31 Mart 2025 Pazartesi

Sana Ne Söylesem Ömrüm

Güz geldi ah, güle ne söylesem
Sana ne söylesem ömrüm
Sen ki şiirler düşürürdün
Uzun uğultularla akan sulara
Toprağın tuzu, taşın izi olurdun

Ayışığı toplardın güllerden
Gecenin ürpertisinden çocukluğumuza
Kırgın kadınlarımıza yazılarda
Oradan oraya savurduğumuz
Sarılan sarılan yalnızlığa

Şimdi nasıl koysam yerine
Kırılan dalı, örselenen çiçeği
Okşasam usulca, öpsem öpsem
Bulutlarla düşlesem, kuşlarla düşünsem
Şiirle sağaltsam sayrı yüreğimi

Sana ne söylesem ömrüm sana
Sen ki gümüş pullar düşürürdün
Bulanık karanlığa hüznümüzün
Yeniden yeniden kazanırdık umudu
Unutulurdu yenilgi, susardı ölüm

Güz geldi ah, güle ne söylesem
Sana ne söylesem ömrüm
Toparlan, kanınla katıl haydi,
Kalan ömrünle, kanayan yanınla
Bir yoğunluğa koy günlerini

Ahmet Uysal


Gökyüzü Anımsar Belki

1.
Bir köy mü Düzlüce
Göçmen kuşların geçerken düşürdüğü

Rüzgâr rahvan atıyla buğday tarlalarında
Bizi bir efsaneye sürgün eyledi

            Yağmur yüzlü çocuklar boyardı ufku
            İhtiyar Heyeti uğraşsın dursun
            Kim çimenlerin hayaline ortak?
            Fırça kimin elinde?
2.
Düzlüce bir köy mü
Göçmen kuşların göçerken gördüğü

           Boran Kızı'nın kağnısında dağların eğni
           ve türküsü Çalkan Hanife'nin, Saldır Aşa'nın
           hangi çayın damarlarında?
           Anımsar mı pıynarlar
           "ateşi ve ihaneti"?
3.
Bir köy mü Düzlüce
Göçmen kuşların geçerken yunduğu

           Bilmem ki nereye
           kanat çırpan leylak?
           Gökyüzüne düğümlenmiş raylar
           ellerim patika, bak

Bir köy mü Düzlüce?
Kuşların geçerken unuttuğu

Mehmet Mahzun Doğan, (8-11 Ekim 2021, Düzlüce Köyü / Banaz)

İnsan Bu Kadar Yaşamamalı, Artemis Dergisi, Hermos Şiir Dizisi, 1.basım, Ağustos 2024


29 Mart 2025 Cumartesi

Kuş ve Aşk

bu bir ayrılık valsiydi ama etmedi dans
kazakörümü bu avcı yine çıktı karşına
camküreye alev saçan batık bir kuştu o
yersiz yeminlere sığındı, yenilen sonsuzluğa

dili bale oldu dölündeki yas bir çocuk
büyüdü içindeki sis, adını yalnızlık koyduk

yeryüzü dokunaklı bir arsa, susuz oluk
yüzü ateşleyen harmanı, o bakımsız süs
ne yağmur söndürdü ne fırtına ne okyanus
asil bir periydi kucakladı tutkumu

dölü hâle oldu, dilindeki oyuk bir vaha
duruldu anılar akıntısı, kokunu bitimsiz kıldık

dolunay o usulsüz damla, aşımı kanırttı
kimi arayıp bulsam karşımda kırık bir pus
daldı avluma hızla pelerinle zırh
'kuş ve aşk' adı: içimden kaçan uçurumlar ordusu

kili kale oldu, külündeki meşale bir soluk
afaroz ediliyor arzumdan melekle şeytanın tacı

Orhan Kahyaoğlu

Hoyrat Bir Ruhun Eksilme Tabloları, Korsan Yayınları, S.43-44



Kemal Tahir'e Mektup

"Malatya" diyorum,
        senin çatık kaşlarından başka bir şey gelmiyor aklıma.
Bursa'da kaplıcalar
                   Amasya'da elma
                        Diyarbakır'da karpuz ve akrep.
fakat senin oranın,
                      Malatya'nın
                              nesi meşhurdur,
yemişlerinden ve böceklerinden hangisi,
                              suyu mu, havası mı?
Düşün ki hapisanesi hakkında bile fikrim yok.
Yalnız :
bir oda,
bir tek penceresi var:
                         çok yüksek olan tavana yakın.
Sen ordasın
dar ve uzun bir kavanozda
                              küçük bir balık gibi...
Teşbihim hoşuna gitmeyebilir.
Hele bu günlerde
              kendini kafeste arslana benzetiyorsundur.
Haklısın Kemal Tahir,
emin ol ben de öyle,
muhakkak ki arslanız,
şaka etmiyorum
                     hattâ daha dehşetli bir şey:
                                                          insanız...
Hem de hangi tarihte, hangi sınıftan,
                                                 malum...
Lâkin demir kafesle kavanoz bahsinde iş değişmiyor,
                                                       ikisi de bir,
                                                       hele bu günlerde...
— Bunu içerde rahat ve masun
                                            yatan bilir — ...

Hele bu günlerde,
Sarıyerli Emin Beyin fıkralarına gülmek,
sevgili kitapların ve domatesin lezzeti,
tahtakurularına rağmen uyku
                               — günde üç tatlı kaşığı Adonille de olsa —
ve Tahir'in oğlu Kemal
hattâ mektup gelmesi senden
ve hattâ ses duymak, dokunmak, görebilmek havanın ışığını,
karıma olan aşkımdan başka
                          nefsimin herhangi bir rahatlığını
                                                               affedemiyorum...

Fartı-hassasiyet?
Değil.
Döğüşememek,
bir mavzer kurşunu kadar olsun
                                         bilfiil
                                            doğrudan doğruya...
Ancak kavgada vurulan acı duymaz
ve kavga edebilmek hürriyetidir
                                       en mühimi hürriyetlerin.
İçerim yanıyor, Kemal,
                       dışarım serin...

