18 Aralık 2022 Pazar

Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı


 1.

Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi,
duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
gümüş ibriklerde şarap,
bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.
Öz kardeşi Musayı ok kirişiyle boğup
yani bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak
Çelebi Sultan Memet tahta çıkmış hünkâr idi.
Çelebi hünkâr idi amma
Âl Osman ülkesinde esen
bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr idi.
Köylünün göz nuru zeamet
alın teri timar idi.
Kırık testiler susuz
su başlarında bıyık buran sipahiler var idi.
Yolcu, yollarda topraksız insanın
                    ve insansız toprağın feryadını duyar idi.
Ve yolların sonu kale kapısında kılıçlar şakırdar
                                          köpüklü atlar kişner iken
çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi
                                                                tarumar idi.
Velhasıl hünkâr idi, timar idi, rüzgâr idi,
                                                      ahüzar idi.
 
 

2.

Bu göl İznik gölüdür.
Durgundur.
Karanlıktır.
Derindir.
Bir kuyu suyu gibi
                içindedir dağların.

Bizim burada göller
dumanlıdırlar.
Balıklarının eti yavan olur,
sazlıklarından ısıtma gelir,
ve göl insanı
                sakalına ak düşmeden ölür.

Bu göl İznik gölüdür.
Yanında İznik kasabası.
İznik kasabasında
kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü.
Çocuklar açtır.
Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.
Ve delikanlılar türkü söylemez.

Bu kasaba İznik kasabası.
Bu ev esnaf mahallesinde bir ev.
Bu evde
bir ihtiyar vardır Bedreddin adında.
Boyu küçük
        sakalı büyük
                  sakalı ak.
Çekik çocuk gözleri kurnaz
ve sarı parmakları saz gibi.

Bedreddin
ak bir koyun postu üstüne
oturmuş.
Hattı talik ile yazıyor
                       «Teshil»i.
Karşısında diz çökmüşler
ve karşıdan
bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona.
Bakıyor:
Başı tıraşlı
kalın kaşlı
ince uzun boylu Börklüce Mustafa.
Bakıyor:
kartal gagalı Torlak Kemâl..
Bakmaktan bıkıp usanmayıp
bakmağa doymıyarak
İznik sürgünü Bedreddine bakıyorlar..
 
 

3.

Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır.
Ve gölde ipi kopmuş
                             boş bir balıkçı kayığı
                             bir kuş ölüsü gibi
                                     suyun üstünde yüzüyor.
Gidiyor suyun götürdüğü yere,
gidiyor parçalanmak için karşı dağlara.

İznik gölünde akşam oldu.
Dağ başlarının kalın sesli sipahileri
güneşin boynunu vurup
                                kanını göle akıttılar.

Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır,
bir sazan balığı yüzünden
                       kaleye zincirlenen balıkçının kadını.

İznik gölünde akşam oldu.
Bedreddin eğildi suya
                         avuçlayıp doğruldu.

Ve sular
parmaklarından dökülüp
tekrar göle dönerken
                             dedi kendi kendine:
«— O âteş ki kalbimin içindedir
       tutuşmuştur
       günden güne artıyor.
       Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna
       eriyecek yüreğim...
 
       Ben gayrı zuhur ve huruç edeceğim!
       Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz.
       Ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip
       biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını
       iptâl edeceğiz...»

*

Ertesi gün
gölde kayık parçalanır
                       kalede bir baş kesilir
                                                kıyıda bir kadın ağlar
ve yazarken
Simavneli «Teshil»ini
Torlak Kemâlle Mustafa
öptüler
   şeyhlerinin elini.
Al atların kolanını sıktılar.
Ve İznik kapısından
dizlerinde çırılçıplak bir kılıç
heybelerinde el yazma bir kitapla çıktılar...

Kitaplarının adı:
                         «Varidat»dı.
 
 

4.

        Börklüce Mustafa ile Torlak Kemâl, Bedreddinin elini öpüp atlarına binerek biri Aydın, biri Manisa taraflarına gittikten sonra ben de rehberimle Konya ellerine doğru yola çıktım ve bir gün Haymana ovasına ulaştığımızda

Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş
Aydın elinde Karaburunda.
Bedreddinin kelâmını söylemiş
köylünün huzurunda.

Duyduk ki; «cümle derdinden kurtulup
piri pâk olsun diye,
     on beş yaşında bir civan teni gibi, toprağın eti,
ağalar topyekün kılıçtan geçirilip
verilmiş ortaya hünkâr beylerinin timarı zeameti.»

