23 Ağustos 2016 Salı

Düşü Ne Biliyorum


Kimdi o kedi, zamanın
eşyayı örseleyen korkusunda
eğerek kuşları yemlerine,
bana ve suçlarıma dolanan?
 
Gök kaçınca üzerimizden ve
yıldız dengi çözüldüğünde
neydi yaklaşan
yanan yatağından aslanlar geçirmiş
ve gömütünün kapağı hep açık olana?
 
Yedi tül ardında yazgı uşağı,
görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o
ve bağlanmıştır körler
örümcek salyası kablolarla birbirine
sevişirken,
iskeletin sevincini aklın yangınına
döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla.
 
Yine de, zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu
               düşler marketinin,
 
uyanıyorum küstah sözcüklerle:
Ey, iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
               gördüm ben!

Nilgün Marmara

Fotoğraf: Josef Koudelka

Eski Bir Yara

Ben, annemden üç yaşında öksüz kaldım. Babam, kasabamızdaki Guraba Hastanesinin kapıcısıydı.
Eskiden jandarma onbaşısı imiş... Attan düşmüş... Ayağı kırılmış... Üç ay hastanede yatmış... Fakat tamamıyla iyi olamamış... Bastonsuz gezemezdi... Topal, jandarma olamayacağı için işinden çıkarmışlar... Fakat çoluk çocuk sahibi bir adam olduğunu düşünerek yattığı hastanenin kapıcılığına kayırmışlar...
O vakit, evimiz çok kalabalıkmış... Annem, büyükannem, dul bir halam, iki de kardeşim... Bu altı nüfus babamın eline bakarmış... En arkaya kalan annem de gidince biz evde iki kişi kalmışız...
Babam, sabahleyin hastaneye giderken beni uzak akrabalarımızdan bir ihtiyar kadının evine bırakır, akşam dönerken alırmış... Bir elinde zenbili, bir elinde ben, baba oğul evimize gidermişiz... Bu zamandan aklımda kalan şey, ufak ufak gübre yığınlarıyla dolu bir bahçede tavuklarla oynadığım ve ara sıra kocakarıdan dayak yediğimdir.
O vakitler babama çok sıkıntı veriyormuşum... Sakat bir adamın bütün gün yorulduktan sonra, bir de geceleri çocuğa bakması müşkül iş... Fakat beni çok sevdiği için şikâyet etmezmiş... Bazı geceler uzun uzun ağlarmışım... Besbelli kocakarıdan yüz bulamadığım için geceleri ona nazlanırmışım.
Komşular bu sese nasıl tahammül ettiğini sordukları vakit babam: "Ev halkı söz birliği etmiş gibi birer birer çekilip gitti. Eski şenlikten bir onun sesi kaldı. Çok görmeyin!" dermiş.
Dört, beş yaşıma gelince ona iyi bir arkadaş hatta muavin olmaya başladım.
Bu zamanları çok iyi hatırlarım. İhtiyar akrabam ölmüştü. Artık hastaneye beraber gidip geliyorduk. Çok meraklı olduğu için beni kat kat giydirir, başımı boynumu yeşil bir yün atkı ile sararak hastane kapısı önündeki küçük kulübeye oturturdu.
Hâlime göre vazifelerim de vardı. Mesela hastane bahçesine giren köpekleri değnekle kovalamak bana ait bir işti. Hatta doktorlar için bakkala da gider gelirdim.
Mühim vazifelerimden biri de hastaneden çıkan cenazeleri takip etmekti. Bu kimsesiz ölülerin arkasında ekseriya hastane imamından, bir de benden başka cemaat bulunmazdı.
Babam, konuşmayı çok seven tatlı dilli bir adamdı. Evde benden başka insan olmadığı için, çaresiz benimle konuşurdu. Hem de yaşlı başlı bir insanla konuşur gibi.
Bana aklı erdiği kadar ahlaktan dinden, tarihten hatta politikadan bile bahsederdi. Her işimizi kendimiz görürdük. Moskof muharebesinden kalma türküleri söyleyerek çamaşır yıkar, tahta siler, sökük dikerdik.
Böyle böyle on iki yaşıma geldim. Fakat çok çelimsiz, kavruk bir çocuk olduğum için kimse bana, sekizden fazla demezdi. Onun için yaşlı başlı adamlar meclisinde, mesela geçinme müşkülatından, aile dirliksizliklerinden yahut belediyenin yolsuzluklarından en pişkin ve sefadide insan gibi bahse başladığımı işitince herkes şaşakalırdı. Fakat ne de olsa çocuktum. Bu çocukluk, bana öyle bir iş ettirdi ki bugün kırk beş yaşında, damat, gelin sahibi bir insan olduğum hâlde elan acısını unutamam.
Memleketimiz, bitip tükenmez zeytin ormanları arasında şirin, sakin bir kasabaydı. Yaz, kış üstünden güneş, etrafından yeşillik eksik olmazdı. Şiddetli yağmuru, fırtınası bile olmayan bu memlekette, bir gün en beklenilmez bir kıyamet koptu: "Muharebe!.. "
Hudut, dört saat ötemizdeydi. Kasaba, birkaç saat içinde alt üst oldu. Ahalinin bir kısmı çoluk çocuğuyla gerilere kaçıyordu. Fakat kimsesizler, fakirler buna çare bulamıyorlardı. Biz, tabii, kalanlar arasındaydık. Babamın vazifesi vardı. Sonra bugünden yarına yiyecek ekmeği yoktu. Kasaba bir kışla hâline geldi. Çarşılar kapandı. Boş evler asker tarafından işgal edildi. Bozuk kaldırımlı sokaklardan gece gündüz süvari kafileleri, top arabaları geçiyordu.
İki gün sonra uzaktan uzağa top sesleri başladı. Ben korktukça babam ya bir şey bildiğinden yahut da sırf beni teskin için:
— Korkma Halil... Düşman buraya gelmeyecek. Askerlerimiz inşallah onları darmadağın edecek, uzaklara doğru sürüp götürecek, diyordu.
Babamın sözleri doğru çıktı. Bir iki gün içinde top sesleri yavaş yavaş uzaklaştı, sonra büsbütün kaybolup gitti.
Bu muharebe, uzaklardan geçen bir fırtınaya benzemişti. Gelen haberler çok iyi idi. Askerlerimiz düşmanı önüne katmış sürüp götürüyordu.
Kaçanlardan bir kısmı geri geldi. Çarşıda tek tük dükkânlar açıldı. Fakat kasaba, o kışla hâlini bir türlü kaybetmiyordu. Muharebeye giden taburlar hep oradan geçiyorlardı. Kasabada erkek kalmamış gibiydi. Eli silah tutanlar asker olmuşlar, yahut gönüllü çeteleri teşkil ederek ordunun peşine takılmışlardı.
Babam da bunların arasındaydı. Fakat doğrusunu söylemek lazım gelirse o, kendi isteğiyle gidenlerden değildi. Bana demişti ki:
— Oğlum, bizim doktorlar muharebe yerine daha yakın bir yerde hastane kurmaya gidiyorlar... Yaralıları buraya kadar getirmek güç olacak. Ellerinde işe yarar adamları az... Hastanenin eski emektarı diye beni de götürüyorlar... Vazifeden kaçılmaz... Zaten gideceğim yer uzak değil... İki üç saatlik bir köy... Haftada bir iki defa yine seni görmeye gelirim... Artık kocaman oldun. Komşulara da tembih ettim. Sana bakıverirler, dedi.
