27 Kasım 2022 Pazar

Osiris'in Maskeleri

1. Bazı tarihsel filmlerin sonuna polemiklerden, tazminat davalarından vs. kaçınmak için kısa bir not eklenir: “Bu filmde anlatılan bütün olaylarla kişiler kurgusaldır.” Benim dipnotuma şöyle olabilir:’’ Bu kitapta anlatılan bütün kişiler kurgusaldır. Yalnızca Taş Bina gerçektir… ”Yalnızca cehennem gerçektir.”

2. Buchenwald, 2008. Çok üşüyorum. İncecik, kadife ceketimin içinde donuyorum. Almanya kışı henüz bitmemiş, Buchenwald’a kar yağıyor… Sanki daha farklı, daha zalim bir soğuk, omurgam boyunca tırmanıyor, içim ağır ağır buz kütleleriyle kaplanıyor. Saat: 16.00’da, bir dakika bile oyalanmadan müze kapanmış, kar ansızın bastırınca, görevliler de, ziyaretçiler de koşar adım terk etmiş kampı… Sığınabileceğim tek yerde, müzenin kapısında duruyorum, gidememekle kalamamak arasında, hızla kararan devasa kampa bakarak… Karların arasında uzun boylu bir adam beliriyor, tek sözcük söylemeden yanımda duruyor, yüzü parça parça dökülen kağıttan bir maskeyi andırıyor, dudakları titriyor. Gözleri görme yetisini yitirmiş, daha derin bir başka yeti kazanmış gibi. Sadece kampa, uçsuz bucaksız boşluğa, yaslı karanlığa bakıyor. Belki bu kampta ölüleri var… Bir sigara yaktığımda fark ediyor beni, yasak olduğunu hatırlatmak istercesine bana dönüyor, gözlerimin tam içine bakıyor, bir aynaya bakarcasına, o da bir sigara yakıyor. Cezaevi sabahlarında, yeni bir gün başlarken, yeni darbelerden, aşağılamalardan, eziyetlerden başka vaadi olmayan, bir öncekinin tekrarı yeni gün, hoparlörlerin bitmez tükenmez bağırışları, komutları, defalarca tekrarlanan sayım anonsları, çarpan demir kapılar,kilit ve mazgal sesleri arasında başlarken, üç—beş kadın, dikenli tellerden sızan sularla sırılsıklam, soğuk avluda bir araya gelir, bir duvarın dibinde birbirimize sokulur, hiç konuşmadan günün ilk sigarasını içerdik. Küllükler gibi boşaltılmış gözlerimizi, bir taştan zemine, bir gökyüzünün boşluğuna çevirerek…Derin nefesler çekerek sigaradan… Saf oksijenmişçesine, ya da saf ölümmüşçesine…

3. İstanbul’un görüp göreceği en korkunç işkence merkezine, namlı (notorious) Sansaryan Han’a yolum düştüğünde —80’li yılların başı— artık siyasi şube olmaktan çıkmıştı. Adli mahkumların en dişlileri, yani karakoldaki dayakla ya da elektrikle çözülmeyenler, genellikle gömlekleri kan içinde getirilirdi oraya… Dikenli tellerle çevrilmiş avluyla ve falakadan geçirilmiş çocuklarla karşılaştığımda, ben de hemen hemen bir çocuktum. (Dostoyevski okuyan bir çocuk!) Sonraki daha “sert” deneyimlerin hiçbiri, “Kırmızı Pelerinli Kent”te anlattığım gülkurusu renginde karakol da, Bakırköy Cezaevi’nin hücreleri de, Sansaryan Han’ın uyandırdığı dehşeti uyandırmadı bende… “Korkunç” ile ilk karşılaşmam değildi kuşkusuz ama ‘Korkunç’un Hakikat’in ta kendisi olduğuna ilk uyanışım, ilk utancımdı. “Taş Bina” ilk doğumunda, anlatıcı— ben’in adım adım anlattığı karaktere, hiçbir şey anlatmayan bir deliye, yani kurbanın kendisine dönüştüğü, üç sayfalık bir kısa öyküydü. Taş bina da Sansaryan Han gibi dört katlıydı. Sonraki on yılda, belleğin mahpushanesi bir kat daha büyümüş, Auschwitz’in barakalarının Primo Levi’nin belleğinde dönüşmesi gibi.

4. Zor… Bir kez daha söze girmek… Bütün darbelerinden, hücrelerinden, kayıplarından sonra hayatın… Susturulmuşluğun o ağır, acılı, ezici deneyiminin tam ortasından konuşmak… Sözcükleri içten içe oyan o keskin, görünmez bıçak, dillerini de kesmiş, gözlerini çıkarmış. Koyuldukları yolda kaybolacaklarını daha baştan biliyorlar; çemberlerinden, hücrelerinden, kayıplarından geçerek hayatın, dönebilecekleri tek yere dönüyorlar.

Sözcükler: Kuru ve çıplak. Birer kabuk, birer maske. Bir avuç toprak, içimdekinin aynısı.

5. Belki de yapmam gereken doğrulmak, kendimi belleğin kuyularından çekip çıkarmak, beni bekleyen hikayeme doğru bir adım atmak… Sessizce bekliyor, daha tam açılmamış gözleriyle bana bakıyor. Bir aynaya bakarcasına… Ona doğru yürüyebilmek için kapkara kanlara basmam gerekiyor.

6. “Bu son kağıdım. Daha yazmak isterdim.” (Bir cezaevi mektubundan) Cezaevine “düşenlerin”— Türkçe’de bu fiil kullanılır— ilk talepleri, idam mahkumlarının son dilekleri gibidir. Bir kağıt, bir kalem.

7. İnsan, konuşan Madde. Anlatan Varlık. Durmamacasına anlatan, anlamlandıran,
sözcüklendiren, hikayeleştiren… İçinde var olabileceği bir sözcük, bir imge aramaya yazgılı varlık. Ölümlülük bilincinin ufku dört yönden kapadığı çağdan beri, kaybedilmiş ilk sözcüğü arayan, kendi hikayesinde varolmaya çalışan Varlık.

Metindeki “anlatıcı—ben”, metin boyunca sürekli birbirine dönüşen iki karşıt uçtan konuşur. Belleğini yitirmiş, bir adı bile olmayan, hikayesi kendisinden çalınmış “A.”, onu insanlık manzarasından silmiş “İnsanlık”a seslenir. Vitrinlere tırmanıp kılıktan kılığa girerek çektiği söylevlerde bir yazar metaforudur. Bütün karakterlerini üstlenen yazar ise, anlattığı dünyadan, “lanetlilerin” dünyasından, yani kendi hikayesinden kovulmuştur.

