3 Aralık 2010 Cuma

Gümüş Saat

Hastalık bende babam öldüğü gün başladı. On bir yaşındaydım. Babamı çok severdim. Zaten başka kimsem yoktu. Analığım da onu severdi ya ! Ama ben, ancak babam eve girince yaşadığımı hissederdim. O sabahleyin evden çıkarken birdenbire etrafım kararır, insanlardan kaçar, korkardım.

Onun ölümüyle beraber başlayan sinir hastalığım; bayılmalarım, titremelerim doktorları bile aldatmıştı. Sahiden hasta olduğumu sanıyorlar, tebdili hava tavsiye ediyorlardı. Ama ben, kendim çok iyi biliyordum ki hasta değildim. Nasıl becerirdim ? Bilmem. Tiril tiril titrer, hayaletler görür gibi haykırır, düşer bayılırdım. Baygınlığım sırasında bütün sözleri işitir, doktorun nabzımı tuttuğunu bilir, ama dudaklarımı kenetler, ısırır, köpükler saçardım: Hepsini biliyorum. Bunu niçin yapardım. Bilir misiniz ? Babamın ölüsünü kıskanırdım da ondan. Herkes onun ölümüyle alâkadardı. Komşulardan tutun da kahvedeki arkadaşlarına kadar. Ne hakları vardı ? Onu yalnız ben seviyordum. O halde ben düşünüp üzülmeliydim. Onlara ne oluyordu ? İşte, etrafımı saranların babamın ölümünü benimle alâkadar olup unutmaları oyunlarına başlamıştım.

Zayıf, kansız bir oğlandım. Nihayet analığım, beni köye göndermekten başka çare bulamadı. Uzak akrabamızdan bir köylü gelip beni aldı.

Köyde ölesiye canım sıkılıyordu. Kimseden en küçük bir alâka görmüyordum.

Onlar için varlığım yokluğum müsaviydi. Ne yapsam kimsenin dikkatini çekemiyordum. Bana karşı o kadar lâkayıttılar ki var mıydım, yok muydum farkında bile değillerdi. Meselâ bir ağaç altında otların arasına saklanır oturur, öğle yemeğine gitmezdim. Bütün aile öğle vakti koşa koşa eve girer, mutfakta, kapı önlerinde bir şeyler atıştırırdı.

Ben iki saat sonra eve döndüğüm zaman kimse gelip de bana “Sen öğleyin yoktun. Karnın zil çalıyordur. Bir lokma bir şey ye” demezdi. Hasisliklerinden yapsalar ziyanı yoktu. Hayır hasisliklerinden değil, benim, kendimin farkında değildiler.

Bütün tesellim saatimdi. Bu babamdan kalmış bir gümüş saatti. Analığım köye gelirken bana vermişti. Onu gündüzün kimse bulmasın diye nerelere saklardım? Gece yatağıma girer girmez çıkarır, avucuma alır, kulağıma kor, dinler, sanki bir sevgiliyle, seninle imişim gibi Zehra, dünyalar benim olurdu. Azıcık ta sevinçten ağlardım.

Saatle ben, birbiri için ateşe atılmağa hazır, birbirinden ayrılmaz iki arkadaştık. Gündüzüm; geceleyin sarmaş dolaş ocağımızı, birbirimize hikâyeler anlatacağımızı düşünüp hiç konuşmayan iki arkadaştık.

Gece, köyde çakallar ulurdu. Korkardım. Saatimle büzülürdük. Yorgandan kafamı çıkarır, o avucumda, saatlerce çakal seslerini dinlerdik. Bir sabaha karşı yine çakal sesleriyle uyanmıştım. Odamın, tek penceresinde iki büyük ve parlak göz bana bakıyordu. Saatimle ben korktuk. Yorganı üstümüze çektik.