Babamdan ilk defa ayrıldığım ve evde yalnız kaldığım için ilk günlerde biraz mahzun olmuştum. Fakat çabuk alıştım. Gitgide bu hürriyetten hoşlanmaya da başladım. Eskiden babam beni burnunun dibinden ayırmazdı. Şimdi geceye kadar mahalle çocuklarıyla sokakta, kırda oynardım.
Babam, haftada bir iki kere beni görmeye geleceğine dair verdiği söze sadık kalmıştı. Sık sık izin alıyor, cepheye gidip gelen nakliye arabalarından birine binerek kasabaya geliyordu.
Geleceği zamanları da öğreniyor, kasabadan yarım saat uzaktaki bir köprü başında onu karşılamaya gidiyordum.
— Vay benim Halil'im, diye yüzümü gözümü öpüyordu.
Adamcağız, her defasında, yıllardan beri hasretimi çekiyormuş gibi ağlıyor:
Babam, bana bir kırmızı mendil içinde yiyecek getirirdi: Peksimet, kahve şekeri, zeytin, un, yağ hatta et... Sonra gaz, kömür, sabun gibi şeyler almak için bir bakkalda da bana kredi açmıştı. Bundan başka ihtiyat olarak para da bırakırdı.
O yokken âdeta bir ev efendisiydim. Kendi elimle yemeği hazırlar, yatağımı yapıp kaldırırdım, odamı temizler, çamaşırımı yıkardım. Hatta bazen büyük adam gibi eve misafir davet ettiğim de olurdu.
Bu, bana bir büyük adam gururu verirdi. Babamın evde kaldığı geceler geç vakte kadar ocak başında oturur, konuşurduk. O, bana muharebe hakkında yaralılardan aldığı havadisleri, bire on katarak anlatır; masala, destana benzeyen bitip tükenmez sözler söylerdi.
Bir gün babamın mendilinden bir sustalı çakı ile bir altın halka, bir de meşin kaplı defter çıktı.
Babam, derin bir of çektikten sonra dedi ki:
— Halil! Dün gece hastanede dağ gibi bir babayiğit öldü... Hüdai Halim, babam öldüğü zaman bu kadar yanmadım... Bu delikanlı bir gönüllü çetesiyle cepheye gitmiş... Birçok kâfir öldürmüş... En sonra düşman bu çeteyi bir dere kenarında sıkıştırmış. Gönüllüler birer birer şehit olmuşlar... Bir bu delikanlı kurtulmuş... Tek başına kalınca yıkık bir su değirmenine saklanmış... Birçok aramışlarsa da bulamamışlar... Akşam ortalık kararınca çıkmış... Bizimkilerin tarafına doğru geliyormuş... Yolda üç düşman askeri rasgelmiş... İki neferle bir çavuş... Davranıp silah çekmelerine meydan vermeden üzerlerine atılmış... Üçünü de tepelemiş... Bu çakı, yüzük ve defteri düşman çavuşunun cebinden almış... Ne çare ki boğuşma esnasında o da birkaç yerinden yaralanmış... Kanı aka aka bizim hastaneye getirdiler... Üç gün yaşadıktan sonra dün gece sabaha karşı öldü... Öleceğini anladıktan sonra bu yadigârları bana bıraktı... Kıymetli bir hatıradır... Dolabın gözüne kitleyelim de dursun...
İkimizin de uykusu yoktu. O gece, sabaha kadar bu delikanlıya acınıp ağladık. Babam zaten yufka yürekli bir ihtiyardı. Ben de on iki yaşında cılız, içli bir çocuk...
Aradan bilmiyorum ne kadar zaman geçti. Muharebe başlarken birkaç gün içinde darmadağınık olacağı tahmin edilen düşman askeri dayanıyordu.
Şehirde kıtlık başgöstermeye başlamıştı. Herkes düşünceliydi.
Fakat çocuklar için bu muharebe hiç bitip tükenmeyen bayramdı. Ne mektep vardı ne arayıp soran... Asker gibi çocuklar da hep bir arada tabur hâlinde sokakları dolaşıyorlar, oyun oynuyorlardı. Bu çocuklardan ekserisinin cephede babaları, kardeşleri, akrabaları vardı. Onların kahramanlıklarına ait vakalar anlatırlar, kendilerine bir iftihar payı ayırırlardı. Hele bilhassa Hristiyan çocuklarıyla konuşurken...
Babası, kardeşi hakkında anlatılacak vakası olmayanlar pek azdı. Ben de bunlardandım. Topal bir hastane hademesinin hangi kahramanlığıyla iftihar edebilirdim?
Bu acı, beni yalancılığa sevk etti. Babamın en ehemmiyetsiz bir vakayı süsleyip püsleyerek kocaman bir hikâye hâline getirmek huyu besbelli bana da geçmişti.
Çekmecedeki saklı çakıyı, yüzüğü, cüzdanı cebime koydum. Yabancı mahallelerin yabancı çocuklarına karışarak dolaşmaya başladım.
Hastanede ölen genç gönüllünün vakasını babama mal etmiştim. Fakat hikâyeyi inanılacak bir şekle sokmak için çok değiştirmiştim. Babam bir gün yaralıları taşımak için cephede dolaşırken bir düşman çavuşuna tesadüf ediyor, onu öldürüyordu. İnanmayan olursa cebimden çavuşun resimli cüzdanını, yüzüğünü, çakısını çıkarıp gösteriyordum.
Çocuklarda değil, büyüklerde de harikulade şeylere inanmak ihtiyacı o kadar çoğalmıştı ki benim bu hikâyeme de inanıyorlardı. Babamın sakat ayağını bin meşakkatle sürüyen, tavuk kesmekten ürken kocakarı gibi bir adam olduğunu nereden bileceklerdi!
Bir gün kasabada bir kıyamet daha koptu. Ordu bozulmuş, geri geliyordu. Ahalinin büyük bir kısmı ricat eden ordunun peşine takılarak tekrar kasabadan çıktı, biz yine kaldık. İki gün sonra düşman askeri mızıka çalarak kasabaya giriyordu.
Seyyar hastane dağılmış, babam kasabaya dönmüştü.
O fakir sakat hastane hademesi, ben minimini bir çocuk olduğum için korkacak bir şeyimiz yoktu. Yalnız düşman askeri geldi. Birisi gâvurca anlamadığım bir şeyler söyleyerek elimden tuttu, beni iki sokak ötemizdeki karakola götürdü. Orada birkaç zabitle altı çocuk vardı. Bunların beşi Hristiyandı. Türkçe bilen bir zabit:
— Bu mu?
Diye sorarak çocuklara beni gösterdi. Onlar: "Evet." diye tasdik ettiler. Zabit, bu sefer bana döndü:
— Çocuk... Senin baban bir şeyler yapmış... Bunlara söylemişsin... Bize de anlat bakalım... Korkma, doğrusunu söylersen bir şey yok, dedi.
Fena hâlde korkmuştum. Sadece:
— Yalan... Ben söylemedim, diye inkâr ediyordum.
— Bunlar ne, diye eliyle arkamdaki kapıyı gösterdi. Beni evden almaya gelen askerlerden birinin elinde sustalı çakıyı, cüzdanı, defteri gördüm.
Zabitler, aralarında gâvurca bir şeyler konuşarak bu eşyayı elden ele gezdiriyorlardı. Bana artık bir şey söylemediler. Birisi kolumdan tutup sokağa attı.
O akşam, babamı düşmana silah atan birkaç sivil Müslümanla beraber kurşuna dizdiler.
Sonradan anlattılar ki babamı, elleri kelepçeli olduğu hâlde, süngülü askerler arasında kasabadan çıkarmışlar... Bastonu elinde olmadığı için topal ayağıyla arkadaşlarına yetişemiyormuş... Geri kaldıkça düşman askeri arkasından süngü ile dürtüklüyormuş... Giderken gözü hep yol kenarındaki çocuklardaymış... Besbelli onların arasında beni de görmeyi ümit etmiş...

