2 Aralık 2024 Pazartesi

rüya ve buğday

bir derin tarla sürüyorum, pulluk
bıçağı sanki rüyamsı bir gümüş varak...
topraktan fışkırıyor, iri, sapsarı güneş:
som altından koca bir tepsi olarak...

tepsi boş, istiyorum, buğdayım olsun,
himmet verelim mi? diyor, pîrim;
kalbimse buğdaydan hiç vazgeçmiyor,
o ısrarcı, ben oralı değilim..

dönüşte, yolda torbadan düşüyor güneş;
bakıyorum, hayret! erik dalında üzüm!
şaşkın, diyorum, pîrimin bir bildiği var,
ama himmet istemeye yok artık yüzüm...

Hilmi Yavuz, Rüya Şiirleri, Everest Yayınları, S.33


30 Kasım 2024 Cumartesi

Av Sonu Kuşları

Güzelliği çarmıha gerdik kaz kanatlarında
Kuğu boyunlarında kaskatı

Kurşun yarası gözlere
Bölük-pörçük bir cam örttük

Göl kıyıları serin ve ıslak 
Islak gagalı ördekler ve çirkin ayakları
Güzelliği dinletir kanat-kanat
Kanar duvarlarda ördek sorguçları
Serinledik

Av sonu kuşları  salon salon
Ki belki bir lokma et bir aça
Aça aça kanatlarını bir kuğu çirkin
Çirkine adanmış milyonla mumya

Sonra
Ölü kuşlara kanat

Sennur Sezer

Varlık Şiirleri Antolojisi 1933-1993, Hazırlayan: Enver Ercan


24 Kasım 2024 Pazar

Otuz Beş Kuruş Verip Susturamazsın

Alaçam'ın dağ köylüleri, alış veriş için kendi ilçelerinden çok Vezirköprü'ye gelirlerdi. O sıralar ilçeleri, daha çok büyücek bir köyü andırıyordu. Vezirköprü ise alabildiğine gelişmişti. Pazarında dükkânlarında ne ararsan bulunuyordu.

Zeytinlik köyünden yola çıkan atlı, eşekli, yaya köylüler sıcakta çok yorulmuşlar, ulu bir çınar ağacının altında hepsi dinlenme gereğini duymuşlardı. Acıkmışlardı da. Herkes çıkınından pıt pıt ekmeklerini, soğan ve haşlanmış patateslerini, yanında sularını çıkardılar. Tam yemeğe başlamışlardı ki, biri başlarına dikilip:

"Yarasın" dedi. Köylüler,

"Sağolasın buyur" diyerek karşılık verdiler.

Ayaktaki hiç nazlanmadan oturdu, kendi azık torbasını açtı, içinden pıt pıt ekmeğiyle taze peynir çıkardı. Su matarasını da kenara koydu. Torbanın dibinden iki baş soğanı çıkarmayı da unutmadı.

Tanıyan çevre köylüler "Deli Çoban" diyorlardı ona. Fazlabir deliliği de yoktu aslında. Kimseye zararı dokunmazdı. Kimsenin usuna gelmeyecek şeyler yapardı. Güzel kaval çalardı. Hiç yanından ayırmazdı. Canı çektiği zaman dağ, taş, bayır demez nerde isterse orda çalardı. İlçeye indiğinde de kahvede, yolda, dükkânda nerde olursa... İlçeye indiğinde çocuklar peşine takılır çalmasını isterlerdi. Ama o yine de canı çekmedikçe çalmazdı.

Sonradan Zurnaya heves etmişti. İlçede pazar yerinde kaval, düdük, zurna satan satıcıdan bir zurna almıştı. Kısa zamanda bildiği bütün ezgileri çalar olmuştu. Zurnası yanındaydı. Yemekten sonra canı çalmak istedi. Yolcular toparlanıncaya kadar usuna gelen ezgileri çaldı. Yolcular zevkle dinlediler. Herkesin toparlandığını gören çoban, zurnasını torbasına yerleştirdi çarçabuk. Hep birlikte yola düzüldüler.

Akşama Semerci köyüne varmalıydılar. Yolda yine çalmasını istediler. Nasılsa nazlanmadan çaldı bir süre. Yolcular yeter demeden çalmayı kesti. Neden kesti? Biraz daha çalsaydın diyen de olmadı. Kendi aralarında konuşmaya dalmışlardı.

Akşam, gün batarken köye vardılar. Recep Ağa'nın evinde konakladılar. Recep ağa onlara güzel bir sofra hazırladı. Yediler içtiler serilen döşeklere oturup yastıklara dayandılar. Semaverde çay hazırlanırken Recep ağa tek tek yolcuların hal ve hatırını sordu. Bazılarıyla tanışıyordu zaten.

