmek için. Arkadaşlarına ve hastaneye olan borcu gırtlağa dayanınca, 1937'de, film senaryosu yazmak için Hollywood'a gitti. MGM film stüdyoları ile anlaşma yaptı. Aldığı para iyiydi, fakat stüdyo ile sürekli anlaşmazlığa düştü. "The Last Tycoon" (Türkçeye "Son Düş" ve "Son Patron" adlarıyla çevrildi) adlı romanı film endüstrisi hakkındaydı. Bu romanı yazarken, kalp krizi geçirerek hayatını kaybettiğinde sadece 44 yaşındaydı. Zelda ise sekiz yıl sonra himaye edildiği yerde çıkan bir yangında öldü.
Ünlü editör Maxwell Perkins, Fitzgerald'ın ölümüyle yarım kalan "The Love of the Last Tycoon"u bitirmesi için John O'Hara' ya yanaştı. Ancak, John O'Hara, Fitzgerald' ın başladığı çalışmaları hiçbir yazarın bitiremeyeceği inancıyla bu teklifi geri çevirdi. John O'Hara, John Steinbeck' e yazdığı mektupların birinde, "Fitzgerald tek başına hepimizin toplamından daha iyi bir yazardı" der. 

Penis kıyaslaması 

Biyografisini yazan bazı yazarlar, Fitzgerald' ın gizli bir homoseksüel olabileceği spekülasyonları yaptılar. Yazarın homoseksüellik tecrübesi olduğuna dair bir döküm bulunamadığı için, deliller ikinci dereceden önemsiz kanıtlardı. Tariflerde, narin, kadınsı hatları olduğu yazıldı. Bir sohbetleri sırasında arkadaşı Edmund Wilson' a, "Genç bir erkekle, aşk dolu bir haftasonu macerası için deniz kenarına gitmek istediğini" söyledi fakat hiç bir zaman gitmedi. Ancak, daha somut bir özelliği ayak fetişisti oluşuydu. Ayağı seks objesi olarak gördüğü için kendi ayaklarını elinden geldiği kadar saklamaya çalışırdı. Mesela kumsala gittiğinde, görünmesin diye kumların içinde saklardı. Ayakları gibi, Fitzgerald'ın utandığı bir yeri daha vardı, penisi... 

Birgün, Zelda Fitzgerald' a, ne kendisini ne de başka bir kadını tatmin edemeyeceğini, meselenin penis ölçüsü olduğunu söyledi. Egosu, duyguları paramparça olan Fitzgerald, dostu Ernest Hemingway'e danıştı. Hemingway, Fitzgerald'a organlarını mukayese etmeyi önerdi. Mukayese sonrası Fitzgerald'ın normal olduğunu deklare etti. Fakat Fitzgerald ikna olmadı. Bunun üzerine Hemingway, heykelleri incelemek üzere, Fitzgerald'ı Louvre Müzesi'ne götürdü. Ne yazık ki bu da bir teselli olmadı. 

Anılara göre Fitzgerald, yıllar sonra bir hayat kadını olan Lottie' i tanıdı. Ona, başka erkeklerle mukayese edildiğinde erkeklik organının nasıl olduğunu sordu. Lottie, meselenin ölçüde değil, teknikte olduğuna dair yazarı ikna etti. Lottie' nin söylediğini, daha sonraları metresi olan Sheilah Graham da onayladı. Fitzgerald yazmaya hazırlanırken, seks yapmayı ısınma hareketi sayardı. Ve yazısını bitirmesi gereken zaman yaklaştığında seks yapardı. Lottie, Fitzgerald'ın sinirli olduğu için çok aceleci davrandığını sandığını, ancak daha sonra onun tarzının bu olduğunu öğrendiğini ortak bir arkadaşa söyledi. Sonra da Fitzgerald' a bazı teknik ipuçları verdiğini, yazarın da minnettar olduğunu ekledi. 

Tutkusuz aşklar 

Profesyonel balerin olma isteği ile aralıksız bale çalışan Zelda, 1930'da ilk depresyonuna girdi. Paris'de yaşıyorlardı. 1931 yılında Amerika'ya döndüler. Zelda'nın yazdığı "Valsi Bana Ayır" 1932 yılında yayınlandı. Bu kitapla ilgili ilk denemeleri klinikte yatarken tamamladı. Zelda'nın otobiyografik çalışması Fitzgerald'ı çileden çıkardı. 