Reşat Nuri Güntekin

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Deli Kızın Türküsü

I

Sabahleyin

Karayı kaldırın mavi koyun umudumu yitirmedim
Beni çağırın gülümserken uykunun bir yerinde
Eliniz beyazken uzatın isterim
Karayı kaldırın sevgi koyun umudumu yitirmedim

Ben ışıklar konfetler bayramlar istemem
Uzanmışım gölgeliğe bir başıma
Şu uzaktan tükenmez yalnızlıktan
İçten içe ürküyorum ama
Böyle de iyiyim

Siz dayanılmaz bir “Günaydın”sınız
Sabah sabah insanı ayağına getiren
Hiç yoktan dünyayı kendini sevdiren
Siz çocuk ağızlı bir “Günaydın”sınız

Çocuk ağzınızla biraz daha durun
Gittiğinizde güz gelmiş olacak

Güz gelirken bir yanı kara sevdalarla
Avcumda bu yavru kuş varken tedirgin
Sizde tutunacak yaslanacak kollar
Biraz daha durun biraz daha
Karayı kaldırın mavi koyun umudumu götürmeyin

Akşamüstü

Yollarda akşam dönüşü yorgun argın
Siz yoksunuz şiir yazan ellerim yok
Yarımla dışa dönmüşüm yarım susken
Çizginin üstündekiler yüz yüze
Koca bir gün ne yapmışım nasıl yaşamışım
Haberim yok

Dokunup çekilen bir şarkı rüzgarla
Vakti yalanlıyor sıcak sıcak
Sinema dönüşü iş dönüşü yahut bahanesiz
Beyazın tam ortasında bekliyorum
Ya gelmezseniz ne olacak

Maviyi kaldırın kara koyun sırasıdır
Bana yeni tutkular gerek bıktım
Bir solukta buz gibi yaşamak isterim
Beni öldürürse bu umut öldürür

Gece Türküsü

Alıp ayaklarımı yollardan şöyle rahat
Tam kendimi bulacakken
Kim getirir sizi başucuma
Kim kaldırır uzun uykunuzdan

Başlar gecenin oyunu delice
Dizlerime yükselir bir deniz
Anıları küçük yıldızlar gibi karanlıkta
Yanıma yöreme indirirsiniz

Ben ışıklar konfetler bayramlar istemem
Uzak uzak gitmede fayda yok
Şimdi bütün şehirler birbirine benzer
Bir kendi kendime doyasıya
Bu gece sussanız dinlensem
Ne gezer

II

Şimdi insanların yalnız kolları var
Ve ben delice bir şey istiyorum
Şimdi insanların yalnız kolları var
Ve ben başımı koyuyorum

Tuttu bir alacakaranlık bastı
Bütün şehirler birbirine benzedi
Saklı köşem bir daha aldattı ellerimi
Ellerimde iki üç isim kaldı

Adına yakılan mumlar İsa’nın
Yana yana bitti umutsuz
İsa, resimleri kadar güzel değildi
Biri kardeşliğimi aldı gitti
Şimdi ben delice yaslanmak istiyorum
Şimdi insanların yalnız kolları var

III

Sana büyük caddelerin birinde rastlasam
Elimi uzatsam tutsam götürsem
Gözlerine baksam gözlerine konuşmasak
Anlasan

Elimi uzatsam tutamasam
Olanca sevgimi yalnızlığımı
Düşünsem hayır düşünmesem
Senin hiç haberin olmasa
Senin hiç haberin olmaz ki
Başlar biter kendi kendine o türkü

Yağmur yağar akasyalar ıslanır
Bulutlar uçuşur geceleyin
Ben yağmura deli buluta deli
Bir büyük oyun yaşamak dediğin
Beni ya sevmeli ya öldürmeli

Yitirmeli büyük yolların birinde ne varsa
Böcekler gibi başlamalı yeniden
Bu Allahsız bu yağmur işlemez karanlıkta
Yan garipliğine yürek yan
Gitti giden

Gülten Akın, 1955

Göğe Bakma Durağı

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları  da
Göğe bakalım 

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi 
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat 
Durma göğe bakalım 

Turgut Uyar

Fotoğraf : Mehmet Teoman






Maria Missakian


yüksekkaldırım’da bir akşam
maria missakian’ı düşündüm
eğer kendimi bıraksam
yağmur olabilirdim yağardım
kasım’da bir çınar olurdum
yaprak yaprak dökülürdüm
kalbimi sıkı tutmasam
döküp saçıp boşaltsam
içimde yükselen şiiri
kaldırımlara döküp harcasam
gözleri balıkçıl gözleri
dudaklarında tutup rüzgarı
maria missakian adında biri
gelse göğsüne kapansam
gece gölgesine sokulsam
gökyüzünde bulutlar büyüseler
yağmuru dinlesem anlatsam
şimşekler kırılıp dökülseler
bizi sokaklarda bıraksalar
leylekler üşüyüp gitseler
dönüp arkalarına bakmadan
yine akşam oldu attilâ ilhan
üstelik yalnızsın sonbaharın yabancısı
belki paris’te maria missakian
avuçlarında bir çarmıh acısı
gizlice bir sefalet gecesi
çocuğunu boğarmış gibi boğup paris’i
sana kaçmayı tasarlar her akşam
Attilâ İlhan

Karadut


Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın ağulum
Günahımsın, vebalimsin.
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum
Gökte ararken yerde bulduğum
Karadutum, çatal karam, çingenem
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın.
Sigara paketlerine resmini çizdiğim
Körpe fidanlara adını yazdığım
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sıla kokar, arzu tüter
Ilgıt ılgıt buram buram.
Ben beyzade, kişizade,
Her türlü dertten topyekün azade
Hani su ekmeği elden suyu golden.
Durup dururken yorulan
Kibrit çöpü gibi kırılan
Yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan
Artık otlar göstermelik atlar gibi bedava yaşayan
Sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum
Netmiş, neylemiş, nolmuşum
Cömert ırmaklar gibi gürül gürül
Bahtın karışmış bahtıma çok şükür.
Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sensiz bana canım dünya haram olsun.
Bedri Rahmi Eyüboğlu 

Tomris


Senin için alışılmış şeyler söyleyemem sana yaraşmaz
Kış gecesi amcamızdır bahar yakından kardeşimiz
Alır başımı Erzincan'a giderim seni düşünmek için 
Dörtlükleri bozarım çünkü dağlar ne güne duruyor
Kıyılar ve eskimeyen her şey seni anlatmak için


Bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur
Ne var ki ıslanır gider coşkunluğum durmadan
Durmadan
Dağ biraz daha benden deniz her zaman senden
Hiçbir dileğimiz yok şimdilik tarihten coğrafyadan

Kimselere benzemesin isterim seni övdüğüm
Seni övdüğüm zaman
Güzel bir çingene yalnız başına dolaşmalı kırlarda
Seni övdüğüm zaman