8. Kendini anlatmak… Karanlıkta devleşmiş gölgesine sığınan “ben”i bulmak için sürdürdüğümüz ısrarcı bir söyleşi mi? Bir masumiyet yitimi, ertelenmiş bir intihar, dünyaya karşı meydan okuma mı? Özgürleşme mi, yoksa özgürlük arzusunu doğuran tutsaklığın ta kendisi mi? Sözcüklerden oluşturduğum boş anıt mezara soruyorum sorularımı.
(Bu kitap, her şeyden önce sözcüklerle kurduğum bir anıt—mezar, gerçek bir ölü için yazılmış bir ağıt, hep tamamlanmamış kalacak bir veda…)

9. Kimdi o ölen? Yazarın kendisi ölümün hangi tarafında? Kendin olmak, ölmek demektir. Ancak ölerek “biricik” oluruz, değiştirilemez biçimde kendi hikayemiz oluruz. Mutlak birleşme anı, mutlak parçalanma anı… Ben’in Öteki’nde erimesi,
anlatanla anlatılanın, imgeyle bakışın birleştiği an. İşte bu yüzden, yazı ölümün karşısında hep maske takmak zorundadır.

10. “Ben olmuş ve olacak herşeyim ve bugüne dek hiçbir ölümlü yüzümü maskesiz görmemiştir,” diye yazar bir Osiris tapınağında… Osiris, ölümün ve yeniden doğuşun tanrısıdır, Dionysos gibi. Dionysos da hep maskelidir, bazen erkek, bazen dişi olarak görünür, deli—tanrıdır, hep ölmekte ve hep yeniden dirilmektedir. İki tanrı da parçalanmıştır.

11. Sözcükler: Çiğnenmiş, tel tel olmuş, karanlıkla, suskunlukla yoğurulmuş. Uğultulu, korkunç…

Birbirini yankılayan, yineleyen, yadsıyan sözcükler… Sesini arayan Acı, İmgesini arayan Ses.

Çoktan kaybedilmiş, ya da henüz doğmamış bir dünyaya, sayısız dünyaya seslenen Ses. Dik açılarla birleşip insan yazgısını oluşturan çizgilerle yuvarlaklar, binlerce öykü, sayıya vurulamayacak ölüm… Bedenin sınırlarından çıkıp dilde akan kan… Hiçliğe varana kadar parçalanan yazı… Sabırla bir araya getirmek parçaları, bir kez daha… Baştan almak, bir daha denemek. Anlatılamayana doğru bir adım atmak, bir adımı geri çekmek, yörünge değiştirip bir çember daha çizmek… Bir yankıya dönüşene değin… Hiçliğe varana değin…

12. Yoluma devam ettim. Gerçekler aleminde vücut bulmaya kararlı bir hayalet gibi, karanlıkta, yıkıntılar arasında, el yordamıyla ilerledim. Sonuna dek gidilmeliydi bu yıkımın, bu yitirişin, bu yalnızlığın… Haritaya ihtiyacım kalmamıştı, elimle koymuş gibi teker teker buluyordum Semprun’un romanlarında anlattığı barakaları… Altmış kadar yıl önce hepsi yakılmıştı, günümüzde yerleri taşlarla ve anıtlarla belirlenmişti.… İç içe geçen çemberler çiziyor, bir aşağı bir yukarı koşturuyor, bir ucundan diğerine savruluyordum devasa kampın, sanki her adımda, bir mahpusa dönüşüyordum. Buchenwald’dan çıkamayacaktım… Ya da çıkabilmek için, orada bulduğum kendimi geride, uçsuz bucaksız, ıssız gecede bırakmak zorundaydım.

13. Başka çarem olmadığı için kullandığım bir sözcük: “Ben”. Bir kabuk, bir maske, o kadar. Seslerin çıkabilmek için çarptığı, bir diş, incecik, bir zar ve kemik. Uçsuz bucaksız bir savaş alanı, söylenenle söylenmeyenin ölümüne çarpıştığı… Bir arada, sessizce çürüdüğü, ayakta kalanla yere yıkılanın… İnsanın çamura, çamurun insana dönüştüğü…
“Başkaları” diyemiyorum bu cehenneme…

14. Son otobüse yetişmek için durağa vardığımda, artık soğuğu hissetmiyordum. İçeriyle dışarının sıcaklığı birbirine eşitlenmiş gibiydi. Karın altında saatler boyu, koşarcasına yürümenin bedelini bir zatürree ile ödesem, şanslı sayılırdım. Göz kamaştıran ışıklarını yakan otobüs, kamp durağının son yolcusu için kapısını açtı. Kapadı. Geri dönerken tek bir hedefim vardı. Rampa. Jorge Semprun, “Büyük Yolculuk”ta birkaç kez uyarır okuru: “Ama daha hiçbirşey görmediniz.Daha rampayı görmediniz. Yahudi çocukların yolculuğunu anlatmadım.” Haritada ya da katalogda, rampaya ilişkin bir şey varsa da kaçırmışım, ama onu da elimle koymuş gibi bulacağıma emindim. Bütün geçirgenliğimle açıldığım sesin beni çağırdığı yer orasıydı, Auschwitz boşaltılırken Polonya'dan gelen trenlerin durduğu rampa… Demiryolu çoktan sökülmüş, altmış küsür yılda doğa son izleri de silmişti.

Ama oradaydım işte, bir duvardaki tabelayı fark ettiğimde her şey olup bitmişti bile. Auschwitz’den gelen tren duruyor, vagon kapıları gürültüyle açılıyor, hiç kimse aşağı atlamıyor. Ayakta, birbirine yaslanarak donmuş binlerce ölünün arasında, her nasılsa sağ kalmış, eksi otuz derecede, on gün boyunca hiçbir şey yemeden ve içmeden sağ kalabilmiş, birkaç çocuk buluyor mahpuslar… Kimse bilmiyor ne yapılacağını, tepeden emir bekleniyor. Başlarına geleceği sezen çocuklar, son güçleriyle sağa sola kaçışmaya başlıyor. İşte, şu çam ağaçlarına doğru koşuyorlar, kampın merkezine doğru, ama kapıya varamadan teker teker öldürülüyorlar. Son iki çocuk kalıyor geriye, vargüçleriyle koşuyorlar, ama biri karların içinde sendeliyor, tökezliyor; diğeri, yaşça büyük olanı duruyor, geri dönüyor, ona elini uzatıyor.

2008 Mart Sonu. Buchenwold’ın eski rampasında, altmış küsür yıl önce, birkaç el ateşlenen silahı duyuyorum.

15. Bazen bir sözcük, anafor gibi yakalar insanı, yerle gök, ölümle yaşam arasında savurup durur. Baş aşağı çevirir dünyayı, dünle yarını iç içe geçirir, herşeyi parçalayıp yeniden birleştirir: “Yazgı.” Türkçe’de “alınyazısı” da diyebiliriz, alnımıza yazılmış, görünmez, silinmez yazı.

