Sait Faik Abasıyanık / Öyle Bir Hikâye adlı öyküden
16 Mayıs 2016 Pazartesi
Öyle Bir Hikâye
"... / Şu kibritin, şu yanmam diye fısır fısır fısırdayıp da sonradan peki emret anam yanayım, diyen şu kibritin ışığına bak. Bu olur mu arkadaş. Böyle bir el sürçmesiyle açılıveren hararet, ışık, bayram gördün mü sen? Gül, sevin arkadaş. Şu ağzımızdan çıkan dumanlara bak! Nasıl uçuyorlar. Yaşıyorsun Efendi.
Pırıl pırıl, tane tane, ıslak ıslak. Cam cam, billur billur, fanus fanus, çeşmibülbüller gibi yaşıyorsun dostum. Dumanlarımıza, cigaralarımızın dumanlarına bak efendi! Bu mavi şey nedir? Bu insanın içini sevinçten, keyiften parlatan şey nedir? Ne kadınla yatmak, şarap içmek, ne arkadaşlarla prafa oynamak, ne tiyatro, sinema seyretmek... Hepsi bir yana dünyayı seyret. Al gözüm bak efendim. İşte sana kibrit alevi. İşte sana cigara dumanı! Hadi uyuyalım hemşerim. Ha uyumadan evvel Panco’ya anlat beni. Fatih parkının demirine dayalı uyuyan adamı, cıgarasının dumanını. Panco iyi çocuktur. Candır can. Selam söyle benden. İyi ki şu ayakkabıları almışım. Bereket ki ayaklarım su çekmiyor. Her yanım su içinde. Ayaklarım kaloriferli."
Sait Faik Abasıyanık / Öyle Bir Hikâye adlı öyküden
14 Mayıs 2016 Cumartesi
Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün
Otele New Yorklu doksan yedi reklamcı doluşmuş ve adamların şehirlerarası hatlara koyduğu tekel yüzünden 507 no’lu odadaki kız, öğlende yazdırdığı telefonu saat iki buçuğa kadar beklemek zorunda kalmıştı. Bu süre içinde boş durmamıştı ama. Küçük boy bir kadın dergisinden “seks bir eğlence ya da cehennemdir” adlı bir yazı okumuş, tarağıyla fırçasını yıkamış, bej renkli tayyörünün eteğindeki lekeyi silmiş, bluzundaki düğmenin yerini değiştirmiş, beninde peydah olan iki tüyü cımbızla almıştı. Sonunda santraldan aradıklarında, pencere kenarına oturmuş, sol elinin ojesini bitirmek üzereydi.
Öyle telefon çalınca elindekileri yerlere düşürecek kızlardan değildi. Ergenliğe girdiği günlerden beri telefonu hep çalıyormuş gibi bir hali vardı.
Telefon çalarken, ojenin fırçasıyla serçe parmağının kavisini tamamladı. Sonra kapağı oje şişesine yerleştirip kapattı. Ayağa kalktı, sol -yeni ojeli- elini havada ileri geri salladı. Ojesi kurumuş eliyle pencerenin kenarında duran tepeleme dolu kül tablasını aldı ve üstünde telefonun durduğu komodinin üstüne koydu. Yeni düzeltilmiş iki kişilik yatağın kenarına oturdu ve –beşinci ya da altıncı çalışta- alıcıyı eline aldı.
“Alo” dedi, sol elinin parmaklarını açarak ve –topuklu terlikleri bir yana- üstündeki tek giyimi olan beyaz ipekli sabahlıktan uzak tutarak; yüzüklerini banyoda bırakmıştı.
Santral görevlisi, “New York telefonunuz hazır, Bayan Glass” dedi.
“Teşekkür ederim” dedi kız ve kül tablasına yer açtı komodinin üstünde.
Alıcıdan bir kadın sesi geldi: “Muriel? Sen misin?”
Kız alıcıyı kulağından uzaklaştırdı biraz. “Evet, anne. Nasılsın?”
“Merakımdan ölecektim neredeyse. Niçin aramadın? İyi misin?”
“Dün gece de, önceki gece de telefon yazdırdım. Ama burada tele-“
“İyisin, değil mi Muriel?”
Kız telefonu, kulağından iyice uzaklaştırdı. “İyiyim. Ama çok sıcak burası Florida’nın en sıcak günü.”
“Niye telefon etmedin? Nasıl üzül-“
“Anneciğim, canım benim. Bağırma öyle. Sesini çok iyi duyuyorum.” dedi kız. “Dün gece iki kez aradım. Birinde tam-“
“Babana, dün akşam, arar, demiştim. Ama nerdeee? Baban… iyisin, değil mi? Muriel doğru söyle bana.”
“İyiyim. Artık sorup durma n’olur.”
“Ne zaman vardınız oraya?”
“Ne bileyim. Ha, çarçamba sabahı, erken.”
“Kim kullandı arabayı?”
“O kullandı”dedi kız. “Hemen heyecanlanma. Çok güzel sürdü. Hayret ettim.”
“O mu kullandı? Muriel bana söz vermiş-“
“Anne” diye kesti kız, “Söyledim ya. Çok güzel kullandı. Üstelik sekseni de aşmadı hiç.”
“Ağaçlarla o acaip işi yaptı mı?”
“Çok güzel kullandı dedim ya anne. Tamam artık lütfen. Beyaz çizgiye yakın sürmesini söyledim, o da ne demek istediğimi anladı, öyle gitti. Ağaçlara bakmamaya çalıştığı belliydi. Ha, babam yaptırdı mı sizin arabayı?”
“Daha olmadı. Dört yüz dolar istiyorlar şuncacık-“
“Anne Seymour babama ödeyeceğini söyledi ya. Neden-“
“İyi, iyi. Bakarız. N’aaptı –yani arabada filan?”
“Bir şey yapmadı” dedi kız.
“Sana yine o acayip laf-“
“Hayır, şimdi yeni bir şey buldu.”
“Ne?”
“Amaan anne, ne fark eder ki?”
“Muriel, söyle bana, ne diyor? Baban-“
“Peki peki. Bana ‘1948 Ruhani Başıboşlar Güzeli’ diyor” dedi kız ve güldü.
“Hiç de komik değil, Muriel. Hiç. Korkunç. Acıklı aslında. Düşünüyorum da nasıl-“
“Anne” diye kesti kız yine. “Beni dinle. Bana Almanya’dan gönderdiği kitabı hatırlıyor musun? Biliyorsun ya, hani şu Almanca şiirler. Nerede o kitap, bulama-“
“Sende ya.”
