17 Haziran 2023 Cumartesi

Bir Çağımız Yazarının İtirafları

 "(...) / Sokakta yeni bir insanın, bir serserinin doğduğunu görüyorum. Artık hiçbir şeye inanmayan, ama hayatın kuvvetlerine iman eden bir serseri. Belki de bu sonbaharda ölüm döşeğim olacak hasta döşeğimden o serseriye, Adrian Zograffi'nin söylemeye vakit bulamayabileceği bir şeyi söylüyorum. Şöyle diyorum ona:

Bütün demokrasilere, bütün diktatörlüklere ve bütün bilimlere iman ettikten sonra, son toplumcu adalet umudum sanata ve sanatçıya yönelmişti. Yığınlar üstündeki büyük güçlerini düşünerek edebiyattan başkaldırmış devler çıkacağına, sokağa inerek demokratik, diktatoryal, dinsel, bilimsel bütün ikiyüzlülüklere karşı savaşanların başına geçeceklerine umut bağlamıştım.

Bildiğin gibi böyle bir şey olmadı. Bütün öteki sözde değerler gibi sanat da bir aldatmacadır. Ben de sanatla uğraştım, bir şeyler başardım da sayılır, o yüzden sana söyleyebilirim: Bu da bir aldatmacadır. Sanatçı da din adam gibidir. Yüceliklerden söz açar ama elinden geldiğince altın biriktirmeye bakar, kurdun ağzına düştüğün zaman sırt çevirir sana, tıkır tıkır paracıklarını yemeye koyulur, senin, tek başına yıkmanı beklediği makineli tüfekler de bir güzel korurlar onu.

İşte seni o kadar duygulandıran sanatlar ve sanatçılar bundan ibarettir. Şarlatanlar! Onun için çekildikleri köşelerinden, haline bakıp, iki gözü iki çeşme, seni şu inanca, bu savaşa katılmaya çağırırlarsa aldırma onların sözlerine. Hatta bu yüzyılın modası olan 'enternasyonal vatan'lara da inanma.

İster ulusal, ister uluslararası olsun, eski ya da yeni efendileriyle, demokrat ya da mutlakiyetçi, birbirlerini yaşatmak için başkalarını öldürenler yerin dibine batsın. Bir başkası uğrunda can vermeye yanaşma. Kavuştur kollarını! Olduğun yerde kal. Kim olursa olsun, o baylara, her yüzyılda yarattıkları yeni yeni ülkelerin hepsinin birbirine benzediklerini söyle ve gidip kendiniz can verin, de onlara. Sen, çıplak adam, zavallı kollarıyla zavallı başından başka bir şeyi olmayan adam, düşüncelerine de, tekniklerine de hayır de, sanatlarına da, rahat koltuklarından destekledikleri ayaklanmalara da boş ver. İlle de biri ya da bir şey uğrunda gebermeyi çekiyorsa canın, bir orospu uğrunda geber, bir dostun köpeği uğrunda, ya da tembellik yüzünden geber. 

Yaşasın hiçbir inanca bağlanmayan kişi!  (...)"

Panait Istrati, Uşak, Önsöz'den, S.12-13

15 Haziran 2023 Perşembe

"Filler gibi yapmak lazım. Mutsuz olduklarında giderler. Ortadan kaybolurlar yani..."

 Bout de Souffle / Serseri Aşıklar, 1960

9 Haziran 2023 Cuma

Haysiyetin Sosyolojisi


Otoriter rejimler haysiyet celladıdır. İnsanda haysiyet de, şahsiyet de bırakmaz. Çünkü herkes otoriteye benzemek zorundadır. Her şeyin, herkesin yekpare bir otorite etrafında, neredeyse onun klonları olarak vücuda geldiği ortama artık toplum demek bile mümkün değildir. İşte en vahimi de budur: Herkesin birbirinin neredeyse aynı olduğu yerde aslında kimse kalmamıştır. Elbette haysiyet de.

