Bilgi Yayınevi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilgi Yayınevi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Nisan 2025 Pazar

"İlyada’nın en dokunaklı yerlerinden biri Hektor’un, karısı Andromakhe’ye vedasıdır."

    "İlyada’nın en dokunaklı yerlerinden biri Hektor’un, karısı Andromakhe’ye vedasıdır.
    Hektor savaşa çıkmazdan önce karısı Andromakhe’ye ve bir kadın tarafından taşınan küçük oğlu Astyanaks’a gider. Andromakhe, kocasının ellerini ellerine alarak; 'Ey efendim, sen ki kocam olmaktan başka bana bir baba, bir ana ve kardeş oldun, burada kal, gidip de beni dul, evlâdını da öksüz bırakma' diye yalvarır. Hektor üzülür, öneriyi tatlılıkla reddeder ve kendisine savaş safının önünde bulunmak düştüğünü, öldüğü zaman onun kederinin ne denli acı olacağına üzüldüğünü söyler. (Çünkü Hektor öldükten sonra Andromakhe’nin oğlu Astyanaks, Akha’lar tarafından öldürülecek ve kadının kendisi başka erkeklerin tutsağı ve savaş kazancı olarak köleliğe sürüklenecektir). Hektor karısından ayrılmak üzere dönerken oğlu  Astyanaks’a kollarını uzatır. Babasının şiddetle parlayan korkunç miğferinden ürken çocuk ağlayarak çekinir. Hektor güler, miğferi başından çıkararak yere kor, ondan sonra çocuğu kolları arasına alır, okşar, sonra başını mavi göklere kaldırarak, 'Ey Zeus baba, gelecekteki yıllarda, bu oğlum savaştan dönünce, onu gören insanların, bu delikanlı babasından çok daha öte, demelerini senden yalvarıyorum!' diye dua eder ve çocuğu gülümseyen, fakat ağlayan annesinin kucağına verir. Andromakhe’ye de teselli yollu, 'Ağlama, hiç kimse, yazgısı olmayınca öldürülmez' der. Ve miğferini alarak  ayrılır. Andromakhe ağlayarak ona dönüp dönüp bakar."

Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) 

Anadolu Efsaneleri, Bilgi Yayınevi, S. 60-61


27 Eylül 2024 Cuma

Ağustos Şiiri

yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek
beterin beteri var diyenlere inanmıyorum
hep böyle havalar besler fırtınaları
korkarım bu mavi ışık çabuk sönecek
duymazdım durgun suların bezgin türkülerini
alışmak ölümün bir başka adıymış bilmezdim
bir yangınsonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı
bir rüzgâr kulaklarımdan hiç eksilmiyor
esirgenmiş bir dünyada müthiş yalnızım
geri dönsen bile ben artık o ben olmayacağım
yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek

ben mısrâlarımı kerpiç gecelerinden çekmişim
beş numara lâmba kederi var mısrâlarımda benim
yitirmişim yıldız ışığında dost çizgileri
deli çizgi gözlerimi kör etmiş kör etmiş kör etmiş
göçmüş kıtalar üstünde kuşlar dönüyor garipsi
çığlıkçığlığa kuşlar dönüyor evcil ve tedirgin
gök mavisi bir türkü dolanmış yüreciğime
selsele yolculuklar tütüyor gözlerimde - neyleyim
insan demişim kitap yüzlü insanlar demişim gidemiyorum
kaderim kaderleri demişim allı'nın kızı
sen olmasan ben böyle uysal değildim
böyle uysal ve kırılmış değildi şiirlerim
bir yangınsonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı
yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek

yılandere ölüler yatağı helâlim ölüler
katran mazot bidonları paslı putreller
kargalar üşüşmüş ahmedom'un ellerine kargalar
ahmedom'un düşlerine yılan çiyan doluşmuş
garipler mezarlığı, doymamışlar dünyası
yıkılası karakuşak, kurudere sırtları
ahmedo'm bir yaz bulutu, bir varmış bur yokmuş
fenerler titreşiyor bıçaklanmış türkülerin gözbebeklerinde
vinçler beni balçık gibi akşamlara bindiriyorlar
sen olmasan şu sabahlar olmasa
şu benim büyük büyük susamışlığım
bu mızmız takvimi bir solukta susturacağım
yılandere ölüler yatağı helâlim ölüler

rüzgâr gibi bir ağustos geçti ellerimizden
meyvalar bizi balrengi günahlara çağırıyorlar
biryanda yaşanmamış günlerin hırsı
biryanda boşa geçen gecelerin acısı
malûm o dramın en güzel perdesindeydik
ağustos şarap olmuş, kanımıza akmıştı
göçmüş kıtalar üstünde kuşlar gibiydik
duracak vaktimiz yoktu bitmiştik
her gören didik didik bizi denetliyordu
biz kendi derdimize düşmüştük

orda da akşamlar olacak allı'nın kızı
kanlı mendil gibi ağustos akşamları
şu benim çektiklerimi görmeyeceksin
belki yanında başkaları olacak
belki düşlerine bile girmeyeceğim
gün oldu acıların şiirini yaşadım
gün oldu zehir gibi yokluğunu yaşadım
bana sen ne diye duyurdun yalnızlığımı
ne diye gurbet gibi mısrâlarıma sindin
dokunsan parmaklarıma tutuşacağım

yine ağustos gelse elele versek
sen anandan kaçsan ben yalnızlığımdan
yeni yoldan sazanlı çaydan geçsek
güneşin bahçeleri emzirdiği saatte
susamışlar aşkına, kandım diyesi
uzun uzun öpüşsek
yine ağustos gelse kovulsak cennetimize
şantiye hiç durmadan ötse bağırsa
lâzoğlu büyük harflerle sövse işçilerine
damlarda kaysı yarsalar rumeli göçmenleri
dillerini sevdiğim kıvırcık dillerini,
ıssız bahçelerden geçsek, unutulmuş sokaklardan
çocuklar mavi mavi gülüşüp kaçışsalar
bir masal dinler gibi sessizliği dinlesek
kendimizi dinlesek köklerin çığlığını
seni kollarıma alsam, yine yumsan gözlerini
yine kapışılsa yavrum, batan şehrin hazineleri
biz yine kendi derdimize düşsek

yere batan şehrin tek yalnızıyım
yüzyılın ağrısını anlayarak çekiyorum
ekmeğime barut sinmiş, bulanık özgürlükler
tepmişim rahatımı boynu bükük mutluluğumu
yaşıyorsam erkekçe yaşıyorum
istemem, sarmasın yumuşak duygular susuzluğumu
geceler bıcak bıçak böğrümde yatsın uyusun
kaderim kaderleri demişim allı'nın kızı
ellerimi kemirmekten memnunum
düşün ki coğrafyanın en güzel yerindeyiz
en güzel günlerinde gençliğimizin
ölümden ötesini aklım almıyor
beterin beteri var diyenlere inanmıyorum
istesek cenneti kurtarabiliriz
ben bir ışık için tepmişim rahatımı
ellerimi kemirmekten memnunum
bu güleç yüzlülerin bu acı türkülerini
bu yoksul yerleri anlayarak seviyorum
delice anlayarak allı'nın kızı

Hasan Hüseyin Korkmazgil, Oğlak, Bilgi Yayınevi, S.167-172



4 Eylül 2024 Çarşamba

Mutluluk Benim Şirinim'dir

Ben hiç turna görmedim 
Ama tanıyorum turnayı türkülerden
Biri bir turnalı türkü tuttursa 
Hele de tirendeysem 
Hele de hapisteysem 
Yitirmişsem sevdiklerimi 
Oy dağlar dağlar
 
Mutluluğu hiç görmedim
Ama tanıyorum yokluğundan 
Geceler böyle olmazdı herhal 
Ayrılık getirmezdi kucaklaşmalar 
Durup durup iççekmeler 
Kıyı köşe ağlaşmalar 
Ölüme kurtuluş denmezdi herhal 
Sevişmek suç sayılmazdı 
Mutluluk dilesem birine 
Ağlıyasım geliyor ardından 
Mutluluk benim şirin'imdir 
Oy dağlar dağlar
 
Nazım'ı hiç görmedim ben 
O çıktı ben girdim içeri 
Gördüm toprağını o acı gülün 
O kuş ancak o bahçelerde 
Nesini anlatayım ben özgürlüğün 
Gün olur zincire vurulmaktır özgürlük 
Gün olur
göğsünü gere gere
Islık çalmak caddede
 
O çekip gitti buralardan 
O çekip gitmezden önce 
Bilmezdim gitmenin ne olduğunu
Şimdi kim gitmelerden söz etse 
Karanlıkta bir baba
sessizce öpüyor çocuğunu
 