“Emin misin?” dedi kız
“Tabii. Yani bizde, Freddy’nin odasında. Oraya bırakmışsın. Ben de bir daha… ne oldu? Kitabı mı istiyor?”
“Hayır. Yalnızca sordu, buraya gelirken. Okuyup okumadığımı öğrenmek istemiş.”
“Ama kitap Almanca değil miydi?”
“Evet anneciğim. Ama fark etmiyor ki.!” dedi kız, bacak bacak üstüne atarak. “Yüzyılın tek büyük şairi yazmışmış, çevirisni filan alsaymışım. Ya da bu dili öğrenseymişim, öyle diyor.”
“Rezillik. Rez-zillik. Acıklı aslında. Dün akşam baban diyordu.”
“Bir saniye anne” dedi kız. Gidip pencere kenarından sigarayı aldı, yaktı ve gene yatağına oturdu. “Anne?” dedi, dumanı dışarı savurarak.
“Muriel! Dinle şimdi beni.”
“Dinliyorum.”
“Baban Dr. Sivetski ile konuştu.”
“A-Ah?” dedi kız.
“Ona her şeyi anlattı. Yani anlatmış, öyle diyor; bilirsin babanı işte. Ağaçları. Şu pencere meselesini. Büyükannene söylediği o korkunç şeyleri; hani ölümüyle ilgili planlarını sormuş ya! Bermuda’da çektiği o güzel resimlere yaptıklarını, her şeyi, her şeyi anlatmış.”
“Ee?” dedi kız.
“E’si, doktor, en başta ordunun onu hastaneden taburcu etmesi başlı başına bir suçtur, demiş; yemin ediyorum. Seymour’un kesinlikle her an tamamen denetimden çıkma olasılığı –büyük bir olasılık- bulunduğunu anlatmış babana. Yemin ediyorum sana.”
“Burada, otelde bir psikiyatrist var,” dedi kız.
“Kim? Adı ne?”
“Bilmiyorum. Rieser miydi neydi. İyi bir doktor diyorlar.”
“Hiç duymadım.”
“İyi bir doktor diyorlar yine de.”
“Muriel, toyluk etme lütfen. Senin için üzülüyoruz. Baban dün gece eve dönmen için bir telgraf çekecekti aslın-“
“Şu an gelmeye hiç niyetim yok anne. Rahat ol artık.”
“Muriel, yeminle sana. Dr. Sivetski, Seymour’un tümüyle denetimden-“
“Daha yeni geldim anne. Yıllardan beri bu ilk tatilim ve her şeyi toplayıp geri dönmeye de hiç niyetim yok.” dedi kız. “Zaten yola çıkamam. Güneşte öyle yanmışım ki, kıpırdayamıyorum bile.”
“Yandın mı? Çantana koyduğum güneş yağını kullanmadın mı? Çantana koyduğumu çok iyi hatır-“
“Kullandım anne. Ama yine de yandım.”
“Ah çok kötü! Nerelerin yandı?”
“Her yerlerim canım, her yerlerim.”
“Çok kötü.”
“Ölmem, korkma.”
“Söyle bana, o psikiyatrisle konuştun mu?”
“Eh, biraz” dedi kız.
“Ne dedi? Seymour neredeydi sen doktorla konuşurken?”
“Okyanus Salonu’ndaydı, piyano çalıyordu. Burada iki gecedir piyano çalıyor.”
“Peki, ne dedi doktor?”
“Pek bir şey demedi. O açtı konuyu önce. Bingo’da yanımda oturuyordu. Bana, ‘Salonda piyano çalan kocanız mı?” diye sordu. Evet, dedim. Seymour’ın hasta olup olmadığını sordu. Ben de anlat-“
“Niye sormuş ki?”
“Ne bileyim anne? Herhalde rengi çok solgun, ondan sormuştur” dedi kız. “Ha, Bingo’dan sonra doktor ve karısı içki içmeye davet ettiler beni. Peki, dedim. Karısı dehşet bir kadın. Bonvit’in vitrininde gördüğümüz o rezalet gece elbisesini hatırlıyor musun? Hatta, demiştin ki, bunu giymek için daracık kal-“
“Ay, o yeşili mi diyorsun?”
“Hah, işte onu giymiş. Kalçalar da löpür löpür. Bana sorup durdu, “Seymour’la Suzanne Glass’ın bir akrabalığı var mı?” diye; hani şu Madison’da şapkacı dükkanı olan kadınla.”
“Ne dedi doktor?”
“Ha. Valla, pek bir şey demedi; yani barda otururken ne desin adam? Korkunç gürültü vardı.”
“Evet ama, anlat- Anlatmadın mı büyükannenin koltuğuna yaptıklarını?”
“Hayır, anne. Fazla ayrıntıya girmedim” dedi kız. “Ama onu bulup konuşabilirim. Adam sabahtan akşama kadar barda oturuyor.”
“Garip şeyler –biliyorsun işte- sana garip şeyler yapma olasılığı var mıymış, ne diyor doktor? Bir şey dedi mi?”
“Pek değil,” dedi kız. “Olup bitenleri daha iyi bilmesi gerekirmiş. Dedim ya, çok zor konuştuk, çok gürültü vardı.”
“Peki. Mavi ceketin nasıl? Olmuş mu?”
“Olmuş. Vatkasını çıkardım.”
“Bu yıl kıyafetler nasıl?”
“Korkunç! Ama görülmemiş şeyler. Minin minik pullar, yok bilmem neler” dedi kız.
“Odanız nasıl?”
“Güzel olmasına güzel de; savaştan önce kaldığımız odayı vermediler,” dedi kız. “Bu yıl insanlar pek berbat. Yemek salonundaki milleti bir görsen, kamyonla gelmişler sanki buralara.”
“Valla her yer öyle. Balerin elbisen nasıl olmuş?”
“Çok uzun olmuş. Sana o zaman da uzun demiştim.”
“Muriel, son bir kez daha soruyorum: Gerçekten iyi misin?”
“Evet anne. Doksan sefer sordun.”
“Ve eve dönmek istemiyorsun. Öyle mi?”
“İstemiyorum anne.”
“Dün gece baban dedi ki, kendi başına bir yerlere gidip her şeyi tekrar bir düşünsen… Masrafını seve seve ödermiş. Nefis bir vapur gezisine çıkardın. İkimiz de düşündük ki-“
“Hayır anne, teşekkür ederim” dedi kız ve bacağını indirdi. “Anne, bu konuşma fazla para yaza-”
“Bu oğlanı tüm savaş boyunca nasıl da beklediğini düşünüyorum da; yani, kocaları yokken şu küçük hanımların yaptıkları-“
“Anne” dedi kız. “Artık kapatsak. Seymour her an gelebilir.”