Anlıyorsun ya,
zaten ettiğim lâf
                 bizim lâflarımızın herhangi biri:
                                           çok konuşulmuş,
                                                  ve konuşulmakta olan...
Şimdi kim bilir kaç yerde, kaç insan,
dizlerinde âtıl ve çaresiz yatan ellerine küfredip acıyarak
                                                                            bu lâfları ediyor...

Anlıyorsun ya,
zarar yok,
ben anlatacağım yine!...
Elden hiçbir şey gelmediği zaman
                                   konuşup anlatmanın alçak tesellisi?

Belki evet,
belki hayır...
Hayır öyle değil.
Hangi teselli bırak be dinini seversen bırak...
Bu, düpedüz,
başın önde, olduğun yerde dolanarak
kükremek, böğürüp bağırmak, Kemal...

                                                                         1941, Sonbahar..

Nâzım Hikmet Ran

Kuvâyi Milliye, Şiirler 3, Adam Yayınları, S.187-189



Öylesine Bir Masal ki

Benim bahçem yoksuldu;
İki dala bir yaprak düşerdi ağaçlarımdan.
Kuşlarım ödünç alırdı kanatlarını
İşlerinden yorgun dönen arkadaşlarından.

Zeytin, peynir, reçel, bal
Konserleri verilirdi her gece
Sofralardaki yapayalnız ekmeklere
Ve yokluklar yarına bırakılırdı böylece.

Soğuk sular akardı çeşmelerden,
Doktorlar saklambaç oynardı hastalarla.
Her akşamki sazlı-sözlü eğlencelerden
Çocuklar hasta olurdu pastalarla.

Aylı-yıldızlı-mehtaplı gecelerdi tüm
Sokaklar, evler ışıl-ışıl parlardı.
Çözümlemesi zor bilmecelerdi, kördüğüm;
Ve bakar bakmaz çözüm bulan adamlar vardı.

Öyle okullarımız vardı ki orada
Öğretmenler Hoca’larının öğrencisi değil.
Ner’deyse kulu-kölesiydi, kıran-kırana.
Derslere bile girilirdi arada.

Nasıl anlatsam, bizim ora’lar
Öyle sıradan bir semt, bakımsız bir mahalle değil,
Sanki Cennet’ten bir köşe,
Bağımsız bir masal ülkesiydi.

Ah! Sizler görmediniz çocuklar, çünkü
- Dilerim görmeyiniz - o günler geride kaldı.
Dinlemediniz böylesine bir öykü.
Şairine gülmeyiniz, bir masaldı.

Özdemir Asaf, Benden Sonra Mutluluk, Adam Yayınları, S.133-134


Beyaz Atlar Surlara

Benim yüzümde her şeyler var
Üç dilim ekmek bunlardan biri
Annem bir taşa oturmuş bunlardan biri
Sur dışlarında hafif bir eskici olur
Olur ya, bir kendi olur biraz da elleri
İnsan yalnız mı buna bir çare düşünmeli.

Dün biraz ağlamıştım bunlardan biridir şimdi
Çok gülünç bir şekilde kahveye giriyorum
Sorsam ya kapıdayken gözyaşı girilir mi
Girilmez, girilmez, bunu her mahmut biraz anlatır
Korkuyla anlatır, yüzünü baygın tutar anlatır
Kahveci, seni sevmiyorum bunlardan biri.

Bir deniz yandı gene, yansın ne çıkar sanki
İşte horoz öttü yüzümün yarısında
Yüzümde bir horoz var dünyanın biri
Seni sevmek neden mi, acı ve güzel
Geldikçe geliyorlar ellerinin elleri
Odalar! çıplak masalar! buna bir çare düşünmeli.

Bu da bir şarap olmalı şimdi boşluğu dolduracak
İçince bir korsan ağzıyla içmeli
Eskidir, yorgundur, kayıptır diye yüzler
Bir sinek bir sinek mi vurunca öldürmeli
Ve sinek oldu muydu hafif bir uzaklık olur
Olur ya, hem biraz dargındır hem biraz evli
İnsan sevdi miydi buna bir çare düşünmeli.

Edip Cansever, Yerçekimli Karanfil, Toplu Şiirler, Adam yayınları, S.82



27 Mart 2025 Perşembe

Korku Mimarlığı

    Bazı binalar size kucak açmaz, sizi kontrol eder, sizden üsttedirler. Yüksek. Erişilemez. Dokunulamaz. Bu binalara girilmez. Sadece yaklaşılır. Dikkatlice... Yavaşça... Padişahın tahtına yaklaşan bir kul gibi. O binaların yanında küçük görünürsün. Orada bir vatandaş değilsin. Merdivenlerin üzerinde salınan bir toz tanesisin. Mermer. Simetri. Sessizlik. Onlar hizmet etmek için değil, emretmek için inşa edilirler. Yönetenlerin ölümsüz, seninse geçici olduğunu hissettirmek için tasarlanmışlardır. Bunlar bina değildir. Bunlar mimarlık tiyatrosunda oynanan oyunlardır. Gücün başrolü, seninse itaatkâr figüranı oynadığın oyunlar. Bu kontrol mimarisidir. Parlak cepheler, dev boyutlar... Yumuşaklık yoktur. Oturulacak yer yoktur. Gölge yoktur. Amaç konfor sağlamak değildir. İtaat ettirmektir. Kimsenin toplanmadığı meydanlar yapılır. Görkemli ve kontrollü şölenler için sahnelerdir bunlar. Ağaçsız, soğuk, düz, boş... Ama rahatça kontrol edilebilir ve gözlenebilir. Bunlar kamunun parasıyla yapılır ama kamusal alan değildir. Gerçek kamusal alan davetkârdır. "Kal, konuş, nefes al, dinlen" der. Bunlar "Eğil! itaat et! Sonra da defol!" der. Yani saygı için gösteriş ve abartıya ihtiyaç duyan güç, güç değil taşa bürünmüş bir korkudur. Korku mimarlığı işte böyledir."

Mimar Mine Kavasoğulları



25 Mart 2025 Salı

İstanbul

Bir cümle kuruyorum sade acı
Bir cümle kuruyor zenginleri hep şeker
Göğü yüktür bizim sırtımızda
Göğü ki sadece onları taşır üstünde

Yokmuş içinden deniz geçen başka bir kent
Böyle diyor kimyanı bozanlar
Peki var mıdır ki dünyada
Sırtını bir dağa yaslamayan
Veya içinden bir nehir geçmeyen
Ya çiçek polenlerinin baharda şehvetle dağıldığı
Ama çimlenecek toprak bulamadıkları
Her yolu motor homurtuları ile dolu
İnsanın ise bu kadar sessize alındığı bir kent!