Çaylar içilirken herkesin neşesi yerindeydi. Köyden gelenler de olmuştu. Yolcular yolda dinledikleri havaları yeniden dinlemek için çobandan biraz çalmasını istediler.

"Canım çekmiyor" diyerek nazlandı.

Ağa merak etmişti. Düğünlerdeki çalgıcıları geceleri herkes çekildikten sonra çağırır, evinde çaldırırdı. Yanında kafa dengi kimseler bulunursa büyük zevk alırdı.

"Hele bir çal da dinleyelim. Güzel çalarsan yeniden bir sofra da düzeriz." Yolcular ağanın ne demek istediğini anlamışlardı. Yolculardan biri.

"Haydi be çoban! Nazlanma! Biraz kulağımızın pası gitsin.

"Cık!" dedi çoban.

"Bizim deli çobanın inadı tuttu yine" dedi, biri. Köylülerden bir genç,

"Aramızda beşer kuruş toplayalım çalman için."

"Olmaz" dedi kısaca.

Genç yine üsteledi.

"Neden olmasın, bak burda kaç kişiyiz. Harçlığın çıkmış olur." Herkes keselerine davranmaya başlamıştı bile.

"Olmaz" dedi.

Bir sessizlik oldu. Sessizliği kendisi bozdu.

"Onar kuruş verirseniz çalarım."

Bazıları çok bulduysa da sonunda herkes onayladı. Recep Ağa çobanın çalmaya davranmadığını görünce,

"Ne o? Herkes onar kuruş verecek neden çalmıyorsun" dedi.

Çoban,

"Parayı toplayıp verin ondan sonra çalayım" dedi.

Çobanı yeni tanıyanlar, bunun neresi deliymiş dediler, kendi kendilerine. Ağa parayı toplayıp uzattı. Çoban paraları ve içerdekileri tek tek sayıp parayı kesesine koydu. Zurnayı çıkarıp çalmaya başladı. Yolculardan köylülerden istekler oldu nazlanmadan çaldı istediklerini. Recep Ağa da çaldırdı bildiği ezgileri. Herkes neşe içindeydi. Bazı ezgilerin sözlerinin birlikte söylüyorlardı. Çaylar içiliyordu. Recep Ağa sofra kurdurdu. Yaşlılardan içki kullananlar atıştırmaya başladılar. Kadehlerini tokuşturdular. Bir iki saat sonra köyden gelenler evlerine gittiler. Sofra kalktı. Semaver de kaldırıldı.

Recep ağa,

"İsteyen var mı? yeniden semaveri kurdurayım." Dediğinde, hep bir ağızdan:

"Yorgunuz, yarın erkenden yola düzüleceğiz" dediler.

Benden söylemesi dedi ev sahibi. Herkes çobanın çalmayı bırakmasını bekler olmuştu, yatmak için. Çok dinlemek bıktırıyordu demek. Zurnanın sesi kulaklarının içinde çınlamaya başlamıştı.

Yolculardan Osman emmi dedikleri:

"Yeter gayrı deli çoban! Yorgunuz yarın erkenden yola çıkacağız."

Çoban hiç oralı değildi. Durmadan çalıyordu. Yolculardan biri, "Biz buna parayla çaldırdık, ancak parayla susturabiliriz." diye düşündü.

"Ey deli çoban sana on beşer kuruş toplayalım aramızda, bırak şu zurnayı."

Kaşlarıyla olmaz işareti yaptı. Yirmi, yirmi beş, otuz dediler olmadı. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Deli çobanın deliliği tutmuştu. İlk para öneren,

"Otuz beşer kuruş verelim" dedi kızgın bir biçimde.

Çoban zurnayı çıkardı ağzından. Herkes razı oldu diye sevinirken,

"Olmaz" dedi, yine.

Kızgınlıktan ne diyeceklerini bilemediler. Recep Ağa karışmıyordu. Kendisine kalsa sabaha dek dinlerdi. Çoban tek tek hepsini süzdü,

"Ellişer kuruş verirseniz çalmayı bırakırım" dedi ve yine çalmaya başladı. Çarnacar odadakiler ellişer kuruşu toplayıp önüne koydular. Çoban çalmayı bıraktı önündeki paraları bir bir saydı. Kesesine yerleştirdi. Zurnasını da torbasına koydu. Kendisinden çalması için para veren genç, öfkeyle söylendi yatağına uzanırken,

"Çattık belaya be! Beş kuruş verir çaldıramazsın. Otuz beş kuruş verir susturamazsın" dedi.