16. Hemen ertesi gün, eşini benzerini görmediğim bir sancı sol koluma saplandı, sırtıma, boynuma yayıldı. İstanbul’a döndüğümde adeta bir Quasimodo’ydum, bir hafta içinde kamburlaşmıştım! Teşhis çabucak kondu, MR (Magnetic Resonance—MRT) açık seçik gösteriyordu ağır hasarlı omurları, fıtıkları; ama bu fıtıklar çok eskiydiler. Gençliğimde, muhtemelen aynı travmayla oluşmuş, bunca zaman hiçbir işaret vermemişlerdi. (Hayatım boyunca klasik bale çalışmıştım, hala dans ediyordum!) Kimseye, kendime dahi anlatmadığım, anlatmaya “gönül indirmediğim”, zaten hemen bütün ayrıntılarını unuttuğum, yani CV’me koymadığım bir “şiddet deneyiminin” (böyle adlandırayım!) etkisi, bunca yıl sonra bütün yıkıcılığıyla, bir anda açığa çıkmış, bedenim Buchenwald’ın karlarında, derinlerde sakladığı bir “kurban”ı hatırlamış, geri—dönüşsüzce sakatlanmış kurbanı sahiplenmişti. İçerideki, en içerideki suskun, kapanmayı bilmeyen yara, sonunda beni sahiplenmişti. Yaralar çok ender konuşurlar ve yalan söylemeyi beceremezler.
O günlerde baskıya gitmekte olan “Taş Bina”yı —artık bir uzun öyküydü— geri çektim. Fiziksel acılarla, eziyetli tedavilerle geçen, kaleme el sürmediğim bir, bir buçuk yıldan sonra metne geri dönebildim. Acının, pek de ‘edebi’ olmayan sakatlık gerçeğinin verdiği ‘deli cesaretiyle’, daha önce sadece kapısından baktığım bir labirente daldım, A.’nın belleğine, onun diliyle girmeyi denedim. Şiirselliğine inandığım cümlelerimi acımasızca kesip biçtim, gaddarlığın cisimleştiği tek bölüme, sorgu sahnesine yerleştirdim. Asıl kurtarmak istediği kişiyi ele veren, sevgilisinin ölümüne yol açan genç kadını, sokaklarda yaşayan bir meczupla yüzleştirdiğim ‘anahtar’ bölümü kitaptan çıkardım. Çıkardım ki, ele verenle verilen, sağ kalanla ölen, anlatanla anlatılan, ayrıştırılamaz biçimde birbirine karışsın, iç içe aksın.

17. Issız bir çığlık, karanlık bir kahkaha. Bir mezartaşı, bir ağıt, lanetli bir ezgi. Tesadüflerin bir araya getirdiği, maskeli bir koronun, dağıldıktan sonra bile bir ağızdan söyledikleri ezgi. Issız bir cehennem, içinde tutmak istediği görüntüyü umutsuzca arayan bir ayna…(“İnsan yüreği bir aynadır”, der eski bir söz.) Bir avlu, sadece rüzgârın uğultusunun işitildiği bir son—ülke. Taşlara çizilmiş bir eskiz, her bakışın kendinden birşeyler katarak bir resme dönüştürebileceği… Kanla düşlerin zoraki evliliği…

Ben’le Öteki’nin, ölenle sağ kalanın, ele verenle ele verilenin, birbirlerini işitmeden
sürdürdüğü uzun, ısrarcı söyleşi… Korkunç ile Kutsal’ın yanyana durduğu, içiçe aktığı, birbirine dönüştüğü bir hikaye. “Hikayesi” çalınmış bir hikaye… Bir yürek dolusu taştan kurulmuş bir son—ülke. Bu kitapta anlatılan herşey, elbette, kurgusaldır. Ancak kurguyu, gerçeğin ta kendisi yapmıştır.

18. “Taş Bina”, tek bir başlangıcı ya da sonu, bir merkezi olmayan, tamamlanmamış kalmaya yazgılı bir metin. “Anlatılamaz” olanın etrafında çemberler çizdiğini, yani kendi çaresizliğini itiraf eden bir metin. Yazarını da, okurunu da, hikâyeleştirmenin avuntularından esirgiyor: Bir çerçeve içinde sunulan tablolar gibi, renkli, canlı, kıpır kıpır imgeler, ele avuca gelen, özdeşleşme olanağı sunan karakterler, trajedinin açabileceği bir özgürlük kapısı, katarsis gibi. Bunların yerine, sadece belli belirsiz, tekinsiz bir çağrıyı sürdürüyor, taş binadan asla çıkamayacak sesleri umutsuzca iletmeyi deniyor. Ve aslında sözcüklere geçit vermeyeni, gene sözcüklere teslim ediyor. Elbet karanlık kehanetini gerçekleştiriyor. Beni yazdığım şeye, TAŞ’a dönüştürüyor.

19. Esenler Polis Karakolu. Bir hücre, bir kafes. Işıkların hiç kapatılmadığı, susuz, tuvaletsiz, altı—yedi metrekarelik kafeste dört kadınız. Sadece çok zayıf birinin, biraz olsun uzanabileceği, iki daracık tahta bank var… Onlarca kişinin kokusunun, terinin sindiği, yağlı iki battaniye. Dört kadınız, içimizden biri, üçüncü gece bileklerini kesecek. Daha hiçbir şey anlatmadım. Rampayı anlatmadım.
(Bu dipnotlar iki ayrı kalemden çıkmış gibi. Yazarın notları, eski bir mahpusun notları. Birbirlerini işitebildiklerini sanmıyorum.)

20. Taş Bina, eninde sonunda somutlaşacaktı, başkaları için olduğu gibi, benim için de… Karakterleri, Esenler Karakolunda teker teker cisimleşecekti. Bir çığlık yoktu orada, ama bodrumdan gelen dayak sesleri ve iniltiler vardı. Suçlu çocuklar yan kafesteydiler, falakadan geçmemişlerdi, polislere kök söktürdüler… Ağlayan kadın… Bütün kadınlar ağlıyordu. 48 saat boyunca durmadan ağlayan bir kadını dinledim. İhanet, ele veren, ele verilen… Ölen… Sadece “Melek” yoktu orada. İkinci gece hastaneye kaldırılıp geri getirildiğim gece, iğnelerin de etkisiyle ‘taşlaşma’ halinden biraz sıyrılınca, “Taş Bina”yı düşündüm. Bir daha böyle bir kitap yazabilecek masumiyeti asla bulamayacaktım.
Ama üçüncü gece, en korkunç gece, anladım ki, sadece “anlar” vardır, içinde meleği var edebileceğimiz anlar. Onu var edebilmek içinse, önce yokluğunu tanımak, bu yoklukta kalmak gerekiyormuş.
Taş Bina’nın aynasında, Esenler Polis Karakolunun kirli camlarında, yüzümü ilk kez
gördüğümde, onu tanıyamadım.