Haysiyetin insanlar arasında en eşit paylaşılmış şey olmadığı kesindir. Bu yazının ilk cümlesi de Descartes’a nazire olsun. Özellikle de onun Yöntem Üzerine Konuşma’sının ilk cümlesine. Bazı insanlar haysiyetlidir. Bazı insanlar haysiyetsizdir. Aradaki fark emektir, ilkedir, sürekli üstüne koymadır. Haysiyet bazen istikrardır, tutarlılıktır. Bazen ise vazgeçebilmektir, kapıyı çekip çıkmayı bilmektir. Ancak bütün bunların böyle olması haysiyetin doğal, organik bir şey olduğu anlamına gelmez. Haysiyet doğuştan elde edilmez. Ya da doğuştan kaybedilmez. Haysiyet, tarihseldir, kültüreldir, sosyolojiktir, hatta sınıfsaldır, ilişkiseldir. Vakumda haysiyet olmaz. Tercihin olmadığı yerde haysiyet olmaz. Haysiyet ya da haysiyetsizlik kişinin kendisiyle ve tüm dünyayla olan ilişkisinden dolayımlanır.

Haysiyet performatiftir. Kendinizi ve diğerlerini nasıl değerlendirdiğinizle ilgilidir. Haysiyetli insanlar kendilerine de, tüm ötekilere de saygı duyarlar. Daha önemlisi haysiyetli insanlar diğerlerinden saygı görürler. Dolayısıyla haysiyet, kişinin kendine biçtiği değer değildir sadece. Ötekilerin ona biçtiği bir değerdir de. Örneğin “Ben çok haysiyetli biriyim” demenin pek bir anlamı yoktur. Falanca kişi “Çok haysiyetsiz” demenin de pek bir değeri yoktur. Ama biri diğeri hakkında “O gerçekten çok haysiyetli biri” diyorsa bunun sahiden bir anlamı vardır. Üstelik bu konuda aynı fikirde olanlar da çoğalınca o kişinin haysiyeti daha da garanti olur.

Şöyle düşünün: Sürekli “Ben çok müdanasız biriyim” diyen birini ciddiye alır mısınız? Gerçekten müdanası olmayan biri asla “Benim müdanam yoktur” demez. Aklına bile gelmez. Sürekli bunu tekrar eden biri aslında çok fazla hesap kitap içindedir. Kafasında pek fazla tilki dolaşır bu tiplerin. Kendilerine pek düşkünlerdir. Ama aslında pek değerli de değillerdir. Oscar Wilde’ın dediği gibi, her şeyin fiyatını bilirler ama hiçbir şeyin değerini bilmezler. Haysiyet de buna benzer. Haysiyet, onu zat-ı şahanelerinin bir sıfatı olarak sürekli dile getirenlerde birikmez genellikle. Çevrelerinde sürekli haysiyet açığı arayan detektör zihinliler de haysiyet açısından çok zengin insanlar olmazlar çoğunlukla.

Haysiyetliler ve Haysiyetçiler

Geçen hafta Perspektif’te yazdığım “Ahlakın Sosyolojisi” yazısında ahlaktan en çok söz edenlerin en ahlaklı olanlar değil genellikle en ahlakçı olanlar olduğunu ileri sürmüştüm. Haysiyet konusunda da durum aslında çok farklı değildir. Sürekli haysiyetten dem vuranlar genellikle en haysiyetli olanlar değildir, haysiyetçi olanlardır. Bir bakıma haysiyet tüccarları. Onlar haysiyeti nakde çevirmeyi çok iyi bilirler. Kimilerinin en büyük sermayesi budur.

Bir dine, mezhebe ait olmanız sizi otomatikman haysiyetli yapmaz. Kendinize göre çok doğru bir ideolojiye inanıyor olmanız da. Sizi haysiyetli kılan eğitiminiz, diplomalarınız değildir. Cüzdan da bir insana genellikle haysiyet katmaz. Çok ünlü bir film yıldızı ya da futbolcu olmanız sizi otomatikman haysiyetli kılmaz. Milyonlarca oy alan bir siyasetçi olmanız da. Haysiyet bütün bunlarla ne yaptığınız, yaptıklarınızı nasıl yaptığınızla ilgilidir. Yaptıklarınız kadar yapmadıklarınız da elbette.

Müslüman olmanız sizi Hıristiyan veya Yahudiye göre daha haysiyetli kılmaz. Sünni olmanız da sizi bu açıdan bir Aleviye göre daha iyi bir duruma koymaz. Türk olmanız sizin bir Almana göre daha haysiyetli olmanız anlamına gelmez. Doğulular Batılılara göre daha haysiyetli değildir. Ne demekse? Erkekler kadınlardan daha haysiyetli değildir. Hatta bunun tersinin geçerli olma ihtimali çok daha yüksektir. Bunu böyle söylememin nedeni ise bu konuda bir araştırma yapmış olmam değil. İnsanlık tarihi erkek egemenliğinin tarihidir de. Bunun hâlâ böyle sürüyor olması aynı zamanda erkekler için bir haysiyet sorunudur. Yoksa haysiyetsizlik mi demeliydim?