Fitzgerald, 1934'de yayınlanan "Geceler Güzeldir"de Amerikalı bir psikoloğu ve onun zengin bir akıl hastası ile olan evliliğini anlattı. Bu romanından para kazanamadı. Zelda 1934'de de bir resim sergisi açtı. Sonraki yıllarda kliniklerle ev arasında mekik dokuyan Zelda 1937 yılının yazında hastaneye yatınca, Fitzgerald Güney Carolina, Ashville'de bir motele yerleşti. Orada, evli bir kadın olan Rosemary ile uluorta beraberlik yaşadı. Fitzgerald, Lottie'i de Ashville'de tanımıştı. Zelda 1940 yılının Nisan ayında hastaneden çıktı, Montgomery'deki annesinin yanına geldi. 

Fitzgerald hayatının son üç yılını, Sheilah Graham isminde, İngiltere doğumlu, Hollywood'da yaşayan bir yazarla geçirdi. Sheilah, daha önce sekiz sevgilisi olduğunu ilişkilerinin henüz başındayken itiraf edince Fitzgerald şoke oldu. 

Sheilah Graham, "Gerçek F. Scott Fitzgerald" isimli kitabında yazarın sağlıklı ve karmaşık olmayan ilk ilişkisi olduğunu yazdı. Sheilah kitabında başka detaylara da yer verdi, "Beraber olduğumuz zaman içinde, onu çırılçıplak gördüğümü hatırlamıyorum. Fakat kendi bedenimle ilgili olarak, ben de en az onun kadar utangaçtım. Bu tutumumuz seksüel olarak iyi zaman geçirmemizi engellemedi. Tatmin sonrası birbirimizin kollarında uzanır, yakınlığımızın zevkini çıkarırdık. Sevişmelerimiz, insanı bitkin düşüren, çılgınca haller olmadı. Duyarlı, nazik, yumuşak hareketlerle seviştik, ikimizin beraber olduğu anlar, mutluluğun en mükemmel ifadesiydi" dedi. Ve, yatakta öldüğü rivayetinin tersine, Fitzgerald' ın, "Princeton Yıllığı" nı okurken sancılandığını, koltuğundan kalkmaya çalışırken yığılıp öldüğünü yazdı. 

Yazarın hayatı trajik ayrıntılarla doluydu. Francis Scott Fitzgerald 44 yaşında kalp krizi geçirip hayata veda ettiğinde, "Muhteşem Gatsby", "Geceler Güzeldir" gibi romanlarının asla ölmeyeceklerini ve kendisinin 1950' lerden itibaren edebiyat dünyasının unutulamaz isimlerinden biri olacağını bilmiyordu muhtemelen...