Duyduk ki...
Bu işler duyulur da durmak olur mu?
Bir sabah erken,
Haymana ovasında bir garip kuş öterken,
sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik.
«Varalım,
        dedik.
Görelim,
        dedik.
Yapışıp
       sapanın
              sapına
şol kardeş toprağını biz de bir yol
                                    sürelim, dedik.»
Düştük dağlara dağlara,
aştık dağları dağları...

Dostlar,
ben yolculuk etmem bir başıma.
Bir ikindi vakti can yoldaşıma
                          dedim ki: geldik.
                          Dedim ki: bak
başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe
bir adım geride ağlayan toprak.
Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir,
kütükler zor taşıyor kehribar salkımları.
Saz sepetlerde oynıyan balıkları gör:
ıslak derileri pul pul, ışıl ışıldır
ve körpe kuzu eti gibi aktır
                                   yumuşaktır etleri.
Dedim ki bak,
burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi
                                                            bereketli.
Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak..
 
 

5.

        Arkamızda hünkârın ve hünkâr beylerinin timar ve zeametli topraklarını bırakıp Börklücenin diyarına girdiğimizde bizi ilk karşılayan üç delikanlı oldu. Üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpâre ak libaslıydılar. Birisinin kıvırcık, abanoz gibi siyah bir sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu vardı. Vaktiyle Musanın dinindenmiş. Şimdi Börklüce yiğitlerinden.
        İkincisinin çenesi kıvrık ve burnu dümdüzdü. Sakızlı Rum bir gemiciymiş. O da Börklüce müritlerinden.
        Üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu. Şimdi düşünüyorum da, onu, yolparacılar koğuşunda yatan ve o yayla türküsünü söyliyen Hüseyine benzetiyorum. Yalnız Hüseyin Erzurumluydu. Bu Aydınlıymış.
        İlk sözü söyliyen Aydınlı oldu:
        — Dost musunuz düşman mı? dedi. Dost iseniz hoşgeldiniz. Düşman iseniz boynunuz kıldan incedir.
        — Dostuz, dedik.
        Ve o zaman öğrendik ki, Sarohan valisi Sismanın ordusunu, yani toprakları tekrar hünkâr beylerine vermek isteyenleri, bizimkiler Karaburunun dar, dağlık geçitlerinde tepelemişlerdir.
        Yine, o yolparacılar koğuşunda yatan Hüseyin'e benziyeni dedi ki:
        — Buradan ta Karaburunun dibindeki denize dek uzayan kardeş soframızda bu yıl incirler böyle ballı, başaklar böyle ağır ve zeytinler böyle yağlı iseler, biz onları, sırma cepken giyer haramilerin kanıyla suladık da ondandır.
        Müjde büyüktü. Rehberim:
        — Öyleyse tez dönelim. Haberi Bedreddine iletelim, dedi.
        Yanımıza Sakızlı Rum gemici Anastası da alıp ve ancak eşiğine bastığımız kardeş toprağını bırakarak tekrar Âl Osman oğullarının karanlığına daldık.
        Bedreddini İznikte, göl kıyısında bulduk. Vakit sabahtı. Hava ıslak ve kederliydi.
        Bedreddin.
        — Nöbet bizimdir. Rumeline geçek, dedi.
        Gece İznikten çıktık. Peşimizi atlılar kovalıyordu. Karanlık, onlarla aramızda duvar gibiydi. Ve bu duvarın arkasından nal seslerini duyuyorduk. Rehberim önden gidiyor, Bedreddinin atı benim al atımla Anastasınki arasındaydı. Biz üç anaydık. Bedreddin çocuğumuz Ona bir kötülük edecekler diye içimiz titriyordu. Biz üç çocuktuk. Bedreddin babamız. Karanlığın duvarı ardındaki nal sesleri yaklaşır gibi oldukça Bedreddine sokuluyorduk.
        Gün ışığında gizlenip, geceleri yol alarak İsfendiyara ulaştık. Oradan bir gemiye bindik.
 
 

6.

Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar
                                    ve bir yelkenli vardı.
Bir gece bir denizde bir yelkenli
                                        yapyalnızdı yıldızlarla.
Yıldızlar sayısızdı.
Yelkenler sönüktü.
Su karanlıktı
                  ve göz alabildiğine dümdüzdü.

Sarı Anastasla Adalı Bekir
                                           hamladaydılar.
Koç Salihle ben
               pruvada.
Ve Bedreddin
                  parmakları sakalına gömülü
                  dinliyordu küreklerin şıpırtısını.