Ama bu gözlerin ne gözü olacağını merak edip dayanamadık. Yavaş yavaş pencereye yaklaştık. Odamıza bakan bir baykuştu. Sabaha kadar artık uyuyamadık. Çakallar sabaha kadar uludu. Baykuş sabaha kadar camdan bize baktı. Ortalık ağarırken köyden kaçtım.. Trenlere, tramvaylara, otobüslere bindim. O kadar zayıf, o kadar küçüktüm ki hiç bir biletçi benden bilet sormadı. Yolculardan birinin dört beş yaşındaki çocuğu sandı.

Yazdı. Şehir kocamandı. Her kovukta yattım. Geceleri çoğunca deniz kenarına iner, bazen surlarda, bazen odunlar arasında, bazen da hava çok sıcaksa sıcak kumlar, içinde yatardım. Gıdamı süprüntü tenekelerinde kedilerle beraber temin ederdim. Oralarda kendime ne ziyafetler çektim Zehra. Benim şirin, benim güzel Zehram!

Bir sabah, bir memur beni deniz kenarında uykumdan uyandırdı. Aldı götürdü. Kim olduğumu söyledim. Analığım ta Erzurum' lara gitmiş. Uzak akrabadan bir komşu beni yanına almak lûtfunda bulundu. Ona teslim ettiler. Yine eski mahallemize yerleştim. Ama iyi çocuk değildim galiba Zehra, kimse beni sevmiyordu. Ben de herkesten, nefret ediyordum. En çok çocuklar benim düşmanımdı. Beni görünce üzerime saldırıyorlar, dövüyorlardı. Zorları neydi ? Bilmem. Herhalde onlarla hiç konuşmadığım için. Benim onların konuşmasına ihtiyacım yoktu ki. Saatim benimle konuşurdu. Ben saatimle konuşurdum. Birbirimizi seviyorduk. Başka bir üçüncü arkadaşa ihtiyacımız yoktu. Çocuklar beni görünce saldırır­lardı: “Sıska, deli, saralı sıska...” diye.

İşte o günlerde karşıma sen çıktın Zehra. Futbol sahasının kenarında düşmanlarımı seyrediyordun. Ben gelip ta yanıbaşında durdum. Canım iki örgülü kalın saçını tutup çekmek istiyordu. Dönüp bana öyle bir baktın ki saatin hatırıma geldi. Sen güldün evvelâ, sonra ben güldüm. Yanıma sokuldun. Hemen saatimi çıkarıp sana gösterdim. İçindeki çarkları, kırmızı taşları, üstündeki şimendifer resmini beraberce seyrettik. Sen de benim saatim, gibi bir şeydin. İnsanın insandan bir saati olması da güzel bir şey diye düşünmüştüm. Sen gümüş saatimi almış, pembe kulağına götürmüştün. Futbolcular topu bırakıp etrafımıza birikmişti. Ben işi anlamıştım. Sen gider gitmez hücum edecekler, saatimi elimden alacaklar. Koca pabuçlarıyla kıracaklardı. Her şeyi, her şeyimi alabilirlerdi: İçimden midemi, kalbimi, ciğerlerimi, kafamdan aklımı, ama saatimi asla ! Onu futbolculara vermedim. Ömrümde ilk defa saat için çılgın gibi döğüştüm. Ellerinden kurtulunca soluğu evde aldım. Saatimi çıkardım. Artık işlemiyordu. Yatağımda sabaha kadar ağladım. Sabahleyin uzak akrabam çoluk çocuk odama doldular. Onlara da “Üstünde çalınmış bir saat var” diye haber gitmiş. Her tarafı aradılar. Bulmalarına imkân mı vardı? Ben işin böyle olacağını geceden düşünmüş, onu saklamıştım.

Öğleden sonra deniz, kenarına indim, Balıkçı Hasan Çavuş' a yalvardım. Biraz gezeyim diye sandalı aldım. Açıldım açıldım. Sonra durdum. Bozuk saatimi çıkardım.. Kapağını açtım. Kırmızı taşlarının üstüne senin o gün bana verdiğin papatyayı koydum. Kapağını kapadım. Sonra suyun üstüne yavaşça saatimi bıraktım. Döne döne batmaya başladı. Uzun zaman arkasından baktım. O görünmemeğe başladığı zaman bile hâlâ bakıyordum. Gözlerimden, yaş boşanıyordu. Şimdi artık saatim de yoktu. Ama sen aklıma geliyordun Zehra!