Derleyen: Ayşe Akdeniz

15 Ocak 2015 Perşembe

Hurma Zeytini / Bir Anı

Arabamız su kaynatmasa durmayacaktık, o sıcak yaz günü Balıkesir' in Savaştepe ilçesinde. Yola çıkmadan önce arabaya bakım yaptırmış, hararet sorunu olduğunu söylememe rağmen arıza bulamamışlardı. Dağda su kaynattıktan sonra motorun soğumasını bekleyip ancak Savaştepe'ye kadar gidebilmiştik.
Birlikte yolculuk ettiğim eşim ve kızımın da canı sıkkındı. Günlerden pazardı ve her yer tatildi. Sanayi sitesinde arabaya baktıracak birilerini aradık, bulamadık. Can sıkıntısı ve çaresizlik içinde söylenirken tamirci aradığımızı duyan birileri aracılığıyla tanıştık; Hüseyin amcayla.
Elinde küçük bir alet çantası vardı. Yardımcı olmak istediğini söyledi.
Motora yaklaştı, sesini dinledi. Kontağı kapatıp tekrar açtı. Hiçbir yere dokunmadan uzun uzun motoru ve çalışmasını izledi. "motorun soğutma sisteminde sorun görmediğinden" söz etti. Bir süre daha bakındı. Sonra"buldum galiba" diye haykırdı. "Her şey normal görünüyor ve su kaynatıyor ise araba su eksiltiyor demektir. Muhtemelen kalorifer peteği delinmiş, su kaçırıyordur. O takdirde döşemelerin ıslak olmalı" dedi. Gerçekten de onca uzmanın çalıştığı servisin bulamadığı sorunu kısa sürede görmüştü. Arabanın kalorifer sistemi su kaçırıyor eksilen soğutma suyu yüzünden araba hararet yapıyordu. Kalorifer sistemini devre dışı bırakıp geçici bile olsa su kaçağını önleyip sorunu çözdü, Hüseyin amca. Teşekkür edip borcumu sordum. Arabanın camındaki tıp armasını gösterdi;
- Doktor musun?
- Evet.
- Bizim hanımın yıllardır geçmeyen ağrıları var. Gelip bakarsan ödeşiriz. Ben de hanıma doktor götürmüş, gönlünü almış olurum. Hem de çayımızı içer soluklanırsınız. Hep beraber, Hüseyin amcanın evine gittik. Tek katlı bahçeli şirin bir evdi.
Hanımının şikayetlerini dinleyip, muayene ettim. Çoğu yaşlılığa ve menopoza bağlı yakınmaları için tavsiyelerde bulunup iki de ilaç yazdım. Kadıncağızın yüzü güldü. Teşekkür etti. Çay hazırlamak için izin istedi.
Bu arada ilkokul çağındaki kızım boş durmuyor odaları karıştırıyordu. Bir şey kırıp dökmesin diye yanına gittiğimde evin bir odasının duvarlarının kitapla dolu olduğunu gördüm. Şaşkınlığım daha da artmıştı. Muhabbet ilerleyince, tamirci sandığım Hüseyin amcanın gerçekte emekli ilkokul öğretmeni olduğunu 39 yıl devlet hizmetinde Ege'nin köylerinde
çalışıp emekli olduktan sonra Savaştepe'ye yerleştiğini anlattı. Çocuklarının okuyup büyük şehre gittiğini burada hanımıyla baş başa yaşadığından dem vurdu.
- Neden buraya yerleştin?
- Ben okumayı, yazmayı, hayatı burada öğrendim. Sizler bilmezsiniz, unutuldu gitti. Ben Savaştepe köy enstitüsünün ilk mezunlarındanım. Hasan Ali Yücel maarif vekili iken ilk köy enstitüsü burada açıldı. Burada öğrendim ben hayatı, bir şeyler öğretmenin nasıl mutluluk verdiğini. Ayrılamadım buralardan.
- Peki bu tamircilik işi nereden çıktı?
- Dedim ya, bilmezsiniz sizler, köy enstitüsü mezunu olmanın ne demek olduğunu ? O zamanın okulları sanırsınız. Halbuki orada bu toprağın çocuklarına okuma yazmanın yanı sıra çiftçiliği, hayvancılığı, inşaat yapmayı, yemek yapmayı, bozulanları tamir etmeyi, örgü örmeyi hatta az buçuk hekimlik yapmayı bile öğrettiler. Hayatı öğrendik ve öğretmen olup
hayatı öğrettik çocuklara.
- Yani elinizden çok iş geliyor.
- Köy enstitülerinde bilmeyi, öğrenmeyi, düşünmeyi soru sormayı, aklını kullanmayı öğretiyorlardı. Zaten bu yüzden yaşatmadılar ya...
Bu arada çaylar geldi. Çayın yanında ekmek peynir ve zeytinden oluşan kahvaltı da hazırlamıştı Hüseyin amcanın hanımı. Emekli olduktan sonra zeytinciliğe başladığını sofradaki zeytinin de kendi ürünleri olduğundan söz etti.
- Zeytinin hikmetini bilir misin? Meyveleri ile karnımızı doyurmuş, yağını çıkarmışız. Kandillerde yakıp aydınlanmışız, odunu ile ısınmışız. Giderek ona benzemişiz.
- Nasıl yani?
- İnsan da doğanın meyvesi değil mi?
Sofradaki zeytin çanağından aldığı zeytini ışığa doğru tutup;
- Doğup büyüdüğünde zeytin tanesi gibi acı, yeşil bir meyve insan.
Çoğunu sıkıp yağını çıkarıp posasını da sabun yapıyoruz. Yani heba olup gidiyor. Bir kısmını sofralık ayırıyor selede tuza yatırıp acı suyunu atmasını buruşup bu hale gelmesini sağlıyoruz. Veya salamura yapıp olduğundan daha şişkin gösterişli hale getiriyoruz. İnsanlara da böyle yapmıyor muyuz ? Okullarda okutup okutup hayata hazırladığımızı
sanıyor ya şişiriyor ya da buruşturup atıyoruz insanları.
"Sizin köy enstitülerinde yaptığınız da böyle bir şey değil miydi" diye soracak oldum. Hanımına baktı gülüştüler.
- Hurma zeytini bilir misin?
- Bilmem. Hiç duymadım.
- Egenin bazı yerlerinde olur. Ağaç aynı ağaçtır ama her yıl kasım ayı sonu gibi denizden karaya esen rüzgar ile zeytin ağaçlarına bir mantar bulaşır. Bu mantar zeytinin terini giderir, acısını dalında alır. Dalında olgunlaşır zeytinler. Toplandığında yemeğe hazırdır anlayacağın.
- Eeee.
- Köy enstitüleri de böyleydi. Dalında olgunlaşan zeytinler gibi insanları oldukları yerde yetiştirmeye, onların bilgilerini de diğer insanlara bulaştırmayı amaçlamıştı. Doğup büyüdüğü ortamda olgunlaştırıyorlardı insanı. Hayata hazırlıyorlardı .
Sustuğumu görünce. Hanımından boşalan bardakları doldurmasını rica etti.
"işte bu yüzden, öğrendiklerimin zekatını vermek, zeytinin terini hatırlatmak için buradayım, doktorcum, unutulsun istemiyorum" dedi. Kitaplığından çıkardığı iki kitabı kızıma hediye etti. Vedalaştık. Arkamızdan bir tas su döküp, uğurladılar.
Dr. Mehmet Uhri