“O nerelerde?”
“Plajda.”
“Plajda mı? Ay, tek başına mı? Plajda tek başına durabiliyor mu?”
“Anne” dedi kız. “Sanki manyakmış gibi konuşuyorsun onun hakkında.”
“Öyle bir şey demedim, Muriel.”
“Ama öyle demeye getiriyorsun. Plajda yatıp duruyor. Bornozunu da çıkarmıyor.”
“Bornozunu çıkarmıyor mu? Niye?”
“Bilmiyorum. Teni bembeyaz, herhalde onun için.”
“Hay Allahım! Güneşe ihtiyacı var onun. Çıkarttıramıyor musun?”
“Seymour’u biliyorsun” dedi kız ve yine bacak bacak üstüne attı. “Döğmesine bir sürü salağın bakmasını istemiyormuş.”
“Onun döğmesi yoktu ki! Yoksa askerdeyken mi yaptırmış?”
“Hayır anne, hayır canım” dedi kız ve ayağa kalktı. “Seni yarın ararım belki.”
“Muriel. Şimdi iyi dinle beni.”
“Evet anne” dedi kız, ağırlığını sağ bacağına kaydırarak.
“Sana saçma bir şey –biliyorsun işte- yapar veya derse, o an hemen beni ara. Beni duyuyor musun?”
“Anne, Seymour’dan korktuğum filan yok.”
“Muriel, bana söz vereceksin.”
“ Pekii, peki. Söz. Allahaısmarladık anne” dedi kız. “Babama sevgiler.” Telefonu kapattı.
“Simorgless,”* dedi Sybil Carpenter. Annesiyle otelde kalıyorlardı. “Simorgless’i gördün mü?”**
“Güzelim, tekrarlayıp durma. Deli olacağım artık. Rahat dur, n’olur.”
Bayan Carpenter, Sybil’in omuzlarına güneş yağı sürüyordu, minik iki kanat gibi çıkmış omuzlarındaki ince kemiklere yayarak. Sybil, yüzü denize dönük, şişirilmiş kocaman bir deniz topunun üstünde, her an düşecekmiş gibi oturuyordu. İki parçalı, kanarya sarısı bir mayo giymişti, ama aslında üst parçaya, daha dokuz on yıl için hiç de gerek yoktu.
“İşte sıradan bir ipek mendil – yakından bakınca” dedi Bayan Carpenter’ın hemen yanındaki plaj koltuğunda oturan kadın. “Ah! Nasıl bağlandığını bir öğrenebilseydim. Nasıl da tatlı görünüyor.”
“Evet, çok tatlı görünüyor” diye onayladı Bayan Carpenter. “Sybil, rahat dursana kızım.”
“Simorgless’i gördün mü?” dedi Sybil.
Bayan Carpenter içini çekti. “Peki, tamam” dedi. Güneş yağı şişesini kapattı. “Hadi bakalım, koş oyna. Anneciğin otele çıkıyor. Bayan Hubble ile birer Martini içeceğiz. Zeytini sana getiririm.”
Sybil kurtulur kurtulmaz, hızla aşağıya, plaja doğru koştu ve Balıkçılar Kulübü yönünde yürümeye başladı. Islak ve yıkılmış bir şatoyu ayağıyla dağıtmak üzere biraz oyalandı, sonra yürümeye devam etti. Otel müşterilerine ayrılan bölgeden çıkmıştı bile.
“Kıyıda beş yüz metre kadar yürüdü ve sonra birden kumların kuru olduğu iç kısma doğru yan yan bir koşu tutturdu. Genç bir adamın sırtüstü yattağa yere gelince durdu.
“Denize giricen mi simorgless?” dedi.
Genç adam irkildi, sağ eli bornozunun yakalarına uzandı. Midesinin üstüne yan dönerken yüzündeki burulmuş havlu yere düştü ve kısık gösleriyle yukarıya, Sybil’e baktı.
“Vay! Selam Sybil.”
“Denize giricen mi?”
“Seni bekliyordum” dedi genç adam. “N’aber?”
“Ne?” dedi Sybil.
“N’aber? Yani, neler oluyor?”
“Babam geliyo yarı nuçakla” dedi Sybil, kumları tekmeleyerek.
“Yüzüme geliyor ama bebek” dedi genç adam ve uzanıp bir eliyle kızın ayak bileğini tuttu. “Evveeet, baban geliyor sonunda. Her an için bekliyordum onu zaten. Her an.”
“Hanfendi nerde? dedi Sybil.
“Hanfendi mi?” genç adam seyrek saçlarına dolan kumları silkti yere. “Valla, ne bileyim, Sybil. Her an her yerde olabilir. Saçını boyatıyordur. Odada fakir çocuklara bebek yapıyordur.” Yüzükoyun döndü, yumruklarını üstüste koydu, üstüne de çenesini yerleştirdi. “Anlat bakalım, Sybil” dedi. “Ha, mayon çok güzel. Hayatta sevdiğim bir şey varsa, o da mavi mayodur.”
“Sybil bir ona baktı, bir de tombik karnının altına. “Ama sarı bu” dedi. “Bu sarı.”
“Aaa! Öyle mi! Gel bir bakayım. Kesinlikle haklısın. Ne aptalım.”
“Denize giricen mi?” dedi Sybil.
“Bak, cidden girmeyi geçiriyordum kafamdan. Bilsen nasıl düşünüyordum Sybil.”
Genç adamın bazen yastık niyetine kullandığı deniz yatağına elini bastırdı Sybil. “Sönük” dedi.
“Haklısın. Biraz şişirmek gerek.” Yumruklarını çekti ve çenesini kuma koydu. “Sybil,” dedi. “Çok tatlısın. Ne iyi oldu seni görmem. Kendini anlat bana bakayım.” Öne uzandı ve Sybil’in her iki ayak bileğini avuçlayıp tuttu. “Ben oğlak burcundanım” dedi. “Sen hangi burçtansın?”
“Sharon Lipschutz dedi ki, piyano çalarken yanına oturtmuşsun onu.”
“Sharon Lipschutz öyle mi dedi?”
Sybil başıyla onayladı.
Kızın ayak bileklerini bıraktı, ellerini geri çekti. Yanağını sağ koluna dayadı. “Valla,” dedi, “Böyle şeyler nasıl olur bilirsin, Sybil. Orada oturmuş çalıyordum. Eh, sen de yoktun ortalıkta. Sharon Lipschutz geldi, oturuverdi yanıma. Onu itelese miydim yani?”