Yapın bunun resmini 
Yapın bunun heykelini 
Müziğini, şarkısını 
Yapın bunun romanını
 
Oy dağlar dağlar

Hasan Hüseyin Korkmazgil, Acıyı Bal Eyledik, S.119-122


8 Ağustos 2024 Perşembe

Bağ Kuyusuna Su Salınınca

Olay, Orta Anadolu'da geçer. Oralarda bağ kuyuları vardır. Su deposudur bu kuyular. İlkbaharda dağlardan gelen kar suyuyla doldurulur. Yazın bağa gelinince su sıkıntısı çekilmez. Geçenlerde "Mehmet Efendi" bağa gitti. Kar erimeye başlamıştı. Dağdan sular geliyordu. Önce kendi kuyusunu doldurdu. Sonra baktı su boşa akıp gidiyor. "Hacı Emminin de kuyusunu doldurayım" dedi ve saldı suyu. Akşam şehre gelince, Hacı Emminin dükkânına uğradı. Hacı Emmi piyasanın kuvvetli bakkallarındandı:
"Hacı Emmi bugün bağa vardım!"
"İyi yapmışsın oğul!"
"Kuyuyu doldurdum!"
"Aman ne iyi!"
"Hacı Emmi senin kuyuya da su saldım!"
"Ulan yere batası yaktın beni!"
Mehmet Efendi, ne bilsindi Hacı Emminin bağ kuyusuna şeker stok ettiğini!

Hasan Pulur, Olaylar ve İnsanlar/2 1973-1978, Bilgi Yayınevi, S.198


28 Temmuz 2024 Pazar

Bir Düş Müydü O İzmir

(...)
- Kız Güldem, dedi annem. Sen bugün gene kayıplardaydın. Nerelerdeydin, ha?
- İzmir'e indim. Anlatırım sonra. Haa, aklımdayken söyleyeyim; bu akşam yemeğe bendesiniz, tamammı? Tazecik sandalye aldım Gümrükönü'nden, roka aldım,  kavun.. Mustafa Ağabeyim için, bir küçük şişe de...
- Hayrola? dedi annem. Bu ziyafet de neyin nesi?
- İş buldum, dedi Güldem Abla.
- Nasıl iş?
- Ben ne iş yapabilirim ki ablacığım? Dikiş nakış gelmez elimden, orta sondan tasdiknameliyim, dairede çalışmak. Eh, çamaşıra bulaşığı da gitmeyeceğim göre...
- Eee?
- Basmane'de Ali Ulvi Gazinosu var ya...
- Evet?
- Fasıla çıkacağım orada. Yarın gece başlıyorum. İki yüz lira da avans verdiler.
- Kız tarelelli! Sen ne dalavareler çeviriyorsun gene?
- Dalavere filan çevirdiğim yok Nazife Abla! Çalışmam gerekiyordu iş buldum.
- Hiç hoşuma gitmiyor senin bu hallerin, Güldem. Yok plak doldurmaklar, yok radyoda mikrofona çıkmaklar, yok Ali Ulvi Gazinosu'nda fasıl bilmemnesi...
- Radyonun sınavı umutsuz ablacığım. Burhan Beyin plak işi de fos çıktı. Bugün tükürüverdim yüzüne.

Dinçer Sümer, Bir Düş Müydü O İzmir, Bilgi Yayınevi, 2. basım, Kasım 1996, S.96-97



13 Temmuz 2024 Cumartesi

Önsöz / Anadolu Efsaneleri


Dünyada, düzenli bir anlatışa hiç gelmeyen bir yer varsa o da Anadolu’dur. 

«Yüzyıllar boyunca Anadolu» diye Anadolu’da diyar diyar gezeyim, her yerin eski efsanelerinden tutup da günümüze kadar gelmiş tarihsel olayları yazayım dedim. Ne var ki; Anadolu’nun çeşitli ekonomik, toplumsal ve  filozofik kargaşalığının içinden çıkabilene aşkolsun! Örneğin bir yerden bir yere giderken insan attığı bir tek adımda felsefenin en baş durdurucu bir doruğuna fırlar; atılan ikinci bir adımda ise estetiğin derin bir uçurumuna tepe takla dalar. Örneğin Çanakkale’ye doğru yürüyorsunuz değil mi? Helle adındaki kızın orada denize düşüp boğulduğu için boğazın Hellespontos adını aldığından, Helle’nin annesi Nephele'den, Altın Post'u arayanların Argo kayığından, kayığın nasıl geçtiğini görmek için beline kadar denizden çıkan, deniz tanrıçası Thetis’in beyaz memelerini gören Argo kürekçilerinden, bunların arasında Peleus adlısının tanrıçaya hemen âşık olduğundan, onların düğün şöleninde «en güzele!» diye atılan elmadan, ilk güzellik kraliçesi seçiminde Aphrodite’nin birinci gelişinden, Hititlerin Çanakkale'lilerden İllium diye söz ettiklerinden, göklerdeki yedi Ülker yıldızından, Troya kentinin kuruluşundan ve oradaki savaştan, Artreus hanedanının dedesi İzmirli Pelops’tan, bu adamın adını Peloponez diye Mora yarımadasına verdiğinden, Olympia’da ilk önce Pelops uğruna oynanan olimpik oyunlarından, Aiaks’tan ve onun bir de Akhilleus ile Amazonlar kraliçesi Penthesilea'nın Çanakkale'deki tümülüslerinden, (büyük toprak yığını biçimindeki mezar) başlangıçta Minoen Giritlilerin Boğaz’larda kurdukları deniz üssünden, Fenikelilerin oraya bir süre egemen olduklarından, Boğaz’ın karşılıklı Sestos ve Abydos kentlerinde oturan biri Aphrodite tapınağı rahibesi Hero ile biri de Leandros'un her gece Boğaz’ı yüzerek biribirine kavuştuklarından, İngiliz ozanı Byron'un da topal bacağı ile Leandros gibi orada yüzdüğünden, o dönemde, yani Sappho zamanında, Sestos kentinin Midilli'ye, Abydos  kentinin de Miletos’a (Filozof Thales o zaman Miletos'ta yaşıyordu) ait olduğundan, İran kralı Darius'dan, Kserkses'ten ve onun Boğaz sularını kamçılattığından, erkek üreme organının tanrısı Priapos’a ilk tapınağın orada kurulduğundan, Yunanistan’dan sürülen Themistokles'in uzun süre orada yaşadığından, Büyük İskender'e orada uzun süre ders vermiş olan filozof Epikuros’tan, oradan geçmiş olan Roma’nın büyük kayserinden, oradaki Athena tapınağındaki çok tuhaf göreneklerden, oradan İtalya’ya  göçeden Aeneas'tan ve oranın Skamandros ırmağından, Romalıların can düşmanı Pontos kralı Mithridates’den, Büyük Konstantin'in ilk önce orasını Roma İmparatorluğu başkenti yapmaya kalkışmasından, Türklerin  Çanakkale’yi nasıl geçtiklerini anlatan Machiavel’den, papaya yazdığı mektupta Hektor'un intikamını almaya çalıştığını yazan Fatih Sultan Mehmet'ten sözedeceksiniz... Ve yalnız bunlardan değil, ama şimdicik hatır ve hayale gelmeyen daha birçok şeylerden de...

Eseri birkaç parçaya ayırmaya ve ilk ciltte Anadolu’nun yalnız eski  efsanelerini anlatmaya, karar verdik. Bu efsanelerin nelere delâlet ettiklerini ve ne sonuçlar verdiklerini ise tarihsel çağlar için basılacak olan sonraki ciltlerde bildirmeyi tasarladık. Bu yöntemin bir sakatlığı vardır. Bir yerin mitolojik çağına ait olan bir şeyinin etkisi, çok sonralara, tarihsel çağlara, giderek günümüze kadar sürer. Oysa ilk ciltte anlatılmış olan mitolojik olayı okuyucu üçüncü cilde gelinceye kadar unutmuş olabilir. Örneğin Hazreti Peygamber'den çok önce Anadolu’nun büyük bir tanrıçası Kybele Mekke’ye götürülerek tapınılmak üzere Kabe’ye konmuştu. Namaz kılınırken «Kıble» sözü Anadolu tanrıçası Kybele'nin adıdır. Doğallıkla erken çağlarda Çin ve Hindistan’da olduğu gibi Anadolu’da da matriyarkal (yani ana ve kadınların egemen oldukları bir toplum) bir toplum vardı *

(* Çünkü yalnız kadınların dünyaya insan getirdikleri görülüyordu.  Bu işte erkeğin etkisi doğumdan dokuz ay önce olduğu için, erkeğin doğumla, yani yaratmak işiyle ilgisi bulunmadığı sanılıyordu. Erkek kadının önemsiz ayrıntılarından sanılıyordu.)