Bekledim... Bekledim... Denizin tâ dibine saatimin vardığını, orada, karanlıklar içinde, kimsenin onu bulamayacağı bir yerde yattığını hissedince küreklere asılarak döndüm.

Sait Faik Abasıyanık

(Hazırlayan: Muzaffer Uyguner, Balıkçının Ölümü, Yaşasın Edebiyat, Bilgi Yayınevi, Ankara 1977, s.116-120)


30 Kasım 2010 Salı

Dünya'nın gördüğü her büyük başarı, önce bir hayaldi. En büyük çınar bir tohumdu, en büyük kuş bir yumurtada gizliydi.


Haydarpaşa Garı

Haydarpaşa Garı yangınından pay çıkarmak için Mimar Taner Orhon' un 2005 yılında kaleme almış olduğu bu yazıyı okumak gerekiyor..
Anadolu coğrafyasının İstanbul' a varış noktası olarak nitelenen Haydarpaşa Garı, kendi çevresini de içine alan ve yaklaşık 1.000.000 m2'lik alanı kapsayan 'Dünya Ticaret Merkezi ve Kruvaziyer Liman' adı altında yapılaşmaya açılıyor. Basına yansıdığı kadarıyla, inşa edilecek yedi adet gökdelen, turizm, kongre, iş ve kültür merkezi gibi birimleri kapsarken, Haydarpaşa Garı otel, Kadıköy ve Harem' i de içine alan sahil kesimi yat limanı ve marinaya dönüşüyor. Gerçekleştirilmek istenen proje, İstanbul' un son 25 yıllık kentleşme tarihinde yaşanacak en ağır mekânsal dönüşümü öngörüyor. 17.09.2004 tarihli ve 5234 sayılı kanunun geçici 5. maddesiyle, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kadıköy Belediyesi'yle Üsküdar Belediyesi'ni devre dışı bırakarak, bölge ile ilgili her ölçekte imar planı yapmaya, yaptırmaya, değiştirmeye, re'sen onaylamaya ve ruhsat vermeye Bayındırlık ve İskan Bakanlığı'nı yetkili kılıp, kesinleşen planların uygulanması zorunludur hükmüyle projeyi gerçekleştirmek isteniyor. İstanbul coğrafyası kuşkusuz bu tür müdahalelerle ilk defa karşılaşmıyor, fakat gerçekleştirilmeye çalışılan proje büyüklüğü ve kapsadığı alan ile bir ilk olma özelliği taşıyor. Bu özellik onu, toplumsal gerçeklikle ilişkilendirirken, farklı bir bütünsellikle ele almayı zorunlu kılıyor. Buradaki 'bütünlük' kavramı, toplumsal olguların ve gerçeklerin ilişkilenmiş biraradalığını ifade ediyor. Bütünün kendisini var eden parçalarla ve parçaların kendi aralarında kurdukları ilişkilerle birlikte oluşan toplumsal gerçeklik, kentsel yapılı çevreye yapılan müdahalelerin çözümlemesini, sadece 'yer' in ontolojik özelliklerinden hareketle yapabilme rahatlığını da ortadan kaldırıyor. Kent coğrafyasının, 'yer'in ontolojik özelliklerinden hareketle kavranışı, onu ait olduğu toplumsal ilişkiler sisteminden kopartıp, tarihsel, kültürel, doğal ve hatta etnik özellikleriyle değerlendirmeye tabi tutuyor. Örneğin, Suudi prense satılan Sevda Tepesi, Mısırlı Yalısı' nın bahçesi ve koruluk alan olma özelliği ile gündeme gelirken, Park Otel ve Gökkafes' e muhalefetin merkezinde, İstanbul'un bozulan silueti yer alıyor. 1.000.000 m2 alan söz konusu olduğunda ise yerin kendisine ait özellikler iyice silikleşirken, dönüşümü değerlendirmek başka bir kavramsal çerçeveyi zorunlu kılıyor.
Küresel pazar