Not: Bu yazı, emekli öğretmen Hüseyin Kocakülah ve köy enstitülerine emek verenlerin anısına ithaf olunmuştur.

Denize Gidip Dönen Mavilerin Bire İndirgenen Üçlüğü

yalanlı dolanlı alçak doğruca yaşanmamış bir
bir gözsüz kulaksız elsiz ayaksız güdük bir gün
bütün yitiklerim karalarım üstüste üstüste bütün karışıklığım
gelip geçtiğim macera şu kadar binler yıllık
şu kadar binler yıllık karalarım karışıklığım üstüste
usul usul insan insan ölüm ölüm üstüste
şu kadar güneş şu kadar su şu kadar su yılanı şu kadar düzen
ben sebepliyim denizlere aylara kavgalara umursuzluğa
bir maviyi durup dururken birine benzetiyorum
bir balığın ağzını anıyorum durup dururken
serinliyorum

ben üç yer tasarlamıştım üçü de sana bana uygun
biri günebakanlarda biri otuz yaşta birini sorma
birini sorma gün gelir ben söylerim
daha usta olurum daha yiğit o zaman söylerim
bu kırgın karanlığı bir ışıtalım ilkin
yeniden şehirler kuralım şimdikilerine benzeyen
baştan başlayalım susamlara ekmeklere denizaşırılarına
sevmelere
gidip dönelim
belki bir yerde bir tohumda bir durumda belki
belki o ses o yudum o yumuşak döşekler yeşil yeşiller
ben taş çekerim yılmam çamur kararım yol döşerim
bakarsın göneniriz gidip dönelim
ben yılmam taş çekerim çamur kararım ben
senin de gürül gürül saçların var nasıl olsa.
Turgut Uyar

30 Ekim 2014 Perşembe

Öyle Sermestem ki İdrak Etmezem Dünya Nedir


Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedür
Men kimem sâkî olan kimdür mey û sahbâ nedür

Gerçi cânândan dil-i şeydâ içün kâm isterem
Sorsa cânân bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedür

Vasldan çün aşık-ı müstâğni eyler bir visal
Aşıka maşukdan her dem bu istiğnâ nedür

Hikmet-i dünyâ vü mâfiha bilen arif degül
Arif oldur bilmeye dünyâ vü mâfiha nedür

Ah u feryâdun Fuzûlî incidübdür âlemi
Ger belâ-yı ışk ile hoşnûd isen gavga nedür 