Turgut Uyar

21 Ağustos 2016 Pazar

Odalardan Biri


    Fenerin ışığı yolun üstüne bir daha düştü; Suat uzaklaşmış bile, tek balığını sallıyor elinde. İstasyona yedi dakikada, evine on dakikada varır. Döndüm. Denize inen yolun başında ışığın sandalı aydınlatmasını bekliyorum. Sandal çırpıntılı ışığın içindeyken atıyorum balığı. Küf, kof, katılmış katılığın sesi geliyor. Eve gitmek uzun sürer. En azından onbeş dakika; üşeniyorum. Usanç geldi bu yoldan. Babam kızmış, kapının sürgüsünü gene sürdürmüştür anneme. Otele gitsem. Ömrümde giremedim, gıcırtılı, esnedi esneyecek gibi duran kapısından içeri. Yıllardır da geçerim önünden. Ne zaman gelecektim sanki. Yatağımı, evimi severdim şimdiye kadar; oda demeli, oda demek daha doğru olur. Odamı, yalnız odamı severdim. Ondan da soğuttular sanki beni. Garip olacak, kılığımda pek uygunsuz, aldırma. Kapı sürgülü olsa bile bodrum penceresinden girerdim. O da olurdu. Otel, oteli denemeli. Yeni bir oda görürüm, sırası gelmişken... Param var. Nüfus cüzdanım yanımda değil. O gerekli sanırım. Adama, Sarıkumluyum da diyemem, evine gitseydin, der, inanmaz da kapının sürgülenmesi hikâyesine, kuşkulanır, inansa bile bir türlü, otelin önünden geçemem bir daha. En iyisi açıkça yanıma almadım demek. Balığa çıktık derim. Laf olsun diye zaten birer balık çektik Suat'la. O, eli boş dönmesin diye aldı yanına. Eve götürür tel dolabı orta yerine yerleştirir. Ailece paylaşacak olsalar, bir tadımlık bile düşmez herbirine. Bilemedin, kendinin önüne attırır büyük hanım. Ama balığa çıkan Suat, balıkla dönmüştür eve. Anam bilir niye çıktığımı denize. Bir şey söylemeyi de Dilaver Hanımlığına yediremez. Balığı attım zaten. Ölü eti ne yapayım. Otelde gülerlerdi tek balığı görseler. Hem onlara ne. Gider yatarım. Dertleri künye ise ezbere okurum. Köyün yabancısı olsam eski mahalledeki otelin yerini bilir miydim sanki. Gideceğim. Amma da çabuk yürümüşüm. Gömlek sırtıma yapışıyor. Yıvışık bir ter sırtımın ortasından belime iniyor. Geldim. Eski mahallede oturmadığımıza göre adam belki de tanımaz beni. Neyse ne, gireceğim. Birden bütün yıldızlar dökülüyor. Kapının önü karanlık; yelle birlikte yıldız kokusunu sokuyorum içeri, farkındayım. Kapıyı bu sıcakta bile kapalı tutuyorlar. Göksüz içerisi, pis kokuyor. Böyle mi kokar oteller? Belli etmemeli ama. Otele alışıkmışım gibi yürümeli. Hasta bir ışığın altında duran katipten başkası yok ortalıkta. Önünde duruyorum. Başını kaldırmadı daha, kitap okuyor. Kapı da gıcırdadı. Eğiliyorum. "Aşk Sanatı" okuduğu. Bilirim, başında da "metin harici 27 resim" diye bir şeyler yazar. Aşkı bir de bana sorsa... Başının gölgesi önüme doğru uzanmaya başladı. Pantolonuma bakıyor. Lekelidir, çamurludur -çamurlarını göremez ama- ıslaktır belki de. Ona bakıyorum ben. Masaya dayadığım ellerime bakıyor. Ölü et kokusunu almış olabilir. Ellerimde tuzlu suyun yıvışıklığı, sandal tozunun pütürlüğü, küreğin kızdırdığı nasır var. Bilemez o bunları. Bakıyor gene de. Ellerimden anlamaya çalışıyor beni. Salak. Gözleri kemerimde. Gömleğimin yakası çok açık. Terliyim de. Göğsü terlemiş bir adam bu saatte nereden gelir? Saatine bakıyor. Bir buçuğa geliyor. Gözleri yüzümde; gözüme dikili. Gözleri gözlerim gibi yeşil. Yaşlı bir yeşil, ağlamış gibi, kızgın kuma, kızgın denize bakmış gibi yahut. Ne istiyorsunuz deyiverdi gözler, gözlerimin içinde. Ne isteyeceğim. Kızgın, baktım yeşile. Oda istiyorum. Yeşil koyulaştı. Daha yukarılara çıktı. Tuzlu kıvırcıklığı içindeki saçıma, terini duyabildiğim alnıma doğru. Gene yeşillerin içinden bakıyorum. Tek yataklı mı olsun, dedi. Tek yataklı olacağını kendi de bilir elbet. Ne yapayım iki yatağı. Kaçıncı katta olsun diyor. Bütün bunları sormasa... Sorması adet de değildir herhalde. Bilmem. Gözlerinin yeşilinden apayrı şeyler bu sordukları. İkinci katta olacak diyor. Zaten iki kat bu otel. Bir gecelik mi diyor sonra. Bir, beş, on, çabuk bitirsen işini, kitabına dönersin, diyesim geliyor. Yeşiller dolaşıyor gene üstümü başımı. Nüfus kağıdın, diyor. Yok. Sesim çok sert çıktı. Birden gözleri çenesiyle birlikte yukarı bakıyor. Onsuz olmaz ki diyecek gibi. Sorarsın söylerim dedim, yabancısı değilim buranın. Bir şey söyleyecek oldu, vazgeçti. Eğdi başını. Adınız, diyor. Müşfik. Ağır geliyor yabancının sorması. Vazgeçesim, çıkıp gidesim tutuyor. gözümü kaldırınca yeşiller gene gözümde. Bekler gibi. Soyadınız diyor bu defa. Yutkunuyorum. Börekçi demeli. Müşfik Börekçi, diyorum. Duraklamıyor bile yazarken. Şaşmadı. Suat Çuhacı da, Fikret Ünlü de deseydim şaşmayacaktı. Babanızın adı. Reşit diyorum. Umurumda değil. Şimdi de, nereden geldiniz, diyor. Sarıkumlu olduğumu söylüyorum; bir çırpıda söyledim herşeyi. Rahat bıraksın artık. Söyledim, yazdı; söyledim yazdı. Uzattı kolunu, anahtarlardan birini çividen aldı, verdi. İşkence bitmiş demek. İkinci kat, merdivenin karşısındaki kapı, dedi. Oda kokuyor. Çarşaf, diş macunu, uyku kokuyor. Pencereyi açıyorum. Deniz, yıldızlı deniz doluyor odaya. Bir kedi var bitişikteki balkonda. Denizin içinden çağırıyorum. Başını kaldırıyor, kalkıp geriniyor, oturuyor, çöküyor. Yumulan gözlerini görüyorum sanki.

    İçeri çekiliyorum, deniz seyreliyor. Soyunuyorum. Gömleği iskemlenin arkalığına bıraktım. Pantolon bir köşede dura da olur. Daracık oda; yatak geniş. Serin çarşafa oturuyorum. Yatmış, ısıtmış, kokusunu bırakmış gelip geçen. Yataklar çabuk soğur. Otelciler her gün insan görürler, tümen tümen insan. Bu yatak da öyle. Yepyeni bir odadayım. İlk olarak odamdan başka bir yerde yatacağım. Burası benim için yepyeni ama aşağıdaki katip için, bir başkalık olsun olabildim mi? Boğuldum gitti öteki kayıtların altında. Bensen sonra bir başkası yazılır o deftere. Yeşil gözleri vardı katibin. Geceleri denize çıkmayan gözler. Balığı getirseymişim, özlem içinde kıvranırdı belki. Gündüzün uyur herhalde. Denize çıkmaz; girip yüzse de. Sandalı ışıktan uzağa çekemez. İster de çekmeyi. Belki. İster, belki değil, ister. Kapanmış kalmışa benziyor gözleri. Bu pencerenin dibine kadar uzanan suyu bile görmez belki. Denize bakan bir odada ilk yatışım bu. Sıra sıra gelen çarpma sesinde, alışmadığım bir sertlik var. Alışmadığım. İşini gücünü bitirmiş gibi, çarpıp duruyor çakıllara; kabarıyor, çekiliyor. Kayıkhane sesi gibi, dam altına giren deniz sesi. Bu damın altında ben de varım. Katip de var. Su yeşili gözleri var katibin, o güneş görmemiş, hasta ışığın altındaki sayrı yüzünde bile parlayabilen su yeşili gözleri var. Bir daha dağıldım. Bunun da gözlerinde bir parçam kaldı. Bundan sonra bunu da hesaba katmalıyım. Beni tanıyanlar arasında bu da olacak. Olmaz ama. Unutur o. Benim tanıdıklarım arasında bu da olacak. Gelmeseydim keşke, hiç gelmeseydim. Tanımayıverir geçerdim. Şimdi o da var. Parçalarımı toplarken, bunun gözlerinde, yeşillerin dibinde kalanını da bulmak, unutmamak gerekecek. Odanın parasını verdim zaten. Erkenden kaçayım yarın. Elimden gelse de, görünmesem ona. Pencereden içeriye dolmuş denizin, yıldızların içinde uyuyacağım. Katip "Aşk Sanatını" okur şimdi. Işığı hiç yakmamışım, göğün aydınlığı yetmiş. Bir komodin de varmış odada. Yeni odada yatmak, heyecan gibi bir şey. Çarşafın serinliği duruyor hala. Yatayım artık.

