Demir Özlü, İşte Senin Hayatın, Yapı Kredi Yayınları
Yapı Kredi Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yapı Kredi Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
13 Nisan 2025 Pazar
"İşte Senin Hayatın"
Belki şöyle düşünmek gerekirdi: "Bu adamlar bir adım ötelerini bile göremiyorlar, sadece kendileri var, sadece küçük çıkarları. Ne bir toplumun parçası olduğunu algılayabiliyor ne de bir düşünme ulamı var kafalarında; ruh da vicdan da oluşmamış onların içinde. Din de onlara bir ruh vermiyor. Çünkü edinilemez bir din, içsellikten uzak. Doğrusu budalanın budalası bunlar. Bir sualtı canavarı bile değiller."
6 Nisan 2025 Pazar
Doğduğun Yer Gençliğindir
Bir sevdaya yakılan ağıt
Bir ölüye tutulana eştir
Ecelle yiten anıldığında
Her şey susar.
Yeniden sevgiyi istemek
Sevgiliyle bağımlı değil
Özlenen sevgidir sevgili değil.
Bitmiş sevdanın ağır hüznü,
aklın
soğuk limanına siner.
Usluluğun yosunla etlenmiş geçeneklerinde
Yetmişlerde bağrılmış bir adın
Döne döne
Yankılanışı
Dokunuş,
sırlarının
yeniden öğrenildiği
Öpüşlerin iştahla açıldığı
Ayıp sayılan
Ya da aşağılanan
Cinselliğin
hani şu
Can yakmanın iz bırakmayan benzersiz morlukları
Sevda sözcüğü
her zaman
başka
Nasıl soyunulur arzulardan sorarım
Salt kösnümüdür alışkanlığın sultasında kalmayan
Bir çocuk gibi
yoluna konmamış
bir çocuk gibi
sağanaklı,
vurgun yemiş.
Sıkılgan
üstelik yürekli ...
O çocuk geziyor kentimizi belleğiyle.
Eminönünde güvercinleri el yordamıyla gören
Kardağdan göçmen,
ortodoks kalamayan bir müslüman ...
Peygamber çiçeği yeldirmeli yengem
Beş yaşın sıska bacaklarıyla dinelen
Güzelce Kasımpaşa halk dispanserinden
Zafiyetine beslenme reçeteleri sunulmuş
Gözleri
ciğerleri
kemikleri
dirençsiz
Beş vakit namazında kadına sokuluyor;
- Ben büyüyünce
yengeciğim ...
Sana neler alacağım bilsen
-Dur öksüzüm dur hele,
sevaptır bu hu çekenleri
yemlemek,
sen büyü.
canın sağ, kafan selamet, kısmetin has olsun da
yengen kalır mı
o günlere.
Haşa estağfurullah allahım verdiğin
nimete küfran olmaz,
gözlerimin perdesi artıyor öksüzüm,
yeni cami kubbedir,
denizin
Üsküdara asılı mavi örtüsü bebeklerime inen
olmalı.
Haydi vakittir,
ikindidir./
-Yengeciğim Eyüp Sultana gittiğimizde
Tahta oyuncaklar aldığımızda.-
-Yürü garibim yürü İstanbullum yürü.
Eyübün halk çocuklarına oyuncakçılık eden 93
savaşı gazisi tezgahına gömük
Tahtanın gevrek bükümünde,
talaşın sıcak kokusunda
Boyaların en doğulu olanını güneşe gerip
bakıyor.
Semtiyle döl bağlı oyuncaklar bunlar
Müslüman kadın
zafiyetli çocuk,
üç mor
üç eflatun
üç ebruli güvercini doyurup
Köprünün korkuluklarından denize çeviriyorlar
bakışlarını.
Cibalide fabrikalar vardiya değiştiriyor,
İçelden dört kadın daha Galatada işe başlıyor,
Bir bahriyeli Cebelitarıkı düşlüyor.
Uzaktasın
Ben oturuyorum
Huysuzum yine
beş yıldır düzenlenmeyen
kitaplarımın arasında
Kağıtlar sararıyor
mektuplar postada yitiyor
Çekmeyeceğim telgrafların en kısasını arıyorum;
Artık bitti /
bitti artık /
Bitmişti /
Artık / ...
Artık güçlendirir mi önüne geldiği sözcüğü.
Hainlik söze inince zayıflıyor mu ne.
İstanbulun yaman yürüyüşçüleri postacılar
Beklenmiyorlar benim açımdan epeydir,
Yazışmaların iç içerikli olanları
inceliklerin yaşamayan özeniyle gidip geliyor.
Ak bir dosya kağıdında değişen tarihler
İkibin yılına ondört yıl kala
Hiroşimaya bomba atan uçağın yıldönümü
gönüllü bir intiharla yeniden kutlanıyor.
Çağdaş iletişimin sonucu duyarsızlık mı,
olur mu,
oldu mu bile ...
Acı ve dehşet
sancısız
gündelik yüzlerdir
Aldırmazlığı yoldaş edinmek
ehlileştirmek midir uygarlığımızı
Yoksa çağımızın yeni adı bu mu olacak?
Teknolojik dehşeti
sarmak
uyutmak
baştacı etmek belki
Seni seviyorumun
gündelik teşekkür ederime eş kılındığı
İlkelerin sevincin üvey kardeşi olduğu
Çünkü coşku hayatın nikahsız yetimidir,
kentsoylular
ciddiyete biter
Acıysa sabrın.
İşte oturuyorum yarısı başkent olan bir Orta
Avrupa caddesinde
Yaz veremli bir zengin kızı gibi geziyor önümde;
Brandenburg kapısında Bach'ın sesleriyle
dalgalanıyor atlar
Çıkıp gelinmiş bir kentin yabancılığı
Bir balkonun denize açılışı gibi
hem umut verir
hem hüzün.
Derbederliğin beatles'la dost olduğu
Parasızlığın senin şakacı genç yüzünle bezendiği o
İstanbul'da
Aşkınlığın kitapları yakılıyordu.
Sundurmaları olmayan yapıların yoz dikilişi.
Güneşdoğulu bir işçi cebinde tarhunuyla
Ortaanadoluyu geçiyor,
Marmaraya varıp
dikiş tutturamıyor.
Hamburg'a ulaştığında
Bütün dış orospuların
nasıl da Almanca öğrendiklerine
çocuk gibi şaşıyor ...
Türküleri elektronik sazla çalan
bol paça
gariban
hemşerisiyle
Duvarla bölünen ünlü kente varıyor.
Konuk işçi çocuklarının bozparkında
İki kuzey afrikalı aynen bağdaşkurmuş
Bir alman öğrenci
yaşı kırkı geçmiş
eski Katmandu'dan
edindiği bilgelikleri toplumuna dayatarak koruyor.
Ulaşım araçlarının uluslararası her biriminde
Afrikalılar
bellidir
ikisi Yukarıvoltadan.
Doğayla kucaklaşan çok eski bir geçmişin
Yumuşaklığını özleyerek esrarlı sigaralarını
sarıyorlar.
Hep elektrik renklerini kuşanmaları
yitmiş güneşlerini unutamadıklarındandır.
Ben önümde
Berliner Weiss bardağı
İşlevselliğini doruğuna taşıyan bu kent
Taptaze bir kız
yüreğini avuçlayarak
alışkanlıkla
sunuyor.
dolara,
marka.
Göğüslerinin arasında beyoğlu taşından haçları
Öfkeli değiller,
sevinmiyorlar da
Dişleri apak porselen
Gülmek gerekir, iş giyimidir
Buradan baktığımda kentim
güzel kentim bana daha yakın
esrikleşiyorum.
Onu bağrımda unutulmuş bir çini gergefin
lalelerinden yansıyan
Îtrı'nin müziğinden duyuyorum.
Doğduğum yer gençliğimdir
biliyorum.
Kapalı üretim değişmeyi getirmez
diyor atmışsekizlerden Wolfgang
-gözlükleri John Lennon'un eşi-
Değişiklikten ne anlıyoruz sorusu
-felsefeyi Marks'ın okuduğu yerde öğreneyim-
diye yola çıkmış Fransız Jean Paul'den
Doğanın tanrı sayıldığı tüm kültürleri yerle bir
etmekten yanıtı
İranlı öğrenci Arşedir Horabiden.