Arzularımıza çevrilmiş surlar
Kesilmiş aşkların tüm nakil hatları
Her ortamı neon ışıkları
Tüm taşları mezar taşı
Kaplamış metal martılar her tarafını
Ve kültür musluklarından içilebilen
Tarihin zehirli pası

Pazarlarında, avm’lerinde alışverişi yapılan biziz
Bir yel gibi bir tık ile borsalarda
İşlem görüyor alın terimiz
Buharlaşıveriyor bir anda tüm biriktirdiklerimiz
Bir tık ile işsiz işlevsiz
Tokluğu getiremez olur hiçbir sipariş

Fiber optik kablolarından sayısız veri akar
Bakışlarımız, fikirlerimiz, beğenilerimiz
Her gün dolaşır sayısız emlak ilanı gibi
Ama nasıl olur da kimsenin fazlası
Bir başkasının eksiğine denk gelmez
Nasıl uzanamaz hiçbir tasarı geleceğe
Paranın o merceğinden geçmeden.

Fatih’in ve Siluetinle değil
Mimarın Sinan’la anılacaksın İstanbul
Çelik ve betondan kulelerinle değil
Harcına karışan işçi cesetleriyle
Devasa bir dert fabrikasısın
Çözemiyor dünyaca büyük adalet sarayların
İşte her gün adaletiniz batsın diyen
O sayısız insanla anılacaksın
Ne zaman toplu olsak kovulduğumuz meydanlarınla
Kadınların kahkahasına bıçak saplanan parklarınla
Kıtalar yerine yoksulluk ve yalnızlığı birleştiren
Köprülerinden intihar edenlerinle
Sokaklarda Polislerce vurulan Berkin’lerinle anılacaksın

Her türlü yabancıdır parasız olan bu kentte
El üstündedir paralı her kimse
Bizim için fethedilmedin İstanbul
Devam ediyor o talan ve sömürü düzeni
Ve hapishanesisin on beş milyonun şimdi
Seni ancak biz işçiler fethettiğinde
Çağ, asıl o zaman değişecek
O zaman güzelleşecek 
Ayasofya’n Süleymaniye’n Sultanahmet’in
Sokakların Boğazın göğün denizlerin
ve Cümle tarihin

Ali Eşki, Çağın Duygusu, Kafe Kültür Yayınları


24 Mart 2025 Pazartesi

Çağ Yılgını

O çağ ki hiç bilinmeyen
Gizi kutsal - Yaban güzel
Merakımı çeker ve beni daha
Bırakırım da görüntümü burada
Alır başımı giderim yalın-kat
O bilinmezliğe
O ilkel güzelliğe...

Atom, beton, kömür, demir, petrol
Büyürler yerlerinde - siz onlarla
Antenler radarlar size bayram
Size bayram bonolar, çekler -ne denir-
Oysa saatin sarkacı
Dişliye tutsak.
Bir sağa bir sola - istemese de.
Bunalırım elbet, elbet duramam
Babasını hiç bilmemiş
Anası çoktan toprak
O savaş öksüzünün yaşını kurutacak
Bir mendil bulunmazsa
Bir meltem esmezse.

Gelişim müjdelenir boynuz borularla
Ateşler yakılır - ava koşarlar
Çizerler resmimi kuma göğe ve suya
Giyimleri post, yaşamaları ilkel
Ama yürekleri, yürekleri uygar
Günü gelen doğar, günü yiten gider
Yetki vermez orada atoma - ecel.

Güneşi bölüşürler avuçlarıyla şavk şavk
Ve
Orda Tanrıdır aşk.

Türkan İldeniz, Buz Altında Yanardağ, Everest Yayınları


23 Mart 2025 Pazar

Telgrafhane

Uyumayacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o sen değilsin
Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku giremez ki...
Uyumayacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın.

Melih Cevdet Anday, 1952


Ağıt Değil

Gücünüz varsa sizin
Sözcüğü tutuklayın.
Öğrenci, kitap, türkçe
En güzel kavramı dilimin
Özgürlüğü tutuklayın.

Ben ki düşünüyorum
Var olduğumdan beri
Silahlar bana dönük
Savaşlar sizin için
Gücünüz varsa artık
Usumu tutuklayın.

Açtı kendini, bir bayrak gibi işte
Ölümün üzerinde Hasan Tahsin...
Bu silah başka silah
Bu ölüm başka ölüm
Gücünüz varsa sizin
Ölümü tutuklayın.

Şükran Kurdakul


22 Mart 2025 Cumartesi

"Bir rüya gördüm. Yazık, rüyalarımı ziyan ediyorum."