Bilge Karasu

20 Ağustos 2016 Cumartesi

Gülen Ada


Kimi insan, para pul budalası olur, kimisi keşif ve icat meraklısı, bazısı da musiki âşığı. Deli Davut ise adalar kara sevdalısıydı. Denizin bu deli divanesinin gözünde hep adalar tüter, adalar titrerdi. Tan yeri ağarırken adalarla beraber uyanacağım diye çok geceler göz yummazdı. Gecenin loşluğuyla örtülü duran deniz, rüyasına dalmış derin derin uyurken tan ışığını yüksekten kapan adalar, Arşipel’in o kopkoyu çelik mavisinde sanki şafak parçaları gibi parlar ve Davut’a da uzaklardan göz kırparak koyunlarında bir yeni gün daha yaşayacağını ona, gün doğmazdan müjdelerlerdi. Bunu gören Davut, dünyaya yeni gelmişe dönerdi. Kuş uçmaz, kervan geçmez dağ başlarında gerili duran telgraf tellerine rüzgâr değince tellerin uzun uzun “viinggg!” diye inlemesi gibi Davut’un da gönlü, titreye titreye ışığa ve açıklıklara uyanır, gözleri yüreğinde vuran sevinçle harlardı.
Ne var ki Deli Davut, Arşipel’in sayısız adaları arasında -yol uğrağı olmayan, ücra bir yerde- asıl Gülen Ada’nın vurgunuydu. Deli Davut, Gülen Ada’ya doğru fırlarken ada sanki onu karşılamak için denizden kalkardı. Deniz adayı fırdolayı sarar hem köpükleri hem de çırpıntılarıyla onu gıdıklardı. Salınan ağaç, savrulan dal ve yapraklarla şakrak ada, delişmen saçlarını çalkalayarak katıla katıla gülerdi. Ne var ki kendi ışığı içinde gizlenen güneş gibi ada parlayan ışığında kaybolur, koca enginde ufuktan ufuğa çınlayan gülüş olurdu.
Adanın ta açıklarından çınlayan gülüşü ile Deli Davut’un denizden gelen gülüşü, birbirine gönül verenlerin karşılıklı uzatılan kolları gibi kavuşarak çekerler, âdeta dudak dudağa gelirlerdi. Zaten her şey… deniz, dalga, köpük, kaya, ağaç, dal, gök, ne varsa… pembe bir camdan geçen bir bakış gibi o gülüşten geçerek hep şenlenir gülerdi.
Gülen Ada’nın nerede başlayıp nerede bittiği hiç bilinmezdi. Çünkü adanın kıyıları ve bağrı denizaltı mağaraları ve dehlizleriyle oyuk oyuktu. Adanın deniz altındaki koridor ve tünellerinden giren dalgaların suları, koyun koyuna fırıl fırıl girdaplaşırlar, birbirlerine bir şeyler fısıldayıp anlatırlar; sonra birdenbire, çıldırasıya sevindiren bir müjdeyi duymuşlarmış gibi havaya, bir pırlanta sütununa benzeyen bir gülüş çağlayanı fırlatırlardı. Sular iç içe gökkuşakları yaparken ürkek çığlıklar duyulurdu. Sular yine adaya dökülürdü. Paniğe tutulan sular, kendilerini uçurumdan atarlardı. Sanki edepsiz Pan, su perilerine sataşıp çimdiklemişti ve sanki duyulan çığlıklar onların çığlıklarıydı.
İzmir’in büyük Kaliferni şirketinin ünlü eksperi Murat Kocadağ, Deli Davut’a, “Bana bak! Gülen Ada’yı biliyor musun? Bu ada nerededir?” diye sordu.
Deli Davut’un cevap olarak kolay ve geniş bir kavisle havada gezdirdiği eli, sanki adanın sınırlarını dört bucağa fırlatıyor ve adaya, bulunduğu yerden tamamen özgür ve soyutlanmış bir varlık veriyordu. Eksper, “Ada ne yapar? Güldüğünü söylüyorlar. Gerçekten güler mi?” diye sordu.
Deli Davut, “Fırlattığı topu ata tuta yapayalnız oynayan bir çocuk gibi gülüşünü fırlatıp tutarak denizlerde tek başına oynar.” dedi.
Eksper bir motor kiraladı. Kılavuzluk edecek olan Davut’un kayığı da yedekte çekilecekti.
Kocadağ’ın tavrında ve sesinde sahip olduğu otomobillerin, mal ve paraların büyük toplamı sırıtıyordu. İnsan onunla görüşürken bir insanla değil ama otomobillerle, mal ve toprakla ve para kasasıyla konuşmakta olduğunu sanırdı.
Adanın asıl tuhaflığı, adamın adayı değil fakat adanın adamı seçmesi idi.
Uzaktan yanaşmakta olan Kocadağ’ı görünce ada yavaş yavaş büyümeye koyuldu. Zaten onun saati saatine uymazdı. Burası kararır, ötesi aydınlanır, kızarır, morarır, mavileşir, serap gibi ufka yaslanır, bulut olur yayılır, buğu olur uçar giderdi. Oraya bütün gönül gözlere ve kulaklara toplanarak patırtı yapıp adayı ürkütmemek için usul usul ayakucuna basılarak gidilirdi. Oysa Kocadağ, otomobilinin parasını sayınca otomobile binmek ve yumuşak koltuğun üstüne yan gelmek hakkını kazanmışçasına, adanın önüne gelip kendisini eğlendirmek için soytarılık yapmasını bekliyor. Gönül değil, şaka değil, para veriyordu. Ada, Kocadağ’ı görünce tepesine doladığı koskocaman kara bulutu, başına davul kadar kavuk edindi ve deniz ortasında asık suratlı bir gulyabani kesildi.
Motor, adayı kıyılarken adanın ağzı kalabalık mağaraları köpür köpür köpürerek Kocadağ’ın suratına deniz tükürdü. Kayalar diş göstererek hırlıyorlardı. Kunduralarının tabanıyla şap şap diye tapu senedi damgalarcasına adım atan eksper, adanın artık adamakıllı damarına basmıştı. Kaya sırtını silkince Kocadağ düştü. Patavatsız taşlar kuş tüyü kesileceklerine kaskatı dondular. Bazı kayaların tepesi attı. Her delikten havaya sular fışkırdı. Kocadağ sırılsıklam oldu. Sudan kaçmak için çalılara daldı. Adanın tüyleri diken diken oldu. Sandal çalıları Kocadağ’a çelme attı. Kocadağ durmamacasına sırtüstü, yüzüstü geliyordu. Adanın bağrı hava dolu bir gayda kesilmişti. Her deliği; dağı dağa kavuşturan, diş kamaştırıcı bir cayırtı koparıyordu. Adanın siniri tutmuştu. Ada, yapyalın sertliğiyle sipsivri sokuculuğuyla, kapkanca tırmalayıcılığıyla Kocadağ’ı tekmeledi, tokatladı, tokatladı, tartakladı ve daldı.
Eksperle birlikte gelen ve adayı göklere çıkarırcasına öven badi badi bacaklı iki yazman (kâtip) bu edepsizlik ve terbiyesizliği ada değil fakat kendileri ediyorlarmış gibi sıkılıp büzülüyor; Kocadağ, düştükçe yerden temennalar sallıyorlardı.
Deli Davut, “Ah efendim, bugüne dek hiç de böyle anırmamıştı.” dedi.
Kocadağ, “Ne zoruma? Bu zırıltıyı niye dinleyeyim? Gider de oteldeki fonogramımı çalarım.” dedi. İki yazman da yerden temenna ederek “İsabet buyururlar efendim!” dediler. Bunun üzerine Kocadağ motora binince Davut’u, kayığı ile adada bırakarak çekilip gitti.
Deli Davut şaştı kaldı. Rüzgâr dindi. Sular karardı. Ada geceye kaydı. Ay çıktı. Adanın üzerindeki bir buluttan ince bir nur iniyordu. Serinlik ve fısıltıdan ibaret bir duvaktı. Adaya sessizlik serpiyordu. Titreyen yağmurun her damlası, ay ışığında ince bir gümüş tel oluyordu. Ay ışığı, buğuda bir ebemkuşağı sallandırdı. Sanki ada, milyarlarca gümüş tellerle gökkuşağına asılı salınıyordu. Ada, gelin kuşağının kavisiyle sanki Davut’un üzerine eğilmiş, gülümsüyordu.
Deli Davut, uykusundaki gülümsemenin halesiyle gökkuşağının çemberini tamamlıyordu. Denize düşen çiğ tanesinin ayrılığını denizde kaybetmesi gibi Deli Davut da adanın ayrılığını yitiriyordu. Gündüz, gülüşe gülüşe gelmişlerdi. Ay ışığında ise aynı gülümseme onları birbirlerine sarıyordu. Dünya kendi yolunda, onlar da düşlerinde, döne döne gidiyorlardı…
Cevat Şakir Kabaağaçlı
(Halikarnas Balıkçısı)