 Patriyarkal (yani baba ve erkeklerin egemen oldukları) bir toplum gelince,  bu iki anlayış ve din arasında, karşılıklı fedakârlıklar oldu.  Matriyarkal toplumun Anadolu büyük tanrıçası Kybele'ye patriyarkal toplumun tanrılar tanrısı Zeus’u (veya Jüpiter’i) Girit’te doğurmak şerefi verildi. (Zaten herkesi kadınlar doğuruyordu ya). Böylece Kybele, tanrının

anası oldu. Anadolu’da Efesos'ta tapılan Artemis ise daha henüz Yunanistan’ın Olympos'lu bir tanrıçası haline dönüşmemiş bir Kybele idi. Bundan ötürü Efesos'lular onu tanrı anası olarak tanıyorlardı. İsa'dan Sonra 431 yılında kilisenin büyükleri, Meryem Ana'nın özelliklerini tayin  için Efesos’ta toplandıkları zaman Efesos'lular Meryem Ana’nın Artemis gibi tanrının anası sayılmasında direndiler. Baskı o kadar şiddetliydi ki; Hazret-i Meryem'in Tanrı anası değil, Hazret-i İsa anası olduğunu iddia eden Patrik Nestorius hemen afaroz edilerek Hazret-i Meryem'e Tanrı analığı vasfı verildi.

Kitapta Kybele’yle ilgili efsanelerden sözederken onun binlerce yıl sonra tarih çağında Efesos’taki etkisinden sözetmeyeceğiz. Okuyucunun daha önce yazılanı hatırlaması gerekecek, yoksa kitaplar tekrarlarla dolar.

Sonra Anadolu’nun hiç de lirik olmayan, ama sonraki etkilerinden ötürü önemli olan efsaneleri vardır. Bunları efsanelere ait olan bu ciltte kuru kurusuna da olsa sıralayıp yazmak zorundayım. Çünkü bu katı ve kuru kabuklar kırılıp da ayıklanmadıkça, sonraki ciltlerde, içlerindeki daneleri vermenin imkânı olmayacak.

Ege Bölgesinin bir kısım efsaneleri Yunanistan’a, ama çoğu Anadolu’ya aittir. Bu efsanelerin Batılılarca hemen hepsi Yunanistan’a mal edilmiştir. Biz bu eserde Kuzeydoğu Anadolu'dan başlayarak batıya doğru geleceğiz,

oradan da güneye ve sonra Güneydoğuya doğru giderek her yerin kendisine ait efsanesini anlatacağız.

Efsane, masal veya mitlere eskiden «esatir» denilirdi. Bellerine kadar insan, bellerinden aşağısı keçi olarak tasavvur edilen düşsel yaratıklara «satir» denilirdi. Esatir sözü onlardandır. Bu sözü kullanmayacağız. Bu efsaneler çeşit çeşittir. Bazıları, rast gelinen hayvanları ya da işitilen bir bülbül ötüşü gibi sesi hayal gücüyle abartarak anlatmaya kalkışır. O çağda insanlar karşılaştıkları canlı ya da cansız cisimleri insanlaştırmaya  uğraşırlardı. Bunlardan başka tarihsel olaylardan, örneğin savaşlardan ve kahramanlıklardan gelişen masallar vardı. Bunların kuru yanları çıkartılarak renkli yanlarına değer verilirdi. Salt insanların ilgilerini çekmek, onları eğlendirmek için düzenlenen efsaneler ve bir de yukarıdan beri saydığımız çeşitleri biribirine karıştıran mitler vardı.

Pek eski arkaik çağlarda olaylar çoğu kez resimlerle kaydedilirdi. Aradan zaman geçince resimlerin başlangıçta anlattıkları şeyler, temsil ettikleri olaylar unutulur ve onlar o günün merakını giderecek biçimde yorumlanırdı. Bir de gezginci ozanlar vardı. Bunların söyledikleri şiirler yazı ile tespit edilemezdi. Şiirlerin kimi yerlerini unutan ozanlar, oraya başka bir şiirin bir parçasını yamalarlardı. Böylece, mitler değiştirilmiş olurdu. Masalların değişmesinin bir başka nedeni de dinsel inançların değişmesiydi. Örneğin matriyarkal bir toplumda saygı gören İzmirli Tantalos, patriyarkal bir toplumda doğallıkla kâfir sayılır ve hayal gücüyle cehennemde işkenceye mahkûm olur.

Günümüzde bir şeyi, piktografi (yani resimlerle anlatma yöntemi) tamamıyla unutulmuş değildir. Birçok duvar ve gazete ilânlarında ve fuarlardaki pavyonlarda endüstri, tarım, adalet ve özgürlüğün şahıslandırıldığını ve biribirleriyle el sıkışır ya da yanyana oturur durumda gruplandırıldığını görürüz. Ne demek istediğimizi iyice açıklamak için bir örnek verelim:

Bugün bizde de partiler arasında tartışmalar, çarpışmalar vb. oluyor. Sözgelimi, yakalarında altı ok rozetli birçok Halk Partili, Sultanahmet meydanında toplanmış (Her ne kadar böyle bir kayd gereksizse de, bu örneğimizde hiçbir partiyi amaç edinmediğimizi yazalım). Partililer arasında Oğuz oğlu Bay Arif, Demokratların kendilerine Demirkırat sıfatını vermiş olduklarına kızarak onlara karşı ateş püskürmüştür. Manisalı Alpoğlu Murat adında bir gazete röportajcısı, bağlı bulunduğu Haber adındaki gazetesine bu olayı bildirmiştir. Şimdi bu havadisin İsa'dan yirmi otuz yüzyıl önce piktografi ile temsil edildiğini düşünelim. Isa'dan bir iki yüzyıl önce yaşamış olan bir Apollodorus ya da bir Higinus bu resimleri şöyle yorumlardı:

Verimli ve sulak Magnesia'nın yeşil ve engin ovasında başkent tutmuş olan çağımızın en başta gelen ditiramboscularından tanrısal lir sahibi Apollon oğlu kahraman Muradius, mavi ve kara gözlü fettan ve fingirdek kızlarıyla, hatta bütün tanrıların başlarını topaç gibi döndürmüş olan köhne Bizans'ın, Aphrodite memelerinden sulandığı söylenen Sultanahmet ovasında kahramanlar arasında olan büyük bir savaşı şöyle anlatır:

«Oğuz veya Zagreus ya da Zeus oğlu Bay Arifikos, kalkanlarında altı ok işaretini taşıyan savaşçılarını Edirnekapı denilen, fakat Tartaros’un, yani Etna yanardağının kapısı olduğu muhakkak bulunan yerden, Sultanahmet ovasına yürüttü, işte oradadır ki, kır atlarına binmiş olan düşman süvarilerine rasgeldi. Bu büyük savaş üzerine mitler çeşitli anlamlara gelebilir. Doğruluğu kesin olan bir şey varsa o da, Arifikos’un savaşçılarının taşıdıkları yuvarlak kırmızı kalkanlarındaki altı ok, o kahramanın babası Zeus’un yeryüzü devleriyle savaşırken o çağda Beyoğlu diye anılmış olması melhuz olan Etna yanardağında demirci tanrı Hephaistos (Vulkan) tarafından çırakları Kiklop'lara dövdürülen altmış altı bin altı yüz altmış altı oktan başlıca devlerin altısını yere seren ünlü altı oklar olsa gerektir. O korkunç mücadelede düşmanın demirden yapılmış kır atları, kahraman Arifikos'un yekbaşına olarak ağzından püskürttüğü alevlerle erimiş ve herhalde Zeus’un buyruğuyla Tartaros'a (cehenneme) akmış olacaktır. Çünkü Magnesia’lı ditiramboscu Apollon oğlu Muradius’un eserlerinde bu savaşa değgin başka bir bildiriye rasgelmiyoruz.»

