6 Nisan 2018 Cuma

Yoksul B.B. İçin


1.
Ben Bertolt Brecht, kara ormanlardan.
Karnında getirmiş şehre anam beni.
Ama çekip gidene dek ben bu dünyadan
çıkmayacak ormanların soğuğu içimden.

2.
Asfalt şehirde evimde gibiyim.
Donanmışım son kutsal törenle:
Gazeteyle, şarapla, tütünle,
Güvensiz, aylak, ama sonu mutlu.

3.
İnsanlarla iyi aram. Durur başımda
şapkam herkesinki gibi. İnsanlara bakar
derim: “Bunlar başka türlü kokan birer hayvan.”
“Ne çıkar, derim sonra, benim onlardan ne farkım var?”

4.
Kadınlarla otururum yan yana
salıncaklı koltuğumda sabahları.
Seyrederim onları umursamadan ve derim:
“İşte karşınızda güvenilmez bir adam.”

5.
Akşamları da toplarım erkekleri.
“Bayım” deriz birbirimize hep konuşurken.
Ayaklarını dayarlar masama ve derler:
“Düzelecek işler!” Sormam: “Ne zaman?”

6.
Sabaha doğru alacakaranlıkta ıslanır çamlar,
kuşlar ötüşür, böcekler bağrışır.
Dikerim ben kadehimi şehirde tam o sıra dibine kadar,
atıp izmaritimi, dalarım tedirgin bir uykuya.

7.
Biz, uçarı kişiler,
otururuz yıkılmaz sanılan evlerde.
(Yüksek kapılarını biziz kuran Manhattan adasının.
Biziz kuran incecik antenleri,
Atlantik üstünde konuşan).

8.
Bu şehirlerden arta kalacak ne;
Sokakları dolaşan bir rüzgar kalacak.
Evleri kuranlar mutlu olurlar ama,
Onlar da bir gün bırakır evleri giderler.
Hepimiz bugün var, yarın yokuz,
ne düşünürse düşünsün bizden sonrakiler.

9.
Umarım ki, bir deprem olunca yakında,
söndürmem puromu üzüntüyle.
Ben Bertolt Brecht, kara ormanlardan,
anasının karnında gelmiş asfalt şehre.

Bertolt Brecht
Çeviri: A.Kadir (Abdulkadir Meriçboyu), Asım Bezirci

23 Ocak 2018 Salı

Gece



el ayak çekildi
gecenin gölgesine bir düş gibi uzandın
kızının üstünü örtmüştün
kolunda uyuyup kalmış karın
gölgen suya değse ıslanır şimdi

acemisin biliyorum
elin ayağına dolaşıyor günü denerken
bir gerçeğe parmak basar gibi
basamıyorsun da ölümün tetiğine
kırkyalan sözcükler kesiyor rüzgarlarını
onun için aylar var ki
zorla uyduruyorsun kendini her role
susturamasan da kafandaki o sesi

dün de bugün gibi
dün de bugün gibi

öfken de bundan
kibar şairlere gülmen de

tuhaf bir adamsın vesselam
canını sıkan bir sokağı
boyuyorsun da
kırmızıya
bir yaprak düşse dalından
altında kalıyorsun

hiçbir şeyin uymuyor kitaplara

ama gel bu sabah
karını öperek uyandır
işe mişe de gitme
kızına kahvaltıyı sen yaptır
sonra pırıl pırıl günü tak yakana
yeni bir hayatın önsözü gibi
kentin kalabalığına karışıp yürü
kimse korkmasın bakışlarından
üstün başın boydan boya gökyüzü
çocukların ellerine bulaşsın dursun

nasıl olsa
hala güzel masallara inanıyorsun

Enver Ercan

31 Ekim 2017 Salı

Severmişim Meğer


yıl 62 Mart 28
Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım
akşam oluyor
dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer
akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim 
toprağı severmişim meğer
toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen
ben sürmedim
Platonik biricik sevdam da buymuş meğer


meğer ırmağı severmişim
ister böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde
doruklarına şatolar kondurulmuş Avrupa tepelerinin
ister uzasın göz alabildiğine dümdüz
bilirim aynı ırmakta yıkanılmaz bir kere bile
bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremeyeceksin
bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden alabildiğine kısa
bilirim benden önce duyulmuş bu keder
benden sonra da duyulacak
benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere
benden sonra da söylenecek

gökyüzünü severmişim meğer
kapalı olsun açık olsun
Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği gök kubbe
hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın
kulağıma sesler geliyor
gök kubbeden değil meydan yerinden
gardiyanlar birini dövüyor yine