14 Şubat 1981 Cumartesi, Saat 02.19 

    Saat 19 haberlerini dinlerken iyice uyku bastırdı. Yatıp uyudum. Bir rüya gördüm. Yazık, rüyalarımı ziyan ediyorum. Biyerde (Nişantaşı gibi biyer) Alpay Kabacalı'yla buluşuyoruz. Bir sinemaya gidiyoruz. Ben bu sinemaya hiç gitmedim diyorum. Giriyoruz. Benim biletim yok. Alpay önümden giderken bende iki tane var diyor. Bilet denetleyen kadına, öndekinde diye başımla işaret ederek geçiyorum. Biletçikadın bile ayrıntılarıyla kafamda. Bu rüyalar ne müthiş bişey. Gerçekte olsa böyle bir kadın hiçbir iz bırakmaz. Boylu poslu, kırk elli arası bir kadındı. Hafif kır saçlarını topuz yapmıştı. Bir geniş merdivenden başkalarıyla iniyoruz. Yapının güzelliği çok hoşuma gidiyor. Tavanlar çok yüksek ve heryan ceviz kaplama, duvarlar ve kimi yerde tavanlar da... Avizeler, lambalar harika... Bitakım salonlardan, geçitlerden geçiyoruz. O ne güzel mağazalar, konferans salonları... Duvarlar cilalı ceviz ağacı, ama salt kaplama değil, işli, nakışlı, oymalı, kabartmalı, çökertmeli... Rüya gibi güzel denir ya, işte tam öyle, rüyada rüya gibi güzel biyer görüyorum. Uzun, büyük... Kendi kendime, "İstanbul ne büyük, ne gizemli biyer, doğma büyüme İstanbulluyum. Bunca yıldır bu kentte yaşadım. Ne şaşılası şey, hem de İstanbul'un göbeğindeki böyle biyeri hiç bilmiyorum, gelmemişim buraya" diye düşünüyorum. Öyle büyük ki bu yer altı alanı, içinde bir de okul var; güzel giyimli öğrencileri görüyorum. 
    Alpay'a, "Burası ne güzel biyer, hiç gelmemişim... Kimin burası?" diyorum. "Helmut'un," diyor. Anlayamıyorum. Söylenişini açıklamak için, "Helmut Schmidt gibi," diyor. Demek İstanbullu bir zengin Alman'ın... Ama Alpay onu herkes tanırmış, benim de tanımam gerekirmiş gibi söylüyor. Bisürü güzel dükkânlar; kuyumcu, antikacı, mobilyacı... Bütün dükkânlar kalın ceviz ve çam... Sinema da oralarda biyerde... Bana kalırsa Kafka rüyalarından en iyi yararlanmasını bilen, rüyalarını en iyi kullanan yazarmış. Rüyalarıyla yaşamından bileşkeler yaratmış. 
    O yeraltı gezi yer[i] Kafka mekânları gibi biyer. 
    Alpay'a, peki bu mağazalara gelmek isteyenler nasıl gelecek, her buraya gelen sinema bileti almak zorunda kalacak... Salt sinema seyircileri içinse bunca mağaza, seyircilerden müşteriyle geçinemez. Sonra düşünüyorum ki dükkân sahiplerinin ve çalışanlarının geçiş kartları vardır. Ama olmaz ki, müşterilerin de geçiş kartları olamaz ya... Uyandım. Radyoyu başucumda açık bırakmıştım. Saat 24. Tam radyo son haberleri verip kapanırken uyandım. Uyumaya çalıştım. Uyuyamadım. Kalktım. Helaya gittim. Giyindim. Yatağımı yaptım. Büyük yapıdan tahta parçaları getirdim. Hava berbat, yağışlı, rüzgârlı, oldukça soğuk. Sobamı yaktım. Çay yaptım. Bu notları yazdım. Şimdi Almanya yazılarının belgelerine bakarak notları sıralayacağım. 

*Helmut Schmidt 1974-1982 arası Almanya başbakanı.

Aziz Nesin, Unutulmayan Rüyalar, Nesin Yayınevi, S.96-97


21 Mart 2025 Cuma

Kendi Kaleminden Sennur Sezer

"(…) 12 Haziran 1943 tarihinde doğdum. Eskişehir’de. Babam, Devlet Demiryolları teknisyenlerindendi. Çalıştırılırken işçi, ücreti ödenirken memur sayılanlardan. Fazla çalışmaya zorunlu ama örgütlenmesi yasaklı olanlardan. Annem, bana ve kardeşlerime okumayı evde öğretmeyi başaracak; şiire, müziğe düşkün biri. 1959 yılında lise 2. sınıfta, yıl sonu yaklaşırken, tersanedeki işi bulup, sınava girip öğretimimi bıraktım. Ailemin sonradan haberi oldu. Okumayı sevdiğim için şaştılar da. Düşlediğim eğitim dalının gerektirdiği para, lisenin bana artık verecek bir şeyi kalmadığına inanç, para kazanırsam daha özgür olabileceğim kanısı, bu kararda rol oynadı. Ailemle bunları tartışamazdım. Daha küçük bir okulda dikkati çekecek, velimi çağırtacak davranışım, bürokrasisi kalabalık bir lisede kaynadı. Öğretmenlerim benimle ancak lise bitirmelere girdiğimde konuşabildiler, liseyi yarım bırakma nedenlerimi.

(…) İlk şiirim, ben lise sıralarındayken yayımlandı; 1958’de. 1964’te Sosyal Adalet dergisinde yayımlanan bir şiirim, Hüseyin Cöntürk’le Asım Bezirci’nin tartışmasına yol açtı. İçerik-biçim tartışmasının zamanı gelmiş olmalı. Tartışma büyüdü. Ve TİP’li arkadaşlarımın para koymasıyla ilk kitabım yayımlandı: Gecekondu. İkinci kitabım Yasak 1966’da, yine bir arkadaşın kurduğu yayınevinin şiir dizisinin ilk kitabı oldu: Bülent Habora’nın Habora Yayınları’nın… 1967’de Öykücü-Yazar Adnan Özyalçıner’le evlendim. İyi arkadaşımdı. Sonradan işe aşk da karıştı. İki çocuğumuz, bir torunumuz var. Evlilik ve arkadaşlık sürüyor. Ben, hem şiirimi geliştirip değiştirmek, hem başarılı genç öykücü Adnan Özyalçıner’in eşi görüntüsünden kurtulmak için üçüncü kitabımı oldukça geç yayımladım; 1977’de. Direnç… Şiirimdeki 'kadın' imgesi de belirginleşti. Çalışan bir kadının, bir kadın işçinin günlüğü sayılabilir şiirlerim.

Yunanca, Almanca, Sırpça, Makedonca, Türk şiiri antolojilerinde şiirlerim var. İngilizce Türk şiiri seçmelerinde, Hollanda dilinde yapılmış Dünya Kadın Şairler derlemelerinde de. Rusça ve İtalyanca da kimi şiirlerimin çevrildiği dillerden. 1991 Sıtkı Dost Çocuk Edebiyatı birinciliğini Adnan Özyalçıner’le birlikte yazdığımız Keloğlan ile Köse aldı. İnsan Hakları Derneği kurucu üyelerindenim. Emek Partisi girişimcilerinden. Emekliyim. 10. dereceden. Zorunlu emekli oldum, eşim Adnan Özyalçıner, Türkiye Yazarlar Sendikası yöneticilerinden olarak yargılanırken… Pek çok dergide ve gazetede yazıyorum. Evrensel’de de… Haftanın bir-iki gününde. Başka anlatılacak ne var ki? Daha güzel bir dünya istiyorum. Bütün emekçi kadınlar, bütün gerçek yazarlar gibi…"

Evrensel Gazetesi, Kasım 1995


20 Mart 2025 Perşembe

Kayıtsızlar

Kayıtsızlardan nefret ediyorum. Friedrich Hebbel gibi, "Yaşamak, taraf olmak demektir" diye inanıyorum. Sadece kendisi için var olan ve toplumun dışında kalan insanlar olamaz. Gerçekten yaşamak, yurttaş olmaktır ve katılım göstermektir. Kayıtsızlık iradesizliktir, asalaklıktır, korkaklıktır. Kayıtsızlık yaşam değildir. İşte bu yüzden kayıtsızlardan nefret ediyorum.