Ne var ki, o eski zamanda da şimdiki gibi ciddi bilgi âşıkları olduğu kadar ukalâ dümbelekleri de vardı. Bunlar, Apollodorus ve Higinus'dan daha bilgili olduklarını ispat için mutlaka şöyle bir yorum daha koşarlardı:

«Her ne kadar Apollodorus gibi cihan allâmesi olanların derin bilgilerinin ezelden hayranı isek de, bu önemli sorunları incelemekte her nedense yapılmış olan küçük bir ihmalin, araştırıcı gözlerden kaçmasına imkân olamazdı. Bilginlerin en cahilleri bile gereği gibi bilirler ki, Zeus ve Apollon söz konusu olunca yalnız çiçekli ve hoş kokulu Sipilos (Manisa dağı) Magnesia'sı (asıl bildiğimiz Manisa kenti) değil, fakat çapraşık akışlı Maiandros (Menderes nehri) Magnesia'sı da göz önünde tutulmalıdır. Asıl sorun Muradius'un Sipilos Magnesia’sından mı, yoksa Maiandros Magnesia'sından mı olduğu noktasındadır. Muradius’un dolaşık sözlerine bakılırsa, kendisinin çapraşık akan Maiandros nehri tanrısının öz ve öz evladı olduğu anlaşılır. Altı oku taşıyan kalkanlara gelince, bunlar ok olmayıp özgürlük, adalet ve eşitlik gibi adlar taşıyan altı fettan kızkardeştir. Bunların aşkları insanların yüreklerine ok gibi saplanıp insanları şişkebabı gibi yaktıktan sonra, bu sokuculuk ve yakıcılıklarını göstermek için kendileri Zeus tarafından altı yıldıza gönderilerek Akrep burcuna kuyruk diye takılmıştır.»

Bu efsaneler, bu dağlara taşlara sinmekle kalmamış, bütün insanoğullarının gönüllerine de sinmiş ve onların hemen hemen kültürel bir yurdu olmuştur. Oysa bizim fiilen yurdumuz olan bu yerlerin bizden başka insanoğullarına esinlediklerini biz yadırgıyoruz. Bu yadırgayış bize bir şovenlik ve bir hoyratlık veriyor; onu bugünkü yaşamımızın hemen hemen her dalında görmekteyiz.

Haritalarda Anadolu hiçbir zaman tarihte oynadığı başrolü belirtecek biçimde gösterilmez. Anadolu sadece Asya’nın batıya doğru uzanan bir köşeciğidir. Klasik çağlar tarihinde Anadolu sırasıyla İran, Makedonya ve Roma imparatorluklarının bir eyaleti olarak gösterilir. Oysa Anadolu Asya, Avrupa ve Afrika’nın, yani üç büyük kara parçasının birleştikleri yerde, bu kıtaların birinden ötekine geçenlere köprülük etmiş bir yerdir. Göçeden insan yığınları ve istilâ için yürüyen fetih orduları, hep Anadolu'nun üzerinden geçtiler. Buldukları halkı öldürmediler ama, hep onlara karıştılar. Son olarak biz Türkler geldik ve onlara karıştık. Öyle ki, biz Amerikalılardan bile daha melez olduk, bundan ötürü vakit vakit Anadolu’ya gelmiş ve bu yurda kısa ya da uzun bir süre sahibolmuş ne kadar insan varsa damarlarımızda hepsinin de kanı vardır. Her ne kadar kültür sorunu bir kan sorunu değilse de, yabancımız sayarak yadırgadığımız şeylerin biz hem fiilen, hem de hukuken mirasçısıyız.

Tanzimat devrinde artık Doğu’nun geri etkisinden kurtularak Batı'ya dönmeye uğraşıldı. Cübbeler ve kavuklar kaldırıldı, istanbulinler ve fesler giyildi. Öyle ki. Alexandre Dumas, o zamanki atalarımızı ağızları kırmızı balmumuyla kapanmış kapkara şarap şişelerine benzetti. Daha sonra Servetifünun edebiyatında Tevfik Fikret’in söylediğine göre, irfanımız tâbiyet değiştirerek, artık Batı'ya bağlı olacaktı. Batı irfanı denilince yabancı bir irfan sanıldı, oysa Batı kültürünün beşiği Anadolu’dur. Batı çocuklarına okutulanların çoğu Anadolu’nun eski efsaneleridir. Biz burada o kültürü yaratmış olan insanların çocuklarıyız. Oysa günümüzden elli altmış yıl önce -yani Batı uygarlığına bağlanıyoruz dediğimiz sıralarda- Milo Aphrodite’i, Semendirek zaferi, Efesos Artemisium'u, Bergama'nın Zeus altarı ve Halikarnas Mausoleum'u gibi o kültürün eserleri kazılıp kazılıp Memalik-i Osmaniye'den götürüldü. Buna karşı biz batıklaştık diye başımıza fes ve sırtımıza istanbulin geçiriyorduk. Batının çiçeklerini alıp artık kurumuş olan eski ağacımızın dallarına pamuk ipliğiyle bağlamaya ne hacet vardı? O çiçekleri açan gövde ve kökler bizim topraklarımızdaydı.

Bu Anadolu Efsaneleri’ni yazarken Anadolu’yu gezmiş olan insanların, yani seyyahların, arasında hangisinin izini kovalayayım diye düşününce, aklıma ilk gelen yurttaşım — Anadolulu— Halikarnassos’lu (Bodrum’lu) Herodotos oldu. Bu önsözün birkaç sözünü de ona ayırmayı bir ödev biliyorum. Değil yalnız Anadolu’nun, ama bütün dünyanın ilk ve en büyük turisti oydu. Onu salt tarih babası diye bilenler bu iddiamı bir skandal sayarlar. Ama onun seyahatnamesine koyduğu «historia» yani «araştırma» ya da «inceleme» adının, «tarih» anlamına alınmasında tarih babasının hiç suçu yoktur. O durmamacasına geziyordu. Bugün Anadolu'nun enine boyuna işleyen otobüsler, trenler, vapurlar ve uçaklar olduğu halde yine Anadolu’da seyahat güçtür. Seyahat eden de azdır. Bir de Herodotos zamanında, yani günümüzden iki bin dört yüz yıl önceki taşıt araçlarının kıtlığı ve başkaca seyahat araçlarının güçlüğü düşünülsün. O çağda Anadolu’da Herodotos gibi çıldırasıya sevinerek seyahat edebilmek için insanda aşk derecesine varmış bir öğrenme ve görme özleyişi gerekti. Elverir ki, bir yeni yer görebilsin ve orada yeni şeyler öğrenebilsin, Herodotos'un karşılaşmasına razı olmadığı sıkıntılar, tehlikeler zorluklar yoktu. O zaman Anadolu'da krallıklar o kadar küçük ve sık idi ki, onlar günümüzde olsalar, insan bir krallıkta uyumak üzere uzanınca, ayaklarına pasaport alması gerekecekti! Herodotos Karadeniz kıyılarıyla birlikte bütün Anadolu'yu, bütün Doğu Akdeniz adalarını, Yunanistan'ı, Mısır’ı, Arabistan'ı, Sicilya’yı gezmiş, kısacası o zamanın bilinen dünyasının en uzak sınırlarına dek varmıştı.

Gezileri sırasında Herodotos krallarla, imparatorlarla, kâhin ve papazlarla, köylülerle, yük taşıyan Anadolulu kadınlarla, dağ patikalarında eşeklerini süren sürücülerle, çam ormanlarının gölgesinde ağaç biçen tahtacılarla konuşmuştu. İhtiyarlayınca her âşık gibi parası tükenerek, pek fukara kalmıştı, işte o zaman kalemi eline alıp görünüm dünyasına değgin belleğinde topladığı bin bir hoş olayı, kardeşleri insanoğullarına müjdelemeyi tasarlamıştı. Hindistan’da koyun yününden çok daha beyaz ve yumuşak bir yün yapan ağaçlardan (pamuk fidanı), İlliryalı kızların nasıl evlendirildiklerinden (güzel kızlar çarşı meydanında arttırma usulüyle satıldıktan sonra, onlardan biriken parayla çirkinler eksiltme suretiyle elden çıkartılıyordu. Yani bir çirkin kız onu en az para ile kabul edene veriliyordu), göl kıyısı insanlarının, çocuklarının göle düşmemesi için ne gibi çarelere başvurduklarından, Mısır'da sivrisineklere karşı nasıl cibinlik yapıldığından. Iran krallarının seyahat ederken yalnız kaynamış su içtiklerinden, Andromakid hanedanının nasıl pire tuttuğundan, Lydia kralı Kandaules’in karısını çırıl çıplak gösterdiğinden ötürü taç ve tahtından olduğundan, Lidya'da en çok kocalı kadınların nasıl en çok itibar gördüklerinden, İskitlerin nasıl kısrakları sağdıklarından sözetti. Kitabı eski çağda pek ilgi çekici bir röportaj oldu.