“Evet!”
“Aa? Olur mu? Olmaz öyle şey. Yapamam.” dedi genç adam. “Ama n’aptığımı söyleyebilirim.”
“N’aptın?”
“Yanımda sen varmışsın gibi yaptım.”
Sybil birden diz çöküp eğildi ve kumu elleriyle kazmaya başladı. “Hadi, denize girelim!” dedi.
“Peki” dedi genç adam. “Sanırım girebilirim.”
“Bir dahaki sefere itele onu” dedi Sybil.
“Kimi iteleyeyim?”
“Sharon Lipschutz’u”
“A evet. Sharon Lipschutz” dedi genç adam. “Bu da nereden çıktı? Bellek ve istekler, hepsi bir arada.” Sonra birden kalktı. Denize baktı. “Sybil,” dedi, “n’apalım, biliyor musun? Bakalım muz balığı tutabilecek miyiz?”
“Ne balığı?”
“Muz balığı” dedi genç adam ve kuşağını çözüp bornozunu çıkardı. Omuzları beyaz ve dardı. Mayosu koyu maviydi. Bornozunu önce dikine ikiye, sonra da üçe katladı. Yüzüne örttüğü havluyu sallayıp açtı, kuma yaydı; üstüne bornozunu koydu. Eğildi, yatağı kaldırıp sol koluna aldı. Daha sonra sol eliyle Sybil’in elini tuttu.
İkisi denize doğru yürümeye başladılar.
“Sanırım sen kendin de bir iki muz balığı görmüşsündür vaktiyle” dedi genç adam.
Sybil “hayır” anlamına başını salladı.
“Görmedin mi? Sen nerede oturuyorsun, Allah aşkına?”
“Bilmiyorum” dedi Sybil.
“Biliyorsun. Bilmen gerek. Sharon Lipschutz nerede oturduğunu biliyor, hem de daha üç buçuk yaşında!”
Sybil durdu ve elini çekti. Yerden sıradan bir deniz kabuğu aldı, derin bir ilgiyle inceledi ve sonra kabuğu yere fırlattı. “Whirly Wood, Connecticut,” dedi ve yürümeye başladı; karnı dışarıda.
“Whirly Wood, Connecticut,” dedi genç adam. “Bu Whirly Wood, Connecticut’a yakın mı?”
Sybil ona baktı. “N’oolmuş? Ben orada oturuyorum işte” dedi sabrı taşarak. “Whirly Wood, Connecticut’ta oturuyorum ben.” Birkaç adım koştu, sol eliyle ayağını tuttu, tek ayak üstünde iki üç kez hopladı.
“Bunun her şeyi na kadar iyi açıkladığından hiç haberin yok” dedi genç adam.
Sybil ayağını bıraktı. “Küçük Kara Sambo’yu okudun mu?” dedi.
“İşte bunu bana sorman çok komik oldu” dedi. “Şu rastlantıya bak ki, daha dün gece okuyup bitirdim.” Uzandı ve Sybil’in elini tuttu. “Nasıl, beğendin mi?”
“Kaplanlar o ağacın çevresinde koşuşuyorlar mıydı?”
“Evet. Ben de hiç durmayacaklar sandım. O kadar çok kaplan da ner’den çıkmış ki?”
“Yoo. Hepsi altı tane yalnızca.”
“Yalnızca mı?” dedi genç adam. “Sen buna mı yalnızca diyorsun?”
“Balmumu sever misin?”
“Ne sever miyim?”
“Balmumu.”
“Ohoo, çok severim. Sen sevmez misin?”
Sybil başıyla onayladı. “Zeytin sever misin?” diye sordu.
“Zeytin mi? Tabii! Zeytin ve balmumu. Onlarsız bir yere gidemem.”
“Sharon Lipschutz’u seviyor musun?”
“Evet. Evet seviyorum” dedi genç adam. “Onun özellikle en sevdiğim yanı ne biliyor musun? Otel lobisinde küçük köpeklere hiç kötülük yapmıyor. O Kanadalı hanımın minik köpeğine sözgelimi. Belki buna inanmayacaksın ama bazı küçük kızlar var, balon sopalarıyla minik köpekleri dürtüklüyorlar, yaa. Sharon öyle kötü şeyler yapmıyor, acımasız olmuyor. Onu bu yüzden çok seviyorum.”
Sybil suskundu.
Sonra birden, “Ben mum yiyorum” dedi.
“Kim yemez ki?” dedi genç adam, ayağını suya sokarken. “Amman! Çok soğuk” dedi. Yatağı suya bıraktı. “Yo, bir saniye bekle Sybil. Biraz gidelim, ondan sonra.”
Suda ilerlediler; su Sybil’in beline gelene dek. Genç adam küçük kızı kaldırdı ve yüzükoyun deniz yatağına yatırdı.
“Başlığın filan yok muydu senin?” diye sordu.
“Bırakma!” diye emretti Sybil. “Tutsana beni.”
“Bayan Carpenter. Lütfen. İşimi öğretmeyin bana” dedi genç adam. “Gözünüzü dört açın ve muz balıklarına bakın. Muz balığı için mükemmel bir gün bu gün.”
“Hiç görmüyorum” dedi Sybil.
“Anlaşılıyor. Çok değişik huyları vardır. Çok değişik.” Yatağı itmeyi sürdürdü. Su daha göğsüne bile gelmemişti. “Çok acıklı bir yaşamları vardır” dedi. “N’aparlar, biliyor musun, Sybil?”
Sybil başını salladı “hayır” anlamında.
“Muz dolu bir delikten içeri girerler. Deliğe dalmadan önce basbayağı balıktırlar. Ama delikten içeri bir girdiler mi, domuza dönerler. Neden mi? Öyle muz balıkları bilirim ki, delikten içeriye girdikten sonra yetmiş sekiz muz yediler, ondan.” Yatağı ve üstündekini bir adım daha ilerletti. “Tabii, bu kadar muzla öyle şişko olurlar ki, delikten çıkamazlar. Kapıdan geçemezler.”
“Uzağa gitmeyelim” dedi Sybil. “N’oluyorlar onlara?”
“Kimlere n’oluyor?”
“Muz balıklarına.”
“Yani o kadar muz yiyip delikten çıkamayınca mı?”
“Evet” dedi Sybil.
“Off, Sybil. Hiç istemiyorum söylemeyi. Ölürler. Yaa!”
“Niye?”
“Muz hastalığından. Korkunç bir hastalıktır.”
“Dalga geliyor” dedi Sybil, sinirli sinirli.