Yolcuların tümü gencin öfkesine ve söylediklerine güldüler. Sinirleri birden boşaldı hepsinin. Osman emmi,

"Doğru söyledin delikanlı, bizim deli çoban böyle işte "Beş kuruş verip çaldıramazsın otuz beş kuruş verip susturamazsın."

O günden bugüne Alaçam ve Vezirköprü köylüklerinde söylenir oldu, bu söz.

Yılmaz Elmas, Samsun Öyküleri, Gerçek Sanat Yayınları, S.82-85



23 Kasım 2024 Cumartesi

Tablo

Sonra bir bulut yerleştirdi
kulpundan tutup
Dağları yerleştirdi
En zifiri tonundan yeşilin
Uzakta ağaçlar görünüyordu
Kara görünüyordu uzakta
Belirli belirsiz dalları serpiştirdi
Sonra ay'ı boylu boyunca 
Bir kılınç gibi yatırdı suya

Derken efendim adacıklar
Kıyılarına ak çaldı biraz

Sonra umutlarını koydu fırçanın ucuna
Kederlerini
Sabırlarını serpti üç rengi karıştırıp
Tam imzasını atacaktı
Bir daha daldırdı fırçasını
Sunturlu bir küfür oturttu
Denizin ortasına
Dümeni gümüşten
Atlastan yelkenleri

Bir gitti bir gitti
Değme keyfine

Ruhi Göktekin (20 Ağustos 1938 - 25 Aralık 2008), Sobe, Barış Gazetesi Yayınları, S.16-17

Eserleri:
1. Hayattan İlhamlar - Şiir kitapçığı (1955)
2. Sağnak - Şiir kitapçığı (1958)
3. Deniz Fenerleri - Şiir (1960)
4. Amisos Fenerleri - Şiir (1970)
5. Bir Ak Atlısı Özlemin - Şiir (2001)
6. Bakış - Düzyazı, Makaleler (2003)
7. Sobe - Şiir (2005)


22 Kasım 2024 Cuma

Elsa'nın Gözleri

Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de
Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm
orada bütün ümitsizlikleri bekleyen ölüm
Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde

Uçsuz bir denizdir bulanır kuş gölgelerinde
Sonra birden güneş çıkar o bulanıklık geçer
Yaz meleklerin eteklerinden bulutlar biçer
Göklerin en mavisi buğdaylar üzerinde

Karanlık bulutları boşuna dağıtır rüzgâr
Göklerden aydındır gözlerin bir yaş belirince
Camın kırılan yerindeki maviliğini de
Yağmur sonu semalarını da kıskandırırlar

Ben bu radyumu bir pekbilent taşından çıkarttım
Benim de yandı parmaklarım memnu ateşinde
Bulup yeniden kaybettiğim cennet ülke
Gözlerin Peru'mdur benim Golkond'um, Hindistan'ım

Kâinat paramparça oldu bir akşam üzeri
Her kurtulan ateş yaktı üstünde bir kayanın
Gördüm denizin üzerinde parlarken Elsa'nın
Gözleri Elsa'nın gözleri Elsa'nın gözleri.

Louis Aragon

Çeviri: Orhan Veli Kanık


"Fotoğrafların bugün hayal gücünü aşan bir ağırlığı vardır."

 "Fotoğrafların bugün hayal gücünü aşan bir ağırlığı vardır; tıpkı dün basılı sözcüklerin, daha önce de konuşma dilinin olduğu gibi. Çünkü baştan sona gerçek görünüyorlar."

Walter Lippmann

Gelmiş Bulundum

Ben mişim -neymiş- su sesiymiş
Oymuş -cam kırıkları gibi gövdemi yakan-
Yanağında sardunya kokusuyla yazdan
Kimmiş o gelen ya giden kimmiş
Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş
Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan.

Güneş mi batarmış bir özel ismi bitirir gibi
Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan
Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan
Kim koparmış dalından bu yabani incirleri
Ya kimmiş kıyıya çeken hayalet gemileri
Ne yazılmış nereye bu garip kargaşadan.

Yıldızlar, büyülü ülke adımı unutturan
Bir kaya, bir ot, bir akarsu
Hangi yaz şarkıcılarının ürpertili korosu
Ki bütün ölüleri sığa çıkaran
Ve kenti bir ölüm derinliğine salan
Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.

Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elimde bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.