Kaç yıl geçti,
düşünün. diyor,
İstanbullu Mehmet Ali
Hala Lozan'dayız
hala Berlin'deyiz
hala Paris'teyiz
Mühürdardan aşağı koyaklarda bir kum motoru,
yönü Topkapı sarayı
Sultan nevruz,
Hızır İlyas yaseminleri
Ben hep inandım
hep ama
hep
-Öğrendikçe umut daha mı geriliyor ne-
açıklaması Bolivyalı
ressam Juan Azcoitia'dan
-Hayat kavgadır beyler-
diye kafa tutansa
Jean Paul
Gözleri bir bröton kın gibi uzak dingin.
Bu gece Wilmersdorferstrasse'de Perulular çalıyor
diyip kalkıyor
Mehmet Ali
gidelim haydi...
Söylenmemiş tutkunluğunun vurduğu kumral
bakışın
Nur-u aynim,
devletli sultanım
beyninin çeperlerini kazıyan anıların
silinmez ustalığını hep bana yorma,
omuzlarına
ürpertilerle
bir ikindide hayretle bıraktığım başımı
sağaltan ellerini unutur muyum hiç.
Var mısın
gidelim henüz kurulmamış o kasabaya
asil ve hoyrat düşümüze
tek amacımız olan o yeni yepyeni hayata,
mahrumiyet bölgesinden çıkarılmak üzre
tasarlanan
birlikte çalışacağımız
dostlarla
omuzdaşlarla.
Yüksek gerilim ünitelerinin
Kanaletlerin
konutlaşma alt yapılarının
barajların
fabrika yapan fabrikaların
Shakespeare gibi Nazım gibi ustaların kaleminden
çıkmışça
güzelliğin tacıyla donanmış bir gerçeğin yaratılması için bizleri seçmiş
O kasabaya.
Bir şantiyeydi
bizim
sarayımız
olacaktı. ..
Yüksek fırınların harında
yüreğimiz taylar gibi
hasat şarkılarımız senfoni orkestralarında
seslerini çoğaltacaktı,
Olmadı. ..
Daralıyoruz
ağır bunalıyoruz
Sıkılmak hayatımızın padişahı.
İstanbul,
düşleriyle bir yerlere sessizce çekiliyor
İç yorgunluğun sana
özetliyor
yurdunu
Geçtiğin yerleri dikenler bürümüş
Sel yataklarından çamurlar akıyor
Biz senle hiçbir semti ayrı yaşamadık
birlikte
Gitmesek de tanırız
çok konuştuk.
Yılların
yığıntıları,
senin
yoksunluğun
duyularımı
vücudumu dağıtıyor dışına dışına çekip canından,
kalanı ise
herhangi
birilerine
ikimiz de
aldırmazlıkla
cömertlikle sunuyoruz
Doğduğumuz yer gençliğimizdir.
Her yitirişi bana yorma
dayanıklığımızı,
aptallıklarla katlıyoruz.
Ağzımızda Çin muzunun ballı tadını emerken
Televizyonda vuruşanları,
açları,
güzellik ecelerini
avanak dizileri
politikacıların partal hırslarını
Çok bilmişlik ayaklarına yatarak izliyoruz.
Acı kavlayıp pörsüyünce
yaşamak
duyarsızlığın
göbeğinden salgılanıyor
Çağımızın düşmanlığı emzirmemesi için
Sevgiyi bulmalıyız
Hiçbir kadın,
hiçbir erkek
birbirine değemiyor.
Görmek için bakmıyoruz ki ...
zaten
körüz.
Ağrılar
içindeyiz
Bir gençlik mi gerçeğin mirasçısı
Yalanın baştacı edildiği tarihlerdeyiz
Öylesine alıştık ki duymamaya
Kimin ne dediği
umurumuzda değil
Bin dokuz yüz seksen beşler biterken ...
Füruzan, Aralık 1985, İstanbul
Lodoslar Kenti, Yapı Kredi yayınları, S.63-75
14 Mart 2025 Cuma
Ağrı Dağı Efsanesi
(...) Sabah oldu, gün ışıkları Ağrının yamacından Beyazıt şehri, Beyazıt Sarayı üstüne uzandı, soluk, kederli, yenmiş utkulu.
Cellatlar zindana vardılar, Memoya:
"Aç kapıyı Memo," dediler. "Başları vurulacak olanları hazırla."
Memo hiçbir şey olmamış gibi, durgun, güleç:
"Bu gece onları ben bıraktım," dedi.
Cellatlar inanmadılar, zindana girdiler ki ne görsünler, zindanda başları vurulacaklardan hiçbirisi yok. Hemen Paşaya koştular, olanı biteni anlattılar. Paşa kılıcına el vurdu, doğru zindana koştu. Yanındaki İsmail Ağa, adamları, binbaşıları da kılıçlarına el vurdular, Paşa önde onlar arkada zindanın yolunu tuttular. Memo tek başına onları yalınkılıç karşıladı:
"Onları bu gece ben bıraktım Paşa," dedi Memo gülerek. "İyi yapmadım mı? Hoşuna gider sanıyordum."
Paşa:
"Köpek," diye gürledi. "Ekmeğim gözüne dizine dursun."
Ve Memonun üstüne saldırdı. Arkasında duran adamları da Memoya saldırdılar. Sert, yaman bir dövüş oldu. Hiçbirisi Memoya yaklaşamadı bile. Memonun dört bir yanı gittikçe ka labalıklaşıyor, kılıç sallayanlar kalabalığı durmadan büyüyor du. Memo dövüşe dövüşe kalenin burcuna kadar, bu sabah, bu saatta adamların başları vurulacağı yere kadar geldi.
"Paşa, Paşa," dedi, "burada sizinle üç gün, üç gece dövüşürdüm ama, ne fayda... Ben yeryüzünden alacağımı aldım. Dünyaya doymuş gidiyorum. Birkaç insan öldürmüşüm ne çıkar. Senin birkaç kulunu öldürmüşüm, değil mi? Hepiniz sağlıcakla kalın. Kalanlara, dostlara, bizi sevenlere, sevmeyenlere selam olsun."
Kendisini kalenin burcundan aşağı fırlattı. Uçurum çok derindi. Yukardan bakınca Memonun ölüsü aşağıda kanadının birisini açmış bir kuş ölüsüne benziyordu.
Memonun ölüsü başına önce demirci Hüso geldi, sonra oğulları, sonra kadınlar, kızlar... Beyazıt kasabasına bir figan düştü.
Hüso ağır ağır Memoya yaklaştı, onu alnından öptü. Sol eli yumulmuştu ve yüreğinin üstündeydi. Hüso eli aldı, güçlü elleriyle zorla açtı. Memonun avucundaki bir tutam saç kapkara bir yalım, bir ışık gibi balkıdı, incecikten yeşillenmiş toprağın üstüne aktı. (...)
Yaşar Kemal, Ağrı Dağı Efsanesi, Yapı Kredi Yayınları, S.71-72
5 Mart 2025 Çarşamba
Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikler” Kitabına Sonsöz’ü: "Herkesin Aynı Olmadığına Alışın!.."
Her insan az da olsa, yaşadığı ülkeyle ve bugünkü dünyamızla özdeşleşebilsin. Bu da gerek kişinin bizzat kendisi, gerekse tek tek ya da grup halinde karşısındakiler tarafından benimsenecek birtakım davranış ve alışkanlıkları kapsıyor.
Her birimiz kendi çeşitliliğini üstlenmeye, kimliğini en üst aidiyet konumuna yükseltilmiş ve dışlanma aracı, bazen de savaş aleti haline getirilmiş tek bir aidiyetle eritmek yerine, çeşitli aidiyetlerinin toplamı gibi algılamaya teşvik edilmelidir. Özellikle de, içinde yaşadıkları toplumun kültürüyle içinden çıktıkları kültür örtüşmeyen herkesin, bu çifte aidiyeti fazla yara almadan üstlenebilmesi, kökenlerindeki kültürlerine bağlılıklarını koruyabilmeleri, onu utanç verici bir hastalık gibi gizlemek zorunda kalmamaları ve yanı sıra, onları kabul eden ülkeye kendilerini açabilmeleri gerekir.