“Boş verelim. Ama haddini de bildirelim ona” dedi genç adam. “Biz iki züppe” diye ekledi. Sybil’in ayak bileklerini tuttu, aşağıya doğru bastırıp ileri doğru itti. Deniz yatağı dalgayı göğüsledi. Sybil’in sarı saçları ıslanmıştı ama çığlığı pek keyifliydi.
Yatak düzelince, Sybil eliyle ıslak bir saç tutamını kaldırdı gözünden ve “Bir tane gördüm” dedi.
“Ne gördün hayatım?”
“Bir muz balığı.”
“Tanrım! Olamaz!” dedi genç adam. “Ağzında muz da var mıydı yoksa?”
“Evet” dedi Sybil “Tam altı tane.”
Genç adam birden, deniz yatağının ucundaki ıslak ayağını kaptı Sybil’in ve üst kısmını öptü.
“Heey!” dedi ayağın sahibi dönerek.
“Hey sensin! Hadi dönüyoruz artık.Yeter, değil mi?”
“Hayır!”
“Kusura bakma” dedi ve Sybil inene dek yatağı kıyıya sürdü. Kıyıda yatağı kaldırdı, eline aldı.
“Allahaısmarladık” dedi Sybil ve otele doğru koştu, kaygısız.
Genç adam bornozunu giydi, yakalarını iyice kapadı ve ıslak havlusunu cebine tıkıştırdı. Yapış yapış ıslak ve hantal deniz yatağını kaldırıp koltuğunun altına aldı. Sıcak ve yumuşak kumlarda, yalnız başına, ağır bir yürüyüşle otele yöneldi.
Genç adam ve burnu cıva merhemli bir kadın, idarenin denize gidip gelenler için otelin alt giriş katındaki ayırdığı asansöre bindiler.
Asansör harekete geçince, genç adam kadına “Ayaklarıma bakıyorsunuz” dedi.
“Afedersiniz, anlamadım” dedi kadın.
“Ayaklarıma bakıyorsunuz, dedim.”
“Özür dilerim. Ben yalnızca yere bakıyordum” dedi kadın ve yüzünü asansörün kapısına doğru çevirdi.
“Ayaklarıma bakmak istiyorsanız, söyleyin” dedi genç adam. “Ama öyle allahın belası bir sinsilik etmeyin.”
“Burada ineyim lütfen” dedi kadın çabuk çabuk, asansör görevlisi kıza.
Asansörün kapıları açıldı ve kadın arkasına bakmadan çıktı gitti.
“Yahu, şu iki normal ayağa bakmak için en küçük bir lanet neden bulamıyorum” dedi genç adam. “Beş lütfen.” Cebinden oda anahtarını çıkardı.
Beşinci katta indi, koridorun sonuna doğru ilerledi ve kendini 507’ye attı. Oda taze deri bavul ve aseton kokuyordu.
Birbirine bitişik iki yatağın birine uzanmış uyuyan kıza baktı. Sonra bavulların önüne çöktü, birini açtı, don ve fanila yığınlarının altından 7.65 kalibre, Ortgies marka otomatik tabancayı çıkardı. Şarjörü söktü, baktı, sonra yerine taktı, mermi sürdü. Boş olan yatağa gidip oturdu, dönüp kıza baktı ve tabancayı sağ şakağına dayayıp ateşledi.
J.D. Salinger
* Sybil, Seymour Glass’ın adını “see more glass?” diye telaffuz ederek “daha fazla cam görmek” diye çevirebileceğimiz bir sözle karıştırıyor (ÇN)
** Bu soru hem “Seymour Glass’ı gördün mü?” ve hem de, “Daha fazla cam gördün mü?” anlamlarını taşıyor. Ama, buradaki “glass” sözcüğü “Glass ailesinden biri” gibi düşünülürse, “Daha başka Glass gördün mü?” anlamına da gelir ki, Salinger, sanırız bu cümleden esinlenerek, tam dört Glass öyküsü yazmıştır: “Franny”, “Zooey”, “Yükseltin tavan kirişini ustalar” ve “Seymour bir giriş” (ÇN)
19 Nisan 2016 Salı
13 Nisan 2016 Çarşamba
veda
karıma
rüyalarında geleceğim
bazan
beklenmedik bir konuk gibi uzaktan.
sokakta bırakma beni
kapıyı sürgüleme üstümden.
usulca gireceğim. oturacağım ses
çıkarmadan,
gözlerimi dikeceğim seni görmek için karanlıkta.
sana bakmaya doyunca
bir öpücük konduracak ve çıkıp gideceğim.
Nikola Vaptsarov, Çeviri: Erdal Alova
karıma
Geleceğim bazen uykudayken sen
Beklenmedik, uzak bir konuk gibi
Sokakta bir başıma koyma beni
Kapıyı sürgüleme üstümden.
Usulca girecek, bir yere ilişeceğim
Bir zaman, karanlıkta, bakacağım yüzüne.
Görüntün doyasıya dolacak gözlerime
Seni kucaklayacak ve çıkıp gideceğim.
Nikola Vaptsarov, Çeviri: Ataol Behramoğlu
Derdim Başka
Ne çıkar bahar geldiyse ?
Bademler çiçek açtıysa ?
Ucunda ölüm yok ya.
Hoş, olsa da korkacak mıyım zaten
Güneşle gelecek ölümden?
Ben ki her nisan bir yaş daha genç,
Her bahar biraz daha âşığım;
Korkar mıyım ?
Ah, dostum, derdim başka...
Orhan Veli Kanık
16 Ocak 2016 Cumartesi
30 Temmuz 2015 Perşembe
29 Temmuz 1950: Savaş karşıtı Behice Boran ve Adnan Cemgil tutuklandı
İkinci Dünya Savaşı sonrası, uluslararası politikada iki kutuplu bir sistem oluşmuştu: ABD'nin başını çektiği Batı bloğu ve Stalinist SSCB'nin öncülük ettiği Doğu Blok'u. SSCB'nin Doğu Avrupa'yı kendi denetimine almasının ardından Almanya'nın birleştirilmesi ve Berlin Ablukası gibi meseleler Batı Avrupa ülkelerini endişelendirmişti. Bu nedenle Benelüks ülkelerinin girişimiyle 1948 yılında Batı, Avrupa Birliği adıyla bir oluşuma gidildi.
ABD ise SSCB yayılmasını bahane ederek kendi kontrolünde bir savunma örgütü kurulması yanlısıydı. Savaştan harap bir vaziyette çıkmış Batı Avrupa için "komünizm tehdidi" karşısında ABD'nin desteğini almak kaçınılmazdı. Bunun bir sonucu olarak 4 Nisan 1949 Washington Antlaşması ile birlikte NATO (Kuzey Atlantik Antlaşma Örgütü) kuruldu.