ağaçları severmişim meğer
çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Peredelkino’da kışın
çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar
kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi
İzmir’ in kavakları
dökülür yaprakları
bize de Çakıcı derler
yar fidan boylum
yakarız konakları
Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına
ucu işlemeli

yolları severmişim meğer
asfaltını da
Vera direksiyonda Moskova’dan Kırım’a gidiyoruz Koktebel’e
asıl adı Göktepe ili
bir kapalı kutuda ikimiz
dünya akıyor iki yandan dışarda dilsiz uzak

hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım
eşkiyalar çıktı karşıma Bolu’dan inerken Gerede’ye kırmızı yolda ve yaşım on sekiz
yaylıda canımdan gayri alacakları eşyam da yok
ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır
bunu bir kere daha yazdımdı
çamurlu karanlık sokakta bata çıka Karagöz’e gidiyorum Ramazan gecesi
önde körüklü kaat fener
belki böyle bir şey olmadı
….
çiçekler geldi aklıma her nedense
gelincikler kaktüsler fulyalar
İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı
ağzı acıbadem kokuyor yaşım on yedi
kolan vurdu yüreğim salıncak bulutlara girdi çıktı
çiçekleri severmişim meğer
üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948
yıldızları hatırladım

severmişim meğer
gözümün önüne kar yağışı geliyor
ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de
meğer kar yağışını severmişim

güneşi severmişim meğer
şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile
güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi batar
ama onun resmini sen öyle yapmayacaksın

meğer denizi severmişim
hem de nasıl
ama Ayvazofki’nin denizleri bir yana

bulutları severmişim meğer
ister altlarında olayım ister üstlerinde
ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara

ayışığı geliyor aklıma en aygın baygın en yalancısı en küçük burjuvası
severmişim
yağmuru severmişim meğer
ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim
beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın
içinde ve çıkar yolculuğa hartada çizilmemiş bir memlekete gider
yağmuru severmişim meğer

ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prag-Berlin treninde
yanında pencerenin
altıncı cıgaramı yaktığımdan mı
bir eski ölümdür benim için
Moskova’ da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye
saçları saman sarısı kirpikleri mavi

zifiri karanlıkta gidiyor tren
zifiri karanlığı severmişim meğer
kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften
kıvılcımları severmişim meğer
meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun
Prag-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir
yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek


Nâzım Hikmet Ran
19 Nisan 1962


25 Temmuz 2017 Salı

Bilinmeyen Ülke

Ey uzak ülke, güzel ülke
Ey bilmediğim ülke!
Ne kendi isteğimle geldim sana
Ne de soylu bir atın sırtında
Beni, bu yiğit delikanlıyı
Gençliğin ateşi getirdi buraya
Bir de başımdaki şarap dumanları.

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Fotoğraf: Nilgün Mısır




 

24 Temmuz 2017 Pazartesi

Ağlayan Kaya

Ben şiirin nefer taşı
Büyük bir Amerika keşfettim ruhunuzda
Ben başarıların Kristof Kolomb’u
Ne duruyorsunuz hadi alkışlayın!

Cennete gitmek isterdim otostopla,
Cinnete kadardı tüm yollar oysa,
Tüm hayatı okşamak isterdim kedilerin şahsında
Tüm sarı, tüm kara, tüm yumuşak.
İlk sevgilimle bir kilisenin bahçesinde buluşurduk.
Bir mezarlıkta öpüştük ilk defa,
Rengarenk boncuklar saçılmıştı benden her tarafa,
Kapkaraydı ama toprak.
Binlerce ruhu taciz etmiş bir ilk aşk
Tanrım sorarım sana neye yarar?
İpek yolunda ipektim o zaman
Baharat yolunda baharat.
Aşk kırmızı atlastı,
Ten Greenwich başlangıç meridyeni
Yağmur yağardı, durmadan yağmur
Coğrafyadan da anlarım, hadi alkışlayın !
Keşke aşk şiiri yazsam
Ne güzel,
Aktarlara tarçın diye satardım
Ticareti de öğrendim bakın,
Hadi alkışlayın.

Cesaret sanırım bir çeşit esaretti,
Iskat edilmekti mirastan
Tüm malvarlığını veremli kıza bırakmak
Ananın vasiyetini çekirdek külahı olarak kullanmak
Korkuyorum ama artık
Hadi alkışlayın!
Cesaretim bir süredir gözaltında
İhzar müzekkeremi kendim yazdım
Tehlikeli sayılmam artık.
Kalbimin kalın kitabının arasında kuruttum
Onu orada
Beş parmaklı bir çınar yaprağı gibi unuttum.
Kalbim !
Şiirimin Hacer’ül esved taşı
Hadi ama baylar,
Bakın kaldıramıyorum,
Yardım edin de şunu yerine koyalım.