Bu çerçeve, yapılı çevrenin dönüşümünü, kapitalist sermaye birikimi ile ilişkilendirip, onu içinde barındırdığı siyasallaşmayla birlikte kavramaktır. Kapitalizm, son 30 yılda biriktirdiği krizini, kendisini var eden hegemonik ilişkileri 'küreselleşme' adı ile mikro ölçekten makro ölçeğe kadar yeniden tanımlayarak aşmak istiyor. Azgelişmiş ülke ekonomileri, yapısal uyum programları aracılığı ile uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere, pazar haline getiriliyor. Küresel pazarda yer bulabilmek, küresel rekabeti artırabilmek ve yabancı sermayeyi ülkeye çekmek kamu hizmetlerinden ve sosyal devlet politikalarından vazgeçmeyi gerektiriyor. Kalkınma ve kamu yararı kavramlarının yerini yükselen piyasalar alıyor. Borsa-faiz-kur üçgeni toplumsal yaşamın merkezine yerleşiyor ve bu noktadan sonra küreselleşme, kapitalizmin kendi nesnelliğinin zorlamasıyla birlikte, onun sahibi sınıfın öznel tercihleriyle yüklü ideolojik bir saldırıya dönüşüyor. Küresel sermayeye eklemlenme amacıyla gerçekleştirilen dönüşümler, sadece üretim alanıyla sınırlı kalmayıp toplumsal yaşama ve kent coğrafyasına da sıçrıyor. Küreselleşme ideolojisinin azgelişmiş ülkelere dayattığı planlı projesinin ayakları üretim alanında, 'post-fordizm', kültürel alanda 'post-modernizm', kentsel alanda 'yarışan yerellikler' ve 'küresel kentler ağı' olarak şekilleniyor. Yarışan yerellikler kuramı, kapitalizmin eşitsiz gelişimine uğramış mekânsal birimlerinin, sermayenin kârlılığını artıracak şekilde yeniden yapılanmasını öngörüyor. Yeniden yapılanma sürecine giren coğrafyalar ikili bir değişime uğruyor. İlki, tekrar ilk paragrafa dönersek, mekânın 'ontolojisi', yer olma özellikleri tamamen ortadan kalkıyor, tarihselliğinden, yaşanmışlığından ve kullanım değerinden soyutlanan mekân, sadece değişimin nesnesi haline gelip kârlılığı maksimize etmenin aracına dönüşüyor. Diğer değişim, söz konusu yerellikteki artı değer sömürüsünün de maksimuma çıkarılmasını, yani, işçi ücretlerinin sermayenin o mekânı tercih etmesini gerektirecek kadar düşük tutulması sayesinde gerçekleşiyor. Diğer yandan, mekânda aniden yoğunlaşan sermaye de eşitsizlikleri körükleyici bir etki yapıyor. Küresel sermayenin isteklerine cevap veren herhangi bir yerellik, bir başka yerelin ortaya çıkıp çıtayı yükseltmesine kadar gündemde kalıyor. Peki tüm bunlardan sonra ne oluyor? Küreselleşme ideologlarının öngördüğü şekilde, kentsel çevreye yapılan yabancı sermaye yatırımı kalkınmanın bir aracı olup verimliliği artırıyor mu? Siyasal iktisadın tanımlarıyla kesinlikle hayır. Çünkü kalkınma, işgücünün verimliliğinin artması, bunun için de çok yüksek düzeyde üretim araçları kütlesinin kullanılması gerekiyor. Diğer ifade ile yatırımın, ticaret ve finans sektöründen çok sanayi sektörüne yapılması gerekiyor. Peki sanayi sektörüne yapılan yatırım sonucu elde edilen gelirin, mekân gelişmesinde oynadığı rol nasıl ortaya çıkıyor? İşte buradaki ayraç, siyasi öznenin üretim sonucu oluşan katma değeri nerede, nasıl ve kimin için kullanacağı konusunda vereceği karar oluyor. Bilinen ise şu; katma değerin üretildiği coğrafi mekânlar değil, kullanıldığı mekânlar gelişiyor ve değişime uğruyor.