Zevrak'la Ebru


Bir makalede kıymetli bir kalemden şu sözler çıkıyordu: «Bir eserin, hayatımızın filan veya filan zamanında okunmuş olması ne kadar mühimdir!» Bence bu kaideyi hayatımızın bütün vak'alarına tatbik etmek îcâbeder. İşte bende de öyle hâtıralar var ki, ancak hayâtımın filân veya filân zamanına ait oldukları için ehemmiyet alırlar.
Zevrak'la Ebru'nun o kadar ehemmiyetle hatıramda kalmış olmaları galiba bu hikmetin neticesidir. Zevrak'la Ebru!.. Bu iki isim bende Leylâ ile Kays isimlerine benzer bir teessür, belki daha samimî, daha derin bir teessür uyandırıyor.
Onları hayatımın en büyük mateminden sonra henüz matemin yarasından akan kanlar taze iken tanıdım. Beni tedaviye muhtaç bir hasta gibi hısımlardan birinin sayfiyesine göndermişlerdi, benim için burası şefkat ve rikkatin tesliyet veren hararetleriyle bir nekahet yeri hükmündeydi. Etrafımda göz yaşlarıma iştirak eden kalblerin arasında acımı uyuşturan bir deva vardı.
Burası, dağ üstünde, büyük bir bahçe ortasında bir sayfiye idi ki, sabahtan akşama kadar güneşin mebzul ziyaları içinde çalkanarak, yahut geceleri berrak bir semâdan üzerine dökülen ziya çağlayanı altında yıkanarak aşağıda mâi sularını dar ufuklara, koyu yeşil dağ eteklerine kadar seren denize karşı, uzun bir hulyâ ile düşünüyor zannolunurdu.
Henüz yirmi yaşındaydım. Henüz aşk ve şiirin insanı dâima aldatan iki yalancı dost olduklarını tecrübe etmemiştim; Lamartine'in ve Musset'in şiirlerini elimden düşünmüyordum ve bunları, Zevrak'la Ebru'nun, bütün dîğer refikleriyle beraber en ziyâde bu iki sevdâlının yanında okuyordum.
Sayfiye sahibinin büyük bir merakı vardı: Güvercin... Bu güzel, zarif, dâima âşık, minimini mahlûklar! Onların yarım saat aşklarına ve saadetlerine şâhid olduktan, bu küçücük mahlûkların küçücük kalbleriyle nasıl sevdiklerini, yaşamak lezzetini ne güzel bir şiir dersiyle etrafındakilere gösterdiklerini görüp hissettikten sonra onların dostu olmamak mümkün değildir.
Sabahleyin, erkenden, henüz sayfiye derin derin nefeslerle uyurken, ben, ayağımda terliklerle yavaş yavaş iner, bahçeye çıkar, henüz üzerlerinden şebnemleri uçmamış otların üzerinden geçerek, ta yukarıya, güneşe tamamıyla maruz olarak yapılmış kümese kadar giderdim.
Güvercinlerin zarif, pek hoş bir evleri vardı: Bir oda kadar, etrafı minimini hücrelerle memlû bir kümes, önünde parmaklıkla çevrilmiş ve tel kafesle örtülmüş, küçük bir bahçe kadar bir tenezzüh yeri, ötesinde berisinde etrafı delikli, ufak kıtada birer havuza benzeyen su kaseleri...
Sayfiyenin uykucularına mukabil kümesin minimini halkı da güneşten evvel uyanmış, dışarıya çıkmış, bahçelerinden, sabah güneşinin feyziyle beraber, küçük havuzlardan yavaş yavaş, dinlene dinlene su içmeğe başlamış bulunuyorlardı. Bütün kümes ferih, mes'ud, şatır bir hayat teranesiyle dolu idi: Gu! Gu!..
Yalnız bu terane zengin bir sevda neşîdesi kadar bütün aşk ihtiraslarına ve heyecanlarına tercüman olacak bir talâkat kesbederdi: Gu!.. Gu!.. O renk renk ipek göğüslerden, o yüzlerce âşık kalbinden çıkan bu garâm ve sevda teranesi kümesi büsbütün inleyen, her teli bir aşk kasîdesiyle terennüm eden azîm bir erganun haline getirirdi. Bununla o minimini yüreklerden ne samimî sadakat yeminleri çıkar, ne müessir sevda lâhinleri dökülürdü! Ben bir köşeye çekilir, bu kümes ahalisinden bazı saygısızlarının tecavüzünden masun tutulmak için parmaklıkta asılı duran iskemleyi alır, otururdum. Onlar artık bu sabah ziyaretlerine alışmışlardı, beni sevinçle dolu gözlerle istikbâl ederlerdi. Daha ben içeri girmeden mesrur bir kanat şakırtısı bütün kümesi bir heyecana boğardı. Onlar, ilk önce biraz uzakça, sonra yavaş yavaş küçük kanat darbeleriyle ince bacaklarının üstünde seke seke yaklaşarak, boyunlarının lâtif inhinasıyle mahabbetli ve niyazlı gözlerini bana dikerek etrafımı alırlardı. Benden her sabah bekledikleri lûtfun yine tekrarını rica eden bu saf gözlerden müteşekkil önümde bir halka irtisam ederdi. O zaman ben, elimi uzatır, yanı başımda yem kutusunun kapağını açar, avuç avuç darı atardım.
Muvakkat bir zaman için beni unuturlar, basmaktan korkar gibi muhteriz adımlarla, o çakşırlı ayaklarının bir buseye benzeyen temâsıyla oradan oraya koşarak taneleri toplarlar, kursaklarının ilk hırsı biraz sükûn bulduktan sonra, esas düşüncelerine, o bitmek tükenmek bilmeyen aşklarına avdet ederlerdi. Gu!.. Gu!.. Erkeklerde ufak bir çapkınlık, sadakate pek muvafık olmayan hafif bir sarkıntılık vardı. Fakat az süren bu karışıklıktan ve hiç bir zaman muayyen haddi aşmayan sırnaşıklıktan sonra çiftler ayrılır, ikişer ikişer karı koca herkes kendi aile saadetine avdet ederdi. Asıl bu ailelerin saadet sahnesi kümesin içinde hücrelerde idi. O zaman çok münâkaşa eden bu mes'ud mahlûkların hücreleri hemen her vakit dolu idi. Kimisinde henüz yatılmaya başlanmış yumurtalar, kimisinde henüz kanatlarına itimat olunmayarak yuvada doyurulan yavrular vardı. Bu çocuk babalarıyla analarını, rikkatten ağlamak arzuları hissederek, uzun uzun seyrederdim. Yuvalarda babalık ve analık silinir ve bu iki sıfat aynı vazifede imtisaf ederdi: Yuvaya hayat vermek... Ana, yemek serpildiğini haber alınca babaya biraz müsaade ettikten sonra yuvasını terk ederek gelir, baba kalabalığın içinde onu hemen fark eder, açlığını unutarak acele bir pervâz ile yuvaya gider, boş kalan yeri işgal eder, ara sıra fedakârlıkta ikisinin arasında bir müsabaka cereyanı görülür, ama yuvadan ayrılmakta gecikirse baba gidip onu çıkmağa zorlar, baba orada lüzumundan ziyade kalmak isterse ana müsaade etmeyerek gelir, zorla yumurtalarının üstüne yatardı. Bana her şeyden ziyade tesir eden bu baba ile ananın yavrularını doyuruşlarıydı, bir dakika kaybetmek istemeyerek acele yerler, koşarak bir iki yudum su içerler, birbiriyle müsabaka ederek yuvaya uçarlar, kendilerini bekleyen minimini pembe gagalara kendi gagalarını takarak kursaklarını, kursaklarıyla beraber bütün canlılarını, bütün mevcudiyetlerini yavrularının kursaklarına boşaltırlardı.