Kayıtsızlık, tarihin kamburudur. Yenilikçinin boynuna asılı bir değirmen taşıdır; en parlak coşkuların boğulduğu hareketsiz bir kütledir; eski şehri kuşatan ve onu en sağlam duvarlarından, en cesur savaşçılarının yiğitliğinden bile daha iyi koruyan bataklıktır. Zira bu bataklık, saldırganları karanlık girdaplarında yutar, onları kırıp geçirir, cesaretlerini kırar ve bazen kahramanca eylemlerinden vazgeçmelerine neden olur.

Kayıtsızlık, tarihte güçlü bir kuvvettir. Pasif bir şekilde işler, ancak yine de işler. O, kaderdir; güvenemeyeceğiniz bir şeydir; planları bozan, en iyi düşünülmüş programları altüst eden unsurdur; akla karşı yükselen ve onu boğan kör madde gibidir. Yaşanan olaylar, başımıza gelen kötülükler veyahut kahramanca bir eylemin (evrensel bir değer taşıyan) doğurabileceği olası iyilik, yalnızca hareket eden birkaç kişinin inisiyatifiyle gerçekleşmez. Bunlar, esasen çoğunluğun kayıtsızlığına, olaylara seyirci kalmasına bağlıdır. Olaylar, bazı insanların iradelerini ortaya koymasından değil, çoğunluğun kendi iradesinden vazgeçerek olup bitenleri seyretmesinden dolayı meydana gelir. Böylece ancak bir kılıç darbesiyle  çözülebilecek düğümler atılır, ancak bir isyanla ortadan kaldırılabilecek yasalar yürürlüğe girer, ancak bir ayaklanmayla devrilebilecek insanlar iktidara gelir. Tarihe hükmediyormuş gibi görünen kader, aslında bu kayıtsızlığın ve edilgenliğin aldatıcı görüntüsünden başka bir şey değildir. Olaylar gölgelerde filizlenir. Az sayıda el, hiçbir denetime tabi olmadan kolektif kaderi dokur, ve çoğunluk bunların hiçbirine aldırmaz, çünkü umurunda değildir. Bir dönemin kaderi, küçük aktivist grupların
dar görüşleri, anlık hedefleri, kişisel hırsları ve tutkuları doğrultusunda yönlendirilir, ve çoğunluk yine hiçbir şeyle ilgilenmez, çünkü umurunda değildir. Fakat olgunlaşan olaylar er ya da geç meyvesini verir; gölgelerde dokunan kumaş tamamlanır. O zaman her şeyin ve herkesin üstesinden gelenin kader olduğu sanılır. Tarih, büyük bir doğal afetmiş gibi görünür -bir patlama, bir deprem- ve herkes onun kurbanı olur: Onu isteyenler de istemeyenler de, bilenler de bilmeyenler de, harekete geçenler de kayıtsız kalanlar da. İşte o zaman kayıtsızlar öfkelenir, sonuçlardan kaçmak ister ve bu işin kendilerinin suçu olmadığını, hiçbir şey planlamadıklarını, sorumluluk taşımadıklarını göstermek isterler. Kimi acınası bir şekilde ağlar, kimi öfkeli bir dille lanetler okur, ama pek azı kendine şu soruyu sorar: Ben de görevimi yapsaydım, irademi ortaya koyup fikrimi sunsaydım, tüm
bunlar yine de olur muydu?

Çoğunluksa olaylar gerçekleşip sona erdikten sonra ideolojik başarısızlıklardan, altüst olmuş planlardan ve benzeri hoş sözlerden bahsetmeyi tercih eder. Böylece yeniden her türlü sorumluluktan sıyrılırlar. Bu durum, onların zaman zaman olayları net bir şekilde görememelerinden veyahut acil sorunlara, hatta uzun vadeli hazırlık gerektirse de bir o kadar mühim olan meselelere muhteşem çözümler sunamamalarından kaynaklanmaz. Aksine bazen bu çözümleri mükemmel bir şekilde ortaya koyabilirler. Lakin söz konusu çözümler tamamen kısır kalır, çünkü onların kolektif yaşama katkısı hiçbir moral kıvılcımına sahip değildir. Bu, entelektüel merakın bir ürünüdür, tarihe karşı herkesin yaşamda aktif olmasını zorunlu kılan, herhangi bir tür agnostisizm ve kayıtsızlığa izin vermeyen keskin bir sorumluluk duygusunun değil. Fakat pek azı kendi kayıtsızlığını, şüpheciliğini, bu felaketi önlemek veyahut ortak bir hedefe ulaşmak için çabalayan örgütlü yurttaşlara destek vermediğini sorgular.

Kayıtsızlardan nefret ediyorum; çünkü onların sonsuza dek masum olduklarını iddia eden yakınmaları beni rahatsız ediyor. Hayatın onlara yüklediği ve her gün yeniden yüklemeye devam ettiği sorumluluklarını nasıl yerine getirdiklerinin hesabını vermelerini istiyorum. Ne yaptıklarını ve en önemlisi ne yapmadıklarını açıklamalarını bekliyorum. Bu yüzden acımasız olabileceğimi hissediyorum, onlar için merhametimi harcamayacağımı ve gözyaşlarımı paylaşmayacağımı biliyorum. Ben tarafım. Yaşıyorum ve benim tarafımda yer alan güçlü bilinçlerde geleceğin kentini inşa eden çalışmaların nabzını şimdiden hissediyorum. Bu kentte toplumsal zincirin sorumluluğu yalnızca birkaç kişinin sırtına yüklenmez. Burada olan biten hiçbir şey rastlantıya veyahut kadere bağlı değil, vatandaşların bilinçli çabalarının bir sonucudur. Bu kentte, birkaç kişinin didinip kanını tüketmesini pencereden izleyenler yok. Kendi çabaları olmadan bu emeğin küçük meyvelerinden yararlanmayı umarak pusuda bekleyenler, alın teri dökenleri küçümseyerek ne kadar az şey başardıklarını söyleyenler yok.