 Herodotos dünyayı da, hayatı da hayran kalınacak kadar güzel bulmuştu. Onun kadar hayret etmiş, hayran kalmış insan azdır. O tıpkı Yunus Emre gibi, «Hak bir gönül vermiş bana, ha! demeden hayran olur», diyebilirdi. Yazılarında şu sözler sık sık tekrarlanır durur: «Bana hayran kalınacak bir söz söylendi» «O memlekette hayran kalınacak binlerce şey var» «Hayranlıktan dilim tutuldu» «Çok hayret edilecek bir şeydir ki»... Herodotos’u, zamanının bir Atina'lısı sananlar aldanırlar. Atina’lılardan başka dünyanın bütün insanlarını barbar sayan ve hor gören kibirden onda eser yoktu. (Bu hor görme o zamanın Atina' lılarında da yoktu. Bu özelliği eski Yunanistan’a Doğu’nun sömürgeci zihniyeti yakıştırmıştır) Herhangi bir yabancıda zerrece değer görse hemen ona hayran kalırdı. Hattâ İranlıları pek doğal olarak düşman sayması gerekirken, İranlıların bile hayranıydı ve İranlılarda Greklere üstün bazı özellikler görüyordu. Onları dürüst, cesur ve mert buluyordu.

 Herodotos, her işittiğine inanan, eleştirme, karşılaştırma ve inceleme güçlerinden yoksun bir safdil sayılır. Oysa hiç de öyle değildi. Örneğin Homeros'un deyişine göre dünyanın o zamanlar bilinen yerlerinin bir okyanusla çevrili olduğu sanılırdı. Herodotos, «Ben bu iddiaya gülümserim!» der. Bunu söylemekle Homeros ve Hesiodos gibi kutsal sayılan otoritelere meydan okuyor demekti. Yunanistan’ın en büyük tapınaklarından Delphoi tapınağının kadın kâhinlerinin rüşvet alarak istenilen biçimde kehanette bulunduklarını yazıyordu. O gün bunu iddia etmek, günümüzde hükümetin manevî şahsiyetine

uluorta hakaret etmekten çok daha ağır bir cinayet sayılırdı. Herodotos bu iddiasıyla kutsallığın ta özüne tecavüz ediyordu.

 Örneğin Troya savaşının Helene adlı güzel bir kızın kaçırılmasından ötürü başladığına, «İnanılır şey değil!» diyordu ve «tek bir kız için güya Troya’da savaşılırken Sidon esir pazarında az buçuk bir parayla her gün yüzlerce güzel kızoğlan kızın satılmakta olduğunu» yazıyordu. Kserkses’in Çanakkale boğazının üzerine kurduğu köprüyü mahveden fırtına üstüne dolaşan söylentilere göre, fırtınanın üç gün üç gece sürdüğünü, ama kâhinlerin deniz perileri Nereid’lere kestirdikleri kurbanlar sayesinde rüzgârların durduğunu yazıyordu, ama «Bana kalırsa rüzgâr kendiliğinden durdu» diye ekliyordu. Hatta Yunanistan'ın tanrıları için, onların nereden geldikleri ve neye benzedikleri Homeros’un ve Hesiodos'un çağlarına kadar meçhul iken, dört yüz yıl önce bu iki kişinin Greklere tanrılarını yaratıp verdiklerini ve onlara adlarını taktıklarını söyler.

                                       *

Herodotos’un yukarıdan beri sıraladığımız düşünceleri kendisinin ne keskin bir yargı gücüne sahip olduğunu, ama buna karşın pek hoşgörülü ve insansever bir

adam olduğunu gösterir. Bu böyle olduğu halde Herodotos insanları hiç idealize etmedi. Hattâ Plutarkhos, Herodotos’un kahramanlarının gerçek kahramanlar gibi değil, fakat alelâde insan imişler gibi hareket ettiklerinden yakınır. Herodotos’un kahramanlara pek inanı yoktu. Kahramanları pek kahraman değillerse de, alçak tipleri de büsbütün alçak değildi. Kendisi, «Benim görevim söylentilerin hepsini yazmaktır. Ama yazdıklarımın hepsine inanmak zorunda değilim» diye yazıyordu. Herodotos'un yazılarında ne Ksenophanes'in yazdıklarındaki açıklık ve kesinlik ve ne de Tukhydudes’in yazılarında rastlanan felsefî incelemeler vardır. Ama onda bunlardan çok daha öte şeyler vardır. 

Madem ki Herodotos’tan söz ediyoruz, onun yazış biçimine de değinelim. Herodotos, bir insanı andı mıydı mutlaka onun bağlı olduğu kabileden, kabilenin dinsel törelerinden sözeder. Bu konu bitince, onu anlatmazdan önce sözü Sardis'te mi ya da Troya'da mı nerede bıraktıysa oraya döner. Ondan sonra İran şahı Sirus’un yaptığı savaşlara geçer, o savaşın bir veya iki ay süren dönemlerini anlatırken birdenbire yolda rastladığı bir sürücünün eşeğinden ya da orada kulağına çalınan bir efsaneden sözetmeye koyulur. Öyle ki, eşekten yine Sirus’a dönünce insan bir eski ahbapla yine karşılaşmış gibi olur, sevinir. Herodotos yazmış olduğu gibi yazmakla, günümüzün serbest yazı tekniğini iki bin dört yüz yıl önce icadetmiş sayılır. Şunu da unutmamalı ki Herodotos’un kitabı dünyada yazılan ilk düzyazı eseridir. Demek ki, dünyanın ilk büyük epik şiiri — yani İlyada— Anadolu'da gün yüzü gördüğü gibi, dünyanın ilk düzyazısı da Anadolu'da çıktı. Bundan başka, Herodotos’un yurttaşı Halikarnaslı ozan Dionysos’un söylediği gibi, bir düzyazı cümlesine ilk olarak bir şiir dizesinin bütün gücünü veren ilk adam da yine Herodotos’tur.

Şubat 1954

Halikarnas Balıkçısı



10 Temmuz 2024 Çarşamba

Çiçeklerin Düğünü



Yüz binlerce ak ve cilalı çiçekleriyle güneşte ya da ay ışığında, pırlantalara bezenmiş gibi pırıl pırıl ışıldayan bir mandalina ya da portakal ağacını gözünüzün önüne getirin. İşte o ağacın üzerinde yüz binlerce düğün yapılmaktadır!.. Ağaç, dev gibi bir düğün evine dönmüştür. Çünkü her çiçek -hangi çiçek olursa olsun-, bir zifaf odasıdır. Orda güveyler, gelinlerle balaylarını yaşarlar. Çünkü hemen hemen her çiçek bal yapar...

Bahar olunca, ağacın damarlarında akan yeşil ateş, çiçeğin ortasında büyük bir sevgi alevi halinde parlar. Bir gelin, bütün aklığının leke götürmez saflık ve doğruluğuyla, orada ayakuçlarına kalkar, korkuyla titrer. Ölümden değil, ölümden de kuvvetli olan hayat ateşinden korkmaktadır. Gelinin çevresini sarı papa başlı adaylar, alev dilleri gibi sarmaktadır. Bunlardan birisi gelini öper. Gelin, kavuşmadan sonra, doğan yeni gün gibi taze, kuvvetlidir... Çünkü bağrında yeni bir hayat taşımaktadır. Ondan bir ateş küresi, bir can bombası, doğan güneş gibi tostoparlak bir portakal doğacaktır.

Sözgelimi yeşil yaprak kilimini yere serip, rüzgârda ince beliyle dans eden bir menekşeyi alınız. Onun rengi, o kopkoyu eflatunluğuyla kokusu kadar hazin ve yaslıdır. Neden? Çünkü orda gelin, dimdik duruşuyla, o yapyalın ve upuzun gövdesiyle en kesin bir bikrin, ufak tefek çapkınlıklara ve duygulara tenezzül etmez üstünlüğünü ve kapalılığını göstermektedir. Onun yolunda can vermeye razı olan damat adaylarının hali yamandır! Çünkü gelinin ballı dudakları, ona abayı yakanların yetişemeyeceği yükseklik ve uzaklıktadır. Karasevdalılar umutsuzdurlar, boyunlarını, dudaklarını uzatırlar. Ama mavi yüksekliklerde, ışığa ve göklere gülümseyen güzel dudaklara yetişmek için kanat gereklidir. İşte onun için adaylar, aşkla yanıp kül olmak üzeredirler. Mecaz değil ha! Birkaç saat içinde kendi hacimlerinden beş on misli fazla oksijen yakarlar.

Adayların özleyiş ve sevgilerinin ateşi, onları kendilerince dile getirir. Gelin, sevginin ve sevgilinin ateşini dimdik duran tepesinden tırnağına dek, boy bosunca dinler. O sevgi, bağrına siner, kanı ısınır. Gönlü ona akar. Çünkü çiçeklerde büyük merhamet vardır. Kokuları, sevgi ve merhametleridir galiba!

İki âşık, kendilerini ölümden kurtaracak olan öpüşte öylece dudak dudağa kalırlar.