- O! Bu beliğ müessir aile şefkati! Bu aşk, sadakat, babalık analık duygusu, vazife levhaları! Bunlar insanlar için ne güzel dersler teşkil ederler. Aile saadetinin yüksekliğini ne müessir bir lisan ile söylerler!..
Ben burada, bu mesut köşede, hayatı, kendimi, husûsiyle insanları unutarak saatlerce seyreder, düşünür, ruhumun taze elemiyle, insanlıktan çıkarak işte böyle mesut bir güvercin olmak isterdim.
Mesut? Fakat her vakit değil. Onların da insanlar, bedbaht insanlar gibi matemleri, ölüm matemleri, sevda matemleri vardı. İşte Zevrak'la Ebru'nun hatırası benden böyle bir sevda matemi uyandırdı.
Güvercin sahibinin, önüne geçilmez, galebe çalınamaz bir merakı vardı: İkide birde tuhaf çeşitlerden yavrular almak için çiftleri birbirinden ayırır, Sami'nin erkeğini Kesme'nin dişisine, ötekinin dişisini berikinin erkeğine eş etmek için onları yeni sevdalarıyla mahfî ve mestur birer zifaf yerine kapardı. Bir gün bu merakına Zevrak'la Ebru hedef oldu. Çırpınarak itiraz ettim. Onlar, kümesin en genç, en âşık, en mesut hatta en güzel çiftiydi. Onlara ilişmek bir parça da bana ilişmek gibiydi. O, mutlaka fikrinde galebe çalmak için öyle sebepler buldu ki, bana mağlûp olmak lâzım geldi. Ebru gök mâi bir erkekle, Zevrak bir dişi sarı ile kapandılar. O, bana bu aşk faciasından beklenen neticenin hemen zaferini ilan eden bir sesle: «Bakınız, ne güzel yavrular alınacak!..» diyordu.
Ben artık bütün kümesi unutmuştum; yalnız bu mahbus çiftlerle meşgul oluyor, şu hicran devresinde onların biçare mecruh kalblerini hisse çalışıyordum. Zevrak'la Ebru'ya verilen yeni eşler, eşsizdiler. Kendilerinin mahremiyeti dairesine tahsis olunan yeni eşlere hemen sevda ihsas etmek gayretine düştüler: Gök mâi, Ebru'nun etrafında kuyruğunu sürterek, göğsünü şişirerek yaşamak sevmek demek olduğunu izaha çalışıyor, yarı, muhteriz taşkınlıklarla Zevrak'ın boynunu gagalıyordu. Fakat ötekiler güya ağlıyorlardı. Kafesin köşesine büzülmüş, başlarını içeri çekmiş, ağır ağır kapanarak artık hayatı görmemek isteyen gözleri bulanmış, yemek içmek bile düşünmeyerek, mateme uğramış bedbaht sevdalarına sâkit yaşlar döküyorlardı.
Bir sabah. Ebru'nun kafesinde hayret edecek bir şey gördüm: Ebru yeni âşıkının ağzını öpüyordu. Nasıl? Ebru, sen de, ah, minimini kadın, sen de o sadakat yeminlerini unutan kadınlara benziyordun, değil mi?
O gün güvercin sahibine anîf bir sesle haber verdim: «Şimdi artık Ebru'yu çıkarabilirsiniz, yeni âşıkıyle uyuşuyor.» O güldü, ötekini sordu: «Zevrak, Zevrak ne yapıyor?» Şüpheli bir sesle: "Şimdilik hâlâ düşünüyor!" dedim.
Bunu şüpheli bir sesle söylediğime ne kadar hata etmişim! Zavallı Zevrak! İşte senin hatırandan aflar diliyorum. Fakat o vefasızdan sonra nasıl hükmedebilirdim ki yeni mâşukanın bütün teslîyetleri, bütün okşayışları neticesiz kalacak, sen haftalarca o sevda faciasının, o hıyanetin matemleriyle yüreğinin yaralarını zehirleye zehirleye, her dakika bir parça daha ölecek, bir parça daha bu hayattan, bu hayatın yalan, aldatan saadetlerinden kaçarak, eriyeceksin, biteceksin?..
Evet, Zevrak, teverrüm etti, hiç bir şey değil, teverrüm etti; ne yanındakine, ne kafesin bir tarafından görünen semâya, hatta kafesin ters tarafından gelerek kayıtsız, fütursuz bir nazarla içeriye bakmaya çalışan Ebru'nun gölgesine bile küçük bir iltifat nigâhını israf etmeyerek hep o köşesinde ıslanmış bir kuş mazlûmiyetiyle can çekişerek, Zevrak, bir gün son nefesiyle gagasını açtı. Bir küçük şikâyet sesi, ufak bir gu!.. bile çıkarmadan öldü.

Halit Ziya Uşaklıgil

Sözcükler:
teessür: Üzülme, üzüntü.
hısım: Akraba.
sayfiye: Yazlık ev.
rikkat: İncelik, naziklik.
nekahet: Hastalıktan sonra iyi duruma geçme.
mebzul: Bol, çok.
refik: Arkadaş, eş.
memlû: Dolu.
tenezzüh: Gezinti.
mukabil: Karşılık olarak.
terane: Ezgi, nağme, şarkı.
neşide: Şiir.
talâkat: Düzgün söz söyleme.
kesbetmek: Kazanmak, elde etmek.
garâm: Aşk.
müessir: Dokunaklı.
lâhin: Şarkı.
masun tutulmak : Korunmak.
istikbâl etmek: Karşılamak.
inhinâ: Eğilme, bükülme.
mütüşekkil: Meydana gelmiş, oluşmuş.
irtisâm: Resmi çizilme, resmi çıkma.
muvakkat: Geçici.
muhteriz: Çekingen.
çakşır: Kuşların ayağında bulunan ve süs gibi görünen tüy.
bûse: Öpücük.
avdet etmek: Dönmek, geri gelmek.
muayyen: Belli, belirli.
rikkat: İncelik, naziklik.
beliğ: Anlaşılır.
galebe çalmak: Yenmek, üstün gelmek.
mahfî: Gizli.
mestur: Kapalı, gizli.
mecruh: Yaralı, incinmiş.
tahsis: Ayırmak.
ihsas etmek: Sezdirmek, ima etmek.
bedbaht: Mutsuz, talihsiz.
sâkit: Sessiz, susmuş.
anîf: Sert, kaba.
mâşûka: Sevilen, aşık olunan (kadın).
tesliyet: Teselli verme, avutma.
teverrüm: Verem olma.
fütursuz: Çekinmez, umursamaz.
nigâh: Bakış.