Fuzuli

Fotoğraf: Nurcan Azaz




23 Ocak 2014 Perşembe

Yaş Değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Şiir


Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç
Yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de
Bir kıyıya bakarken, bakarkenki ağlayan yüzünle
Ve yarışırsa ancak Monet'nin
Kadınlarına yaraşan giysilerinle
Gördüm de
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Öyle kısaydı ki adımların, diyelim bir yaz tatilinde
Bir otel kapısının önünde, tahta bir köprünün üstünde
Bir demet çiçekle paslanmış bir kedi arasında
Öyle kısaydı ki adımların
Şöyle bir bardak yıkayışının vaktiyle
Ölçülür ve denk düşerdi ancak
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Yok bir yanıtın "nereye" diyenlere
Bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın
Ve çabuk bir merhaban vardır bir yerden gelenlere
O bir yerler ki, diyelim çok uzak olsun
Sen gelmiş gibisindir oralardan, otobüslerden
Yollardan, deniz üstlerinden topladığın gülüşlerle
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki
Hani Etiler' den Hisar' a insek bile
Bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın
Çok yaşında her zamanki çocuksun gene
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Mart ayında patlıcan, ağustosta karnıbahar
Mutfağın mutfak olalı böyle
Bir adın vardı senin, Tomris Uyar' dı
Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene
Ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
Oysa güneş pek batmadı senin evinde
Söyle
Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.


Edip Cansever

16 Ocak 2014 Perşembe

Megalomani


Siz
Norveç'in en yüce bir dağı
Ben
Minnacık Danimarkalı karınca!
Ne var ki
Kimseler önleyemedi
Bugüne kadar
Dağlara tırmanmasını karıncaların.
Evet değişmez hiçbir şey
Dağ dağdır her zaman
Karınca karınca.
Ama sayın üstat!
Ben sizin doruğunuza eriştiğimde
Bir karınca boyu da olsa-
Daha yüksek sayılmaz mıyım sizden?
Haydi hoşça kalın!


Hulda Lütken

Çeviren: Ata Karatay

15 Ocak 2014 Çarşamba


"İnsanı dil kıymetlendirir ve insan onunla saadet bulur; insanı dil kıymetten düşürür ve insanın dili yüzünden başı gider. Sözü çok söyleme, sırasında ve az söyle; binlerce söz düğümünü bu bir sözde çöz."

(Yûsuf Has Hacib / Kutadgu Bilig)

Ellerinize ve Yalana Dair


Bütün taşlar gibi vekarlı, 
hapiste söylenen bütün türküler gibi kederli, 
bütün yük hayvanları gibi battal, ağır 
ve aç çocukların dargın yüzlerine benziyen elleriniz. 
Arılar gibi hünerli, hafif, 
sütlü memeler gibi yüklü, 
tabiat gibi cesur 
ve dost yumuşaklıklarını haşin derilerinin altında gizleyen elleriniz. 
Bu dünya öküzün boynuzunda değil, 
bu dünya ellerinizin üstünde duruyor. 
Ve insanlar, ah, benim insanlarım, 
yalanla besliyorlar sizi, 
halbuki açsınız, 
etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız. 
Ve beyaz sofrada bir kere bile yemek yemeden doyasıya, 
göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan. 
insanlar, ah, benim insanlarım, 
hele Asyadakiler, Afrikadakiler, 
Yakın Doğu, orta Doğu, Pasifik adaları 
ve benim memleketlilerim, 
yani bütün insanların yüzde yetmişinden çoğu, 
elleriniz gibi ihtiyar ve dalgınsınız, 
elleriniz gibi meraklı, hayran ve gençsiniz. 
İnsanlarım, ah, benim insanlarım, 
Avrupalım, Amerikalım benim, 
uyanık, atak ve unutkansın ellerin gibi, 
ellerin gibi tez kandırılır, 
kolay atlatılırsın... 
İnsanlarım, ah, benim insanlarım, 
antenler yalan söylüyorsa, 
yalan söylüyorsa rotatifler, 
kitaplar yalan söylüyorsa, 
beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların, 
dua yalan söylüyorsa, 
ninni yalan söylüyorsa, 
rüya yalan söylüyorsa, 
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa, 
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı, 
söz yalan söylüyorsa, 
ses yalan söylüyorsa, 
ellerinizden geçinen 
ve ellerinizden başka her şey 
herkes yalan söylüyorsa, 
elleriniz balçık gibi itaatli, 
elleriniz karanlık gibi kör, 
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun, 
elleriniz isyan etmesin diyedir. 
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız 
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada 
bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir. 

