Gelmiş geçmiş en ünlü dâhilerden biri O ! Ressam, heykeltıraş, mimar, müzisyen, mühendis, bilim adamı… Sanatı ile Rönesans’a damga vuran, hayatını konu alan yazarları milyarder yapan Leonardo Da Vinci, şimdi de annesi ile gündemde. Robin Maxwell’in geçen yıl İngilizce yayımlanan “Signora Da Vinci” kitabı Everest Yayınları tarafından Türkçe’ye çevrildi. Kitap günümüzde sayıları hızla artan popüler tarih kitaplarına çarpıcı bir örnek oluşturuyor.
Kitapta Caterina İtalya’ nın Vinci kasabasında geleneksel bir eczacı olan babasıyla birlikte yaşayan, dönemin standartlarına göre “fazla meraklı” bir kız. Kırlarda, bahçelerde geçen serbest çocukluğunun ardından sekiz yaşına geldiğinde babası Ernosto ona eczacılığı, tedavinin ve büyü yapmanın formüllerini öğretir. Özgür bir ruha sahip olan Caterina, kırlarda ot toplamak amaçlı gezintilerinden birinde komşu oğlu Piero ile tanışır. Elbette büyük bir aşk başlar, ancak imkânsız bir aşktır, çünkü Piero’ nun ailesi zengindir, Caterina ise bir köylü kızıdır neticede. Bu durum Caterina hamile kaldığında evlenmelerine de mani olur. Dönemin İtalya’sında babasız bir çocuk doğurmak, bir kadın için toplumun kıyısına itilmektir. Caterina “kocaman anne yüreği” ile tüm güçlükleri göze alır ve çocuğunu, yani Leonardo’yu doğurur. Yıl 1452, Caterina henüz 16 yaşındadır. Birkaç yıl büyütür oğlunu, yanından ayırmaz, ancak Leonardo dört yaşına geldiğinde Caterina’dan alınır ve babasının ailesine verilir.
Roman bu minvalde sürükleyici bir şekilde ilerliyor. Peki Maxwell’ in çizdiği, oğlunun dehasında büyük izi olan “dahi köylü kız Caterina” karakteri ne kadar gerçek? Tarihçilerin hemfikir olduğu noktalar var; mesela babası Ser Piero, Leonardo doğduktan kısa bir süre sonra Albiera ile evlendi, annesi de birkaç ay sonra evlenmekte gecikmedi. Annesi ile babası evlenmediği için Leonardo evlilik dışı bir çocuk olarak yaşamanın zorluklarıyla büyüdü. Üniversiteye gitmesi yasaktı. Temel eğitimini okulda aldı fakat Latince, matematik, fizik, anatomi gibi bilimleri kendi çabalarıyla öğrendi. Babasının ailesinin evinde büyümesine rağmen yasal olarak onun varisi değildi, yaygın geleneği izleyerek babasının adını dahi almadı.
Uzun yıllar, Leonardo doğduğunda 25 yaşında olan babası Ser Piero di Antonio’ nun noter, annesi Caterina’ nın ise bir köylü kızı olduğuna inanıldı. Oysa son araştırmalarla Caterina’ nın hayatındaki sırlar aydınlanıyor. Bir iddiaya göre Caterina Orta Doğu kökenli bir köleydi ve İtalya’ya İstanbul’dan gelmişti. Köle sahibi olmak o yıllarda Tuscany’ de çok yaygındı. Üstelik sonradan Hıristiyan olan köle kadınların yaygın olarak aldığı isimlerden biri Caterina’ydı. Bu bilgiler, 1493 yılında Milano’ya gelen ve hayatının son iki yılını oğlunun yanında geçiren Caterina ile Leonardo’nun mektuplarını inceleyince ortaya çıktı. Da Vinci Müzesi’nin 25 yıllık araştırmaları sonucunda gün ışığına çıkan mektuplarda, ilişkilerinin giderek yakınlaştığı görülüyordu. Hatta annesi öldüğünce cenaze masraflarını Leonardo ödedi. Müze Müdürü Alessandro Vezzosi’ ye göre mektuplar Caterina’nın Orta Doğu geçmişinin sanatçı, matematikçi ve felsefeci olarak Leonardo’nun üzerinde sanılandan çok daha fazla etkili olduğunu gösteriyor. Vezzosi Leonardo’nun hayatının son yıllarında Orta Doğu’ya giderek daha fazla ilgi duyduğunu belirtiyor.
Chieti Üniversitesi Antropoloji Araştırmaları Enstitüsü Başkanı Luigi Capasso, bu bulgulara yenilerini ekledi. Üç yıllık bir araştırmada, sanatçının 52 eserindeki 200′e yakın parmak izi kalıntısı incelendi. Sonuç, Leonardo’nun parmak izinin yüzde 60 Arap özellikleri taşıdığı idi, ki annesinin Orta Doğulu bir köle olduğu bulgusunu kanıtlıyordu. Bu iddialara karşı çıkanlar da oldu, bazı uzmanlar parmak izlerinin Leonardo’ ya değil, zaman içinde tablolara ya da el yazmalarına dokunan kişilere ait olabileceğini ileri sürüyor. Ancak Capasso’ ya göre, Da Vinci’ ye ait olduğundan şüphe edilmeyecek izlerin varlığı göz ardı edilmemeli.