Demokrasi tüm siyasi rejimler içinde en haysiyetli olanıdır çünkü haysiyetli olmayı teşvik eder. Cumhuriyet ve demokrasinin ünitesi yurttaştır. Hukuki ve siyasi eşitlik, fırsat eşitliği aynı zamanda yurttaşa potansiyel haysiyet yüklemesidir. Asgari demokrasi, asgari haklarla donanmış yurttaşların rejimidir. Ama örneğin asgari bir ekonomik eşitliğin daha önce saydıklarıma katılmadığı bir toplumda haysiyet vasatını yükseltebilmek de zordur. Geçen haftaki yazımda ayrıntılı bazı rakamlarla belirtmiştim. Burada sadece değineyim. Nüfusun yaklaşık yarısının açlık sınırının altında yaşadığı bir toplumdan yüksek haysiyet beklemek de pek insaflı olmaz. Aynı şey hukuk için de geçerlidir. Hukukun gücünün etkin olduğu toplumlar daha haysiyetli toplumlardır. Gücün hukukunun egemen olduğunu toplumlar ise göreli olarak daha haysiyetsizdirler.

Hakkın Ne Kadarsa Haysiyetin O Kadardır

Otoriter, totaliter rejimler ise toplumda haysiyet bırakmaz. Lider, tüm haysiyetleri ezer, geçer. Çevresindekilerin haysiyetlerini emer ve onları haysiyetsizleştirir. Güç temerküzüne çok yakın olmak haysiyetini korumanın en iyi yöntemi değildir. Mesafe iyidir. Hatta mesafe haysiyettir. Güçten ve nimetlerinden mesafelenmekten söz ediyorum. Daha geniş çerçevede ise, tüm toplumsal öznelerin asgari gelir garantisinin olmadığı toplumlarda haysiyetin kurumlaşması mümkün değildir. İnsanların sürekli yardıma ihtiyaç duymaları onları daha haysiyetli yapmaz. Bu nedenle demokrasi daha haysiyetli insanların rejimidir. Bunun içinse güç temerküzlerinin etrafında biriken servetin topluma temel, doğal haklar çerçevesinde dağıtılması gerekir. Sosyal yardım olarak değil ama hak olarak. Hakkın ne kadarsa haysiyetin de o kadardır.

Otoriter rejimler haysiyet celladıdır. İnsanda haysiyet de, şahsiyet de bırakmaz. Çünkü herkes otoriteye benzemek zorundadır. Herkes otoriteden farklı olmadığını kanıtlamak zorundadır. Üstelik bu kanıtlama çabası hiç bitmez. Güneşin doğuşuyla daha önceki kanıtlama çabalarınız kadükleşir. Tekrar ve tekrar bağlılığınızı kanıtlamanız gerekir. Bana eğer insanda en haysiyet bırakmayan davranış nedir diye sorsaydınız size şöyle cevap verirdim: Masum olduğunuzu her gün yeniden kanıtlamak zorunda olmak. Hukuki olan elbette suçluluğun kanıtlanmasıdır. Yani hukukun en temel ilkesi olan masumiyet karinesi. Suçsuzluğunu kanıtlamak zorunda olmanın kendisi zaten mahkûmiyettir, ezeli ve ebedi bir hükümlülüktür. Otoriter toplumlarda aslında herkes hükümlüdür. Hayat bir hapishane değilse bile bir nezarethanedir.

İşin en trajik yanı ise otoriter toplumların ürettiği haysiyetsizliğin bir anlamda iyiliğin ve kötülüğün bile ötesine geçebilmesidir. Yani bu noktada iyilik, kötülük, doğruluk, yanlışlık, güzellik, çirkinlik anlamsızdır artık. Her şeyin, herkesin yekpare bir otorite etrafında, neredeyse onun klonları olarak vücuda geldiği ortama artık toplum demek bile mümkün değildir. İşte en vahimi de budur: Herkesin birbirinin neredeyse aynı olduğu yerde aslında kimse kalmamıştır. Elbette haysiyet de.

Haysiyet en zor elde edilen ve en kolay harcanabilendir.

Besim F. Dellaloğlu, 21 Nisan 2022
(perspektif.online web sitesinden alıntılanmıştır.)