Böyle ifade edildiğinde bu temel ilke en başta göçmenleri ilgilendiriyor gibi görünüyor, ama hep aynı toplum içinde yaşadıkları halde çıkış kültürlerine duygusal bir bağla bağlı kalanları da -birçokları arasında, bugünkü tanımları olan african americans’la çifte aidiyetlerinin ne olduğu açık seçik ortaya konulan Amerikalı siyahları düşünüyorum- kapsıyor; bu temel ilke, sahip oldukları tek vatanda dinsel, etnik, sosyal ya da daha başka nedenler yüzünden kendilerini “azınlıkta” hisseden, “ayrı” hisseden herkesi de kapsıyor. Herkes için Farklı aidiyetlerini huzur içinde yaşayabilmek kendi gelişimleri bakımından olduğu kadar iç barış açısından da büyük önem taşıyor.
Toplumların da, tarih boyunca kimliklerini oluşturan ve onlara hâlâ şekil veren çok sayıda aidiyetlerini aynı şekilde üstlenmeleri gerekirdi; herkesin etrafında gördüğüyle özdeşleşebilmesi için, herkesin yaşadığı ülkenin imajında kendini bulabilmesi ve genellikle olduğu gibi tedirgin, hatta kimi zaman düşman bir seyirci olarak kalmak yerine, buna dahil olması yolunda yüreklendirildiğini hissetmesi için, çeşitliliklerini gözle görünür simgelerle içlerine sindirdiklerini göstermek amacıyla çaba harcamaları gerekirdi.
Elbette bir ülkenin kabullendiği bütün aidiyetler aynı önemde olamaz, konu hiçbir şeyle örtüşmeyen bir vitrin eşitliği istemek değil, farklı ifade yollarının meşruluğunu vurgulamak. Bir örnek olarak, dinsel açıdan Fransa’nın Katolik geleneğin ağır bastığı bir ülke olduğundan hiç kuşku yok; bu onun Protestan bir boyutu, Musevi bir boyutu, Müslüman bir boyutu ve her dine derin bir kuşkuyla bakan “Voltaire’ci” bir boyutu kabul etmesine engel değil; bu boyutlardan her biri -liste bu kadarla da kalmaz- ülkenin hayatında ve kimliğini derinden kavrayışında anlamlı bir rol oynamıştır ve oynamaya da devam etmektedir.
Bu arada, Fransız dilinin de birçok aidiyetten oluşan bir kimliği olduğu açıktır; önce Latin, evet ama aynı derecede Germen, Kelt, sonra Afrika’dan, Antiller’den, Arapçadan, Slavcadan gelen katkılar ve onu mutlaka bozması gerekmeyen ama zenginleştiren daha yakın dönemlerdeki başka etkiler.
Burada sadece Fransa’nın durumuna değindim, aslında bu konuda çok daha fazla yayılabilirdim. Her toplumun kendiyle ve kimliğiyle ilgili son derece kendine özel bir imajı olduğu yadsınamaz. Yeni Dünya ülkeleri, özellikle de Birleşik Devletler için kimliklerinin çeşitli aidiyetlerden oluştuğunu kabul etmek ilke olarak sorun yaratmaz, çünkü bu ülkeler her kıtadan kopup gelen göçmenlerin katkılarıyla oluşmuşlardır. Ama bu göçmenlerin hepsi aynı koşullarda gelmemiştir. Kimileri daha iyi bir hayat arıyordu, kimileriyse istemedikleri halde zorla kaçırılıp getirilmişlerdi. Bütün göçmen çocuklarının ve daha Kolomb öncesi dönemlerde oralarda yaşayanların soylarının, içinde yaşadıkları toplumla tam anlamıyla özdeşleşebilmesi uzun, çok uzun, henüz tamamlanmamış ve zorlu bir sürecin sonunda gerçekleşebilecektir. Ama orada sorun farklılık ilkesinden çok, bunun işleyişindedir.
Bu arada, ulusal kimlik sorunu farklı biçimde kendini gösteriyor. Olayların gelişimiyle bir göçmen toprağı haline gelen ama böyle bir misyon için kendini uygun görmeyen Batı Avrupa’da bazı halklar, kimliklerini sadece kendi öz kültürlerine referanstan başka türlü algılamada hâlâ zorlanıyorlar. Bu, uzun zaman bölünmüş ya da bağımsızlıklarından yoksun bırakılmış halklar için özellikle gerçek; onlara göre tarih içinde sürekliliği sağlayan, bir devlet ve ulusal bir toprak değil, kültürel ve etnik bağlar. Buna rağmen, bütünü içinde Avrupa, birleşmeye yaklaştığı ölçüde, kimliğini dilsel, dinsel ve daha başka aidiyetlerinin bir toplamı gibi kavramak zorunda kalacak. Eğer tarihinin her öğesini talep etmez ve gelecekteki vatandaşlarına Alman ya da Fransız ya da İtalyan ya da Yunanlı olmaktan vazgeçmeden kendilerini tamamen Avrupalı gibi hissedebilmeleri gerektiğini açık seçik söylemezse, var olmaktan düpedüz çıkacak.
Yeni Avrupa’yı yaratmak Avrupa için, onu oluşturan ülkelerin her biri için ve biraz da dünyanın geri kalan kısmı için yeni bir kimlik kavramı yaratmaktır.
Amerikan örneği gibi, daha başka pek çok örnek gibi, bu örnekle de ilgili söylenecek çok şey var ama ayrıntılara girmenin kışkırtıcılığına direniyorum ve sadece, benim gözümde önem taşıyan, kimliğin “işleyişi”-‘n bir yönüne değinmekle yetiniyorum: bir ülkenin ya da Birleşik Avrupa gibi bir bütünün üyesi olduğunuz an, onu oluşturan öğelerden her biriyle belli bir akrabalık hissetmeden edemezsiniz; elbette öz kültürünüzle olan çok özel ilişkiyi ve ona karşı belli bir sorumluluğu korursunuz, ama öteki bileşenlerle de ilişkiler dokunmaya başlamıştır. Bir Piemonteli kendini İtalyan hissettiği andan itibaren, Torino’ya ve onun geçmişine duyduğu özel sevgi içinde saklı kalsa da, Venedik’in ve Napoli’nin tarihine ilgisiz kalamaz. Aynı şekilde, bu İtalyan kendini Avrupalı hissettikçe Amsterdam ya da Lübeck yörüngeleri onun için gitgide daha az uzak, gitgide daha az yabancı gelecek. Bu oluşum belki iki üç kuşağı bulacak, bazıları içinse biraz daha fazla; ama ben daha şimdiden bütün kıta vatanlarıymış, orada yaşayanlar da vatandaşlarıymış gibi davranan genç Avrupalılar tanıyorum.
Aidiyetlerimden her birini yüksek sesle talep eden ben, doğduğum bölgenin de kabileler çağını, kutsal savaşlar çağını, ölümcül kimlikler çağını geride bırakarak ortak bir şeyler inşa etmek için aynı yolu izleyeceği günü hayal etmekten kendimi alamıyorum. Tıpkı Lübnan’a, Fransa’ya ve Avrupa’ya dediğim gibi, bütün Ortadoğu’ya “vatan” ve her isimde, her kökenden Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan, bütün çocuklarına “vatandaş” diyebileceğim günün hayalini kuruyorum. Sürekli kuran ve önceden hisseden kafamın içinde bu çoktan oldu bile; ama bir gün gerçek zeminde ve herkes için aynen öyle olmasını isterdim.
Baştaki söylemime geri dönmek ve her ülkeye dair daha önce söylediklerimi küresel düzlemde tekrarlamak için parantezi istemeye istemeye kapatıyorum: öyle olmalı ki, hiç kimse kendini doğmakta olan uygarlıktan dışlanmış hissetmesin, herkes orada kendi kimlik dilini ve öz kültürüne ait bazı simgeleri bulabilsin, gene orada herkes, ülküselleştirilen bir geçmişte sığınak aramak yerine, azıcık da olsa kendini, etrafını kuşatan dünyanın içinden yükseldiğini gördüğü şeyle özdeşleştirebilsin.
Bunun yanı sıra, herkes kimliği olarak kabul ettiği şeye, yeni yüzyıl, yeni binyıl boyunca gitgide daha fazla önem kazanmaya aday yeni bir bileşen katabilmeli: insanlık macerasına da dahil olma duygusunu.