Türkiye'nin savaş sonrasında Sovyetler Birliği ile arasının bozulmasının ardından Türk egemen sınıfları politik alanda bir yandan ABD başta olmak üzere Batı'nın desteğini almaya çalışırken, diğer yandan da Batı kapitalizmi ile bütünleşme sürecini hızlandırmıştı. İç politikada da, biraz da dış baskının etkisiyle göstermelik de olsa çok partili bir hayata geçilmiş, Soğuk Savaş'ın getirdiği bir ortamda yine iç siyasette geçmişten devralınan anti-komünist politika daha da yoğunlaştırılmıştı.
Batı bloğunda yer almak isteyen Türkiye açısından, Batı'nın ekonomik, askeri ve siyasi kurumlarında yer almak temel hedefti. Bu nedenle 1947 yılında IMF'ye üye olmuş, 1949'da Avrupa Konseyi'ne kurucu üye olarak katılmıştı. Ama Türk burjuvazisi için asıl önemli olan Batı kaynaklı savunma örgütlerine dahil olabilmekti.
Türkiye bu nedenle NATO'nun kurulduğu uluslararası toplantıya çağrılmamasından dolayı tepki göstermiş ve NATO'ya dahil olmak istediğini ilgili taraflara bildirmişti. Türkiye'nin NATO'ya üyelik için başvurusu ise 11 Mayıs 1950'de yani CHP iktidarı henüz sona ermeden önce yapıldı, ancak Türkiye'nin başvurusu reddedildi. Türkiye'nin NATO üyeliğine İngiltere ve Baltık ülkeleri karşı çıkıyordu. İngiltere'ye göre Türkiye NATO yerine, İngiltere öncülüğünde, Mısır merkezli olarak kurulması planlanan Ortadoğu Komutanlığı'na dahil olmalıydı.
Türkiye'de 1950'de yönetime gelen Demokrat Parti, Türkiye'yi NATO'ya dahil etme konusunda yoğun bir çaba gösterdi. Bu konuda DP'nin eline bulunmaz fırsat bir ay sonra geçti. 25 Haziran 1950'de Kore Savaşı'nın patlak vermesi ve ABD'nin savaşa müdahalesi ile birlikte DP yönetimi de Kore'ye asker gönderme kararı almıştı.
Temmuz ayı içerisinde cumhurbaşkanı, başbakan ve genelkurmay başkanının katıldığı, Yalova'da yapılan bir toplantıda Tahsin Yazıcı komutasında 4.500 kişilik muharip bir Türk birliğinin Kore'ye gönderilmesi uygun bulundu. Ana muhalefet partisi CHP ilke olarak Kore'ye asker gönderilmesine karşı değildi. CHP'nin itiraz ettiği tek nokta, böyle bir kararın ancak Meclis tarafından alınabileceği yönündeydi. 1924 Anayasası'nın 26.maddesine göre yurtdışına asker gönderilmesi veya savaş ilan edilmesi ancak TBMM kararıyla mümkündü.
Aynı tarihlerde de ülkedeki asıl savaş karşıtları güçleri sınırlı da olsa harekete geçmişlerdi. Başını akademisyenlerden Behice Boran'ın çektiği bir grup aydın Barışseverler Cemiyeti'ni kurdu. Cemiyet, 25 Temmuz tarihinde Galata Köprüsü'nde savaş karşıtı bildiriler dağıttı. Bu eylem karşısında DP Hükümeti. Sert tedbirler alarak Cemiyet'in önde gelen yöneticilerini tutuklar. Barışseverler Cemiyeti' nin eylemi Cumhuriyet tarihinde ilk savaş karşıtı eylem olma özelliğini göstermekteydi.
Neticede Türkiye Kore'ye asker gönderir. Kore'ye giden Türk askerlerinden 721'i ölür, 2147 asker yaralanır, 234 asker esir düşer ve 175 asker ise kaybolur. Bu bedel karşısında ABD emperyalizminin ve NATO'nun Türk egemenlerine "hediyesi" üyelik olur. NATO'nun 1951 sonbaharında düzenlenen zirvesinde Türkiye'nin üyeliği kabul edilir. 18 Şubat 1952 tarihinde ise NATO'ya resmen üye olur.
(marksist.org' dan alıntıdır)
21 Temmuz 2015 Salı
Madra Dağı, Kazdağı, Spil, Kaçkar, Samistal, Cudi... Maraş, Sivas, Çorum, Reyhanlı, Suruç... Alageyik, karaca, tosbağa, tilki, tavşan... İnsan... Aynı yanar kardeşim; sessizin dili, görmezin gözü, devletin közüyle yanar... Devlet, suçu halkına pay eden en eski entrikadır... Doğuyu batının payıyla, güneyi kuzeyin payıyla, ötekiyi ötekinin payıyla yakar.. Altından altın çıkarır, üstünden yol çıkarır... Gider beyaz adama pay eder...
Gül Satıcısı (Gulfiroş)
Bir gül satıcısı gördüm uyandığımda
Çok sevindim, gülü kalbe değişeceğine
Gülü kalbe değişeceğine
Bir kalbimiz vardı, hastalık ve yara dolu
İnanamadım önce, gülü kalbe değişeceğine
Gülü kalbe değişeceğine
Pazarlık ettik; “Takas etmem” dedi;
“Güle tapan canını da verir üstüne
Canını da verir üstüne”
Sordum: “Can ve kalbini kim değişir bu güle!”
“Pazarlık bu” dedi. “Yaralı ya kalbin
Yaralı ya kalbin”
Canımı da kalbimi de verdim, kalp feryat etti;
“Hey Cegerxwin, bir güle değişti kalbini
Bir güle değişti kalbini.”
Cegerxwin Çeviri: Gani Bozarslan,
Dünya Şiir Antolojisi, Hazırlayanlar: Ataol Behramoğlu& Özdemir İnce, Pozitif Y., 2013, Cilt II, Sayfa: 297
İkimiz
Rüzgarın avuçlarımız arasında sıkıştığını duymadın
Belleğin kendini hazırlamasıydı bu aslında
Buluşmadan önceki ayrılıştı,duymadın...
Eksiksizdin sen;
Bütün çıplaklığına sarılmış,
Bir orman yangınındaki ağaçlar gibi
Onurlu ve korumasız...