21. Şimdi —2019, burada —Almanya’da— anlatmayı denemek… Altı metrekarelik bir kafeste geçen üç gün, üç geceyi, çıldırtan susuzluğu, leş gibi bir hücreyi, idrar lekeli yatağı, müebbet talebiyle tutuklanmayı, dikenli tellerden sızan damlalarla sırılsıklam cezaevi avlusunu…
Aslında çoğunu unuttum. Olayları, olguları, aşağılamaları, isimleri, ayrıntıları… Kimbilir neler pahasına, hangi bedellerle unuttum. (Belleğim yorgun düştü unutmaktan…) Sadece birkaç imge var benimle kalan, sanki taşlara çizilmiş kabataslak eskizler, dünyayla yaşıt, siyah—beyaz, gri, yürek—rengi, Araf—rengi resimler… Belleğime kazınmış imgeler…(Kendimi o resimlerden çekip çıkarmayı başarsam da, kabuslarım beni oraya, “Taş Bina”ya yolluyor her gece.) Ve o silinmez imgeleri çevreleyen bir sis halesi. Bir şimşek çakması, su damlaları, rüyalar ve karabasanlar, kabaran bir nehir, herşeyi küle çeviren bir yıldırım, yoğun, çıkışsız bir bulut. Dış gerçekliği yeniden kurma çabasının, yani olayları, olguları anlatmanın, aslında iç gerçeklikten bir kaçış, hatta olası tek kaçış olduğunu da çoktan öğrendim.
Saat: 16.00. Müze kapandı. Asıl gece şimdi başlıyor…

22. Yaralar çok ender konuşurlar ve ürkütücüdür sesleri. Ama sözcüklerin uçsuz bucaksız çölünde, onların sesi de rüzgara karışır, dağılır gider. Belki bazen birkaç kemik belirir kumların üzerinde, çöl herşeyi çabucak yeniden örter.
Ama sadece sözcükler insanlaştırabilir ıssız bir çölü de, çığlığı da… Küçücük, mucizemsi dokunuşlarıyla taşı ezgiye, ezgiyi taşa dönüştürür, bir avuç taştan, bitimsiz bir dünya kurabilirler. Yitirdiğimiz, yitireceğimiz herkesle, herşeyle buluşabileceğimiz… Herşeyin onda tamamlanıp bütünlendiği, en gerçek, en koyu anlamına kavuştuğu bir başka dünya… Sadece o dünyada – bunda değil – bir meleğin kulağımıza fısıldayacağı muhteşem bir ezgiyi işitebilir, yalan yanlış da olsa mırıldanabiliriz.

23. İşte bu da benim hayat hikayem. Artık içinde kimsenin yaşamadığı bir hikaye…
Sen kimsin?
Ben, senin içinde konuşan yankıyım. Sözcüklerle anlatılamayan senim, yanıt vermeyen sessizlik… Ve bugüne dek hiçbir ölümlü yüzümü maskesiz görmemiştir.

24. 18 Ağustos, ağırlaştırılmış müebbet talebiyle tutuklandım. Cezaevine getirildiğimde geceyarısıydı herhalde. Tüm mahpuslar gibi, üzerimdeki herşey, boyunluğum dahi alındı. Bir tişört ve bir şalvarla, “müşahadeye” ,bir nevi karantinaya kapatıldım. Çarşafsız, leş gibi yatakların sıra sıra dizildiği, bomboş bir oda, bir koğuş… Daha ilk saatimi tamamlamadan, beni hücreye attılar. Sonradan, asla doğrulayamayacağım cezaevi fısıltılarından öğrendim ki, Müşahade’de, uyuşturucudan tutuklanan genç bir Rus kızı –günümüz Türkiye’sinde, sınırlarda uyuşturucuyla yakalananlara, yirmibeş dakikayı bile bulmayan ilk ve tek celsede yirmibeş yıl veriliyor— cezaevindeki ilk gecesinde, o yataklardan birine tırmanıp, her nasılsa gözden kaçırdıkları kemeriyle kendini asmış.

Ben şimdi ölümün hangi tarafındayım?

Aslı Erdoğan , 13.02.2019

https://www.aslierdogan.com/  sitesinden alıntılanmıştır.

26 Kasım 2022 Cumartesi




Bir kitabı çoğu kez üç beş kişi bizi anlasın diye yazarız. O üç beş kişi bizi okumaz ve bizi asıl anlayan üç beş okuru da biz tanıma fırsatı bulamayız.

Attilâ İlhan

Kuzgun


Ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin
O acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan,
Neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden,
Çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan;
"Bir ziyaretçidir" dedim, "oda kapısını çalan,
                      Başka kim gelir bu zaman?"

Ah, hatırlıyorum şimdi, bir Aralık gecesiydi,
Örüyordu döşemeye hayalini kül ve duman,
Işısın istedim şafak çaresini arayarak
Bana kalan o acının kaybolup gitmiş Lenore'dan,
Meleklerin çağırdığı eşsiz, sevgili Lenore'dan,
                      Adı artık anılmayan.

İpekli, kararsız, hazin hışırtısı mor perdenin
Korkulara saldı beni, daha önce duyulmayan;
Yatışsın diye yüreğim  ayağa kalkarak dedim:
"Bir ziyaretçidir mutlak usulca kapıyı çalan,
Gecikmiş bir ziyaretçi usulca kapıyı çalan;
                      Başka kim olur bu zaman?"

Kan geldi yüzüme birden  daha fazla çekinmeden
"Özür diliyorum" dedim, "kimseniz, Bay ya da Bayan
Dalmış, rüyadaydım sanki, öyle yavaş vurdunuz ki,
Öyle yavaş çaldınız ki kalıverdim anlamadan."
Yalnız karanlığı gördüm uzanıp da anlamadan
                      Kapıyı açtığım zaman.

Gözlerimi karanlığa dikip başladım bakmaya,
Şaşkınlık ve korku yüklü rüyalar geçti aklımdan;
Sessizlik durgundu ama, kıpırtı yoktu havada,
Fısıltıyla bir kelime, "Lenore" geldi uzaklardan,
Sonra yankıdı fısıltım, geri döndü uzaklardan;
                      Yalnız bu sözdü duyulan.

Duydum vuruşu yeniden, daha hızlı eskisinden,
İçimde yanan ruhumla odama döndüğüm zaman.
İrkilip dedim: "Muhakkak pancurda bir şey olacak;
Gidip bakmalı bir kere, nedir hızlı hızlı vuran;
Yatışsın da şu yüreğim anlayayım nedir vuran;
                      Başkası değil rüzgârdan..."

Çırpınarak girdi birden o eski  kutsal günlerden
Bugüne kalmış bir Kuzgun pancuru açtığım zaman.
Bana aldırmadı bile, pek ince bir hareketle
Süzüldü kapıya doğru hızla uçarak yanımdan,
Kondu Pallas'ın büstüne hızla geçerek yanımdan,
                      Kaldı orda oynamadan.