İşte kimlik arzusu ve ölümcül sapmaları konusunda aşağı yukarı söylemek istediklerim. Amacım sorunu didik didik etmekti, ancak hâlâ ilk kekelemelerdeyim, yazdığım her paragrafta içimden yirmi sayfa daha yazmak geliyordu. Yazdıklarımı tekrar okuduğumda bu sayfalarda gerekli tonu -ne fazla soğuk, ne fazla ateşli- ya da ikna etmek için yerinde gerekçeleri ya da en doğru formülleri bulduğumdan emin değilim. Ama bu pek önemli değil, ben sadece birkaç fikir ortaya atmak, bir tanıklık getirmek ve bana her zaman son derece büyüleyici, son derece şaşırtıcı gelen, bana hayat veren bu dünyayı izledikçe daha da çok meşgul eden konular üzerine düşünülmesini sağlamak istedim.
Genelde, bir yazar son sayfaya geldiğinde en kalpten dileği, kitabının yüz yıl sonra, iki yüz yıl sonra hâlâ okunuyor olmasıdır. Kuşkusuz bu asla bilinemez. Sonsuz olması istenen ve ertesi gün ölen kitaplar varken, bir okullunun eğlence olsun diye yazdığı sanılan bir başkası ayakta kalır. Ama daima umut edilir.
Ben ne bir eğlencelik ne de edebi bir eser olan bu kitap için o dileği tersine çevireceğim: torunum yetişkin biri olup da, günün birinde rastlantıyla aile kitaplığında onu keşfettiğinde biraz sayfalarını karıştırsın, biraz göz atsın, sonra omuz silkerek ve büyükbabasının zamanında hâlâ böyle şeylerin konuşulmasına ihtiyaç duyuluşuna hayret ederek hemen aldığı tozlu yere geri koysun.
Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler
15 Şubat 2025 Cumartesi
"Kalktık Horasandan sökün eyledik. Parlar omuzumuzda uzun şelfeler."
"Kalktık Horasandan sökün eyledik. Parlar omuzumuzda
uzun şelfeler. Kurt sürüleri gibi dağıldık dünyaya, yayıldık
mağrıptan maşrıka dek. Kırmızı yakut gözlü, uzun boyunlu
atlarımızı Sind suyuna, Nil suyuna sürdük. Memleketler, kaleler, şehirler aldık, devletler kurduk. Harran ovasına, Mezopotamyaya, Arabistan çölüne, Anadoluya, Kafkas dağlarına,
geniş Rus bozkırlarına, on bin, yüz bin kara çadırla kartallar
gibi indik. Uzun, yedi direkli, keçi kılından kara çadırlarımız... Her birinin içi insan hünerinin en büyük, en güzel,
en ince renkleri, nakışlarıyla işlenmişti. Ya şelfelerimiz, ya
kılıçlarımız, hançerlerimiz, fildişi sapları altın işleme tüfeklerimiz, dibeklerimiz, hırızma, gerdanlık, tepeliklerimiz, kilim,
keçe, çullarımız... Harran ovasında binlerce kişi ceylanlara
karışıp semah döndük. Ulu şahinler gibi. Şölenler tuttuk,
kutsal cemler büyüttük... Ulu denizlerden ulu denizlere dalgalarca çalkalandık. O kıyıdan bu kıyıya vurduk. Kaleler,
şehirler, memleketler, ırklar, soylar karşımızda boyun eğdi.
Tutsak kıldık bir çağı. Çok şey yaptık insanoğluna. Ama onları hiçbir zaman aşağılamadık, insanları aşağılamak geleneğimizde yoktu. Yoksula, yetime, düşmüşe, kadına, hangi
soydan, hangi dinden, hangi ülkeden olursa olsun dokunmadık, saygıda kusur etmedik. Dost olsun, düşman olsun onları
bizim düşkünümüzden, yaşlımızdan, çocuğumuzdan, kadınımızdan ayırt etmedik. Elaman demişin kılına dokunmadık.
Kalın, işlemeli, türlü damgalı yurtlar yaptık keçelerden, sıcak sağlam. Hiçbir saray böylesine, bu yurtlar gibi görkemli
olamazdı. Dünyanın üstünde konduk kalktık, özgür, tutsak,
yenilmiş, yenmiş... Yüzyıllar geçti, parça parça bölündük, küçüldük, kara çadırlar soldu. Ulu dağlara, sulara, topraklara,
ovalara, ülkelere ad verip, damgamızı bastık. Anadoluda karşımıza çıktı Kayseri dağı, Ağrı, Süphan, Nemrut, Binboğa,
Cilo dağı... Vardık Anadoluda da karşımıza çıktı Kızılırmak,
Yeşilırmak, Sakarya, Seyhan, Ceyhan suyu... Anadolu ovası,
Tuz gölü, kehribar sarısı üzümleriyle Ege ovaları... Ve adlarımızı verdik sulara, ovalara, dağlara. Anadolunun her karış
toprağına damgamızı bastık. Her karış toprağına bir ad bulduk, obamızın adını koyduk. Unutulmasın, bir ulu toprakta, soyumuz boy versin diye... Düşürdüler bizi tozlu yollara,
aşırdılar bizi karlı dağlardan. Düşürdüler bizi halden hallere...
Anadolunun taşıyla toprağıyla akan suyu, esen yeliyle, binlerce yıldan bu yana işlenmiş, gelişmiş, yeşermiş, boy atmış
kervansarayları, sarayları, tapınakları, ulu şehirleri, türküleri,
gelenekleri, görgüsü, bilgisiyle bir olduk kaynaştık. Etle kemik
gibi... Yağmurla toprak gibi... Her bölüğümüz bir ilde, bir ülkede, bir toprak parçasında kaldı... Çadırımızın her bir parçası bir yerde unutuldu, bir toprakta çürüdü. Gür, sonsuz, ulu,
kaynayan bir su gibi bir kökten çıktık. Göz göz olduk... Dağıldık, ufaldık, azala azala tükendik, bittik. Artık türkülerimiz
belki de hiç söylenmeyecek, semahlarımız dönülmeyecek, dostlar, canlar, erenler bir yürek olamayacak. Ay gün bizim baktığımız gibi doğmayacak batmayacak. Usumuz, geleneğimiz,
göreneğimiz, ağacın tomurcuklanması, yelin esmesi, insanın
doğması, büyümesi, ölmesi üstüne düşüncelerimiz, duygularımız bilinmeyecek, anılmayacak. Çiçeğin açması, kaplanın heykirmesi, yağmurun yağması üstüne, toprağın yeşermesi, bir
kartalın yumurtlaması, bir tor şahinin, uzun boyunlu tor atların alıştırılması, dünyaya, her yaratığa sevgimiz, dostluğumuz, onlardan bir parça olma gücünün harikulade sağlamlığı
hiç bilinmeyecek, namımız insan soylanınca söylenmeyecek.
Birdenbire değil, binlerce yıldan bu yana azala azala, ufalana,
küçüle, her toprakta bir parçamızı bırakarak tükendik... Bir aydınlık su gibi bu toprağın üstünden aktık. Geldik Anadoluda
da karşımıza çıktı Kayseri dağı. Ulu, temiz, alımlı, yakışıklı,
ışığa batmış. Kırmızı yakut gözlü, uzun boyunlu atlarımız...
Harran ovasında, Mezopotamyada yüz bin ulu kartal konmuş
gibi kıl kara çadırlarımız. Binlerce kişi, binlerce ceylanla birlikte semah tuttuk üç gün üç gece, kırk gün, kırk gece..."
Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi, Yapı Kredi Yayınları, S.263-264
9 Şubat 2025 Pazar
"Anavarza kayalıkları gün ışığı altında sırça saraylar gibi ışıldadı."
Yalnızağaçtan ta Anavarzaya kadar çeltik tarlaları. Çeltikler sarı başaklarını dolu, verimli saçaklamışlar. Irgatlar bellerine kadar çemrek, tarlaların ortasında, binlerce. Kimi çeltik biçiyor, kimi biçilenleri sırtlanarak harman yerine götürüyor.
Irgatlar çamura batmış bir karınca katarı gibi harman yerinden tarlaya, tarladan harman yerine çekiliyorlar. Tarlalarda traktörler, batoslar. Batoslar bir yandan tane, bir yandan sap kusuyorlar. Kerem önce merakla bu tarlaları dolaştı. Bir kedi merakıyla batosu, traktörü, kamyonları, harmanı, ırgatları yokladı. Öğle oldu, sıcak kızdırdı. Sonra Kerem acıktı. Bir arkın göleğinde, göleği çepeçevre sarmış salkımsöğütlerin altında çocuklar oynuyorlardı. Kerem güvenli bir içgüdüyle
çocukların yanına gitti.