5 Haziran 2023 Pazartesi

Serenat

Yeşil pencerenden bir gül at bana,
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak
Ben aşkımla bahar getirdim sana;
Tozlu yollarından geçtiğim uzak
İklimden şarkılar getirdim sana.

Şeffaf damlalarla titreyen, ağır
Koncanın altında bükülmüş her sak.
Seninçin dallardan süzülen ıtır,
Seninçin karanfil, yasemin zambak...

Bir kuş sesi gelir dudaklarından;
Gözlerin, gönlümde açan nergisler.
Düşen öpüşlerdir dudaklarından
Mor akasyalarda ürperen seher.

Pencerenden bir gül attığın zaman
Işıkla dolacak kalbimin içi.
Geçiyorum mevsim gibi kapından
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

Ahmet Muhip Dıranas

 "İşte bakın, anlamı olmayan bir sözü sırf kafiyeli diye nasıl da tekrarlayıp duruyorlar ! Sonuç şu ki, eğer iktidardaki kişi, halkın kendisini sevmesini istiyorsa, hemen kendisiyle ilgili yeni sloganlar üretecek bir merkez kurmalıdır. Fakat bu sloganların şiire benzemesi şarttır. Çünkü biz şiiri seven bir milletiz, hatta şiire benzeyeni de severiz, sözün içeriğine bakmadan belki kafiyesi ile de yetinebiliriz. Kitlelerin çağı şiir çağıdır demediler mi ? Aslında tersi doğrudur, devir nesir devridir. Çünkü şiir kitlelere hitaben söylenirken şu anda yazmakta olduğum düzyazı bireye hitap etmektedir. Bu sebeple Fransız Devrimi’nin ilkeleri, üstelik orada bir Mirabeau da varken şiire dökülmüyordu; tersine Jean-Jacques Rousseau’ nun kaleminden düz yazıya dökülüyordu. Düzyazı akla ve bireye hitap ederken şiir kitlelere hitap eder ve onları yönlendirir. Dolayısıyla şiirin önce batıda gözden düşmeye başlaması şaşırtıcı değildir. Şiir hamaset yapıp kişiliği yok ederken düzyazı akıl, bireysellik ve kişilik yaratır. Son olarak şunu hatırlatmak isterim ki, benim ülkem hâlâ kitleler çağını yaşıyor; bu nedenle vezinli sözler ve kafiyeli sloganlar hayatımızın olmazsa olmazlarıdır. Düzyazı türünde eserlerime ve yazılarıma gelince onlar, tıpkı az önce hâki elbiseli adamın beni nitelediği gibi 'hain ve küstah' bir kişinin kuruntularından ibarettir."

Nihad Sirees - Sessizlik ve Gürültü isimli kitabından



4 Haziran 2023 Pazar

Gülüşün Eklenir Kimliğime

Gün biter gülüşün kalır bende 
anılar gibi sürüklenir bulutlar 
Ömrümüz ayrılıklar toplamıdır 
yarım kalan bir şiir belki de 

Aykırı anlamlar arayıp durma 
güz biter sular köpürür de 
kapanmaz gülüşünün açtığı yara 
uçurum olur cellat olur her gece

Her gece yeniden bir talan başlar 
acı ses olur, ses deli bir yağmur 
eski bir eylüle gireriz böylece 

Sığındığım her yer adınla anılır 
ben girerim, sokağı devriyeler basar 
bir de gülüşün eklenir kimliğime

Ahmet Telli

Resim: Serdar Samancıoğlu




Kara Baksam Ölüm

Dilimi bilseydim
başka konuşurdum
bilseydim geyiklerin,
ağaçların dilini
kara basar, karalar basar
başka konuşurdum.
Erken doğduk biz,
kalbimizden önce doğduk
adı anne olana
anne ismini verdi adem
ölüme ne isim vereceğimizi bilemedik.
Diline kartopu değmiş
muğlak bir çocuğum
yapraklarına inanan ağaçlar gibi arkadaşlarımın sözlerine inanırım:
İhtiyarlamayan cümlelere çırağım:
"Söz,
bizi önce Tanrı
sonra insan yapar"mış.
Kalbimin yerini bilseydim
gidenlerin adresini bilseydim
başka konuşurdum,
karla pekmez ezer,
ölümü topa tutardım.
Ölümü bilseydim,
bilseydim aldıklarını geri vermeyeceğini
hayata gezmeye gönderirdim...