Yannis Ritsos
Çeviri: Cevat Çapan
19 Temmuz 2015 Pazar
Balat Türküsü
Güneş sözlüğünden Raşel
Bütün karanlıklara dama
Giyindiği bişey değil
Soyunduğu bir dal basma
Harf atıyor yukarlardan
Kelebek gözlüklü bir tanrı
Raşel ki bir kutsal yalan
Yalanlıyor kitapları
Oyy bu çaylak yuvası evren
Uçurmuş Raşellerini
Çalan onlardı göğüslerinden
Erkeklerin al mendillerini
Yeruşalim değil bu ülke
İki su omuzlarından aşk
Damlaya damlaya bu öfke
Akkuğulu göl olacak.
Can Yücel
4 Temmuz 2015 Cumartesi
Dayanın Yurttaşlarım
Çook eskiden, bu kavanoz dipli koca dünyanın bir yerinde, dört bir yanı dağ, ortası bağ, suları şırıl şırıl, gökleri pırıl pırıl bir ülke varmış. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, burada da, insanlardan başka yaratıklar da varmış. Bunların arasında sürüngenler, zehirli böcekler, örümcekler de elbet bulunurmuş. Ama bunlar, başka yerlerdekinden ne çok, ne az olduklarından hiç kimsenin gözüne batmazmış.
Bu ülkenin başında bir kişi bulunurmuş. Buna "Başbay" denirmiş. O ülkede başbaylık seçimle olurmuş. Başbay olmak isteyenler, adaylıklarını koyarlar, seçmenler de bunların içinden beğendiklerini Başbay seçerlermiş. Hangi adayın aldığı oy çoksa o, Başbay olurmuş.
Gel zaman git zaman, o ülkede bir şaşılası değişme olmuş. Sürüngenler, zehirli böcekler günden güne çoğalmaya başlamış. Yılanlar, çıyanlar, kırkayaklar, akrepler, örümcekler, kertenkeleler, hem her gün biraz daha çoğalıyor, hem de her gün biraz daha büyüyüp irileşiyorlarmış. Yılanlar, kavak kadar uzayıp boylanmış, kavak gövdesi kadar en almış. örümcekler büyüye büyüye ev kadar olmuşlar. İrileşen kertenkelelerin yeni doğan yavruları bile timsahtan büyük olurmuş. Kırkayaklar, yolcu trenleri gibi uzamış. Yarasaların kanatları çadır kadar genişlemiş.
Aklı ergin, derin bilgin, erdemli kişiler, bu işin nedeni üstünde kafa patlatmışlar, düşünmüşler, ama bir türlü bu zararlı yaratıkların neden günden güne büyüyüp çoğaldıklarını anlayamamışlar.
İş bu kadarla da kalmamış. Bu zararlı yaratıklar, insanları sokmaya, ısırmaya, zehirlemeye de başlamışlar. Daha bir şaşılacak yanı, bunların ısırıp zehirlediği kişiler ölmüyorlarmış. Ölmedikten başka, bu zehirler insanın beynini uyuşturuyor, tatlı bir yarı uyku veriyormuş. Bu öyle bir keyifmiş ki, kanına bir kere bu zehirden karışan, hemen bu zehire alışırmış. Artık bu kişi kendisini yılanlara, akreplere ısırtmadan, kırkayaklara örümceklere sokturmadan, kertenkelelere, yarasalara kanını emdirtmeden duramazmış. Hem de bu zehirin verdiği keyfin sonu yokmuş. Bikere bu zehire alışanlar, onun verdiği keyfi hiçbir zaman yeter bulmazlar, her gün daha çok, daha çok isterlermiş. Haftada bir kendilerini zehirletenler, giderek iki günde bir, her gün, daha sonra da günde bikaç öğün kendilerini zehirletmeye başlamışlar.
Beyinlerinin düşünmeye yaradığını bilen, kafası önce, yüreği yüce kişiler, nasıl etsek de insanoğlunu şu yılan çıyan zehirinden kurtarsak diye bir yol aramışlar. Ama öbür yandan, kendilerini ille zehirleterek keyiflenmek isteyenler böyle düşünenlere karşı dururlarmış. Bu yüzden o ülkedeki insanlar ikiye ayrılmışlar. Aralarında başka ayrılıklar da varmış elbet ama, çoğunlukla iki belli ayrım varmış. Yılan çıyan zehirine alışanlar, bu zehirin çok iyi yararlı bir şey olduğunu savunanlarla, bunun tersini söyleyenler.
Yarasalar, .örümcekler, akrepler, kırkayaklar durmadan insanları sokmaya hız verdiklerinden, zehire alışanlar günden güne çoğalıyor, öbürleri hergün biraz daha azınlıkta kalıyorlarmış.
Gel zaman git zaman, bu zehire alışanlar o kadar çok zehirlenmeye başlamışlar ki, gitgide yüzleri gözleri, elleri ayaklan değişmeye başlamış. Kendilerini yılanlara sokturanların, her gün birer parça, birer parça derilerinin rengi yeşile kaçıyor, vücutları uzuyor, kafaları küçülüyor, bir zaman sonra büsbütün yılan olup çıkıyorlarmış. O zaman yılandan hiç ayrımsız, yerde sürünmeye başlıyorlar, başkalarını sokmaya, zehirlemeye çalışıyorlarmış. Bitakımlarının da parmakları, tırnakları, elleri, ayakları gitgide inceliyor, uzuyor, yeniden eller ayaklar çıkıyor, yavaş yavaş derken günün birinde iri bir örümcek oluyorlarmış. Ondan sonra başka insanların üzerine atılıyorlarmış. Böyle böyle derken, zehirlenen insanlar da, kanlarına karışan zehirin etkisiyle günden güne yılanlaşmaya, çıyanlaşmaya, yarasalaşmaya, solucanlaşmaya, sürüngenleşmeye başlamışlar.
Ötekiler, insan kalmak için direnirlerken, her elveren yerde dillerinin döndüğü kadar,
- Yurttaşlar!.. İnsanlığınızı koruyun, örümcekleşmeyin, akrepleşmeyin!.. diye bağırırlar, söylerler, ama dinletemezlermiş.
Zehirlenip değişenler gitgide çoğaldıklarından, böyle söyleyenlere,
- Hainler, alçaklar !.. diye bağırır, üzerine yürürlermiş.
İnsanlığını koruyanlar gitgide o denli azınlıkta kalmışlar ki, günün birinde o ülkede büsbütün insan kalmamasından korkmaya başlamışlar. Başbay seçimi zamanı gelince, kamuoyu da onlardan yana olduğu için, yılan, çıyan, yarasa, örümcek biçimine girmiş olanlar kimi seçerlerse, o ülkeye Başbay olurmuş.