Karakol köyün dışında tek başına kalmış yayvan, han gibi bir toprak damdır. Önünde, içinde yalnız kadife çiçekleri dikili, o da toz içinde kalıp yarı yarıya kurumuş bir bahçesi vardır. Bayrak gönderinde iyice solup bozarmış, ayı yıldızı belirsizleşmiş bir bayrak dalgalanıp durur. Anayol köyle karakol arasından geçer. Yol, karakola elli adımdır. Yolun kıyısında tek tük cilpirti çalıları nasılsa kalmıştır. Cilpirti çalısı topluluklarını böğürtlenler, yabanıl otlar sarmıştır.
Yağmur yağıyordu. Kerem cilpirti çalısının içine sinmiş, gözlerini de karakolun kapısına dikmişti. En küçük bir devinimi kaçırmıyordu. Karnı da çok açtı. Karakola elleri biribirine kelepçelenmiş bir delikanlıyla bir kız getirdiler. Kızın yüzü ıpıslaktı.
Saçları darmadağın biribirine dolanmıştı. Delikanlı candarmaların önünde başı yerde karakola girdi. Az sonra karakoldan kızın bitip tükenmeyen çığlığı duyuldu. Kerem ürktü. Buradan kaçıp gitmeyi birden istedi. Ama şahin... Şahini gönlünde bir havalandı, geri Çukurovanın düzüne indi. Anavarza kayalıkları gün ışığı altında sırça saraylar gibi ışıldadı. Kerem öyle gördü. Çok yılan varmış şu Anavarza kayalığında da, diye düşündü. Yılanların başı orada yaşarmış. Yılanların başı üstüne bir hikâye anımsamaya çalıştı ama olmadı. Bölük pörçük bir şeyler geçti
gözlerinin önünden ama, birden silindi. Candarmalar yaşlı, erkeği çok şişman, kadını çok uzun, zayıf, savanlara sarınmış iki insanı yüzlerine tükürerek dama soktular.
Keremin birden gözleri acıdı, boğazı kurudu:
"Aaah, dedem," diye inledi. "Aaah, soylu dedem, kim bilir neredesin şimdi. Ya kara toprağın altında, ya da hastasın. Ya da bu alçak Çukurovalı yatırmıştır seni sopanın altına dövüyordur."
Dedem ağlamaz. Hiç mi hiç ağlamaz. Onun gözünden yaş geldiğini kimsecikler yüz yıldır görmemiştir. Dedem, Haydar Usta, ulu Haydar Ustanın torunu... Keşki benim adımı da Haydar koysalardı. Ulu Haydar Usta, dedemin dedesi ta Horasandan gelmiş. Avşarlının koca Beyi, üç tuğlu vezir dedemin kapısında bir kılıç almak için tam bir yıl beklemiş. Büyük Haydar Ustanın kılıcını kullanırlarmış şahlar, padişahlar. Yaaa, işte öyle.
"Şimdi de benim dedemi karakollara sokup iyice döverler. Kan işetirler. Ama dedem sağlamdır. Horasan toprağıdır, ölmez."
Demirciler Ocağı bizim ocağımız. Bu ocağa gelip de eşiğine yüz sürene kurşun geçmez, kılıç işlemez. Olur mu? Olur ya, Allah böyle yapmış. Beyler, padişahlar, yiğitler, paşalar, şahlar gelmiş eşiğimize yüz sürmüş. Her gelen, eşiğe yüz sürmeye her gelen kişi, bize, eşiğimize yeşil gözlü, yaaa, yemyeşil, zümrüdü
yeşil gözlü, boynu uzun, kulakları kalem, soylu Arap atlar getirirmiş. Atın en soylusu yeşil gözlü olur. Yeşil gözlü at bulunmaz. Bulunursa şahin gibi olur. Öyle uçar. Çadırımızın kapısında don don bir at yılkısı... Dedem her gün birisine biner.
29 Aralık 2024 Pazar
"Horasandan bu yana..."
"Göç Ceyhan köprüsünü geçtiğinde gün kuşluktu. Hemite köyünün üstüne boz bir duman çökmüştü. Hemite dağı kayalık, mosmor, kıraç, ot bitmez, keskin, hüzünlü, karanlık ovanın üstüne binmiş yükseliyordu, bir top. Kayalar bir kopkoyu morarıyor, bir mavi mavi tütüyor, bir ortadan siliniyordu,boz duman. Göç Sakarcalığın top, karanlık dutlarının aşağısına vardı durdu. Çocukların bir kısmı, analarının sırtında, daha büyücekleri develerin, eşeklerin üstünde. Develer gene her zamanki gibi nakışlı kilimlerle, mavi boncuklarla, ak deve boncuklarıyla, binbir çeşit, ebemkuşağı gibi kolanlarla donatılmıştı. Göçün her şeyi, hiçbir şey olmamış, sanki bir yangından kaçıp kurtulmamışlar gibi düpdüzgündü. Develerin, erkeçlerin boğazlarındaki çanlar ağırdan ötüyordu. Bir anda sabahın alacakaranlığında, yangın hüyüğü sarmışken, böylesine düzgün bir göç yapmak, yüzlerce yılın alışkanlığıydı. Horasandan bu yana bu göç her gün çözülür yeniden bağlanırdı."
Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi, Yapı Kredi Yayınları, S.115
7 Ekim 2024 Pazartesi
Merdiven
Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...
Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...
Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?
Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...
Ahmet Haşim, Piyale, Yapı Kredi Yayınları
14 Ağustos 2024 Çarşamba
Günlük Şiirler
Sen gittikten sonra iki çalgıcı
turnalar semahını çaldı ve kimse dinlemedi onları
benden başka. Sarımsak kokusunun
yoksulluk ve rakıyla buluştuğu saygısız kalabalıkta
kimse duymadı beni terkeden
kanatların bıraktığı esintiyi. Biri incecik öbürü kalın
iki tel vururken çalgının yüreğine
nicedir aklımı kurcalayan Bertolt Brecht'in
'Sevenler' şiirini düşündüm bir yaşamdan ötekine
yan yana uçan iki turnayı. Taa yirmisekizlerden.
'Güneşin ve ayın az değişken dilimleri altında
uçup giderler yine, böyle tutkun birbirine.
Hey, nereye gidersiniz? - Hiç bir yere - Nerden gelirsiniz?
Her yerden. Sorarsınız, ne zamandır birliktesiniz? diye.
Az zamandır. Ne zaman ayrılacaksınız peki? - Yakında.'
Çıktığımda hava açıktı ikindi güneşi gibi
nicedir ısıtmayan parlak ayın az değişken dilimleri altında
yürürken sordum kendi kendime. Nereye gidiyorsun?
Hiç bir yere. Ne zamandır yalnızsın? Bilmem, denize
ve ay ışığından yapraklar kesen
şiire sormalı bunu. Daha yazılırken
bir anıya dönüşen şiirlere
Sordum kendi kendime ne yapılabilir çamurdan? Heykel
Acılardan? Aşk. Yoksulluklardan
bir devrim bile yapılabilir. Ama hiç bir şey
hiç bir şey yapılamaz ayrılıklardan.
Sen, çalgıcılar ve ayışığı çekip gittiniz uykunun
eşiğine vurulmuş bir turna gibi dönerek
düşerken sordum otuzdokuzlardan Bertolt Brecht'le birlikte
'Ne yapmalı peki?' Aklım dokunacak
bir başka akıl arıyor. Nicedir yabancı denizlerde
yıkanan tenim başka bir teni. 'Ne yapmalı?'
Biliyorum yağmur yağmaz yukarı doğru yeniden
Acımaz olur, silinir gider izi bıçağın.
Ama hiç bir rüzgâr dolduramaz boş kalan yerini,
bir yaşamdan ötekine
birlikte uçan turnaların yerini
gökyüzünde.
Onat Kutlar, Unutulmuş Kent ve Çeviri Şiirler, Yapı Kredi Yayınları, S.59-60
Resim: Ralph Albert Blakelock, Ayışığı, 1888, Yağlıboya 92x74 cm.
11 Ağustos 2024 Pazar
"Doğru dürüst yaşlananlar kişisel mutluluk gibi pespaye bir amacı gütmezler."