Ben:
   — Ya! Bedreddin! dedim,
          uyuklıyan yelkenlerin tepesinde
                   yıldızlardan başka bir şey görmüyoruz.
        Fısıltılar dolaşmıyor havalarda.
        Ve denizin içinden
                           gürültüler duymuyoruz.
        Sade bir dilsiz, karanlık su,
        sade onun uykusu.
Ak sakalı boyundan büyük küçük ihtiyar
                                                         güldü,
                                                      dedi:
   — Sen bakma havanın durgunluğuna
        derya dediğin uyur uyur uyanır.

Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar
                                               ve bir yelkenli vardı.
Bir gece bir yelkenli geçip Karadenizi
                                             gidiyordu Deliormana
                                                             Ağaçdenizine...
 
 
 
7.

Bu orman ki Deliormandır gelip durmuşuz
demek Ağaçdenizinde çadır kurmuşuz.
«Malûm niçin geldik,
                                 malûm derdi derunumuz» diye
        her daldan her köye bir şahin uçurmuşuz.

Her şahin peşine yüz aslan takıp gelmiş.
Köylü, bey ekinini, çırak çarşıyı yakıp
                                reaya zinciri bırakıp gelmiş.
Yani Rumelinde bizden ne varsa tekmil
                    kol kol Ağaçdenizine akıp gelmiş...

Bir kızılca kıyamet!
Karışmış birbirine
                  at, insan, mızrak, demir, yaprak, deri,
                  gürgenlerin dalları, meşelerin kökleri.
Ne böyle bir âlem görmüşlüğü vardır,
ne böyle  bir uğultu duymuşluğu var
                              Deliorman deli olalı beri....
 
 

8.

        Anastası Deliormanda Bedreddinin ordugâhında bırakıp ben ve rehberim Geliboluya indik. Bizden önce buradan denizi yüzerek geçen olmuş. Galiba bir dildâde yüzünden. Biz de denizi yüzerek karşı kıyıya vardık. Lâkin bizi bir balık gibi çevik yapan şey bir kadın yüzünü ay ışığında seyretmek ihtirası değil, İzmir yoluyla Karaburuna, bu sefer şeyhinden Mustafaya haber ulaştırmak işiydi.
        İzmire yakın bir kervansaraya vardığımızda, padişahın on iki yaşındaki oğlunun elinden tutan Bayezid Paşanın Anadolu askerlerini topladığını duyduk.
        İzmirde çok oyalanmadık. Şehirden çıkıp Aydın yolunu tutmuştuk ki bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya serinlesin diye karpuz salmış dinlenen ve sohbet eden dört çelebiye rastladık. Her birinin üstünde başka çeşit libas vardı. Üçü kavukluydu, birisi fesli. Selâm verdiler. Selâm aldık. Kavuklulardan birisi Neşrî imiş. Dedi ki:
        — Halkı ibahet mezhebine davet eden Börklücenin üzerine Sultan Mehemmed Bayezid Paşa'yı gönderir.
        Kavuklulardan ikincisi Şükrüllah bin Şihâbiddin imiş. Dedi ki:
        — Bu sofinin başına birçok kimseler toplandı. Ve bunların dahi şer'i Muhammediye muhalif nice işleri âşikâr oldu.
        Kavuklulardan üçüncüsü Âşıkpaşazâde imiş. Dedi ki:
        - Sual: Ahir Börklüce paralanırsa imanla mı gidecek, imansız mı?
        - Cevap: Allah bilir anın çünkim biz anın mevti halini bilmezüz..
        Fesli olan çelebi İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisiydi. Yüzümüze baktı. Gözlerini kırpıştırarak kurnaz kurnaz gülümsedi. Bir şey demedi.
        Biz hemen atlarımızı mahmuzladık. Ve bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya saldıkları karpuzları serinletip sohbet edenleri nallarımızın tozları arkasında bırakarak Aydına, Karaburuna, Börklücenin yanına vardık.
 
 

9.

Sıcaktı.
Sıcak.
Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı
                                            sıcak.

Sıcaktı.
Bulutlar doluydular,
bulutlar boşanacak
                         boşanacaktı.
O, kımıldanmadan baktı,
     kayalardan
                 iki gözü iki kartal gibi indi ovaya.
Orda en yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
    seven,
en büyük, en güzel kadın:
                                    TOPRAK
                nerdeyse doğuracak
                                         doğuracaktı.

Sıcaktı.
Baktı Karaburun dağlarından O
baktı bu toprağın sonundaki ufka
                         çatarak kaşlarını :
Kırlarda çocuk başlarını
Kanlı gelincikler gibi koparıp
çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde
beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp.