Nâzım Hikmet Ran

Mektup


işte yine günün belini kırıyor akşam 
ve sen kırlara benzersin günün bu saati 
çıkarmamışsan çiçekli elbiseni. 

I

hatırla ve sıkı tut:
korkardın küçükken
serçe parmağın uçacak diye elinden.
diğer çocuklara benzerdim bense
benzemesi gibi, bir çinlinin diğerine.

II

şaşkınım, şehir açmıyor beni
ve namım yürümüyor burada
çünkü tuhaf burada her şey;
denizi sel basıyor hayret
hayret şehir sığmıyor taksiye
ve terör estiriyor rüzgar
kaldırıyor dağın eteklerini bile.

ve burada sensiz bahar
hem yatalak hem öpmeden geçiyor
bir jeton
yanağıma getiriyor da yanağını
kokunu rüzgara salsan
bana getirmiyor.

III

yoksun ya
güvercin avlıyor avluda kedi
kızlar gülüşüyor bahçede
gül üşüyor –gül üşür-
yoksun ya, bezden anne
yapıyor öksüz
öpmek için kendisine.


İbrahim Tenekeci

Kuşlar da Gitti


yalnızlık senin o konuşkan kuşun
hani hep duvarlara anlattığın
hapislerden kalma sürgünlerden.

yalnızlık senin o konuşkan kuşun
bulutlar taşıdığın yakut sürahide
begonyalar büyüten eski alışkanlık.

yalnızlık senin o konuşkan kuşun
kırk kapıdan geçmiş kırk kilitten.

yaralı, dili lal, kanadı kırık
vurulmuş başında bir yokuşun.
Behçet Aysan
Fotoğraf: Nurcan Azaz

8 Ocak 2014 Çarşamba

Beyaz Ölüm Kuşları


Sonra bir gün anneler de ölür
Böcekler ve kertenkeleler ölür
Boşalır suyu havuzun kum seddi yıkılınca
Sivrisinekler ve kağıttan kayıklar ölür
Sonra o gün çocuklar da ölür

Biz hepimiz önce küçük bir çocuktuk

Sonra büyüdük hepimiz çocuk olduk
Balçıktan bir külçe olan dölleri
En iri elleriyle kepçeliyen
Ve biçimliyen
Ve hep önce kendiyle biçimliyen
O dehşetli yontucuyu
Doğumu ve gebelik sanatının bütün hünerlerini
Sütten bir mermere eşsiz bir incelikle işliyen
Anneyi o usta nakkaşı
Unutmadık

Önce anne doğurdu çocuğu acıya
Sonra çocuk acıya anneyi ve ölümü kattı
Sonra herşey ve herkes çocuktan var oldu

Geçti sarp kayalardan aştı nice dağlar
İçti ağulu sütünü hayat denen annenin
Sıkıntının kutsal kabında yıkadı ellerini
Hüznü kuşlara dağıttı unutmasınlar diye onu
Acıyı gömdü toprağa gayrı açar mezarlık çiçekleri

Böyle vardı bir ırmak kıyısına
Anne bir tedirginliktir nerede olsa
Bağırgan bir karmaşadır onun sesi
takılır gibi eski bir gıramafona titrek bir iğne
- bu ayıp bu günah
bu çok ayıp günay
-el ne der sonra
ayak ne der
bırakmaz çoçuğu çocukça yaşamıya

ama bir gün anneyle de hesaplaşılır

çocuk yalnız annesine yaşar çocukken
anne yalnız çocuğuna yaşamaz anneyken
bölüşür anneliği babanın kasığında
çocuğun bakışında çelişkidir büyüyen
ağlamak bir soru olur sevginin yarım payında
-ah baba
niye baba

ve bir gün babalar ölür

tanrı bir ürpertidir çocuğun yüreğinde
her tanrı biraz baba gibidir
yiğit ve erkektir çocukları koruyan
umacılar ve peri masallarının korkulu padişahı
çünki tanrıyı yaratan ve öldüren şeyler aynıdır
vurunca acının ilk gölgesi yaratır kuşkuyu
acının padişahı elbette zalim olur
ve bilincin duvarına çarpınca şaşkınlığı
bir soru önce acıya sonra acıya uzanır
-hey tanrı
hani tanrı