Leonardo ve Caterina’ ya dair son bir iddia da Kanadalı araştırmacı Louis BuffParry’den geldi. Parry’ye göre Caterina sadece Orta Doğulu değil, bir Müslüman’dı, üstelik Azeri! “İstanbul’dan gelen kölelere İtalya’da Caterina ismi verilmesi yaygındı” diyen Parry, iddiasını daha da ileri götürüyor ve Leonardo’nun annesinin izlerini aramak için Anadolu’ya ve Azerbaycan’a seyahat ettiğini söylüyor.
Sigmund Freud’a göre Leonardo’nun annesi tarafından çok küçük yaşta terk edilmesinin etkileri en çok bu tabloda görülür. Tabloda İsa’ya uzanan Meryem ve annesi Hena, Leonardo için annesi Caterina ve üvey annesi Albiera’yı sembolize ediyor Da Vinci’ nin Anchiano’da doğduğu çiftlik evi olan “Casa Natale di Leonardo”, 80′lerin ortasında restore edildi. Bugün Da Vinci’nin çalışmalarının sergilendiği bir müze.
Freud “Yaşam belirtisinin kökenini duygulanma; duygulanmanın da temelinin aşk” olduğunu söylerken Victor Hugo “Aşk bir deniz, kadın onun kıyısıdır” der.
Bana soracak olursan aşk, Yazar Victor Hugo’nun ironisinden ziyade, cinsiyet farkı gözetmeksizin hayatımızı vakfettiğimiz illet-i güzide, dönülmez akşamın ufku, oyalarımıza dantel dantel işlediğimiz içselliğimizdir.
Aşkın nasıl yaşandığı da önemli tabi.
Bazıları aşkı uzaktan yaşar, aşk aurada var olmamalıdır, çünkü beş metreden daha yakın mesafede ya enfarktüs geçirilir ya da su etkisi yaşanır ve aşk ateşi söner. Kimileri ise meydan okur aşka.. Korkar, istemez, ancak bir gün aşkın kıskacına öyle bir kapılır ki eli ayağı dolaşır ve bu etki yıllarca devam eder. Diğerleri de, daha önce anlattığım gibi aşkı bir marka değeri olarak görerek, o markayı yakasında “elegant” bir rozet olarak taşımak ister.
Halbuki aşk; aktris ve aktörleri belli olamayan, hesabı yapılamayan bir içselliktir. Bir bakışa, tavra, düşünceye kısaca O’nu bütünleyen herhangi bir olguya atfedilir.
Birkaç hafta önce bir arkadaş toplantısında “hangimiz artık karımıza aşığız ki !” lafına irkilerek şahit oldum ve yine kendimi tutamayarak “e demek ki sen aşık olmamışsın” deyiverdim.
Bu örnekte, belli ki kadın adamı mevki, para, araba gibi maddelerle; adamsa kadını yanında gururla taşıyabileceği “sarı gacı” olarak kabullenmişti. Birçok insanın yaşadığına benzeyen bu açmazı görmeye gönlüm el vermese de, “aşk” ın herkesçe yaşanamayacağı gerçeğini kabul ederek hadiseyi atlatıyorum.
Yukarıda küçük bir örneğini ilettiğim ve duyguların çıkarlara ezeli rakip olduğu günümüzde aşkı dillendirmek zor zanaat. Çünkü, insanın temel olduğu her zemin kaygandır ve bu kayganlık kimi zaman mantık, kimi zaman akıl, kimi zamansa duyguyla atılır. Aşk, bu zeminin mantığa en ters düşen tabakasıdır, çünkü sebebi olmadan bir bağlılık içerir ve mantıkla aşk hep çatışır, çatıştırılır.
Bu çatışmanın galibi kimdir bilinmez, çünkü aşkı besleyen kaynağın sebebi mantık ve aklı besleyeninki kadar gözle görülüp elle tutulmaz, çevresel etkilere maruz kalmaz, kördür.
Bir başka ifadeyle aşk; emek ve zamanla beslenir, zaman aralarını doldurarak değil; aşk, cennetin kapılarını sonuna kadar açtığın, cehennemi yaşamayı göze aldığındır ve aşk, ne gözünü alabildiğin ne de göze alabildiğindir; en önemlisi aşk bitmez, sonsuzluktur.
Demem o ki; aşkı yaşamış ya da yaşayan şanslı azınlıktansan; O’ nu bigudilerle ya da traş olurken görme pahasına da olsa değerini bil. Aksi takdirde, mantık kümesine hapsolmuş ve her anını banknotlarla mutlu etmeye çalışan çoğunluktan olabilirsin.