19 Ağustos 2016 Cuma

Ellerimiz Gibi


Hayvanlar konuşmadıkları için
Kimbilir ne güzel düşünürler,
Tıpkı ellerimiz gibi.

Ah, okumaya başlamadan önce
Çiçeklere su vermek lazımdır.
Melih Cevdet Anday

18 Ağustos 2016 Perşembe

Muhacir Kerim Ağa

Beş altı yıl içinde üst üste beş altı kere muhacir olduktan sonra nihayet Orta Anadolu'nun bu ücra köyünde karar kılabilmişti. Aslen Manastırlı idi fakat Üsküp civarı dâhilinde "C..." kariyesinde, çift çubuk sahibi olmuş; orada evlenmiş, orada çoluk çocuk mürüvveti görmüştü. Kerim Ağa, o havalide en geniş arazi sahiplerinden biri idi; ayrıca bir hayli de hayvanatı vardı. Haddizatında gayet açıkgöz, çalışkan ve tutumlu bir adam olduğu için varidatının fazlasıyla bir taraftan da kasabada ticaretle meşgul oluyordu; bu yüzden ta Üsküp'te bile emlak ve akar edindi.

İki kızı ve üç oğlu vardı. Kızlarını kendi gibi iki zengin adama verdi; oğullarının birini tahsil için İstanbul'a göndermiş; diğer ikisini yanında alıkoymuştu. Kendisi henüz ellisine basmadan iki üç kere büyük baba olmak saadetine erdi. Rumeli istilaya uğradığı vakit Kerim Ağa epeyce büyük bir tantana ile oğullarından birinin düğününü yapmak üzere idi. Lakin...

Ah, ne lazım o günleri tekrar tekrar hatıra getirmek; olan oldu, giden gitti. Kerim Ağa ateş ve duman arasında uzun ve meşakkatli bir seyahatten sonra günün birinde kendini İstanbul'da buluverdi. Karısı, kızlarından biri ile damadı ve iki oğlu yanında idi. Diğerleri askerde ve nerede olduğu belli değildi. Damatlarından birisi de zabitti. Ve harp patladığı zaman Selanik' te bulunuyordu.

Askerde bulunan oğlunun şehadeti ve Selanik'te kalan kızının doğurma esnasında vefatı... Ve henüz bu iki darbenin sersemliğinden kurtulmadan harbi-umumî zuhur etti. İki oğlu ile damadı askere gittiler; bunların ortada bıraktığı evlat ve ailenin yükü de ihtiyarın omuzları üstüne çöktü. O bu yükü, harbin sonuna kadar senelerce hiç sesini çıkarmaksızın kemali sükûn ve tevekkülle taşıdı fakat vaktaki o büyük haile diğer damadının ve iki oğlundan birinin daha şehadetiyle nihayet buldu; ihtiyar adam ilk defa olarak bütün mukavemetinin sarsıldığını; bir an içinde on sene daha ihtiyarladığını hissetti.

İşte tam bu sırada idi ki İzmir'i düşmanlar işgal ettiler.

Kerim Ağa evvela yerinden kımıldanmamayı düşündü fakat vaktaki, düşman Manisa'ya doğru uzanmaya, vaktaki Menemen faciaları ağızdan ağıza dolaşmaya başladı; Kerim Ağa, sebebini pek iyi tayin edemediği bir telaşla nesi var, nesi yok yüz üstü bıraktı; karısını, kızını ve kızının çocuklarını aldı, üçüncü bir hicret yoluna düştü. Evvela Balıkesir'e uğradı, sonra Bursa'ya çekildi. İşte son muhacereti Bursa'dan Orta Anadolu'nun bu ücra köyünedir. 

Biçare Kerim Ağa'nın da buraya vasıl olduğu vakit, artık, ağa denilecek bir tarafı kalmamıştı. Riyaset ettiği aile paçavralar içinde idi ve kendisinin ayağında çorap yoktu. Lakin, cebi büsbütün boş değildi. Nitekim, bu köye gelir gelmez ilk işi bir ev ve bir tarla satın almak oldu. Fakat bu artık o büyük servetin en son damlaları idi.

Onu yanan köyün harabeleri içinde ilk gördüğüm zaman sırtını yarı yıkık bir duvarın taşlarına dayamış, dizlerini dikmiş ve gözlerini meçhul bir noktaya saplamış oturuyordu. Bizim yanına yaklaştığımızdan haberdar görünmemiş gibi durdu. Beyaz fakat temizlenmemiş tiftik gibi beyaz saçları, rengi atmış, kenarları yağlı bir fesin altından ensesine doğru sarkıyordu; kıldan örülmüş dizliklerinin yarım yamalak örttüğü bacakları sanki yanmış ta derileri yüzülmüş gibi gözüküyordu:

"Merhaba!..." diye sesleniyoruz. Derin bir uykudan uyanır gibi silkiniyor "Merhaba; safa geldiniz" diyor ve ayağa kalkmaya hazırlanıyor. Biz. "Otur, otur rahatına bak." diyoruz. O, kül rengi ile mavi arasındaki gözlerini bize doğru çeviriyor, hazin bir tebessümle gülümsemeye çabalıyor: "Rahat mı?... Ne rahatı? Zaten kalkacaktım İşim başımdan aşkın!" diyor.

Birden yanımızdaki köylülere sordu: "Bizimkiler nerede?"

Köylülerden biri, eliyle viran köyün taş yığınları üstünden ovayı gösterdi;

"Deha, oradalar... Harman yerinde yanmış buğdayları ayıklıyorlar... "

Bu bahsi geçenler onun karısı ve torunları idi. Kızı, işgal esnasında birçok vahşetlere marûz kaldığı için köyün diğer genç kadınları gibi günlerden beri bir köşede hasta ve bitap yatıyordu. Kerim Ağa kalktı; havaya baktı:

"Allahuâlem, bu gece yağmur yağacak... Mutlaka damın üstünü kapayalım." dedi ve bize dört beş günden beri yaptığı işi gösterdi. Yanmış evinin enkazından dört duvar yapmıştı ve bu duvarların üstüne yan yana henüz kesilmiş kavak sırıkları dizmişti:

"Şimdi," dedi, "Bunların üstüne biraz çalı çırpı koydum ve daha üstüne de biraz toprak ve çamur döktüm mü artık yağmurdan korkmam. Bunları söyleyerek yavaş yavaş bizden uzaklaştı. İşte, bunun üzerinedir ki bize mihmandarlık eden köylülerden biri onun sergüzeştini anlattı, hikâyesinin sonuna doğru:

"Ne oldu ise, buna oldu." dedi; "Hiçbir şey bırakmadılar. Karısının altınlarını, kızının mahmudiyelerini, yatak ve yorganlarını; neleri varsa hep aldılar... Kendisini de caminin önünde 'Çıkar paraları!' diye bir iyi dövdüler; herkes gibi biraz davarı, beş on tavuğu vardı, (...) harmanındaki buğdaylarını yaktılar. Hiçbir şeyini, kurtaramadı. Allah'ın yazısı bu... Herif düşman şerrine uğramayayım diye kalkmış, bilmem nerelerden buralara kadar kaçmış... "

En sonunda bir diğer köylü hakimane başını salladı:

"O senin benim gibi değil..." dedi; "Başını kurtarır. Urumelli bu... Urumelli bu..."

Yakup Kadri Karaosmanoğlu


İzleyiciler