Şimdi gene geri dönelim esas konumuz olan yaşlılığa yaşlılığın nimetlerine: On yedinci yüzyılın başlarında yaşayan Alman mistiklerinden Jacob Boehme, "cehennemde yanan sadece benliktir" der. Hiç de mistik olmayan Albert Einstein da, bir insanın kendi benliğinden ne kadar sıyrılabilirse, o kadar değerli sayılabileceğini söyler: "The true value of a human being can be found in the degree to which he has attained liberation from the self."
Yaşlılar - yani doğru dürüst bir biçimde yaşlananlar demek istiyorum - huzursuzluklarının ve mutsuzluklarının başlıca kaynağı olan benliklerinden sıyrılmaya başlarlar zamanla. Onların asıl ilgi alanı kendileri değil, başkalarıdır artık. Kişisel duygularını bir yana bırakıp; yeni, ilginç ve heyecan verici bir yanı zaten kalmayan, kendi özel yaşamlarını değil, çevrelerindekilerin yaşamını düşünmeye başlarlar. Aynalara bakarken -çok ender bakarlar aynalara- kendi yüzlerini değil, başkalarının yüzlerini görürler. Kendi dertlerine değil, başkalarının dertlerine çare bulmak için uğraşırlar. Kişisel mutluluk gibi pespaye bir amacı gütmekten vazgeçerler.
Çünkü herkesin ara sıra yoğun mutluluk anları vardır ama, sürekli olarak kişisel mutluluk peşinden koşmak, bir kepazelikten başka bir şey değildir. Böyle bir dünyada, bunca felâket, bunca yoksulluk, bunca haksızlık ortasında, ancak inekler kadar kafasız ve duyarsız olanlar -yani gerçekten insan sayılamayacak yaratıklar-kişisel açıdan mutlu olabilirler. "Bana ne dünyanın şurasında burasında, hatta kendi ülkemde kanlı savaşlar varsa; benim evimde yok ya" derler böyleleri. "Bana ne Afrika'da çocuklar açlıktan ölüyorsa; benim çocuklarım açlıktan ölmüyor ya" derler böyleleri. "Bana ne ülkemin yoksulları oğullarını kızlarını okutamıyorsa; benim oğullarım, benim kızlarım en pahalı okullara gidiyorlar ya" der böyleleri. Ve dünyaya, hatta en yakın çevrelerine kulaklarını tıkayarak, gözlerini kapatarak-o ne biçim bir mutluluksa-mutlu olurlar böyleleri. "Her koyun kendi bacağından asılır,", "gemisini kurtaran kaptan","köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı de", "bükemediğin eli öp", "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" gibi, iğrenç bulduğum bazı deyişleri, kendilerine hayat felsefesi yapmıştır bunlar. Başkalarını sokan yılanın günün birinde onları da sokabileceğini hiç düşünmezler bu geri zekâlı "bana ne"ciler.
Mina Urgan, Bir Dinazorun Anıları, Yapı Kredi yayınları, S.58-59
Resim: Mina Urgan Orhan Veli ile birlikte Bayezid Küllük kahvehanesinde.
8 Ocak 2017 Pazar
Motorcu İbrahim’in Bahçeli Evleri
İstanbul'un Şirinevler semtini oldum olası hiç sevmem. İbrahim'i de ilk kez burada gördüm. Ucuz alınmış otomobilin motoruna bakıyordu. Dinçti, saçları siyahtı, konuşkan bir hali yoktu.
Zaten onu nişandan sonra herkes övdü.
– Ağır başlı bir bey, dediler.
– Ama kadın, kadın kimseyi konuşturmuyor ve tıkıyor her sözü İbrahim'in ağzına.
Çocuk otomobilin çevresinde çimen üzerinde zıplıyor.
– Babamın otomobili, baba baba.
İbrahim motorun başında uzun süre çalıştı.
O sıcak yaz günü ben niçin Şirinevler'e gitmeye kalkışmıştım. İbrahim'i mi görmek istemiştim.
Yoksa yapacak hiçbir işim yoktu da gidenlerin peşlerine mi takılmıştım.
Cumartesiydi.
Yanında biraz olsun gerçekçi olmayı başarabildiğim sümden o gün de uzak kalmamak içindi bu gidişim.
İbrahim'in elinde bir baston vardı.
Boyu uzamış, biraz zayıflamıştı.
Tutmayan bacağını sürükleyerek evin içinde dolaşabiliyordu. Saçları bir yaz önceki kadar siyah değildi.
O sessiz adam yitmiş.
Korku içinde,
– Hö hö hö, diye ağlamaya başladı bizi görünce.
– Sus sus, dedi süm.
– Oğlun yanına aldıracak seni.
– Beni beni, bu bastonla dövüyor kadın, dedi İbrahim.
– Aaa dövüyormuşum, yıkıyorum seni, bakıyorum sana nankör, nankör.
– Dövüyor, istemiyor, gidiyorlar, geziyorlar.
– Çoktan boşandık, dedi, kadın.
– Çocuğun için sen geldin gidemedin ki.
– Ooohh takımlarınız da var dolaplar, tuvalet masaları, koltuklar, halılar, her şeyler var, bunları, bu evi kim yaptı, kimin parası diye soruyor süm evi gezerek:
– Ben aldım ama şimdi hiçbir şeysiz atılıyorum, demeye çaşılıyordu İbrahim.
– Hö hö hö…
Ağlayarak kesik kesik.
Çok geçmedi çocuğun çığlıkları doldurdu bütün evi.
Onbir yaşlarında vardı.
– Babasına mı ağlıyordu?
– Oğlunuz gelecek, dedi gene süm.
Öylece bıraktık onları bastonlar kafasına insin diye bıraktık. Belki de son güzel günleriydi çocuğu yanındaydı, kavga da etse kadın yanındaydı.
Onların İbrahim'e hiç mi hiç bağlılıkları yoktu.
Güzel bir yol kenarında ev.
İki katın üzerinde bir de çatı katı var.
Bahçe içinde.
Merdivenler çıkılıp da ihtiyarlar bakım yurduna girildiğinde bu görünümle tüm bağlantı kopuyor.
Sinekleri süm kovaladı.
Oda çok pisti, camlar, yerler her köşe pisti, iki karyoladan başka hiçbir eşya yoktu. İbrahim'in yanıbaşında bir de küçük dolap üzerinde kurumuş duran yiyecekler, sigara.
Yatağın üstünde, sağında ve solunda İbrahim'in, birer oturak duruyor, iki oturak arasında yatıyor İbrahim, çarşafı pislikten kararmış, pijaması da.
Çökmüştü yüzü, saçları bembeyaz olmuş, sakalları uzamıştı. Ayakları incecikti, tırnakları karga gagası gibi uzamıştı. İki yılda böylesine çökeceğini düşünmemiştim, tanıyamadım onu.
– Hö hö hö… diye ağlamaya başladı.
– Sus ağlarsan gideriz, diye azarladı süm onu.
– He he he… diye ağlarcasına güldü…
Aslında onun yanıbaşına birkaç liralık yiyecek koyuverip sıvışarak kaçıyorduk.
Bu duvar köşesinde yatan.
Karşısında bir gün boyu ölen hastanın cesedi duran.
Arkasını dönemeyen, ölüyü görmemek için.
Ve duvarda yalnız pislik gören ve durmamacasına yiyecekleri karıştırarak bir şeyler yapmak isteyen,
ve sürekli olarak yaşamını gözünün önünden geçiren İbrahim'di…
Kokunun içinde kokuyu duyamaz hale gelen.
Bir kat daha çıktık.
– Çatı katı belki de sevimlidir diye geçiriyordu aklından.
Süm önden gidiyordu.
Baktım, doğruca camları açtı ve hepimiz gerisin geriye bir anda kaçtık odadan yatağın başına yiyecekleri atıverip.
Küçücük bir izbeydi hiçbir şey görünmüyordu camdan.
İbrahim tek başınaydı.
Bulunduğu katı kokuttuğu için yukarı atılmıştı.
Karşısında yataksız bir demir karyola duruyordu.
Üzerinde bir ceset bile yoktu.
Burada yalnız pis duvarlar, böcekler, sinekler, ısıtmayan radyatörler ve ağır bir koku vardı.
Açık cam kenarında ondan uzakta oturduk.
Kıştı.
Üzerinde ince bir pike örtülüydü.
– Hö hö hö… diye hönkürdü.