Ne var ki; bazen gelin başka, güveyiler de başka çiçeklerde olur. O zaman adaylar, kopup uçmak ve geline ulaşmak özleyişiyle rüzgârda hırçın hırçın çırpınıp dururlar. İnsanoğulları şiirlerinde, sevgililerine, kendilerinden muştular (müjdeler) götürsün diye rüzgârlara, kelebeklere ve kuşlara yalvarırlar. Çiçeklerdeyse, rüzgârların, kelebeklerin ve kuşların muştu taşıyıcılıkları bir gerçek olur! Çırpınan adayların havaya saçtıkları milyarlarca öpücükleri rüzgârlar, arılar, kuşlar ve kelebekler gelinlere taşır. Gelinlerin dudaklarındaki bal, bitki dilinde "kabulümdür" anlamına gelir...

Gece çiçekleri de gündüzkileri tamamlar. "Akşamsafası"nı örnek alalım:

Işığa cevap veremeyecek kadar sıkılgan ve utangaçtır. Gündüz gözlerini yumar, fakat sular karardıkça, kayıp kayıp gelmekte olan loşlukların yumuşak okşayışını duyar.

Fakat gece çiçeği denince asıl, kara çiçekler kastedilir. Onlar, çevre alacakaranlıklaştıkça usul usul kara kirpiklerini aralamaya koyulurlar. Tam karanlık olunca, kara çiçek koyu renkli bir ipeğin üstüne damlatılan esansın lekesi gibi büsbütün açılır. Sanki karanlık içinde, o karanlıktan çok daha derin bir çukur peydahlanmıştır. İşte o zaman gece çiçeği, geceyi geceyle yanıtlamaya koyulur.

Geceleyindir ki; gece çiçeklerinin gelinleri, güzel kokuları ve sevimlilikleriyle karanlıkları araştırmaya koyulurlar. Yıldızlarından bin kat daha derin olan gecelerde, güzellerine, aşkın ve taşkın sevgileriyle yanan zavallı sarı başlı adayların halleri yamandır. Geline yetişebilmeleri için bir mucize yaratmaları gereklidir. O mucizeyi sevgileri başarır. Sevgililer, bakışlarının derin ve karanlık koyunlarında gizledikleri ateşi, yeryüzüne nur iniyormuş gibi meydana verirler. Hani bazen, taş duvarlı bir kulübe içinde, giysilerinden sıyrılan bir kadının ateş aklığı kulübeyi bir fener gibi aydınlatmakla kalmayıp duvarları geçer ve dışarıları da ağartır ya... Çiçek de öyle... Kendisi kapkara kalmakla birlikte, yumuşak bir nur salar. Gece ortasında parlayan bir göz olur.

İşte o zaman, karanlıkta birbirini arayan eller gibi, öpücükler buluşur...

Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı), Çiçeklerin Düğünü, Bilgi Yayınevi

9 Temmuz 2024 Salı

Annem

Bakır paralar gibi hırpalandı
günlerin altın yolculuğu
Sarsak istasyonlarda dağıldı
gürbüz sevdalardaki buğu

Erken bir rüzgârdı annem
çoktan yitirmiş büyüsünü
Ara sokaklarda kalırdı soluğu
sabahın saçlarını okşarken

Annemdi zoryaşamaktı adı
Kurt indiren gecelerde
gergin ve sıcak dururdu kanadı
Tırnakları uzardı kendiliğinden

Sessiz bir güz ağıtıydı belki
dargın patikasının göçe vurduğu
Yakardı kül yoksulu ateşini
kış yabanıl postunu sermeden

Akıp gitti ne varsa köpürtülen
toprak damarlı sabrıyla tutunduğu
Aynası kırık bir sandıktı gençliği
kıskanç kumaşlarını gizleyen

Katlayıp vuslatsız hasretini
sessizce sulardı yalnızlığını
Hayatın arka yüzüydü oturduğu
Kapısı örtük bir değirmen

Annemdi kent şaşkını kadın
günde üç vardiya hıçkırık
Titrek dualarla saran yarasını
vazgeçmeyen isli kandilinden

Bakır paralar gibi hırpalandı
günlerin altın yolculuğu
Nasıl yaşlandın böyle annem
kimselere görünmeden?

Ahmet Günbaş, Aşk Boyu Sürgün, 2001



3 Mart 2024 Pazar

Yurttan Nakışlar

küçük dağ istasyonlarında çocuk yüzlü çuvallar durur
elleri kucaklarında
mormenevşe boyunlu
ve sapan demirinden etleri
kadınlar durur

kadınlar
türkü türkü
kadınlar
ağıt ağıt
kadınlar ki
nakış nakış
göz olmuş gözlemekten
kadınlar!
çığrışırlar yaramızda
çığrışırlar bıçak bıçak
kurşun kurşun
fitil fitil
kadınlar!

bakışları niçin turna katarı
bakışları neden demirparmaklık?
kapanmış bıçak yarasından da beter sanki ağızları
kilitli kapılardan da beter
kadınlar!
dururlar/nasıl da yorgun
dururlar/nasıl da uzak
bakarlar sıcak sıcak
nasıl da namlu!

sürgün mü kıran mı deprem mi nedir
nedir yeşildeki sarı korku
ne var havada?
dalkıran yağmış da sanki/kırılmış ağustos dalları!
bunlar mı kurtarmışlar vatanı?
nere gitmiş kurtarılan o güzel
nerde kalmış o kadınlar
bu ağıt kimin?
aman allah
koyunlar biryanda meleşir, kuzum kuzum
biryanda kuzuları!

küçük dağ istasyonlarında dul kadın bakışlı çuvallar durur
bıyıkları toz içinde erkekler durur
duvarda mavzer gibi sarkar omuzlarından
toprağı yârim sanıp saran kolları
saramayan kolları/of ooof
erkekler durur!
devlet bir güz yağmurudur
ıslatır çulları çuvalları
üşür yürek, kocaman!
umut umut dedikleri bu mudur
hurda yüklü marşandiz/takır da tukur
çekip gider gece vakti uzak bozkırdan
ıpıldar ışıkları
çözüm, çözüm/nerde çözüm
bir yelpikli yolcudur o
eli öflez fenerli bir istasyon memuru
aydınlatmaz çığlıkları
üşür yürek, kocaman!

küçük dağ istasyonlarında boynubükük çuvallar durur
çuvalların içinde bütün bir ömür
ekmek diye diye
muhanet diye diye
bütün bir ömür
çuvalların yanında kadınlar durur
önlüklerinin üstünde çetin elleri
altında vatan kulu
umut kulu dölleri
kadınlar durur

bir pınar uzak uzak
artırır susuzluğu
bir çeşme yaşlı gözdür
akarken kurur
devlet bir güz yağmurudur
ıslatır çulları çuvalları
türküleri ağıtları gurbetleriyle
özlemleri öfkeleri kahırlarıyla
toz toprak içinde bir vatan durur

Hasan Hüseyin Korkmazgil, Bütün Şiirleri 2, Oğlak, S.196-199, Bilgi Yayınevi


14 Şubat 2024 Çarşamba

Uçun Kuşlar

İnsandır suda akan, yaprakta yeşil, gülde kırmızı
zorlu bir dal gibi eğleniriz de fırtınalarla
ince bir sızı birden, bastırır kırar kollarımızı
ve bir akşam kuşlar gibi elimizden uçup giden mutluluk
bir sabah ebemkuşaklarının altından dörtnala gelir
yaşayalım çocuklar
her şey bizimdir

bir giysi örtüsünde ben bu yedi satırı
ipek ipliklerle işlenmiş buldum
bozkırda yüzükoyun bir hitit kasabası
yedi renk ipek satır yedi bülbül yavrusu
vurmuşlar anasını da kalmış yavrusu
bir sürgün ozan yazmış vaktin birinde
bir gençkız ipeklemiş onu örtüye
yedi renk ipek iplik, yedi bülbül yavrusu
ak örtüde yedi satır, gökkuşağı iğrisi
bu yalnızlık bu sürgün, insan olmak acısı
aldım yedi yavrucuğu koydum buraya
yedi bülbül yavrusunu verdim anaya
yaşıyor mu bilmiyorum o sürgün ozan
yaşıyorsa bilsin diye o sürgün ozan
birgün çıkıp gelsin diye o sürgün ozan
'uçun kuşlar'
'uçun kuşlar'
koydum adını
ben bu şiirin

ben miyim sürgün ozan, kardeşim mi o gençkız
i'leri yıldız yıldız, ü'leri yıldız yıldız
işleyen o kardeşim
kimbilir nerde yalnız!

bir giysi örtüsünde yedi bülbül yavrusu
yedi satır, yedi renk, gökkuşağı iğrisi
içer içer ağlar biri şimdi uzakta
bu bir sınıf acısı

Hasan Hüseyin Korkmazgil, Bütün Şiirleri 2, Oğlak, S.95-96, Bilgi Yayınevi


7 Aralık 2022 Çarşamba

Birinci Gelen Öcü


Uluslararası yarışmada birinciliği ben aldım... Seçici kurul başkanı adımı soyadımı söylediğinde hiç mi hiç şaşmadım, hiç mi hiç heyecanlanmadım, ne adımlarım karıştı birbirine, ne dilim dolaştı, ne de kafam karıştı, gittim tıpış tıpış, seçici kurul başkanının elinden ödülümü aldım...