Edip Cansever


Uyku

Bana çiçek gönderme
Bir kuş ağacı gönder
Dallarında gezinsin
Kül rengi güvercinler

Konsunlar yastığıma
Uyutmak için beni
Sırtlarında kuş tüyü
Gagalarında ninni

Kaldırıp yatağımı
Uçursunlar göklere
Kendimi yıldızlarda
Bulayım birdenbire

Bana çiçek gönderme
Bir kuş ağacı gönder
Alnıma dokunanlar
İyileşmiş desinler

Ülkü Tamer

Resim:  Carel Fabritius - Altın İspinoz


Söylenir

söylenir ve yarım kalır
bütün aşklar yeryüzünde
bir kaktüs bol sudan nasıl
nasıl çürürse öyle
en sevdiğim temmuzdu aylardan
hazirana benzediği için biraz
biraz da kendiliğinden
belki de müşteriye iyi davranan
efendi bir bakkal kimliğinde
nasıl mutlu oldum iki yaz
nasıl mutlu oldum kardeşler
salkımsöğüt bir ben iki
bir üçüncü var mıydı bilmiyorum
üçüncü vardı elbet
bir yaban ördeğinin sevincini taşıran
bir sonbahar gibi köpüren
temmuza benzese de
öyle oldum ki anlatamam
sıcak yaz
solgun bir coğrafya gibi belleğimde
şapkalar çiçekler eski elbiseler
denizden çıkan bir ışık
unutulmuş bakımsız arka bahçeler
öyle oldum ki anlatamam
her mevsimde sonbaharı taşlayan
bir çocuk nasıl olursa öyle
belki de bitip tükenmeyen
bir fetih döneminde
atlar nasıl kişnerse
yani durgun bir suyun
erguvandan aldığı renkle
gidip geldim caddelerde
fatih neredeydi samatya nerde
nerden gidilirdi üsküdar’a
düşünüp durdum günlerce
anlatamam ormanların ettiğini
nasıl dayandım o mutluluğa
tükenmez bir ışık olan mutluluğa
deniz ve ışık olan
karmakarışık bir mutluluğa
nasıl
şimdi şarap gibiyim
coğrafyasız
eskimeye bırakılmış fıçısında
Turgut Uyar



Konuşma

Aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci,
Üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten;
Ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci ?
Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.

İyi nişan alırdı kendini asan zenci,
Bira içmez ağlardı, babası değirmenci,
Sizden iyi olmasın, boşanmada birinci...
Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen.

Ülkü Tamer


Ağır Ölüm

Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar.
Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar, beyaz üzerinde siyahı tercih edenler, gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine "i" harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.
Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.
Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.
Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.
Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.
Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına.

Martha Medeiros 
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Çevirenin notu: Şiirin son tümcesini, Rimbaud’nun “A’laurore, armes d’une ardente patience nous entrerons aux splendid villes” (“Şafak kızıllığında, ateşli bir sabırla silâhlanmış olarak gireceğiz o muhteşem kentlere”) dizesinden esinlenerek yazmıştır Medeiros

İnsan Kısadır

Babaannem derdi ki: İnsan kısadır oğlum
ve bilmezden gelir kısalığını, bilseydi
yarışmazdı yollarla, göğe evler yükseltmezdi
Nazlı babaannem sözü de uzatmazdı ısrarı da
az söyler, usul böyle, bir söylerdi bir de
adamın kötüsünü piyade, sözün fazlasını şiir
yaparlar derdi, piyade olduğumu da gördü şiir yazdığımı da
küçücük bir büyük anneydi, onu yitirince
anladım kısacıkmış her şey, insan kısaymış ağaçtan, ikindiden
elmadan, güneşten, kardan, yağmurdan,
gölgemiz bile bizden uzunmuş, ya çocukluk
o da rüyasından kısaymış meğer, sanki altı kardeş
nöbetleşe rüya görsek hepimizden bir çocukluk belki
çıkarmış,  bu dünya bir pencere türküsünü söylerdi de
anlamazdık, bu dünyaya alıştık, şimdi zor geliyor
dünyadan gitmek, bazen rüyama geliyor, kısacık
kalıyor, bir gülümseme  kadar. çok uzatma diyor
şiiri  kimse anlamaz ve ömrün de uzamaz bundan,
insan yanlışlarıyla büyür, aşkı uzun boylu sanırdım
anladım ama, ne zaman harflerinden de kısaymış aşk,
bazen yazıncaya kadar geçiyor, bazen zaman alıyor
aşkı içimizdeki ormandan kurtarmak aşk kısa, şiir uzun,
sözgelimi bir ağaç kaybolsa da orman yine orman,
ya bir harfi kaybolsa, zaten kaç harf ki insan.

Haydar Ergülen

Resim: İrfan Ertel



İzleyiciler