Ve siz, hala aşkı arayan kronik çekingenler! Aşk denizi kıyısında sizi bekleyen kadını ya da adamı göremiyor olabilirsiniz; unutmayın ki, aşk gözlerin içinde saklı engin bir ışıktır. Bulursanız, ne pahasına olursa olsun, bırakmayın! Evrim Gözener http://www.hayatadokun.net/?p=954
Kardır yağan üstümüze geceden, Yağmurlu, karanlık bir düşünceden, Ormanın uğultusuyla birlikte Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte Kar yağıyor üstümüze, inceden.
Sesin nerde kaldı, her günkü sesin, Unutulmuş güzel şarkılar için Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan, Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan Sesin nerde kaldı? kar içindesin!
Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam! Uyandırmayın beni, uyanamam. Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına, Allah aşkına, gök, deniz aşkına Yağsın kar üstümüze buram buram...
Buğulandıkça yüzü her aynanın Beyaz dokusunda bu saf rüyanın Göğe uzanır - tek, tenha - bir kamış Sırf unutmak için, unutmak ey kış! Büyük yalnızlığını dünyanın Ahmet Muhip Dıranas
açılmış sarmaşık gülleri kokularıyla baygın en görkemli saatinde yıldız alacasının gizli bir yılan gibi yuvalanmış içimde keder uzak bir telefonda ağlayan yağmurlu genç kadın
2.
rüzgâr uzak karanlıklara sürmüş yıldızları mor kıvılcımlar geçiyor dağınık yalnızlığımdan onu çok arıyorum onu çok arıyorum heryerinde vücudumun ağır yanık sızıları bir yerlere yıldırım düşüyorum ayrılığımızı hissettiğim an demirler eriyor hırsımdan
3.
ay ışığına batmış karabiber ağaçları gümüş tozu gecenin ırmağında yüzüyor zambaklar yaseminler unutulmuş tedirgin gülümser çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var çünkü ayrılık da sevdâya dahil çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili hiç bir anı tek başına yaşayamazlar her an ötekisiyle birlikte herşey onunla ilgili
telaşlı karanlıkta yumuşak yarasalar gittikçe genişleyen yakılmış ot kokusu yıldızlar inanılmayacak bir irilikte yansımalar tutmuş bütün sâhili çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var öyle vahşi bir tad ki dayanılır gibi değil çünkü ayrılık da sevdâya dahil çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili
4.
yalnızlık hızla alçalan bulutlar karanlık bir ağırlık hava ağır toprak ağır yaprak ağır su tozları yağıyor üstümüze özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır eflatuna çalar puslu lacivert bir sis kuşattı ormanı karanlık çöktü denize
yalnızlık çakmak taşı gibi sert elmas gibi keskin ne yanına dönsen bir yerin kesilir fena kan kaybedersin kapını bir çalan olmadı mı hele elini bir tutan bilekleri bembeyaz kuğu boynu parmakları uzun ve ince sımsıcak bakışları suç ortağı kaçamak gülüşleri gizlice
yalnızların en büyük sorunu tek başına özgürlük ne işe yarayacak bir türlü çözemedikleri bu ölü bir gezegenin soğuk tenhalığına benzemesin diye özgürlük mutlaka paylaşılacak suç ortağı bir sevgiliyle
5.
sanmıştık ki ikimiz yeryüzünde ancak birbirimiz için varız ikimiz sanmıştık ki tek kişilik bir yalnızlığa bile rahatça sığarız hiç yanılmamışız her an düşüp düşüp kristal bir bardak gibi tuz parça kırılsak da hâlâ içimizde o yanardağ ağzı hâlâ kıpkızıl gülümseyen -sanki ateşten bir tebessüm - zehir zemberek aşkımız
Bahar gelsin şu dağlara gideyim Belki derdimize çare bir çiçek Toplayıp devşirip harman edeyim Açılan yaramı sara bir çiçek
Çünkü o da bir çiçeğin delisi Kelebektir böceklerin alisi Yeşil yamaç tabiatın halısı Nakış dökmüş ara ara bir çiçek
Kara taşta ala geyik sesi var O geyiğin ıssız taşta nesi var Kavalın bir acı inlemesi var Çobanı düşürmüş zara bir çiçek
Ben de bir aşığım Reyhani adım Sorun çiçeklere az mı yalvardım Benim tabiattan bir tek muradım Götüreyim nazlı yara bir çiçek
Aşık Reyhani
4 Ocak 2011 Salı
İyi bir yaşamı, her sabah ayakkabılarımızı boyayarak kazanacağımız olumlu hislere indirgeyen seminerler, eğitimler ve benzer tüm süreçler yeni yüzyılın karşı (lıksız) mutluluk argümanlarıdır.. Hüseyin Murat Çinkılıç