Nüfusun yoksullaşması Haydarpaşa ve çevresinde gerçekleştirilmek istenen değişime, yukarıda anlatılan kavramsal çerçeve ile yaklaşırsak, karşımıza, sermayenin, birikim krizini aşma doğrultusunda, küresel kentler ağına yarışan yerellikler kavramı üzerinden eklemlenme isteği çıkar. Bu amaçla Haydarpaşa Garı ve çevresi küresel kentin ayırıcı görünümü olan, kongre, turizm, iş merkezi liman ve eğlence merkezine dönüştürülür. Süreç, iletişim ağlarıyla emperyalist merkezlere bağlanan Singapur, Manila, Beyrut gibi kentlerde gerçekleştiği şekliyle işlemeye başlar. 1.000.000 m2 alan kamuya kapatılır. İnşai faaliyetler çok büyük bir iş gücünü azgelişmiş bölgelerden merkeze doğru çeker, yapım esnasında ve sonrasında sunulacak hizmetler sermayenin diğer sermayelerle ve emeğin emekle rekabeti nedeniyle minimum maliyetlerde olmak zorundadır. Minimum maliyet küresel rekabette gücünü koruyabilmenin olmazsa olmazıdır. Ancak bu rekabet, kent nüfusunun hızla yoksullaşmasıyla sonuçlanır. Diğer yandan, arazi spekülasyonu ve ondan elde edilen rant sonucu oluşan konut fiyatları merkezde yaşayan işgücünü çevreye doğru iter. İkinci sonuç, çevrede oluşan kaçak yapılaşma veya gecekondulaşmadır. Metropolde yaşayanların gündelik yaşamı da değişime uğrar, merkezden uzaklaşma, emeğin yeniden üretiminde gerekli iş dışı yaşamın azalmasını, onun yerine ulaşıma ayrılan sürenin uzamasını gerekli kılar. Küresel kent, metropolün bütününde değil, kısıtlı bir parçasında toplumsal, ekonomik, mekânsal değişimin yaşandığı yerdir. Haydarpaşa Garı ve çevresinde yaşanacak süreç de bu gelişmelerden azade olmayacaktır. Dolayısıyla, liman ve çevresinin yapılaşmaya açılması karşısında geliştirilecek bir projenin, 'yer' in ontolojik özelliklerini (tarihsel, kültürel, doğal) değil, küreselleşme ideolojisinin siyasal dinamiklerini ve onun mekâna etkilerini kavrayan ve ona karşı duruşu içeren bir bakışı oluşturması gerekiyor. Sermayenin mekân üzerinde rahatça hareketinin temel belirleyeni, kendi iç dinamiklerinden daha çok, toplumsal sınıfların siyasal mücadeleleri sonucunda ortaya çıkan siyasal dengeler oluyor.

Taner Orhon (Mimar)

28 Kasım 2010 Pazar

Vasiyet

Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani,
alıp götürün
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni.

Hasan beyin vurdurduğu
            ırgat Osman yatsın bir yanımda
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.

Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın,
seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu,
tarlalar orta malı, kanallarda su,
ne kuraklık, ne candarma korkusu.

Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz,
toprağın altında yatar upuzun,
            çürür kara dallar gibi ölüler,
toprağın altında sağır, kör, dilsiz.

Ama bu türküleri söylemişim ben
                     daha onlar düzülmeden,
duymuşum yanık benzin kokusunu
traktörlerin resmi bile çizilmeden.

Benim sessiz komşulara gelince,
şehit Ayşe'yle ırgat Osman
çektiler büyük hasreti sağlıklarında
belki de farkında bile olmadan.

Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
- öyle gibi de görünüyor -
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani...

Nâzım Hikmet Ran, 27 Nisan 1953, Barviha Sanatoryumu

27 Kasım 2010 Cumartesi

Bir Farkındalık Projesi: "Hayata Dokun"

Bu proje hayatı işaret ediyor !

Ülkemizin sosyo-ekonomik koşulları, kültürel iklimi çerçevesinde, kadın temelinde bir çıkışla ete kemiğe bürünen özgün bir projeden söz edeceğim. Bu çalışma hem söz hem iş üretiyor dersek, farklılığına ve önemine atıfta bulunmuş oluruz sanırım.

'Hayata Dokun' neyi amaçlıyor ve hedefliyor; kendi sunumuyla tanımaya çalışalım:

"Kadınları toplumsal her alanda destekleyip bilgilendirerek; sosyal ve hukuksal haklarının farkındalığını artırmak;
Kadın hakları konusunda hukuksal ve sosyal danışmanlık;
İş yaşamındaki kadınların yaşamın her alanında farkındalığını artırmak;
Eşit iş, eşit ücret;
İşyerlerinde kadınlara yönelik istismara (Mobbing) karşı sosyal ve hukuksal farkındalık bilincini artırmak;
Terfi istismarına karşı sosyal ve hukuksal eşitlik farkındalığını artırmak (Breaking the Glass Ceiling);
Çalışan kadınların çocuklarına sosyal ve eğitim çevrelerince uygulanan istismara hukuki çözümler sunmak;
İş kadınlarının aile yaşamındaki psikolojik ve sosyal istismar öykülerini dinlemek, profesyonel çözümlerle yanlarında olmak, yol göstermek; sosyal, psikolojik ve hukuki danışmanlık vermek;
Evdeki kadınlarının sosyal, ekonomik, kültürel alanda yeri ve rolleri ile ilgili bilgi paylaşımına önayak olmak;
Aile içi şiddet – istismar konularında yardım etmek ve ücretsiz danışmanlık vermek
Sosyal ve hukuksal alanda kılavuz olmak, yol göstermek;
Halk toplantıları düzenleyerek kadınlarla yüz yüze iletişime geçmek, bire-bir danışmanlık vermek;
Evdeki kadınların üretkenliğini artırmaya yönelik projelerle sosyal yaşamda aktif rol almalarını sağlamak;
Kadın sorunlarını, kimlik bilgilerinin gizliliği ilkesine bağlı kalarak paylaşmak, sosyal ve hukuksal çözümlerle kılavuz olmak, kadınların yanında olmak…"


'Hayata Dokun' projesi, akademik güçlü bir altyapı; bilimsel veri ve adımlarla ilerliyor.. Gönüllük çerçevesinde yazın ve görsel kuruluşlardan destek buluyor.

Her ne kadar konunun öznesi kadınlar olsa da, tüm etkileşimler ve diyalektik bir yaklaşımla, hayata dokunup, hayatın onarım gerektiren tüm öğelerini tedavi etmeyi öngören bir proje olduğunu düşünüyorum..

(Bu) hayatın mimarları (!) ve failleri (!) var. İçinde bizler varız. İzleyen kimliği ile bir misyon üstlenmek faile destek vermek olacağından, ters giden bir(çok)şeye itiraz etmekle işe başlamalıyız.. Sesimiz bir diğerimizin sesinde yankı bulmalı; ve çoğalmalı (dokunuşlarımız)..

'Hayata Dokun' u dillendiren (şimdilik) bu sınırlı sayıdaki gönüllü insanı, attıkları (büyük) adım için kutlamak gerekiyor.


* 'Hayata Dokun' projesini internet üzerindeki sayfasından izleyebilir; katılıp, destek verebilirsiniz.

http://www.hayatadokun.net/



Hüseyin Murat Çinkılıç

Yaz Geçer

Acemi bir sevdadandır bunca ömür katlandığım.