Hay !
Keşke susmanın muhabbet kuşu olaydım.
Ters Pinokyo olmak istiyorum Gepetto Usta
Kötülüklere boğulup
İnsanlıktan çıkmak istiyorum artık !
Kafam karışık ama
Yetişir!
Bir beyaz balinanın karnında uyumak istiyorum artık.
Camdan papuçlarım kırık..

Prens de bulamaz beni artık.
Hayata söyleyin bundan sonra gitsin
Anlamını masallarda arasın
Hay !
Ben sizin ruhunuza çiçek aşısı yapayım
da çiçekler açsın ruhunuz.
Hadi alkışlayın !
Biliyorum hala biraz safım.

Keşfettim
Küçük ruhlarınızdaki büyük Amerika’ yı
Hadi alkışlayın !
BU SİZİN BAŞARINIZ.

Didem Madak

16 Temmuz 2017 Pazar

Bütün Erkekler Ölür

Çünkü gök sıkıntıyla ağar
rüzgâr buruşur, bir yaprak düşer
ve kaçıyordur solgun mavilikte
maviler ve al geyikler.
İşte altın ve kara akıntılar:
analar, yitirilmiş resimlik
yoksulluk, o korkunç kadın.
Susun, tümünün anıldığı gündür,
kara yağmur ve ebem kuşağı
usulca bütün erkekler ölür.

Kıpırdamasın insandan gelen sesler
kamyonlar devrilir dağ yolunda.
Rehincide kalan bir gümüş saat
emanetçide unutulan bavul,
geçip giden gök taşlarıdır
havadan ve selüloit mavilikten.
Ey mermeri bozuk yalnızlık,
sanki kutsal bir avdır suskuda
ve bir yakut parıltısıdır artık.

Çünkü gök kanla ağıyordur,
soluk soluğa atan bir damar
kalbinde hırçın denizin
ve toprağın nabzında,
unutulmak gibi bir şahdamar.
Ürperir aynı rüzgârla
darağacı, çarmıh ve çiçek,
sussun yatakların fısıltısı
avuçlarda parıldayan kehribar:
ekmekli, zincirli ve başları eğik
kadınların erkekleri geçiyordur.
Ve üzgün deltası kısacık ömürlerin
bir albüm, bir şarkı, bir çocuk.

Hangi doldurulmuş hüznün yakutu
çocukluk defterlerince soluk,
ki savaş alanlarında parıldar
bütün koruluklardır ay ışığı,
ey ulaşılmayan dayanak aşklar
elleri kanatan kesici ağıt.
Hep unutuştur akılda kalan,
sıçrayan, yenilen ve ölen geyikler,
derdin eksilmediği kalem ve kağıt.
Kısa ve kesin bir sözdür erkekler,
İspanya'da "Non Pasaran",
kızaran kilise çanları
katedrallere çöken gölgelik
İtalya'da "Mamma Mia"
işte avuçların dünyayı duyduğu kayalar,
sarkık bir bıyık Meksika'da, "Viva"
Nehirler kurur, susar aşk
ve en katı sözdür erkekler
kıraç ve yoksul Anadolu'da.

Büyük ve yeniktir erkekler,
söz dinlemez serüvenci çocuk
su şırıltısında sayıklayan hasta,
ve deli bir sevgilidir sabaha kadar
bulgulu, korkunç ve utançla.
Yararsız bütün leylak ağaçları,
hiç bilmiyor erkekler
doğan ve ölen çocukların hüznünü,
çünkü daha önceden ölürler.

Çünkü gök ağıyordur kanla,
hep yenik yıldızlar vardır,
anı defteri, kum saati, savaş alanı,
bir yüz
işte o kandır.

Ey ışığını dağıtan kristal
ölümsüzlük, ele geçirilmeyen gömü,
ayışığı denizle kendini sürdürür,
işte her şey geçip gitmede,
usulca bütün erkekler ölür.

Ahmet Oktay

15 Temmuz 2017 Cumartesi

Saklambaç


Bir. Duvara doğru dönüyor, kıpırdamadan duruyorum Gözlerim sımsıkı kapalı. Yüksek sesle ona kadar sayacağım. Bir oyun bu! Hiç kimse bana söylemeyecek gözlerimi ne zaman açacağımı... On dediğimde herkes bu yere gizlenmiş olacak.

İki. Ama ben karanlıktan korkarım. Yalnızlıktan da.