O ülkede aydın kişiler de varmış. "Başımıza gelenler nedir? Bundan yurttaşlarımızı nasıl kurtarırız, koruruz?" diye düşünmeye başlamışlar. Her aydın kendi kafasına göre buna bir yol bulmuş. Kimi,
- Zehire alışa alışa sürüngenleşenler, örümcekleşenler, artık insan sayılmazlar. Onlarda insanlığın ne biçimi kalmış, ne özü... Bunun için de Başbay seçimine katılmasınlar!.. demiş.
Her ne kadar biçimleri insan değilse de, ilk gelişleri, doğuşları insan. Çünkü, bunların çocukları yine insan doğarmış. Kanlarına zehir katılmazsa, hep insan kalırlarmış.
O ülkedeki aydınların kimisi de,
- İnsan kalmak için, çatalla yemek yensin!.. demiş.
"Ütülü pantolon giymeli" diyen, "Her gün tıraş olmalı" diyen doluymuş. Ama bunların hiçbiri, insanların insanlığını korumaya yetmezmiş.
O zaman, o ülkenin aydınları, "Bir de başka ülkelere bakalım. Oralarda da biçimini, kalıbını, içini, özünü değiştirenler var mı? Varsa, neler yapıyorlar? Bunu nasıl önlüyorlar, gidip görelim!" demeye başlamışlar. Dedikleri gibi de, başka ülkelere gidip, oralardaki insanları incelemişler. Sonra, oralarda görüp öğrendiklerini, kendi ülkelerine uygulayıp, yurttaşlarına yararlı olmak için, evlerine, çocuklarına dönmüşler. Yine eskisi gibi herkes kendince bir düşünce sürmüş ileri. Kimisi,
- Evlere daha geniş pencereler açalım!.. demiş.
Kimisi,
- Başka ülkelerden örnek insanlar getirelim!.. demiş.
Kimisi de,
- Bizimkileri başka ülkelere gönderelim, oralardaki insanları görsünler!.. demiş.
"Günde üç kere zıplamak gerek." "Yatakta sol yana yatmalı." diyenler bile varmış. Yalnız bunların aralarında kafası işleyen biri çıkmış.
- Beni dinleyin, demiş, ben sürüngenlerin, böceklerin neden çoğalıp geliştiklerini anladım. Yeryüzünün başka ülkelerine bakıp, bunu öğrendim. Bir hava esiyor, bu hava sürüngenlere, böceklere o kadar yarıyor ki büyüyorlar, çoğalıyorlar. Şimdi iş, bu havanın esmesine engel olmakta. Bu hava da, doğu yönünden esiyor. Gezip dolaştığım yerlerde gördüm. Doğudan esen bu havayı kesen dağ dibinde kurulmuş ülkelerde, bizde olanlar olmuyor. Aklımızı başımıza toplayıp, büsbütün iş işten geçmeden, doğudan esen hava yolunu kapamalıyız. Yoksa hepimiz, günün birinde değişip insanlıktan çıkacağız, yılan çıyan olacağız.
Bu sözlere inananlar da olmuş, inanmayanlar da, gülüp geçenler de.. Ama inananlar işi sıkı tutup, zehirli sürüngen, örümcek, kertenkele, yarasa biçimindekilerle savaşa girmişler. Bu ölüm kalım savaşı çok kanlı olmuş. Çünkü o zamanın Başbayı da, çoğunluktan yanaymış.
O, ülke düşmanlardan korunmak için çepçevre kale duvarlarıyla çevriliymiş, Bu kalın duvarların her biyana kapıları varmış. Ülkenin insanları, doğu kapısını kapamaya çalışırlarken, öbürleri de kapatmamaya çalışırlarmış. İnsanlar kapıyı içerden itmeye, öbürleri dışardan dayanıp kapatmamaya uğraşırlarken seller gibi kanlar akmış. Ama sonunda içerdekiler başarı kazanmışlar, doğu kapısını sıkıca kapamışlar. Öbürleri de kapının dışında kalmışlar. Bu düşünceyi ileri sürüp başarı kazanan kişi, o ülkeye Başbay olmuş. Yurttaşlarına,
- Sakın, demiş, bu kapıyı aralamayın ! Bir kere aralarsanız, sonunu alamazsınız. Bu böyle bir kapıdır ki, bir parmak aralansa, günün birinde ardına kadar açılır.
Bir zaman sonra bu akıllı kişi ölmüş. Onun yerine başkaları seçile seçile Başbay olmuşlar.
Yine eskiden, her yerde, her zaman olduğu gibi o ülkede de sürüngenlerle öteki böcekler varmış ama, doğu kapısı kapalı olduğundan, doğudan hava girmediği için, bunlar olduklarından daha çok büyüyemez, üreyemezlermiş.
Gel zaman git zaman, Başbay adayları arasında, sen seçileceksin, ben seçileceğim, diye çatışmalar başlamış. Doğrusu bu Başbay adaylarının hiçbiri, yeniden insanların örümcekleşmesini, akrepleşmesini istemiyorlarmış. İstemiyorlarmış ama, ne yapsınlar, oy kazanmak gerek. O zamanın Başbayı, düşünmüş taşınmış, öbür adaydan üç oy daha çok alsa seçimi kazanacak.
- Ben şu kapıyı üç oyluk aralarım!.. demiş.
Dediği gibi de yapıp, Başbaylığı başkasına bırakmamış.
Bunu gören öbür adaylar, kapıyı daha da açıp, kendilerine oy verecekleri içeri sokmaya başlamışlar. Onlar da, kapının büsbütün açılıp hepsinin dolmasını istemiyorlarmış. Bunun için de kendilerine gerekli on oyluk kadar kapıyı aralamışlar. Biyandan da kapı temelli açılmasın diye, kendi adamlarına, kapıyı ardından ittirirlermiş. Kapı on oyluk, yüz oyluk, bin oyluk aralana aralana, gün gelmiş, ardına kadar açılmış.
Gelgelelim Başbaylar, kapının hepten açık kalmasını istemediklerinden,
- Dayanın, içerden itin! diye de kendi adamlarına emirler verirlermiş.
İçeriden ite, dışarıdan ite, kapı kendi ekseni üstünde fır fır dönmeye başlamış.
İşte o zamandan beri o ülkede doğu kapısı fır fır döner, ama Başbaylar da, hiç durmadan,
-Dayanın yurttaşlarım, dayanın !.. diye bağırırlarmış.
Aziz Nesin
Memleketin Birinde adlı kitabından
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)