Gururlu, sert havasına kara kuşun alışınca
Hiçbir belirti kalmadı o hazin şaşkınlığımdan;
"Gerçi yolunmuş sorgucun" dedim, "ama korkmuyorsun
Gelmekten, kocamış Kuzgun, Gecelerin kıyısından;
Söyle, nasıl çağırırlar seni Ölüm kıyısından?"
                      Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

Sözümü anlamasına bu kuşun şaşırdım ama
Hiçbir şey çıkaramadım bana verdiği cevaptan,
İlgisiz bir cevap sanki; şunu kabul etmeli ki
Kapısında böyle bir kuş kolay kolay görmez insan,
Böyle heykelin üstünde kolay kolay görmez insan;
                      Adı "Hiçbir zaman" olan.

Durgun büstte otururken içini dökmüştü birden
O kelimeleri değil, abanoz kanatlı hayvan.
Sözü bu kadarla kaldı, yerinden kıpırdamadı,
Sustu, sonra ben konuştum: "Dostlarım kaçtı yanımdan
Umutlarım gibi yarın sen de kaçarsın yanımdan."
                      Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

Birdenbire irkilip de o bozulan sessizlikte
"Anlaşılıyor ki" dedim, "bu sözler aklında kalan;
İnsaf bilmez felâketin kovaladığı sahibin
Sana bunları bırakmış, tekrarlıyorsun durmadan.
Umutlarına yakılmış bir ağıt gibi durmadan:
                      Hiç -ama hiç- hiçbir zaman."

Çekip gitti beni o gün yaslı kılan garip hüzün;
Bir koltuk çektim kapıya, karşımdaydı artık hayvan,
Sonra gömüldüm mindere, sonra daldım hayallere,
Sonra Kuzgun'u düşündüm, geçmiş yüzyıllardan kalan
Ne demek istediğini böyle kulağımda kalan.
                      Çatlak çatlak: "Hiçbir zaman."

Oturup düşündüm öyle, söylemeden, tek söz bile
Ateşli gözleri şimdi göğsümün içini yakan
Durup o Kuzgun'a baktım, mindere gömüldü başım,
Kadife kaplı mindere, üzerine ışık vuran,
Elleri Lenore'un artık mor mindere, ışık vuran,
                      Değmeyecek hiçbir zaman!

Sanki ağırlaştı hava, çınlayan adımlarıyla
Melek geçti, ellerinde görünmeyen bir buhurdan.
"Aptal," dedim, "dön hayata; Tanrın sana acımış da
Meleklerini yollamış kurtul diye o anıdan;
İç bu iksiri de unut, kurtul artık o anıdan."
                      Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

"Geldin bir kere nasılsa, cehennemlerden mi yoksa?
Ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan!
Bu çorak ülkede teksin, yine de çıkıyor sesin,
Korkuların hortladığı evimde, n'olur anlatsan
Acılarımın ilâcı oralarda mı, anlatsan..."
                      Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

"Şu yukarda dönen gökle Tanrı'yı seversen söyle;
Ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan!
Azalt biraz kederimi, söyle ruhum cennette mi
Buluşacak o Lenore'la, adı meleklerce konan,
O sevgili, eşsiz kızla, adı meleklerce konan?"
                      Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

Kalkıp haykırdım: "Getirsin ayrılışı bu sözlerin!
Rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan!
Hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın!
Dağıtma yalnızlığımı! Bırak beni, git kapımdan!
Yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan!"
                      Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

Oda kapımın üstünde, Pallas'ın solgun büstünde
Oturmakta, oturmakta Kuzgun hiç kıpırdamadan;
Hayal kuran bir iblisin gözleriyle derin derin
Bakarken yansıyor koyu gölgesi o tahtalardan,
O gölgede yüzen ruhum kurtulup da tahtalardan
                      Kalkmayacak - hiçbir zaman!
Edgar Allan Poe

Çeviren: Ülkü Tamer

25 Kasım 2022 Cuma

Geçmiş Bir Dua Kitabından - I


Nice yazsonlarında
eylül yapraklarına
gergeflediğiniz öyküleriniz
tozlu bahçelerde unutuldu mu hiç?

Sonbahar sürgünüdür gidişleriniz.

Benekli kedilerin döktüğü sütlere
en sessiz adımlarla basıp,
kaç izle geçersiniz

Sabahlardan birinde
benim dediğiniz evlerden 
kendiliğinizden çıkmalısınız,
vedasız ve kimseyi uyandırmadan.

Anılarınızı yıpratabilirler.

Ayağa takılabilecek ne varsa
toplamalısınız ayrılmadan ve saklamadan
kırık dökük sevgilerinizi köşe bucağa;
bir gün bulup
avuçlarında ısıtırlar diye
beklemeden.

Onları  --bilin! --  şimdi yalnız
eskicilerde satılan taş plakların
en iç bulandıran cızırtılarıyla
süpürgelik diplerine üfleyeceklerdir.

Küf kokulu çekmecelerin bile
çok görüldüğü anılarınız varsa eğer,
şimdi kuşların havalanmadığı bahçelerde
solmaya bırakınız.
Ahmet Cemal

Çağcıl Söylen


Akşam savaş alanına çöktüğünde
Düşmanlar yenilmişti
Telgraf tellerinin tınıları
Haberi uzaklara taşıdı

Dünyanın bir ucunda için için yandı
Bir haykırış, gökkubbede parçalanarak
Bir çığlık, çılgın ağızlardan taşan
Ve esrik göğü aşan.
Bin dudak ilençle soldu
Bin yumruk, vahşi bir öfkeyle sıkıldı.

Dünyanın bir başka ucunda
Bir sevinç, gökkubbede parçalanarak
Büyük bir sevinç, bir eğlence, bir çılgınlık
Rahat bir soluklanma, gerinme
Bin dudak eski bir duayı söyledi
Bin el inançla birleşti.

Gecenin geç saatlerinde
Sayıyordu telgraf telleri
Savaş alanında kalan ölüleri-
O zaman dost ve düşman sessizleşti.

Yalnız analar ağladı
Her iki yanda.

Bertolt Brecht

Çeviren: Turgay Fişekçi


Aşk


İşte hikâyemiz böyle dostlarım
Şu parasız yapılan alışveriş
İşte borç kartımız, çakıverin imzayı
Yorgan daima kısa gelirmiş
Bu uç, şu uca ulaşamazmış
Diyebilir misiniz amma da iş

Aramak onu ufukların ardında
Arada düşmüş yaprakları tekmelemek
Ovmak bir çıplak ayağı
Bütün yürekleri kiraya vermek
Ya da bir aynalı odada
Bir otomobilde
Kaporta aya doğru dikilmiş
Masumluk, duruversin istediği yerde
Nerede başlatırsa başlatsın cümbüşünü
Sesler tiz perdeden kadıncıl ve sonsuz
Bir başkalık belirir her seferinde

Gişelerin önünde, henüz açılmamış
Kenetlenmiş eller durmadan çıtırdar
Kuyrukta süngüsü düşmüş bir adam
Bir zayıf yaşlı bayan
Ve sinemadaki filim
Bir büyük aşkı ilân eder neonlu ışıklar
Çarşaf gibi reklamlarda
Senaristin de garantisi var.