Şu Danimarkalının anlattığına bak, çıkmış sahneye bize hayalet öyküleri anlatıyor. Kocaman ak ak çarşaflara sarınırlarmış da, sonra başlarına puşuya benzer örterlermiş de, böyle kollarını kaldıra indire bir çıkıverirlermiş korkutacakları kişinin önüne, kişi bu hayaleti görünce ödü bilmem neyine karışırmış... Ama öyle hayaletle insanları korkutma deyip geçmemeliymiş, bu konuda ülkelerinde iki kitap yazılmış, "Hayaletler Var mıdır - Yok mudur?" İkinci kitap da "Hayalet Görenler." Bu ikinci kitap çok ilginçmiş, içinde yüzden fazla kişinin anıları varmış, bu kişiler gördükleri hayaletleri, yeriyle zamanıyla anlatıyorlarmış, bazıları da tanık gösteriyorlarmış, 'Falanca da yanımdaydı", "Karım da yanımdaydı" diyerekten. Bu bakımdan Danimarkalılar hayalet öykülerine bayıldıkları için birbirlerini hayaletle korkuturlarmış. Uyumayan çocuklara, "Bak şimdi seni hayalete veririm" derlermiş, o zaman çocuk şıp diye uyurmuş.

Sahnedeki Danimarka sözcüsü, ülkesindeki son hayaletle korkutma olayını anlattı, işin içine elektronik de girmiş artık, öyle yalnızca çarşaflara bürünme devri kapanmış, sözcünün dediğine göre, çarşafa bürünmek babasının zamanındaymış, oysa ki şimdi bir hayalet hazırlamak için çok önceden çalışmaya başlamak gerekiyormuş. Sesidir, devinimleridir, çıkardığı ışıklardır, insanın bir yığın zamanını alıyormuş, ama kim böyle elektronikle donatılmış bir hayalet görürse, mutlaka altına kaçırıyormuş.

Sahneden bir inişi var Danimarkalının, utku işaretini şimdiden veriyor taraftarlarına... Taraftarları da, salondakilerin sararmış yüzünden güç alarak bir alkışlıyorlar ki yarışmacılarını, "Sen salondakileri bile korkuttuktan sonra, birincilik ödülü senindir" diye bağıran bir Danimarkalı inek bile vardı.

Varsın bağırsın, ödül benimdir, bir sıra gelsin hele bana...

Şu Fransızın anlattığına bak, yok anlatmasına gerek yok zaten, kendi hortlak gibi... Belki de onun için katılmış bu yarışmaya. Adam hortlağa benziyor, salondakileri hortlakla korkutmaya çalışıyor. Yani korkutmaya çalışmıyor da, ülkesindeki korkuyu anlatıyor. Kim kimi korkutmak istese, hemen usuna hortlakla korkutmak gelirmiş Fransa'da. Ne de olsa teknolojisi gelişmiş ülke, onlarda da Danimarka gibi gelişmiş bir hortlakçılık varmış. Işıkta yanan sönen fosforlu boyalardan tutun da, mezarlık efektine dek hepsinden yararlanılırmış. Mezarlık efekti deyip geçmemeliymişiz, böyle kürek sesleri, çam hışırtısı, papazın sesi, arada bir baykuşun sesi puuuu diye girdi miydi efektin içine, işte hortlağı gören o anda edermiş şeyinin içine. Hele bir de hortlak birden böyle donuk donuk tabutun içinden doğrulup kalkmaya başlarsa, o zaman bunu gören kişinin ödü hopuna karışırmış... "Şimdi gözlerinizin önüne getiriniz sayın dinleyiciler, önünüzde bir tabut, yolun ortasında, böyle birdenbire önünüze çıkıveriyor ve sonra yavaş yavaş tabutun kapağı aralanıyor, içinden bir hortlak yavaş yavaş doğruluyor, sonra alev alev yanan gözlerini size dikiyor, düşünün ne olursunuz..."

Şu Fransıza bak, ne olacak, hortlağın ardına bir tekme takır tukur, yüklen tabutu kimse görmeden dosdoğru eve, al tahtayı eline, kır parçala, oh mis gibi sobalık, soba tutuşturmalık ki, bu hıyarın o tutuşturmalığın kilosunun benim ülkemde kaça olduğundan haberi yok.

Bilmem dinleyicileri ama, ben hiç korkmadım Fransızın anlattıklarından. Ama o da taraftarlarının alkışlarıyla çok böbürlendi, çok umutlandı, hatta sahneden inerken oradakilere önerdi, "Siz de birini korkutmak istiyorsanız, mutlaka hortlakla korkutun.

Olur beyim, emredersin...

Şu Maltalının anlattıklarına bak, çuvalla korkuturlarmış birbirlerini, kim kimi korkutmak istiyorsa, girermiş çuvalın içine, olurmuş bir eciş bücüş, yalnız çuval kara olacakmış, kara olunca şeytanı andırırmış, zaten korkunun adı "Şeytan Korkusu"ymuş. Böyle kara çuvallıyı görenin dili tutulur, çok sonra açıldığında "Önüme şeytan çıktı" dermiş, ama ancak kimi üç günde, kimi bir haftada bunu diyebilirmiş, çünkü gecenin karanlığında kara çuvallıyı görmek çok korkunç olurmuş, hele adamının elinde. Örneğin çuvalın içine giren balet, balerin yeteneğindeyse, eh artık korkutulan kişinin hapı yutması işten bile değilmiş... Kara çuval yerlerde eğiliyor, bükülüyor, kıvrılıyor, kısalıyor, uzuyor... Görenin kanı donar, yüz derecelik kaynamış suyu başından aşağı dökseniz kanı çözülmez, yılan görmüş eşekler gibi zınk diye durur, ne bir adım ileri, ne bir adım geri gidebilirmiş. Ola ki, korkutan insafa gele de, yumak yumak oradan uzaklaşa... Adamın tansiyonunu da, yürek atışını da yükseltirmiş bu korkutma...İşteymiş... Hemen ışıklar söndü, bir gösterici perdede kara şeytanı göstermeye başladı, aman ha korkmayaymışız, izleyicilerin içinde hamile kadın var mıymış, yok muymuş, bu kara şeytan aslında şeytan değil, kara çuvala girmiş, ülkenin en ünlü balerini Susan'mış mış mış...

Şu denli korktuysam; besbelli çuval, içinde de kıvrak mı kıvrak, civelek mi civelek bir kadın var, nerden anladım, çuvalın kıvrımlarından... Ah önüme böyle bir kara çuval çıkıverse şu gurbet elde tuttuğum gibi atsam omzuma, "Ah anam şeytan daha önceleri neredeydin?" desem ve...

Maltalı alkışlar arasında indi. taraftarları alkışa boğdu Maltalıyı, Maltalı öyle şımardı ki, yerine otururken, az önceki çuvallı gibi devindi, tombalaklar attı, hopladı zıpladı. Son sözü de, "Kara Şeytanla korkutun siz de insanları" oldu.

Hintli çıktı, "Yalancı Yılanlar"dan söz etti. Öyle ki, orada da teknoloji hayli gelişmiş, öyle yılanlar yapılıyormuş ki korkutmak için, bir sokması eksik, çıngırağı; hışırtısı, ıslığı, kıvrılması, açılması, yaylar çize çize kaçması, hatta soğukluğu bile... Kim kimi korkutmak istiyorsa, şöyle geçerken uzaktan boynuna yalancı yılanı atıverdi miydi, artık o kişi tamam, böyle yüreği selanik, beyni şok ve panik, hemen dili ve damağı kurur, olduğu yerde kıvranmaya başlarmış, yılan ha soktu ha sokacak... Öyle ki, teknoloji ilerleyince şimdi bu yılanların uzaktan kumandalıları bile yapılıyormuş... Salıveriyormuşsun kapının altından, yeter ki sen korkutmak istediğin kişinin ev yapısını bil, uzaktan kumandalı yılan merdivenleri çıkıyormuş, kapılarda bekliyormuş, zamanı gelince yatak odasına dalıp hanımın veya beyin koynuna giriyormuş... Eh o zamanı şöyle bir gözümüzün önüne getirmeliymişiz, karı koca mışıl mışıl uyuyorlar, yılan yavaş yavaş karyolaya tırmanıyor, kadının sıcacık ayaklarına bumbuz gövdesiyle yapışıyor, sarılıyor, sıkmaya başlıyor...