Sezai Sarıoğlu

Resim: Hüseyin Macar, Tuval Üzerine Akrilik Boya

2 Haziran 2023 Cuma

“Aşacağız Duvarlarını Geleceğin”


Bilincimizin tarlalarına ölü kuş tüyleri döküldü, kadınlar gözyaşlarını tutamadılar. Uzun ve şaşkın bir sessizlik oldu.

Neden sonra aramızdan biri konuştu. Gösterişsiz, herhangi biri. “Bak yabancı” dedi, “Şaşırttın bizi. Umutlarımız için ön yüzü sırlı bir ayna sundun. Geriye işleyen bir saat. Ters çevrilmiş bir eldiven, kaynağına akan bir ırmak. Oysa biz basit insanlarız. Ve ölümlü. Yaşamayı ve baharı bu yüzden severiz. Doğan her şeye inanırız. Çocuklara, güneşe, bize düşler sunan ay ışığına. Sevdiğimiz kadının boynunu okşamak isteriz ve çocuklarımızın. Günü, kızarmış bir ekmek gibi tazeyken bölüşürüz ve akşamın kızıl tüyleriyle gelip sabahın yumurtaları üstüne yumuşacık oturmasını severiz.

Bahar İsyancıdır
Her yıl yeniden görününce ucu, güzün soluk kentinin, otururlar, iyice kurutulmuş çam tahtalarından günlerce rendeleyerek sağlam, geçmeleri sıkı bir tabut yaparlardı. Geçen mevsimlerin ölüsünü koymak için. Yanık çimenlerden, akşamın beklendiği saatlerden, ozanların kırık dizelerine bulaşan sıkıntılardan, kireç, kuru yaprak, tüy ve gözyaşından başka bir şey olmayan ölü gövdesini bütün bir yılın. Ağustosun son sıcaklarından etkilenmesin diye hemen gömerlerdi. Üstünde güz çayırları sararsın ve izi belli olmasın diye. Hiçbir zaman. Nedense hep başka bir şey olacağını sanırdık. Çünkü yaz, önceden kestirilemeyen fırtınalar, ağır sıcakların öfkesini cızırtıyla söndüren zamansız yağmurlarla tedirgin, sinirli ve huzursuz geçerdi. Ama sonra biterdi hepsi. Bir içdeniz kadar sessiz ve durgun olurdu avlu, ülke ve yeryüzü. Bir süre öylece dururduk. Arkamızda uyuklayan bir göçer kabilesinin ya da deprem sonrasının karanlık çadırları. Önümüzde ufku bir mahkeme duvarı gibi kapatan “gelecek”. Duvarın dibinde gittikçe kabaran kül yığınları görürdük. Esinti olmadığı için savrulmayan belli belirsiz bir tabaka. Zaman zaman geleceğin duvarına vurup yanan geçmiş kuşaklardan artakalan kül. Ve daha yenilerden.

Öylece dururduk, kaygılı, sabırsız. Yanmış çırakların yamalı gömleklerini giymiş korkuluklar, cansız kollarıyla bir krater gölünü gösterirlerdi. Orada, boğulmuş köy öğretmenleriyle dolu çırpıntısız, bulanık bir su olurdu. Kimsenin anlamadığı sözcükler duyardık. Kafesin açılmasını bekleyen çok yaşlı bir papağan sesiyle.

Böylece bir yıl daha geçerdi ve biraz daha egemen olurdu güz yasaları. Boyun eğmeyi biraz daha öğrenirdik. Öğrenirdi tenimiz günün renklerine uymayı. Ağzımızı kapadıkça kazandığımızı sezer gibi olurduk. Geleceğin yüksek duvarı önünden, arkasındakileri merak etmeksizin geçmeye alışırdık. Sabahı gazetelerin demir parmaklıklarla örtülü garip ve dar pencerelerinden karşılamayı öğrenirdik. Günün tanrılarına ekmeğimiz ve ihracat payımız için şükretmeyi. Yaşamın kolayca değişmeyeceğine inanmaya başlardık. Büyüklere sorgulu ve sessiz gözlerle bakan çocukları, kadınları, yoksulları görmemeye çalışırdık. Gelen her güzle önümüzdeki duvar biraz daha yükselirdi. Zaman zaman aramızdan birileri çıkardı. Ozan, soytarı, bilge ya da çılgın. Yüreklerindeki ölü ozanın sesini bastıramaz ve “bahar isyancıdır” diye bağırırlardı. “Güz yasalarına boyun eğmeyeceğiz. Aşacağız duvarlarını geleceğin. Biz çok eski ve çok genç bir halkız. Kimse durduramaz ırmağını zamanın.” Üstümüzden uçuşan polen tozlarının ve kurşunların peşine takılır, güz yasalarını aşarlardı. Duvarı geçip geçemediklerini ise hiçbir zaman bilemezdik. Başucumuzda sadece suretleri kalırdı. Keskin bakışlı gözcüler, kül yığınlarının gittikçe arttığını söylerdi.