Günter Grass

Çeviren: Salih Sıtkı Gör

Korkulu Öykü


Her şey değişecek her şey
Asıl olana doğru, büyük olana,
çocukların uykusunu bölenler
Bağışlanmayacak asla.

Unutulmayacak, unutulur mu hiç
Şu minik yüzlere işlenmiş gam, tasa,
Düşman saldığı bu dehşeti
Ödeyecek bir gün mutlaka.

Gün gelecek yolu onun da
Tüyler ürpertici bir öyküden geçecek,
Alınacak yüzlerce yüzlerce defa
Yetimin, sakatın, dulun öcü.

Aklına getir bir o bombaları
O astığı astık dönem
O cinayetler, o yıkıntılar,
Hérode'un Bethléem'de yaptığı gibi.

Eli kulağında daha iyi bir çağın,
Değişecek her şey, besbelli,
Ama şu sakatlanmış küçükleri
Unutabilir mi insan unutabilir mi?
Boris Pasternak
Çeviri: Cemal Süreya

Mirabal Kardeşler (Mirabal Sisters)


Mirabal Kardeşler diktatörlüğe karşı mücadele ettikleri için 25 Kasım 1960’da vahşice öldürüldüler. 1981’de yapılan Birinci Latin Amerika ve Karayip Kadınlar Kurultayı’nda 25 Kasım,"Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Ve Uluslararası Dayanışma Günü" olarak kabul edildi. O günden bu yana 25 Kasım’da tüm kadınlar sokaklarda kadına yönelik şiddeti protesto ediyor.

“Belki bize en yakın şey ölüm; fakat bu beni korkutmuyor. Haklı olan her şey için savaşmaya devam edeceğiz” Maria Teresa Mirabal

“Bunca acıyla dolu ülkemiz için yapılacak her şeyi yapmak bir mutluluk kaynağı. Kollarını kavuşturup oturmak ise çok üzücü.” Minerva Argentina Mirabal

“Çocuklarımızın, bu yoz ve zalim sistemde yetişmesine izin vermeyeceğiz. Bu sisteme karşı savaşmak zorundayız. Ben kendi adıma her şeyimi vermeye hazırım; gerekirse hayatımı da!” Patria Mercedes Mirabal

1930 yılında Rafael Leonidas Trujillo askeri darbe yaparak Dominik Cumhuriyeti’ nde iktidarı ele geçirdi. Önce halk oylaması ile devlet başkanlığı yaptı, sonra koltuğundan inmeyi reddederek, ABD’nin, kendisine yakın kişilerin ve burjuvazinin desteğiyle ülkeyi tam 31 yıl boyunca diktatörlükle yönetti. Kendisine karşı çıkanları ya tutuklattı ya da faili meçhul cinayetlerle ortadan kaldırttı. Askeri istihbarat servisine kurdurduğu “40” adlı hapishanede muhaliflere işkenceler yaptırdı. 1937 yılında 30 bine yakın Haitiliyi sadece “perejil” sözcüğündeki ‘r ‘harfini söyleyemediği için elektrikli sandalyede katletti. Trujillo, iktidarda olduğu süre boyunda 50 bin kişinin ölümüne neden oldu.

Kendi halkını açlık ve sefalete itti. Dominik işçilerinin yüzde 80’i halkın emeğini sömüren Trujillo’nun topraklarında çalışıyordu. Mal varlığı dillere destan olan diktatör Trujillo ve ailesi ülkenin şeker sanayisinin yüzde 65’ine ve verimli topraklarının ise yüzde 60’ına sahipti. Diğer taraftan yandaşları tarafından Nobel barış ödülü adaylığına layık görülen dios en cielo, trujillo en tierra (cennette tanrı, dünyada Trujillo) sloganlarıyla güç zehirlenmesi yaşayan diktatör, her şeye sahip olabileceğini düşündü.

Diktatörlüğe karşı aktif mücadele

Aida Patria Mercedes Mirabal Reyes, 27 Şubat 1924 yılında Salcedo’da Ojo de Agua köyünde dünyaya geldi. Orta sınıfa mensup bir çiftçi ailesinin kızları olan Mirabal kardeşlerin babaları Enrique Mirabal Reyes Fernandez, anneleri ise Mercedes Camilo’ydu. Patria, resim ve sanatla uğraşmaktan zevk alıyordu, dindar olan Patria, rahibe olmayı düşünüyordu. 14 yaşına geldiğinde Adela (Dede) ve Minerva’yla birlikte yatılı katolik okuluna gitti. 17 yaşında Pedro Gonzalez adında bir çiftçiyle evlendi. Norus, Nelson, Raul ve Juan adında dört çocuk dünyaya getirdi. En küçük çocuğu Juan’ı 5 aylıkken kaybetti. Patria, Trujillo karşıtı hareketin içerisinde yer aldı, bütün varlığını bu uğurda harcadı.

Belgica Adela (Dede) Mirabal Reyes, 1 Mart 1925 yılında dünyaya geldi. Yatılı katolik okuluna gidinceye kadar anne babasıyla yaşadı. Dede, kız kardeşleri gibi koleje gitmedi, bunun yerine ailesine yardımcı oldu, tarım ve hayvancılıkla uğraştı. 1948 yılında Jaimito Fernandez’le evlendi ve üç çocuk dünyaya getirdi. Kız kardeşlerinin trajik ölümünden sonra 6 yeğenine sahip çıkarak onları büyüttü.

Maria Argentina Minerva Reyes, 12 Mart 1926 yılında dünyaya geldi. Çok akıllı bir kızdı. Kız kardeşleriyle birlikte Minerva da yatılı katolik okuluna gitti. Tek amacı, ileride avukat olmak için evden ayrılabilmekti. Bütün engelleri aşarak hukuk fakültesine girmeyi başardı ve mezun oldu. Kız kardeşler içinde, politik olarak en aktif olanı oydu. Siyasi görüşlerinin şekillenmesinde amcasının da etkisi oldu. Minerva’ya muhalif kimliği nedeniyle avukatlık lisansı alamayacağı ve mesleğini icra edemeyeceği söylendi. Bu durum, onun diktatörlükle mücadeleye başlamasında belirleyici dönüm noktalarından biri oldu. Minerva üniversitede tanıştığı insan hakları ve demokrasi mücadelesi veren, Manuel Aurelio (Manolo) Tavárez Justo ile evlendi ve Minou ve Manolito adlı iki çocuğu oldu.