– Her an güvercinler uçuşuyor ve geceleri hiç uyuyamıyorum, bu nasıl sürecek, böyle nasıl dayanacağım on beş yıl daha, fareler üzerimden üzerimden sıçrıyorlar, geceleri onları kuyruklarından yakalıyorum.
–Uyduruyor, dedi süm sessizce.
Ama bir insan gece kuyruğundan fare yakalıyorsa, elbette yakalıyor demektir.
Gözleri yusyuvarlak olmuş, fıldır fıldır dönüyorlardı.
Sigarasını yakmak için yanına bile yanaşamadık.
– Hö hö hö… derken yüzü uzuyor, dudakları titriyor.
– He he he, hı hı hı… derken dudakları yana kayıyordu.
O ağlıyor anlatıyor anlatıyor ağlar gibi gülüyordu…
Zaten onu nişandan sonra herkes övdü.
– Ağır başlı bir bey, dediler.
– Ama kadın, kadın kimseyi konuşturmuyor ve tıkıyor her sözü İbrahim'in ağzına.
Çocuk otomobilin çevresinde çimen üzerinde zıplıyor.
– Babamın otomobili, baba baba.
İbrahim motorun başında uzun süre çalıştı.
O sıcak yaz günü ben niçin Şirinevler'e gitmeye kalkışmıştım. İbrahim'i mi görmek istemiştim.
Yoksa yapacak hiçbir işim yoktu da gidenlerin peşlerine mi takılmıştım.
Cumartesiydi.
Yanında biraz olsun gerçekçi olmayı başarabildiğim sümden o gün de uzak kalmamak içindi bu gidişim.
İbrahim'in elinde bir baston vardı.
Boyu uzamış, biraz zayıflamıştı.
Tutmayan bacağını sürükleyerek evin içinde dolaşabiliyordu. Saçları bir yaz önceki kadar siyah değildi.
O sessiz adam yitmiş.
Korku içinde,
– Hö hö hö, diye ağlamaya başladı bizi görünce.
– Sus sus, dedi süm.
– Oğlun yanına aldıracak seni.
– Beni beni, bu bastonla dövüyor kadın, dedi İbrahim.
– Aaa dövüyormuşum, yıkıyorum seni, bakıyorum sana nankör, nankör.
– Dövüyor, istemiyor, gidiyorlar, geziyorlar.
– Çoktan boşandık, dedi, kadın.
– Çocuğun için sen geldin gidemedin ki.
– Ooohh takımlarınız da var dolaplar, tuvalet masaları, koltuklar, halılar, her şeyler var, bunları, bu evi kim yaptı, kimin parası diye soruyor süm evi gezerek:
– Ben aldım ama şimdi hiçbir şeysiz atılıyorum, demeye çaşılıyordu İbrahim.
– Hö hö hö…
Ağlayarak kesik kesik.
Çok geçmedi çocuğun çığlıkları doldurdu bütün evi.
Onbir yaşlarında vardı.
– Babasına mı ağlıyordu?
– Oğlunuz gelecek, dedi gene süm.
Öylece bıraktık onları bastonlar kafasına insin diye bıraktık. Belki de son güzel günleriydi çocuğu yanındaydı, kavga da etse kadın yanındaydı.
Onların İbrahim'e hiç mi hiç bağlılıkları yoktu.
Güzel bir yol kenarında ev.
İki katın üzerinde bir de çatı katı var.
Bahçe içinde.
Merdivenler çıkılıp da ihtiyarlar bakım yurduna girildiğinde bu görünümle tüm bağlantı kopuyor.
Sinekleri süm kovaladı.
Oda çok pisti, camlar, yerler her köşe pisti, iki karyoladan başka hiçbir eşya yoktu. İbrahim'in yanıbaşında bir de küçük dolap üzerinde kurumuş duran yiyecekler, sigara.
Yatağın üstünde, sağında ve solunda İbrahim'in, birer oturak duruyor, iki oturak arasında yatıyor İbrahim, çarşafı pislikten kararmış, pijaması da.
Çökmüştü yüzü, saçları bembeyaz olmuş, sakalları uzamıştı. Ayakları incecikti, tırnakları karga gagası gibi uzamıştı. İki yılda böylesine çökeceğini düşünmemiştim, tanıyamadım onu.
– Hö hö hö… diye ağlamaya başladı.
– Sus ağlarsan gideriz, diye azarladı süm onu.
– He he he… diye ağlarcasına güldü…
Aslında onun yanıbaşına birkaç liralık yiyecek koyuverip sıvışarak kaçıyorduk.
Bu duvar köşesinde yatan.
Karşısında bir gün boyu ölen hastanın cesedi duran.
Arkasını dönemeyen, ölüyü görmemek için.
Ve duvarda yalnız pislik gören ve durmamacasına yiyecekleri karıştırarak bir şeyler yapmak isteyen,
ve sürekli olarak yaşamını gözünün önünden geçiren İbrahim'di…
Kokunun içinde kokuyu duyamaz hale gelen.
Bir kat daha çıktık.
– Çatı katı belki de sevimlidir diye geçiriyordu aklından.
Süm önden gidiyordu.
Baktım, doğruca camları açtı ve hepimiz gerisin geriye bir anda kaçtık odadan yatağın başına yiyecekleri atıverip.
Küçücük bir izbeydi hiçbir şey görünmüyordu camdan.
İbrahim tek başınaydı.
Bulunduğu katı kokuttuğu için yukarı atılmıştı.
Karşısında yataksız bir demir karyola duruyordu.
Üzerinde bir ceset bile yoktu.
Burada yalnız pis duvarlar, böcekler, sinekler, ısıtmayan radyatörler ve ağır bir koku vardı.
Açık cam kenarında ondan uzakta oturduk.
Kıştı.
Üzerinde ince bir pike örtülüydü.
– Hö hö hö… diye hönkürdü.
– Her an güvercinler uçuşuyor ve geceleri hiç uyuyamıyorum, bu nasıl sürecek, böyle nasıl dayanacağım on beş yıl daha, fareler üzerimden üzerimden sıçrıyorlar, geceleri onları kuyruklarından yakalıyorum.
–Uyduruyor, dedi süm sessizce.
Ama bir insan gece kuyruğundan fare yakalıyorsa, elbette yakalıyor demektir.
Gözleri yusyuvarlak olmuş, fıldır fıldır dönüyorlardı.
Sigarasını yakmak için yanına bile yanaşamadık.
– Hö hö hö… derken yüzü uzuyor, dudakları titriyor.
– He he he, hı hı hı… derken dudakları yana kayıyordu.
O ağlıyor anlatıyor anlatıyor ağlar gibi gülüyordu…
Tezer Özlü (1971)
* Eski Bahçe – Eski Sevgi, YKY, 5. baskı; Haziran 1998, İstanbul.
Yaşanmaz
"Kalk, kalk" diyordu biri, duyuyordum. Sol yanağım yanıyordu. Adamın vurduğu yanağımdı bu. Kolumdan tuttu kaldırdı. Gücün doğruldum. Beş altı kişi durmuş, bana bakıyorlardı. Bir de çocuk vardı. Tümünü gördüm bir bakışta. Gözleri şakıyordu. Geçen gün sucuk aldığım bakkalın gözleri geldi aklıma. Dayanamayacaktım; kahderici bir sıkıntı vardı içimde. Birden hatırladım. Eve varınca kendimi öldürecektim. Rahatladım. Dikilenlerden biri:
- Sulanır mısın herifin karısına!.. dedi.
- Yalan ! dedim, kaygısızca.
- Susun be! dedi. Ne var gülecek? Dağılsanıza siz.
- Sulanır mısın herifin karısına!.. dedi.
- Yalan ! dedim, kaygısızca.
- Susun be! dedi. Ne var gülecek? Dağılsanıza siz.
Üstümdeki tozları silkiyordu eliyle. Tanımadığım biriydi. Önce çocuk yürüdü; sonra ötekiler. İkimiz kaldık yalnız. Üstümdeki tozları silkiyordu boyuna. Yüzüm yanıyordu.
- Ben Ali'yim, dedi. "Ali'ymiş."
- Bir Ali vardı Manisa' da…
- Buralıyım ben, dedi.
Şimdi sokaktan geçenler bana bakmıyorlardı. Yediğim yumruğu görmemişlerdi.
- Eyvallah, dedim.
Gidecektim. Kolumdan tuttu.