Ben yaşıyorum ve tarafım. İşte bu yüzden katılım göstermeyenlerden nefret  ediyorum. İşte bu yüzden kayıtsızlardan nefret ediyorum.

Antonio Gramsci

İngilizcesinden Çeviren: İbrahim Berkan Karataş

Bu metin, Antonio Gramsci’nin 11 Şubat 1917’de yayımlanan La città futura (Geleceğin Şehri) adlı
broşüründe yer alan Gli indifferenti (Kayıtsızlar) makalesinden alınmıştır. İtalyancasına erişim





















19 Mart 2025 Çarşamba

Büyük Ev Ablukada

(Ekmek vardı tereyağı vardı utanılacak bir şey yoktu
bir şey daha yoktu ama kavrayamıyordum.)
İşte böyle olmak en iyisidir olmakların
bir küçük çocuğu tuttum otobüsten indirdim
(İndirmiştim
yok olan önemli bir şeydi Allah kahretsin.)
Tüm kavgasız tüm duruk tüm başıboş,
üç sayı kötü bir sayı iyi şiir dinledim,
çıkıp okudular durup dinledim.
Bitmeseydi daha dinlerdim kötü mötü.
Saat kaç diye sordular birisi beş yani dedi.
(Ha kavgada ha aşkta
bu gök bomboş ha kavgada ha aşkta)
Göğe baktım yerli yerinde,
haydutlar dalavereciler yerli yerinde
vurguncular hayınlar vurdumduymazlar öyle.
İyi dedim içim rahatladı
düzen bozulmamış dedim sevindim,
tenhaca bir bölgede şehre girdim.
(Ben herkese varım
başka türlü olmuyor inanmayın.)

Bakın bu şehri ben kurdum ben büyüttüm ama sevemedim.
(Ekmek vardı tereyağı vardı söylemiştim önemlidir,
utanılacak bir şey yoktu, kime anlatmalıyım.)
Ben sevemezsem sevmek kimselerin elinden gelemez.
Bizi tutkulara çağırdı otobüse, sosise, buzdolabına,
telefona, sinemalara, radyolara, bir sürü kancık sevdalara,
sürü sürü mutsuz alışkanlıklara,
yalana dolana, itliklere, keten elbiselere.

(Sonra karısı öldü o çocuğun
yalnızdı güçsüzdü herkesler gibiydi,
kirlendi kötülendi sarhoşladı pis karılara dadandı.
Anladık onu ölenden başkası kurtaramaz,
ölen de kurtarmamıştı.)

Bak ben seni nereden kurtaracağım şaşacaksın.
Şimdi bu taşları biz çektik değil mi ocaklardan
bu asfaltı biz döktük biz onardık değil mi.
Bu yapıları on iki kat yapmak bizim aklımızdı,
biz kurduk istersek umursamayız ya.
(Abluka burada başlıyor çünkü.)
Ekmek yiyelim tereyağı yiyelim çocuk büyütelim,
sen beraber yatacağımız yatakları hazırla,
sen onu yap yeter bak göreceksin.

Turgut Uyar

Seslendiren: Umut Tugay Temel

Güneşi İçenlerin Türküsü

Bu bir türkü:-
toprak çanaklarda
güneşi içenlerin türküsü!
Bu bir örgü:-
alev bir saç örgüsü!
                kıvranıyor;
kanlı; kızıl bir meş'ale gibi yanıyor
                         esmer alınlarında
                 bakır ayakları çıplak kahramanların!
Ben de gördüm o kahramanları,
ben de sardım o örgüyü,
ben de onlarla
            güneşe giden
                      köprüden
                          geçtim!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.
Ben de söyledim o türküyü!

Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
altın yeleli aslanların ağzını
                         yırtarak
                             gerindik!
Sıçradık;
       şimşekli rüzgâra bindik!.
Kayalardan
       kayalarla kopan kartallar
çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.
Alev bilekli süvariler kamçılıyor
                 şaha kalkan atlarını!
 

             Akın var
                   güneşe akın!
              Güneşi zaptedeceğiz
                 güneşin zaptı yakın!
 

Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
               göz yaşlarını
                      boynunda ağır bir
                                   zincir
                                     gibi taşıyanlar!
Bıraksın peşimizi
      kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!

İşte:
    şu güneşten
             düşen
                ateşte
                   milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!

Sen de çıkar
göğsünün kafesinden yüreğini;
şu güneşten
         düşen
            ateşe fırlat;
yüreğini yüreklerimizin yanına at!
 

  Akın var
                   güneşe akın!
              Güneşi zaaptedeceğiz
                 güneşin zaptı yakın!
 

Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!
Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,
toprak kokuyor bakır sakallarımız!
Neş'emiz sıcak!
         kan kadar sıcak,
delikanlıların rüyalarında yanan
                            o "an"
                              kadar sıcak!
Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak,
ölülerimizin başlarına basarak
                         yükseliyoruz
                                güneşe doğru!

Ölenler
    döğüşerek öldüler;
                güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
 

             Akın var
                   güneşe akın!
              Güneşi zaaaptedeceğiz
                 güneşin zaptı yakın!


Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor!
Kalın tuğla bacalar
            kıvranarak
                  ötüyor!
Haykırdı en önde giden,
               emreden!
Bu ses!
     Bu sesin kuvveti,
                 bu kuvvet
yaralı aç kurtların gözlerine perde
                                vuran,
onları oldukları yerde
                   durduran
                       kuvvet!
Emret ki ölelim
           emret!
Güneşi içiyoruz sesinde!
Coşuyoruz,
     coşuyor!..
Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde
mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!
 

              Akın var
                   güneşe akın!
              Güneşi zaaaaptedeceğiz
                 güneşin zaptı yakın!
 