Antonia Maria Teresa Reyes, 15 Ekim 1935 yılında dünyaya geldi. Kız kardeşleri gibi o da katolik yatılı okulunda okudu. 1954 yılında matematik lisans eğitimini tamamladı, aynı yıl Santa Domingo Üniversitesi Matematik Fakültesi’ne girdi. 14 Şubat 1958 yılında, Leandro Guzman ile evlendi. 7 Şubat 1959 yılında kızı Jacqueline’i dünyaya getirdi. Ablası Minerva’nın izinden ayrılmayan Maria Teresa da 14 Haziran hareketinde aktif olarak yer aldı.

Trujillo’yu tokatlayan Minerva

Kardeşlere siyasi olarak yol gösteren Minerva birkaç yıl boyunca üniversiteye kaydolmak istedi fakat Trujillo tarafından engelleniyordu, sonunda Trujillo’nun tatile gitmek için ülke dışına çıktığı bir dönemde üniversiteye kayıt oldu. Daha öğrencilik döneminde diktatörlüğün baskılarıyla karşılaştı. Parlak bir öğrenci olduğu üniversitede henüz ikinci sınıftayken Trujillo’yu öven bir konuşma yapana kadar sınıfa alınmayacağı bildirildi. Bu baskılara rağmen mezun olmayı başardı ama avukat olma iznini asla alamadı.

Minerva Mirabal çok zeki ve çok güzel bir kadındı. Trujillo ona yaklaşmaya çalıştı, yardımcılarını, asistanlarını, emrindekileri örgütledi. Kendisini Minerva’yla bir araya getirmenin koşullarını yaratmaya çalıştılar. Bir parti organize ettiler. Üstü kapalı bir şekilde onu da davet ettiler. Daha öncede davet edildiği bir partiye gitmemişti. Ailesi Minevra’nın da partiye gitmek zorunda olduğunu, hastalık bahanesinin olamayacağını söyledi. Partide Trujillo ile dans ederken cinsel yakınlaşma talebini reddetti. Diktatörden arkadaşı olan siyasi tutuklu bir komünisti serbest bırakmasını istedi, sevgili olmamalarına rağmen Trujillo’ya sevgilisi olduğunu söyledi.

Trujillo’nun cinsel tacizine karşı herkesin içinde ona tokat attı. Trujillo’nun teklifini kabul etmemesi beraberinde aile bireylerine de baskı yapılmasını doğurdu. Diktatör buna karşılık önce Mirabal kardeşlerin babasını tutuklattı ardından da annelerini kaçırttı. Hapse atılan babası ancak ölmek üzereyken serbest bırakıldı, çıkar çıkmaz da hayatını kaybetti.

Vatan haini ilan edildiler

Ülkede zaman zaman özgürlük ve hak talep eden hareketler, ayaklanmalar oluyordu. Mirabal kardeşler Trujillo karşıtı bir yeraltı hareketi olan 14 Haziran Devrim Hareketi’nde örgütlendi. Daha sonra Clandestina ( Sosyal Değişim Hareketi) adını verdikleri bir hareket kurdular. Hareket büyük başarı sağladı ve tüm ülkeye yayıldı. Rejimin destekçilerinin ve memurlarının çocukları da dâhil çok sayıda gencin desteğini aldı. Küba’daki devrimci gelişmelerden etkilendiler. Minerva ve en küçük kardeşi Maria Teresa ve onun eşi, örgütün önemli isimlerindendi, diğer kız kardeş Patria da onlara yardımcı oluyordu. Mirabal Kardeşler Trujillo tarafından pek çok kez hapse gönderildi. Ayrıca tüm mülklerine de el koydu. Trujillo, kardeşleri kendisi için tehdit olarak görüyor ve bunu söylemekten de çekinmiyordu. Bir halk konuşmasında “ülkenin en büyük sorununun kilise ve Mirabal kardeşler” olduğunu söyledi. Böylece, Mirabal Kardeşleri vatan haini ilan ediyor ve kendisini dinlemeye gelen yandaşlarına yapmaları gerekeni açık ve net bir biçimde söylüyordu.

1960 yılında siyasi bir baskı süreci başladı ve kardeşler eşleriyle birlikte hapse atıldılar. Bu arada uluslararası baskılar olunca Trujillo kardeşleri serbest bıraktı. Eşleri tutuklu kaldı. Bu durum kız kardeşleri diktatörle savaşmaktan vazgeçiremedi. Halk onları çok seviyor ve destekliyordu.

Tecavüz sonrası dövülerek öldürüldüler

Trujillo, Mirabal kardeşlerin hapishanedeki eşlerini ülkenin başkente uzak bir köşesine nakletti. Burası bir dağı aşarak gidilebilen bir yerdi. Ev hapsinde olmalarına rağmen haftada iki kez dışarı çıkmalarına izin vardı. Üç kız kardeş bunun bir tuzak olduğunu biliyorlardı, ama buna rağmen dostlarının da uyarılarına kulak asmayarak eşlerini görmek için yola koyuldular.

25 Kasım 1960 tarihinde dönüş yolunda içinde bulundukları cip, gizli polis tarafından pusuya düşürüldü. Araçtan çıkmayı başarıp, o sırada gelen bir kamyonu durduran kardeşler, kamyon sürücüsüne kim olduklarını açıklayıp öldürüleceklerini söylediler. Sürücü yanlarından hızla uzaklaştı. Mirabal kardeşlere tecavüz edildi ve ölene kadar sopalarla dövüldüler. Kardeşleri cipe koyarak uçurumdan attılar. Kaza süsü vermek istiyorlardı. Ama araçtaki ve bedenlerindeki parmak izleri ile başka birtakım kanıtlar olayın cinayet olduğunu ortaya koydu. Bu olay resmi kayıtlarda ve basında “trafik kazası” olarak gösterildi. Öldürüldüklerinde Patria 36, Minerva 34, Maria Teresa ise 24 yaşındaydı.

Mirabal kardeşlerin ölümü üzerine ülkede ayaklanmalar arttı. ABD verdiği desteği geri çekti. Bir süre sonra, 30 Mayıs 1961 yılında diktatör Trujillo kendi askerlerince öldürüldü. Dominikliler, ölümü için suikast kelimesi yerine “adaletin yerini bulması” anlamına gelen Ajisticiamiento kelimesini kullandı. Trujillo’nun öldürülmesinden sonra, Şubat 1963 yılında Dominik Cumhuriyeti demokratik bir şekilde oy kullanarak hükümetini seçti.

Öldürüldükleri gün Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü ilan edildi

Katliam sırasında araçta olmayan Adela Mirabal, kardeşlerinin bu onur dolu hayat mücadelesini gelecek nesillere aktarmak ve onları ölümsüzleştirmek için çalıştı. Kardeşlerinin çocuklarını büyüttü. 1992 yılında “Mirabal Kardeşler Vakfı”nı, 1994 yılında ise doğum yerleri olan Salcedo’da “Mirabal Kardeşler Müzesi”ni kurdu. 25 Ağustos 2009’da “Vivas en su Jardin” adıyla bir kitap yayınladı. 2014 yılında öldü.