Sen yoksan yüreğimin içinde
kar tozu değer
yıkılır kalırım tenim buzlar üstünde
ay kararır gece çöker yüzüme
kalkamam
bilirsin
üst yanımdan bahar geçer yaz geçer.

Acemi bir sevdadandır bunca ömür katlandığım.

Sen varsan yüreğimin içinde
kurşun değer damarıma kan çarpar
yürür giderim
ne Fırat' tan ne Dicle' den esirgerim canımı
gül ışığı tatlı bir düş
geceler hep Osmanlı
göğsümün yangın yeri gelin alayı
güz mü dersin kış mı dersin o da ne
her yanımdan bahar geçer yaz geçer.

Acemi bir sevdadandır bunca ömür katlandığım.

Sen
bir var
bir yoksan yüreğimin içinde
nasıl gelir mavi gece nasıl gider kanlı şafak
bir yanım ezik güldür öbür yanım soğuk kül
yol üstünde üşür müyüm yanar mıyım bilirsin
uzağımdan kaç güz geçer
yakınımda kaç kış kalır
bilirsin.

Acemi bir sevdadandır bunca ömür katlandığım.

Nazım Mutlu


26 Kasım 2010 Cuma




Benim en iyi dostum terzimdir. Çünkü ne zaman beni görse, derhal o andaki ölçülerimi alır. Oysa bütün öteki tanıdıklarım, benim hala eskisi gibi olduğumu düşünürler. 

23 Kasım 2010 Salı

bugün, neticesini dünden bildiğim bir hayata yakalandım...

hüseyin murat çinkılıç

Bir Ayrılış Hikâyesi


Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya
çıldırasıya...
Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beş yüz,
yüzde hudutsuz kere yüz...
Kadın erkeğe dedi ki:
-Baktım
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana..
Ve ben artık
biliyorum:
Toprağın -
yüzü güneşli bir ana gibi -
en son en güzel çocuğunu emzirdiğini..
Fakat neyleyim
saçlarım dolanmış
ölmekte olan parmaklarına
başımı kurtarmam kabil
değil!
Sen
yürümelisin,
yeni doğan çocuğun
gözlerine bakarak..
Sen
yürümelisin,
beni bırakarak...
Kadın sustu.
SARILDILAR
Bir kitap düştü yere...
Kapandı bir pencere...
AYRILDILAR...

Nâzım Hikmet Ran


dün bir kediyi karşıma aldım / çocukluğuma kuyruğundan baktım...

hüseyin murat çinkılıç

22 Kasım 2010 Pazartesi

aşkın patikasında taşların yerini, uçurumun dibini, kestiremezsin / seker gidersin... 

hüseyin murat çinkılıç

20 Kasım 2010 Cumartesi

Sağ direk

İlkokul birinci sınıfta Ahmet isminde bir çocuğun gözüne yumruk atmıştım. "Benim babam müteahhit ben de Fenerbahçeliyim" derdi sürekli. Öğretmenimiz de, ya Fenerbahçeli olduğundan ya da müteahhitleri sevdiğinden sınıfı temsilen onun başını okşardı hep. Günlerden bir gün, teneffüslerden bir teneffüs uzattım yumruğu...
Ahmet' in sol gözünde bir halka, gönlümde bir yumuşama, başımda bir okşama hissi... Hissi ve cismi delilleri bırakıp sınıfın orta yerine, orta derece kızarık bir kulak ve öğretmenin "yarın velin gelecek" ünlemesiyle gittim eve.

Öğretmen dahil kimse bana, o yumruğu neden attığımı sormadı. Üstelik ilk deniyordum bunu. 'Demek ki yanıtını biliyorlar' diye düşündüm. Sonradan kimsenin kendi doğrusu dışında doğru bir yanıtı olmadığını anladım.

Bu yüzden; anlatmaya lisanı yetmeyen bir çocuğun, hayata kattığı her fiili görgüye ve pabucunu yolda bıraktığı her eyleme saygı duyarım..

Hüseyin Murat Çinkılıç

İzleyiciler