"İmdaaat!" Önümdeki bir kadın bağırdı, yahu yoksa birinciliği bu Hintli hınzır mı alacak, yılan anlatmıyor, yatak odasında zifaf gecesi anlatıyor, bir de ballandırıyor ki, bir de meddah yetenekli ki... Bir de alkış aldı ki, bir de taraftarları adamı omuzlarına aldılar ki...

Yoksa bizim birincilik gitti mi?

Yok canım, daha sen anlatmadın ki... Ama hak ver oğlum, bu Hintli gibi anlatamazsın, çünkü ondaki yetenek sende yok.

İkinci anlattığı "Yeni Evliler" ve "Yılan" sahnesi çok etkiledi dinleyicileri ve seçici kurulu...

Ama hayır, birinciliği ben alacağım, belki ikinciliği bu Hintli alır, birincilik benim. Ah biraz da taraftar olsa, şöyle sahneden inerken beni alkışlasalar, bir kişi bile yok ki, oracıkta, bir başıma ülkemi temsil ediyorum. Ama evelallah birinciliği hiç kimseye kaptırmayacağım, ülkemin alnına leke sürdürmeyeceğim... Ulan hangi pehlivan demişti, "Ben her güreşimde ardımda milletimi düşünürüm" diye? Neyse boş ver, pehlivanın biri demişti işte...

İngiliz çıktı, uuu bumbuz... Anlattıklarından bizim altı yaşındakiler bile korkmazlar; adam kendi anlatırken kendi korkuyor, dudakları titriyordu... Yo, adamın anlattıklarını bile baştan anlatmaya değmez.

İtalyan çıktı, öh hööö... Havada uçan kazıkmış da, bu kazık uçarmış da, bu kazık çok korkunç bir kazıkmış da, kazıkların elektronikleri varmış da, yok beyim yok, biz korkmayız ondan bundan...

İşte artık sıra bana geliyor; bir kişi kaldı önümde, vızvız mı vızvız, vezvez mi vezvez, ah be bitir be, yeter be, yeter sıra bana gelsin be!.. Adam uzattıkça uzatıyor, yo yo uzatsın, iyi, onun ardından benim, şöyle birkaç cümle ile anlatmam, iyi iyi... Aman anlat dayı anlat, hay senin o kır saçlarını seveyim, anlat neşemizi bulalım...

Çıt çıt, pıt pıt... Böyle adama, böyle anlatma, böyle korkuya, böyle alkış işte, havada iki sinek çarpışmış gibi, çok bile...

Sıra bende... Mikrofona yapıştım, adamlar selama saygıya öyle doymuşlar ki benden öncekiler selamlamışlar da selamlamışlar, hemen söze girdim:

"Baylar bayanlar, bizim ülkemizde kim kimi korkutmak isterse, sabaha karşı, ama özellikle daha gün ağarmamışken kapısının ziline basar. Kimin kapısının o saatte ziline basılmışsa, o evdeki yaşlı kalp krizi geçirir, ilkokuldaki kızın dili tutulur, annenin nabzı iki yüzü bulur, baba beyin şoku geçirir, evde genç varsa, beşinci kattan kendini sokağa atar."

Salonda homurtular ki, salon değil aslan kafesi, ham hum hom... "Nasıl olur yahu, niye yahu, kapının ziline basmakla yahu, zil fobisi mi var yahu, zehirli zil mi yahu, elektromanyetik dalgalarla insanları etkileyen yeni buluş mu yahu?"

Yahu yahu yahu, yaaa!... Patlamayın, söyleyeceğiz nedenini, niye gün doğmadan olduğunu, niye karanlıkta olduğunu...

"Baylar bayanlar, çünkü o saatte ülkemde ancak polisler kapı çalar."

Aauuuu, yaaaayuuuu, buuuu buuuu!...

Noldu, yani polis istediği saatte insanın kapısını çalamaz mı, çalar...

"O saatte ülkemde kimse kimseye konukluğa gitmez, o saatte zil butonuna dokunan el, ancak polis eli olabilir..."

Vaaa yaaaa şaaaa baaaa!...

Şaştınız değil mi, hiç korkunç değil, değil mi, yo yo korkunç değil ya, niye korkunç olsun ki, o saatta polis kapınızın zilini çalmışsa, size herkesten önce günaydın demek içindir... Bayılır bizim polislerimiz herkesten önce birisine günaydın demeye...

"Söylüyorum baylar bayanlar, bizde polisin gözaltı süresi bellisizdir, sizi alıp götürdü müydü, ne zaman bırakacağı belli olmaz, bilinmez... Dayak atabilir, elektriğe tutturabilir, başınızı suyun içine sokabilir, sizi baş aşağı ipe asıp sallandırabilir, tuzlu suyun üzerinde parçalanmış ayakla yürütebilir..."

Aaa aaaa aaaa aaaa!

Tarzan mı kesildiniz, yaa işte, öyle yılan mılan, hortlak mortlak, hayalet mayalet, çuval muval ne ki?

"Onun için baylar bayanlar, bizim ülkemizde kim kimi korkutmak istiyorsa, sabah karşı gider onun kapısının ziline üç kez sert sert basar. Hele kapının önünde ayakkabısının topuklarını da takur tukur ettirdi miydi üç beş kez, anasının karnındaki çocuk bile korkar, oradan şap diye düşer, çıkar..."

İlkin bir iki alkış, ardından aman ne alkış, ne alkış, selam üzerine selam çakıyorum, alkışlar durmuyor ki, başımı sallıyorum alkış, kolumu kaldırıyorum alkış...

Birinciyim... Ah, bir de taraftarlarım olsaydı ya, birincilik ödülünü aldım, amma boynum bükük, hiç olmazsa bir tane taraftar... Amanın bir el, omuzuma dolandı, aha dilimden konuştu, aha kara kaş kara göz, benim gibi, amma niye kutlamıyor beni, niye kaşları çatık öyle, ben ülkemin yüzünü ağarttım, birinci oldum... Aboov, adamın kaşları çatıldıkça çatılıyor, adam oluyor ekşi koruk, sıkmış ki kolumu, mengene homurdanıyor, "Seninle ülkeye geldiğinde görüşürüz!" diyor böyle homur homur.

Muzaffer İzgü

'Azrail Nasıl Rüşvet Yedi'  adlı öykü kitabından

Bilgi Yayınevi, Olgaç Basımevi, Birinci Basım: Eylül 1986

4 Mart 2021 Perşembe

filizkıran fırtınası

gün doğmadan başladı filizkıran fırtınası
evler yemen türküsü
sokaklar seferberlik
öyle bir gariplik ki
öyle bir tedirginlik
yaz başında güz sonrası

ayvalar çiçekteydi
güller daha tomurcuk
açıl demişti güneş
açılmıştı kıraçta kış elmaları
çözül demişti güneş
çözülmüştü yılanlar karanlık odalarında
dallarda yuvalar tüy kokuyordu
düğünçiçekleri şenlikli

gün doğmadan başladı filizkıran fırtınası
ne dal kaldı ne tomurcuk
yerden yere çaldı otları ağaçları
insan yüzlü bir korkuluk
üşüdüm dünyalarca
baskın yemiş bir kent gibi üşüdüm
sergen etti filizleri sapsarı bir karanlık
bahardan kışa düştüm

acılı günler gördüm
sığdıramam bir tek günü bir koca yıla
geceler geçirdim yoz kentlerin bulvarlarında
nice baharları kışlara gömdüm
uzak düştüm yelinden yelvesinden acılı yurdun
uzak düştüm umudundan mutundan
yomundan uzak düştüm
bunaltının böylesini görmedim

severim fırtınanın her türlüsünü
ormanlar uğultulu sular dalgalı
severim filizkıran fırtınası'nı
kırıp kanatmıyorsa sevincin türküsünü
nerde benim baharım
dalım yaprağım nerde
gece çökmüş üstüne kerpiçsel yalnızlığın
sanki kaplan pençesinde bir manda böğürtüsü
ne kuş kalmış ne çiçek
ne kırmızı ne yeşil
sapsarı karanlıkta yerler bahar ölüsü

Hasan Hüseyin Korkmazgil (1978)

İzleyiciler