1981 yılında Kolombiya’nın başkenti Bogota’da toplanan Birinci Latin Amerika ve Karayip Kadınlar Kurultayı’nda 25 Kasım,”Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Ve Uluslararası Dayanışma Günü” olarak kabul edildi. Bütün dünyada yankı bulan bu gelişmeler karşısında Birleşmiş Milletler, 17 Aralık 1999 yılında 25 Kasım’ı “Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Mücadele Günü” olarak ilan etti.

Mirabal kız kardeşlerden birinin kod adının “Kelebek” olmasından esinlenilerek, o günden sonra üç kız kardeş, gerek Dominik’te gerek dünyada “Kelebekler” adıyla anıldı.

Dominik kentlerinde Mirabal kız kardeşlerin adının bulunduğu birçok sokak, kültür merkezi ve okul bulunmakta. Kendi doğdukları kentin adı da Herman’s Mirabal (Mirabal Kızkardeşler Şehri) olarak değiştirildi. Para birimi olan 200 Peso’da resimleri bulunuyor.

2000 yılında kardeşlerin cenazeleri kadın örgütleri tarafından doğdukları köye (Salcedo) taşındı.


Kaynak

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü ve Mirabel… https://biacaip.com

Bazı Kelebekler Ölümsüzdür; Mirabel Kardeşler | Haber – Politez https://www.politez1.com

Mirabel Kardeşler’in Özgürlük Tutkusu 58. Yılında – bianet https://m.bianet.org 

Mirabel Kardeşler | Gerçek Gazetesi https://gercekgazetesi.net

Cesur Kelebekler Mirabel Kardeşler – Özlem Şenkoyuncu https://www.kadinveekonomi.com › 

https://gazetekarinca.com/ozgurluge-kavgalariyla-kanat-cirpan-uc-kelebek-mirabel-kardesler/

Kelebekler Zamanı- Julia Alvarez -çeviri: Ege Candemir- Ayrıntı Yayınları, Haziran 2017

https://www.petrol-is.org.tr/kadindergisi/sayi57/mirabal.htm

http://www.politikagazetesi.org/

Derin Demir: Mirabel Kardeşler ve diktatörlerin sonu – https://gazetemanifesto.com

Mirabel Kardeşler kimdir? – Evrensel https://www.evrensel.net 

https://www.alevihaberagi.com/16039-ozgurluge-kavgalariyla-kanat-cirpan-uc-kelebek-mirabel-kardesler.html

https://ekmekvegul.net/sectiklerimiz/gunun-bellegi-bir-ucurumun-dibinden-dunyaya-yayilan-kelebekler

https://emek.org.tr/22764.html

Fitnat Durmuşoğlu

fitnat.d@hotmail.com

(https://www.kadinisci.org/)  sitesinden alıntılanmıştır

24 Kasım 2022 Perşembe

Taşlar

 

külüngün yonttuğu bir dünyada
ve sırların şahına giden o yolda
taşlar,ak duvağını gözyaşıyla ıslatan
dönüşü olmayan bir yemen türküsüdür
bir ananın ağıdında
ve masumiyeti bir çocuğun
üç tekerlekli bir bisikletin tahtında
ve bir gelinin aynadaki yalnızlığı
kimsesizliği ve yitikliği
delik deşik ettiği gergefinde yüreği
ve hüzn-ü zamanı bir babanın
tütün saran parmakların ahenkli
dönüşünde
gözlerinde viran olmuş sevdalar devşiren
ve eşikten çıkıp her an gelecekmiş
gibi beklenen
işte bütün hikayet-i hakikat
külüngün yonttuğu o taşlarda sinlenen
ve bir çift gözdür taşlar
zamanı yüreğinde biriktiren
ve dört nala bir yaşama sevincini
kendi yüreğinin tınısında gizleyen
gecenin saçlarını ördüğü
cumbalı konakların ıssızlığında
bil ki eski kitaplar nasıl kokarsa
rafta
aşkı ve özlemi çizer
derzin o muntazam yolları
bir nakkaşın ustalığında
ve bil ki taşlarda kitaplar gibi kokar
taşlar vakti söze dönüştüren
bir lisan(dır)
taşlar sararmış bir fotoğrafın
durağanlığında
oysa ki o yitirdiğin ve aradığın herşey
külüngün yonttuğu bir dünyada
ve sırların şahına giden o yolda
taşlar bütünüyle bir insandır

Tamer Abuşoğlu

23 Kasım 2022 Çarşamba

Gidenler


Oğuz'a

Tek yaşayan kahramanları da bitti dağların
gölgeleri yaşıyor tek sur diplerinde
zaman geçti kendi sesiyle
ölü gölgeleri alıp burçlarda kim avunur
kim anlatır gölgedeki atlarımızın köpüklü duruşunu? 

Yılanların deştiği yaraya bastık tuzumuzu
sözümüz kül tutsa da bastığımız yerde
o sıcak masal anlatır kendini yeniden
anlatır ve tazeler közden doğuşunu
çocukları büyütür yine
kuruyan köpükte tuzumuz kalır.

Tek yaşayan kahramanları da gitti yolların
tırnağımda toz yüzümde barut izi
taş duvarda şah ve mat
geçti zaman çığlığımızla 
sustuğumuz yerden anlat gölgedeki atlarımızın
bizsiz gidişini başka burçlara. 

Nazım Mutlu, Usul Acı, Yeni Umut Yayınları

Ölü Çocuğa Gazel

 

Her akşam üzeri bir çocuk ölür,
her akşam üzeri Granada'da.
Her akşam üzeri yerleşir de su
dostlarıyla konuşur baş başa.

Yosundan kanatları var ölülerin.
Bulutlu yel ve duru yel yan yana
süzülen iki sülündür kuleler üstünde,
gündüzse yaralı bir oğlan.

Havada kalmazdı tek kırlangıç gölgesi
şarap mağarasında rastlayınca ben sana,
tek bulut kırıntısı kalmazdı yerde
sen ırmakta boğulup gittiğin zaman.

Yuvarladı vadi köpeklerle süsenlerini
bir su devi yıkılınca dağlara.
Gövden, ellerimin mor gölgesinde,
bir soğuk meleğiyle, kıyıda cansız yatan.
Federico Garcia Lorca
Çeviri: Sait Maden

Gardırop


boynumdaki kan damarlarından
başkaca kolyem olmadı

kulaklarımda sonbahar aksesuarı 
bir tutuklunun göğü örten çığlığı

modası geçmiş de olsa
parmağımda güvercinler zeytin dalları

acıtır durur bileklerimi
bilezikler o imgeler sancısı

bu yaz yolculuk paris’in dağlarına
gardırobumda ruhi su per-laşez mezarlığı

koluma takıp da gitsem nâzım’ı 

Salih Mercanoğlu
(Yeni Biçem 6, Ekim 1993)

İzleyiciler