Üç. Hızla uzaklaşan ayak sesleri. Uçsuz bucaksız soğukluğu duvarın. Ne bakabiliyor, ne bakmamazlık edebiliyorum. Gözucuyla, kaçamak bir bakış, sağına ve soluma, dünya hep benden kaçıyor gibi. Sanki arkamda biri duruyor, gözlerimi açtığımı fark ederse soğuk, dev elleriyle örtecek onları, beni uyumaya zorlayacak.

Dört. Bu şehirde doğmamışım ben. Ama benim ülkem burası, yokuşlarla çevrili çocukluk ülkesi. Yollar yok burada, sokaklar var. Annem, babam, kardeşlerim bir de erik ağacıyla kedi var. Bir de kırmızı elbisem.

Beş. Duvarları annem anlattı bana. Derler ki ben babamdan çok anneme benzermişim. Duvarların önüne ağlamak için gelirmiş insanlar.

Altı. Ama bana soruyor duvar: Kaça kadar saymayı biliyorsun ?

Yedi. Kırmızı artık aynı kırmızı değil, kız çocuk kırmızısı değil. Kan rengi, utanç rengi, tokat rengi, çok lekeli.

Sekiz. Çabuk olup bitiyor her şey. Gözlerini bir açıyorsun, bir kapıyorsun, hep o yarı uyku halinde, bir bakıyorsun dizindeki yaralar kapanmış, bir bakıyorsun çocukların olmuş. Ben annemden ne kadar farklıysam benden o kadar farklı. Yokuşlar önce kısalıyor, sonra tekrar uzuyor. Kırmızıyı bile unutuyorsun. Sanki hep bir duvarın önünde ağlıyor, sayıyor, bekliyorsun, sen beklerken hayat uzaklaşıp gidiyor.

Dokuz On dediğimde herkes gitmiş olacak.

On.
Aslı Erdoğan

12 Temmuz 2017 Çarşamba

"Hiçbir şey hayatın hesaplanamaz olma hakkını elinden alamıyordu."


"Onca deneyim, yaşanılanlardan çıkarılan onca ders, gafil avlanmalara karşı yaşam boyunca alınan onca önlem günün birinde beklenmedik olanın tuzağına düşüveriyor, hiçbir şey hayatın hesaplanamaz olma hakkını elinden alamıyordu."

Murathan Mungan, Şairin Romanı, Metis Yayınları

11 Temmuz 2017 Salı

"Başkalarının kötülüğüyle mücadele etmek kolaydır"


"Zeki, akıllı, hırslı insanların başarısızlıklarında günün birinde mutlaka kötülüğe açılan bir kapı vardır. İyilerin işi her zaman daha kolay olmuştur. Unutmayı bilirler çünkü, üzerinden atlamayı, kayıtsız kalmayı, gerisini hayata bırakmayı, omuz silkip kendi yollarına devam etmeyi, gerektiğinde bağışlamayı... Başkalarının kötülüğüyle mücadele etmek kolaydır, asıl zor olan insanın kendi içindeki kötülükle baş etmesidir!"

Murathan Mungan, Şairin Romanı, Metis Yayınları, S.554-555

9 Temmuz 2017 Pazar

Karıma


Sofalar seninle serin
Odalar seninle ferah
Günüm sevinçle uzun
Yatağında kalktığım sabah

Elmanın yarısı sen yarısı ben
Günümüz gecemiz evimiz barkımız bir
Mutluluk bir çimendir bastığın yerde biter
Yalnızlık gittiğin yoldan gelir

Oktay Rifat
"Ne olursun evcilleştir beni," dedi tilki.
"Çok isterdim ama vaktim az. dostlar edinmeli, yeni şeyler tanımalıyım."
"Yalnız evcilleştirdiğin şeyleri tanıyabilirsin," dedi tilki. "İnsanların tanımaya ayıracak zamanları yok artık. Aldıklarını hazır alıyorlar dükkânlardan. Ama dost satan dükkânlar olmadığı için dostsuz kalıyorlar. Dost istiyorsan beni evcilleştir işte..."


Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens


(Çeviri: Cemal Süreya - Tomris Uyar)

3 Temmuz 2017 Pazartesi

"Başarıyı tadanlar"


"Başarıyı tadanlar günün birinde aşıp geçerlerdi onu, ömürlerini başarı düşüncesinin yapışkan ağında sinekler gibi geçirenler onu hiç tatmamış olanlardı."

Murathan Mungan, Şairin Romanı, Metis Yayınları, S.554

Fotoğraf: Nurcan Azaz

İzleyiciler