böylece o gün tanrı da ölür

şimdi annenin yüreğinde ışıyandır
sevginin ıslak soluğuyla örgülü tapınak
bir gün bir kalem bir hokka içindeki kana bulaşır
akıtır mürekkebini sevda denilen papirüse
hani ki bir kuş gelir bir tapınağın duvarına yuva
yapar
çökertir tapınağı daha bir güzelleşir yuva
işte artık ne anne ne tapınak
yıkılır gözyaşlarının sığınağı da

sonra bir gün anneler de ölür

gerilir gıcırtısı bir tüfek tetiğinin
öfke yalnız tekliği besler büyür çocuk
çocuk büyür
sesi nemli yine elleri yine soğuk
hayat sığmıyorsa gövdene yüreğini sığdır çocuk
nemli bir sesi sığdır o gittikçe nemlenen
çocuk çocuk sana bir dost gerek

işte yeniden giyiniyor kendini çocuk
bir çiçek gibi kopardı başkalarına uymıyan yanlarını
kendini üstlemişsin var olmak için susmalar köprü
çocuk çocuk sana bir aşk gerek

sen iyilikler ve güzellikler uzmanı
suskunun gizemli sabrı
bir teraziyi en iyi kullanan
iğnenin ve ipliğin mercek gözlü büyücüsü
karnaval gecesinin eğlentisiz parmak çocuğu
ey hayat canbazı
ey ip şaşkını
ezberle o incecik tel üzerinde
hayatı dengeliyen asayı:
aşkın ve dostluğun ayrımı yoktur çocuk
ikisini de doğuran şey aynıdır

bir kuşa bakarken hüzünlendiren, bir güle baktıkça yürek kanatan,
bir yüreği açmadan solduran, bir kadınla yatarken çocuk gibi ağlatan,
uyuz bir kedi gördükçe kanı kudurtan, suyu yüz derece sıcaklıkta donduran,
anneyi üreten babayı coşturan çocuğu güldüren, seni izmirlere çılgın gibi koşturan,
bir vagon penceresinden şaşkın baktıran, bir mektubu ısrarla bekleten,
umudu dalında çürüten, acıyı dayanılır kılan bir çıbanı irinle onduran aşka merhem sürdüren
güneşsiz bir gök gördükçe öldüren öldüren öldüren.

Sevgi: tragedyanın kaynağı yaşamın kökeni insanı
Var kılan umut
Ah nasıl ayrılır aşk ve dostluk birbirinden
Can canı sever ötesi yok bunun çocuk
Ölümü ve ölümün ölümsüzlüğünü
Sevgiyi ve sevginin ölümsüzlüğünü
Ah elbette aşktır dostluğu mayalayan
Ama kim anlatabilir bu parmak çocuğa
Bir dostla bir sevgili arasındaki ayrımı
Hayır'lara evet'lerle direten
Çirkini öptüren kötüyü sevdiren
Aşkı sevgiliyle değil kendinle yorumla
Kim ki kendini açığa komaktan korkmaz
O saygın bir insandır
Herkes kendi yorumunun cellatıdır biraz da
Böylece lady chatterley de sevilir giovanni de
Böylece lady chatterley ve giovanninin sevgilisi de
Elbette her aşk yalnızca kendine sorumludur
Ama elbette her aşk kendine sorumlu
olunca
bir gün aşk da ölür

ve başlar sıkıntısı kuralsız bir çelişkinin
yapışkan bir sevişmenin sancısı doldurur
boşlukları
ve tutku aç bir güve gibi kemirirken sevdayı
dölün pasıyla bulanırken sevginin beyazlığı
ah şimdi kim inandırabilir bu eski çocuğa
aşkın ve dostluğun varlığını
bir gün ansızın yiter dostalar ve sevgililer
etin ve kemiğin sıcaklığıyla solar sevdalar

işte o gün her şey ölür

şimdi bu yüreği nerelerde beslemeli
bütün saksıları kırılıyorken güneşin büyüsüyle
ve ölümler ilençliyorken en masum sevinçleri
ve her sevgi kendisiyle çelişiyorken
şimdi bu nasıl doğmaklar olur yeniden beyazlara

ama şimdi kim kandırabilir sizi
bir ölünün hayat kokan ağzını öpmek için.


Arkadaş Zekai Özger

İzleyiciler