- Olmaz. Kan var yüzünde. Şuracıkta odam, gel de silelim, dedi.
- Bir Ali vardı Manisa' da…
- Buralıyım ben, dedi.
Şimdi sokaktan geçenler bana bakmıyorlardı. Yediğim yumruğu görmemişlerdi.
- Eyvallah, dedim.
Gidecektim. Kolumdan tuttu.
- Olmaz. Kan var yüzünde. Şuracıkta odam, gel de silelim, dedi.
Yürüdük. Tahta basamaklardan çıktık. İkinci kattaydı odası. Yalnız yaşadığı belliydi. Duvarda bir genç kadın resmi vardı. Sarı saçlıdır diye düşündüm. Yüzümü ispirto ile silerken sordu:
- Niye vurdu sana?
- Niye vurdu sana?
Anlattım. İşten dönüyordum. (Orada olanları anlatmadım. Her günkü gibiydi. Bir özelliği yoktu bugünkülerin. Ama ben bugün vermiştim kararımı. Eve gidince kendimi öldürecektim. Bunları söylemedim.) Karşıdan geliyordu kadın; eski bir tanıdık gibiydi. Oysa hiçbir kadınla tanışmışlığım yoktur benim. Yol ortasında durakladım. Yanındaki adamı görmemiştim. Sol yanıma vurdu. İşte bu.
- Hergele, dedi. Karı oldu mu yanlarında aslan kesilirler. Dişine göre bulmuş seni.
Kısa boyluyum ben. Bücürüm. “Bacaksız” derdi babam, kızardım. Ama ona kızmadım. Kalktım.
- Aldırma, dedi.
- Hergele, dedi. Karı oldu mu yanlarında aslan kesilirler. Dişine göre bulmuş seni.
Kısa boyluyum ben. Bücürüm. “Bacaksız” derdi babam, kızardım. Ama ona kızmadım. Kalktım.
- Aldırma, dedi.
Aldırdığım yoktu. Çıktım. Manavların önünde domatesler, dolmalık biberler yığılıydı; sonra kocaman ak benekli, donuk yeşil karpuzlar. Bunlar ötekiler içindi ben başkaydım. “Sen başkasın” derdi öğretmen; başı benim söylemeyeceğimi bildiği bir sözü kaçırmaktan korkuyormuş gibi öne eğik, sağ eli kulağında, gözleri kısılmış, yüzünde belli belirsiz pis bir gülüş “Değil mi filozof ?” Ötekiler gülerlerdi; çın çın öterdi sınıf. Utanırdım.
Yine utanıyordum. Kira isteyen bu yıpranmış kadın elinin arsızlığına –yüzüne bakmazdım– yıllardır alışmam gerekirdi, ama olmuyordu. Her ayın birinci günü madam ‘salon' dediği bu kara tahtalı, loş, isli, pişmiş soğan kokulu yerde, kapıya yakın bir koltuğa oturmuş, kiracılarından para toplardı. Üç onluk bıraktım eline. “Al bakalım; hakkınmış gibi ye !” demişti mutemet, aylığımı verirken. Tam o zaman mı istemiştim ölmeyi yoksa ? Ağustos böceğinin sözü kafamın diline o zaman mı takılmıştı. “Bütün dünya bana bir yaşama borçlu.” Ötekiler bana tuzlu kahve içirdikleri zaman bir mutemet kalırdı gülmeyen. Gözlüğünün üstünden bakardı.
Odam alacakaranlıktı. Işığı yaktım. Perdeler inik, bir de kapı sürgülü oldu mu kendi ülkemdeyim burda. Yeğindim, sivrisinek gibi. Tavana baktım. Büyük eksiklikti bu; ustalık üstüste kocaman yapılar dikmekte değil, odaların tavanına sağlam halkalar çıkmaktaydı. Birden çocukluğumun asılmışını gördüm. Dili, gözleri dışarıda, sümüklü korkak. “Bütün dünya bana bir yaşama borçlu.” En iyisi ağu içmekti ama aramak için yeniden ötekilerin arasına çıkmak gerekti. “Ulan sağ ayağın altı parmaklıymış senin be” “yalan” derdim. Ayakkabımın bağına uzanırdım. Katıla katıla gülerlerdi. Şaşırır kalırdım. Mutemet gözlüğünün üstünden bakardı. “Sen başkasın” derdi öğretmen. Sınıf çın çın öterdi. “Hey bücür, temize çek şunu.” Bücür bendim. “Bu suratla mı be? Vazgeç, korkar kadınlar.” Çağımızın öncüsüydüm ben; ama beni yerden kaldıran adam üstümü başımı silkmişti. “Yirmi liraya bu gömlek ha ! Kazıklamışlar seni. Benimkine bak, onüç liraya.” Sonra o bakkal, yarım kilo sucuğa beş lira alanı: “Bütün dünya bana bir yaşama borçlu.” İstemiyordum alacağımı. Bilek damarımı kesecektim. Ötekiler kapımı kırınca ne yapacaklardı acaba ? Madam kızardı belki. Önce karşı duvara kara boyayla kocaman bir YAŞANMAZ yazacaktım.
Doğrulurken kalçama bir sancı saplandı. Bugün üstüne düştüğüm kalçamdı bu. Birden beni yerden kaldıran adam geldi aklıma. “Ben Ali'yim” demişti. Kolumu tutmuş, üstümü başımı silkiyordu. Ötekilerden biri değildi. Yüzümü silerkenki bakışı vardı. İçimde bir eziklik, kudurgan bir sevgi büyüdü birden. Kafamda her şey yerli yerine oturdu. Köşedeki sepetten havanelini alıp iç cebime koydum. Ağırdı. Sokağa çıktım.
Odasında yoktu; kilitliydi kapısı. Üst kata çıkan merdivenin kuytusuna oturup bekledim. Çok beklemedim. Bir ara sokağa yağmur yağdı. Sonunda geldi. Kalkarken gördü beni.
- Sen miydin? İyi ettin de geldin. Gel içeri girelim, dedi.
Odanın aydınlığında yürürken sendelediğini gördüm. Gözleri ışıldıyordu, sevinçli.
- Biliyor musun, seviyor beni.
- Kim, bu mu ?
Duvardaki resmi gösterdim.
- O.
- Saçları sarı mı?
- Evet.
Odanın aydınlığında yürürken sendelediğini gördüm. Gözleri ışıldıyordu, sevinçli.
- Biliyor musun, seviyor beni.
- Kim, bu mu ?
Duvardaki resmi gösterdim.
- O.
- Saçları sarı mı?
- Evet.
Anlattı. Önce bir gazinoya gitmişlerdi. Ben artık dinlemiyordum. Sol kolum havanelini bastırıyordu. Sarhoş olduğu belliydi. Duvardaki kadın onu sevmezdi. Yazılı ödevini yaptırıncaya değin adamın gözüne gözüne bakan, sonra ötekilerle birlik gülen, benim tanıdığım sarı saçlıdan bambaşka biri miydi bu ? Değildi. Sevmiyordu onu, aldatıyordu. Aldandığını anladığı zaman nasıl üzüleceğini biliyordum. "Konuş bakalım, konuş" diyordum içimden, "Sen hiç olmazsa mutlu gideceksin." Her şey benim kafamda oturgun düzene uygun geçecekti. Değişmezdi bu. Üstümü silkmişti. Pisliğin içinde işi yoktu onun.
- Neyin var senin, hasta mısın ? dedi birden.
- Yoo, çok iyiyim, dedim.
Gerçekten de öyleydim.
- Şarap var dolapta; birer bardak içeriz ha?
- Yoo, çok iyiyim, dedim.
Gerçekten de öyleydim.
- Şarap var dolapta; birer bardak içeriz ha?
Dolaba doğru yürüdü. Ben de yürüdüm. Önce dönecek sandım; oysa sendeliyormuş. Havanelini sağ elime aldım; bütün gücümle vurdum başına. Yüzükoyun düştü. Odayı korkunç bir gürültü kapladı. Nice sonra döşemeye kan aktı. Öylesine yeğindim ki hop desem uçacaktım; sivrisinek gibi. Şimdi kendimi öldürebilirdim.
Yusuf Atılgan
9 Aralık 2010 Perşembe
"Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz."
Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kim zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine; sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutmağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, “- Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur,” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın..
Yusuf Atılgan
"Aylak Adam"dan Alıntı, Yapı Kredi Yayınları
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)