Bir gün ülkemize garip bir yabancı geldi. Bir keşiş, bir gezgin ya da bir derviş. Yaşı belirsizdi. Ve üstünde bilinmeyen bir zamana ait giysiler. Kireç badanalı konuk evimizde, sırtını pencerenin güz ışığına yaslayarak oturdu ve su içti. Gözleri tuhaf bir ışıkla parlıyordu. İki zamanlı ölü dillerden biriyle konuşuyordu. -Ölü dillerin gelecek zamanı yoktur-. Güçlükle anladık. “Size bir sır vermeye geldim,” dedi. Kulak kesildik “Boşuna uğraştınız bunca zaman, duvarı aşabilmek için. Ben aşmadan gittim oraya. Eski yollardan ve çok uzun sürdü. Daracık geçitlerden, uçsuz bucaksız vadilerden, su yollarının karanlıklarından geçtim. Sonunda ulaştım duvarın arkasına. Gördüklerimi sizler de bilesiniz istedim…” Durdu. Bir yudum su daha içti. Ve sözcüklerin üstüne basa basa şunları söyledi: “Orada da bir halk var. Tıpkı sizin gibi. Ve hepsi dönmüş, sizin aşmaya çalıştığınız duvara bakıyorlar…”

Yabancının sözlerini bir yargıç kararını dinler gibi sessiz dinledik. Sanki yüreğimizde gittikçe uzaklaşan nal sesleri duyuyorduk ya da konuştuğumuz dilin can çekiştiğini. Geleceğimiz diye umutla baktığımız yerdeki insanların geleceği bizdik. Korkunç bir şeydi bu. Bilincimizin tarlalarına ölü kuş tüyleri döküldü, kadınlar gözyaşlarını tutamadılar. Uzun ve şaşkın bir sessizlik oldu.

Neden sonra aramızdan biri konuştu. Gösterişsiz, herhangi biri. “Bak yabancı” dedi, “Şaşırttın bizi. Umutlarımız için ön yüzü sırlı bir ayna sundun. Geriye işleyen bir saat. Ters çevrilmiş bir eldiven, kaynağına akan bir ırmak. Oysa biz basit insanlarız. Ve ölümlü. Yaşamayı ve baharı bu yüzden severiz. Doğan her şeye inanırız. Çocuklara, güneşe, bize düşler sunan ay ışığına. Sevdiğimiz kadının boynunu okşamak isteriz ve çocuklarımızın. Günü, kızarmış bir ekmek gibi tazeyken bölüşürüz ve akşamın kızıl tüyleriyle gelip sabahın yumurtaları üstüne yumuşacık oturmasını severiz. Şarap, acılarla da mayalanmış olsa sarhoş eder bizi. Ve çocuklarımıza ekilmiş toprak kadar gerçek bir gelecek bırakmak isteriz. Senin dilinde bulunmayan o sınırsız düşü. Bizi şaşırttın. Ama sana inanmıyoruz.”
O tuhaf gezgin bu sözler üstüne çekip gitmedi. Bir kuşku tohumu gibi kaldı aramızda. Kimse sevmiyor onu. Ama tıpkı güz yasaları gibi ağır ağır alıştık varlığına. Dağılan eski bir kitabın sayfaları gibi orda burda görülmesini yadırgamıyoruz. Kapıyı çaldığında belirsiz bir zamanda, bir bardak su verenler bile bulunuyor.

Ve işte yine eylül. Geleceğin duvarı önünde duruyorum, kaygılı, sabırsız. Üstümden küçük kuşku tohumları karışmış altın renkli polenler uçuşuyor. Bir türlü bastıramıyorum yüreğimdeki ozanın sesini: “Bahar isyancıdır…”

Onat Kutlar / Bahar İsyancıdır


İzleyiciler