Toprak bakır
       gök bakır.
Haykır güneşi içenlerin türküsünü,
Hay-kır
    Haykıralım!
 
Nâzım Hikmet Ran

Seslendiren: Genco Erkal

16 Mart 2025 Pazar

Hava Akınından Beş dakika Sonra

Pilsen'de,
Yirmi Altıncı İstasyon Yolunda,
üçüncü kata çıktı
yukarıda, evin tek kalan
katında
kapıyı açtı
tüm göğe karşı,
bakakaldı öylece kenarda.

Çünkü burasıydı
dünyanın bittiği yer.

Sonra
kilidi çevirdi iyice
kimse almasın
Yemen yıldızını
Elderaban'ı
mutfağından,
indi aşağı
oturdu, bekledi
ev gene kurulsun
kocası yükselsin küllerden
çocuklarının elleri, ayakları yerlerine dönsün

Sabahleyin buldular onu
bir taş gibi sessiz,
serçeler ellerini gagalıyordu.

Miroslav Holub

Çeviri: Nermin Menemencioğlu


15 Mart 2025 Cumartesi

Hayvanat Bahçesi

Güneş,
renklerin sayım defteri.

Dünyayı okumayı öğrenmiş atlar
gözlerinin sırça yemişleriyle.
Beyaz mercanların çıplak topluluğu.
Zürafaların çikolata vinçi.
Claude Debussy
farelerin gramofon iğnesi.
Boa yılanlarının elektrikli trenleri.
Denizci pantalonları fillerin.
Stravinsky, dolunayda damlarda gezen kedilerin ergenliği.
Kuş mermilerinin madeni.
İguananın bakır rafı.
Develer gibi hangi tepe yükselebilir?
Hangi gemi balinalar gibi suları yarabilir?
Coğrafya, salyangozun sezgisi.
Marx'ın bilgeliği, karıncalar topluluğudur.
Göğün kara gömlekleridir penguenler.
Charlie Chaplin ceylanların sıçrayışı üstüne yaptı doktorasını.
Kimse yılan X'in cebir denklemini çözemeyecek.
Hangi İngiliz hemşire daha iyi olabilir kangurudan?
Freud libidoyu onda öğrenmişti.

İstiridyelerin saatçi dükkânı.
Hangi kadın kışları vizon gibi giyinebilir?
Zebraların pazar giysisi.

Hızlı devekuşları tüyden otomobillerdir.
Örümcek, billur iskelenin kuklası.

Bütün bunlar, yarasa gecenin şemsiyesini açsın diyedir.

Gonzalo Escudero Moscoso

Çeviri: Ülkü Tamer


"İşçi, kendi varoluşundan vazgeçmeksizin, tüm alıcılar sınıfını, yani kapitalist sınıfı terk edemez."

    (...) İşçilere, “ücretiniz ne kadar?” diye sorulsaydı, soruyu biri, “patronumdan günde bir mark alıyorum”, öteki “iki mark alıyorum” vb. biçiminde yanıtlayacaktı. Ait oldukları farklı iş kollarına göre, işin belirli bir parçasının yapılması, örneğin, bir yardalık keten kumaşın dokunması, ya da bir sayfalık yazının dizilmesi karşılığında her biri kendi patronundan aldığı farklı para tutarından söz edecekti. Yanıtlarının çeşitliliğine karşın, onlar bir noktada anlaşacaklardır: ücret, belirli bir emek zamanı karşılığında, ya da belirli bir işin yerine getirilmesi karşılığında kapitalist tarafından ödenen para tutarıdır.
    Kapitalist, bu yüzden, para ile onların emeğini satın alır görünür. Onlar da kapitaliste para karşılığında emeklerini satarlar. Ama bu yalnızca görünüştür. Gerçekte, onların para karşılığında kapitaliste sattıkları şey, emek güçleridir. Kapitalist bu emek gücünü bir günlüğüne, bir haftalığına, bir aylığına vb. satın alır. Sonra da, satın aldığı bu emek gücünü, işçileri koşula bağlanmış bir süre için çalıştırarak kullanır. Bunun yerine, kapitalist, işçilerin emek gücünü satın aldığı aynı parayla, örneğin iki marka, iki libre şeker, ya da belirli bir miktarda herhangi bir başka meta satın alabilirdi. İki libre şeker satın aldığı bu iki mark, iki libre şekerin fiyatıdır. Emek gücünün on iki saatlik kullanımını satın aldığı bu iki mark, on iki saatlik emeğin fiyatıdır. O nedenle, emek gücü, şekerden ne bir derece fazla ne de bir derece eksik, bir metadır. Biri saatle ölçülür, öteki teraziyle.
    İşçiler kendi metalarını, yani emek gücünü, kapitalistin metası ile, yani para ile değişirler, ve bu değişim belirli bir oranda olur. Emek gücünün şu kadar paraya şu kadar bir süre için kullanılması. On iki saatlik dokuma karşılığında iki mark. Ve, bu iki mark, iki mark karşılığında satın alabildiğim bütün öteki metaları da ifade etmez mi? Dolayısıyla, gerçekte işçi kendi metasını, yani emek gücünü, her türden başka metalar karşılığında ve bunu belirli bir oranda değişmiştir. Kapitalist ona iki mark vermekle, günlük emeği karşılığında değişebildiği şu kadar yiyecek, şu kadar giyecek, ya da şu kadar yakacak, ışık vb. vermiştir. Bundan dolayı, bu iki mark, emek gücünün öteki metalarla değişilme oranını, emek gücünün değişim değerini ifade eder. Bir metanın para ile hesaplanan değişim değeri, onun fiyatı denilen şeydir. Ücret, yalnızca alışılmış bir biçimde emeğin fiyatı denilen emek gücünün fiyatına, insan etinden ve kanından başka bir gizi bulunmayan bu kendine özgü metanın fiyatına verilen özel bir addır.
    Herhangi bir işçiyi, diyelim, bir dokumacıyı alalım. Kapitalist ona dokuma tezgahını ve ipliği sağlar. Dokumacı işi yapar; iplik beze dönüşmüştür. Kapitalist elde ettiği bezi alır, diyelim, yirmi marka satar. Bu durumda, dokumacının ücreti, bezin, yirmi markın, kendi emeğinin ürününün bir bölümü müdür? Asla. Dokumacı, bezin satılmasından çok önce, belki bezin dokunması bitmeden de önce ücretini almıştır. Demek ki, kapitalist bu ücreti bezin satışından elde edeceği parayla değil, önceden biriktirdiği parayla öder. Patronu tarafından sağlanan dokuma tezgahı ve iplik nasıl dokumacının ürünü değilse, dokumacının kendi metası ile, yani emek gücü ile değişerek aldığı metalar da tıpkı öyledir. Olabilir ki, patronu bezi için hiç alıcı bulamaz. Olabilir ki, bezin satışından ücretin tutarını bile çıkaramaz. Olabilir ki, dokumacının ücretiyle karşılaştırıldığında bezi çok daha kârlı bir biçimde satmaktadır. Bütün bunların dokumacıyla hiçbir ilgisi yoktur. Kapitalist, hazır eldeki servetinin, sermayesinin bir bölümüyle dokumacının emek gücünü satın alır, tıpkı servetinin öteki bölümüyle hammaddeyi — ipliği— ve iş aracını —dokuma tezgahını— satın aldığı gibi. Bunları satın aldıktan sonra, ki bu satın alınanlar bezin üretimi için gerekli olan emek gücünü de kapsar, yalnızca kendisine ait olan hammaddeler ve iş araçları ile üretim yapar. Çünkü artık iş araçları, üründe ya da ürünün fiyatında dokuma tezgahı kadar küçük bir paya sahip olan bizim hünerli dokumacımızı da yeterince içermektedir.
    O halde, ücret, işçinin, kendisi tarafından üretilen metadaki payı değildir. Ücret, kapitalistin onlarla kendisi için üretken emek gücünün belirli bir miktarını satın aldığı, önceden var olan metaların bir bölümüdür.
    Demek ki, emek gücü, ona sahip olanın, ücretli işçinin, sermayeye sattığı bir metadır. Ücretli işçi niye emek gücünü satar? Yaşamak için.
    Ama, emek gücünün ortaya konması, emek, işçinin kendi yaşam-etkinliği, onun kendi yaşamının bildirimidir. Ve, işçinin, gerekli geçim araçlarım elde etmek için bir başkasına sattığı bu yaşam-etkinliğidir. Bu yüzden, onun yaşam-etkinliği kendisi için bir var olabilme aracından başka bir şey değildir. O, yaşamak için çalışır. Onun gözünde, emeği, yaşamının bir parçası değil, daha çok, yaşamının bir özverisidir. Bir başkasına devrettiği bir metadır. Bundan dolayı da, etkinliğinin ürünü, onun etkinliğinin amacı değildir. Kendisi için ürettiği şey, dokuduğu ipek değildir, madenden çıkardığı altın değildir, yaptığı saray değildir. Kendisi için ürettiği şey, ücrettir, ve ipek, altın, saray onun gözünde belirli bir miktar geçim aracına, belki pamuklu bir cekete, bir miktar bakır paraya, bodrum katında kiralık bir odaya dönüşür. Ve, on iki saat süresince dokuyan, iplik eğiren, sondaj aleti kullanan, torna çeken, yapı yapan, kürek sallayan, taş kıran, yük taşıyan, vb. işçi, bu on iki saatlik dokumacılığı, iplik eğirmeyi, sondaj aleti kullanmayı, yapı yapmayı, kürek sallamayı, taş kırmayı, kendi yaşamının bir bildirimi, yaşamak olarak mı görür? Tam tersine, onun için yaşam bu etkinliğin sona erdiği yerde, sofrada, kahvede, yatakta başlar. Öte yandan, bu on iki saatlik emek, onun için dokuma, iplik eğirme, sondaj aleti kullanma vb. olarak değil, ancak kendisini sofraya, kahveye, yatağa götüren kazanç olarak anlam taşır. İpek böceği, kozasını varlığını bir tırtıl olarak sürdürmek için örseydi, tam bir ücretli-işçi olurdu. Emek gücü her zaman bir meta olmamıştır. Emek, her zaman ücretli emek, yani, özgür emek olmamıştır. Köle, emek gücünü köle sahibine satmıyordu, öküzün hizmetini köylüye satmaması gibi. Köle, sahibine, emek gücüyle birlikte bir kez ve tümden satılır. O, bir efendinin elinden ötekine geçebilen bir metadır. Kölenin kendisi bir metadır, ama emek gücü kendi metası değildir. Serf, emek gücünün yalnızca bir bölümünü satar. Toprak sahibinden bir ücret almaz; daha doğrusu, toprak sahibi ondan haraç alır.
    Serf, toprağa aittir ve ondan elde ettiği ürünleri toprağın sahibine teslim eder. Öte yandan, özgür emekçi kendisini satar, ve öyle ki, kendisini parça parça satar. Yaşamının sekiz, on, on iki, on beş saatini her gün açık artırmada en yüksek teklif verene, hammaddelerin, iş aletlerinin ve geçim araçlarının sahibine, yani, kapitaliste satar. İşçi ne bir efendiye ne de toprağa aittir, ama onun günlük yaşamının sekiz, on, on iki, on beş saati bunu satın alana aittir. İşçi, kendisini kiralayan kapitalisti istediği zaman bırakır, kapitalist de işçiyi, artık onun sırtından kâr elde etmediğine, ya da beklediği kârı elde etmediğine karar verdiği anda bırakır. Ama, biricik geçim kaynağı kendi emek gücünün satımı olan işçi, kendi varoluşundan vazgeçmeksizin, tüm alıcılar sınıfını, yani kapitalist sınıfı terk edemez. İşçi şu ya da bu kapitaliste değil, kapitalist sınıfa aittir, ve üstelik, kendisini satmak, yani kapitalist sınıf içinde bir alıcı bulmak kendi sorunudur. 
    Şimdi, sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkileri daha yakından ele almadan önce, ücretin belirlenmesinde önem taşıyan en genel ilişkileri kısaca açıklayacağız.
    Ücret, görmüş olduğumuz gibi, belirli bir metanın, emek gücünün fiyatıdır. Bu yüzden, ücret, bütün öteki metaların fiyatını belirleyen aynı yasalar tarafından belirlenmektedir. (...)

Karl Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, S.23-28

Çeviri: Süleyman Ege


İzleyiciler