Bu gelen
           Şehzade Murattı.
Hükmü hümâyun sâdır olmuştu ki Şehzade Muradın
                                                                          ismine
Aydın eline varıp
Bedreddin halifesi mülhid Mustafanın başına ine.

Sıcaktı.
Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı,
baktı köylü Mustafa.
Baktı korkmadan
                     kızmadan
                                gülmeden.
Baktı dimdik
                  dosdoğru.
Baktı O.
En yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
    seven,
en büyük, en güzel kadın :
                                    TOPRAK
                nerdeyse doğuracak
                                         doğuracaktı.

Baktı.
Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar.
Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu
                     fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla.
Oysaki onlar bu toprağı,
                 bu kayalardan bakanlar, onu,
üzümü, inciri, narı,
tüyleri baldan sarı,
          sütleri baldan koyu davarları,
ince belli, aslan yeleli atlarıyla
duvarsız ve sınırsız
bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.

Sıcaktı.
Baktı.
Bedreddin yiğitleri baktılar ufka...

*

En yumuşak, en sert,
en tutumlu, en cömert,
en
    seven,
en büyük, en güzel kadın :
                                    TOPRAK
                nerdeyse doğuracak
                                         doğuracaktı.

Sıcaktı.
Bulutlar doluydular.
Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere.
Birden-
           - bire
kayalardan dökülür
                    gökten yağar
                                    yerden biter gibi,
bu toprağın verdiği en son eser gibi
Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına
                                                                        çıktılar.
Dikişsiz ak libaslı
                            baş açık
                 yalnayak ve yalın kılıçtılar.

Mübalâğa cenk olundu.

Aydının Türk köylüleri,
         Sakızlı Rum gemiciler,
                              Yahudi esnafları,
on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın
düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
Bayrakları al, yeşil,
    kalkanları kakma, tolgası tunç
                                            saflar
pâre pâre edildi ama,
boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
on binler iki bin kaldı.

Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
                                         her yerde
                                                       hep beraber!
                                          diyebilmek
                                            için
on binler verdi sekiz binini..

Yenildiler.

Yenenler, yenilenlerin
                 dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
                                   kılıçlarının kanını.
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
Edirne sarayında damızlanmış atların
                                             eşildi nallarıyla.

Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
                            zarurî neticesi bu!
                                                      deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
          o, bu dilden anlamaz pek.
O, «hey gidi kambur felek,
hey gidi kahbe devran hey,»
                                             der.
Ve teker teker,
bir an içinde,
omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
                              yüzleri kan içinde
geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlûpları..

 

10.

Karanlıkta durdular.
Sözü O aldı, dedi:
«— Ayasluğ, şehrinde pazar kurdular.
Yine kimin dostlar
                yine kimin boynun vurdular?»

Yağmur
            yağıyordu boyuna.
Sözü onlar alıp
            dediler ona:
«— Daha pazar
             kurulmadı
                              kurulacak.
Esen rüzgâr
         durulmadı
                        durulacak.
Boynu daha
            vurulmadı
                            vurulacak.»

Karanlık ıslanırken perde perde
belirdim onların olduğu yerde
sözü ben aldım, dedim :
«— Ayasluğ şehrinin kapısı nerde?
                               Göster geçeyim!
Kalesi var mı?
Söyle yıkayım.
Baç alırlar mı?
                 De ki vermeyim!»

Sözü O aldı, dedi:
«—Ayasluğ şehrinin kapısı dardır.
                                       Girip çıkılmaz.
Kalesi vardır,
           kolay yıkılmaz.
Var git al atlı yiğit
                          var git işine!..»

Dedim: «— Girip çıkarım!»
Dedim: «-—Yakıp yıkarım!»
Dedi: «—Yağış kesildi
                       gün ağarıyor.
                  Cellât Ali,
                                   Mustafayı
                                               çağırıyor!
                Var git al atlı yiğit
                                          var git işine!..»

Dedim: «— Dostlar
                    bırakın beni
                    bırakın beni.
                    Dostlar
                    göreyim onu
                    göreyim onu!
                    Sanmayınız
                    dayanamam.
                    Sanmayınız
                    yandığımı
                    el âleme belli etmeden yanamam!

                    Dostlar
                    "Olmaz!" demeyin,
                    "Olmaz!" demeyin boşuna.
                    Sapından kopacak armut değil bu
                                             armut değil bu,
                    yaralı olsa da düşmez dalından;
                    bu yürek
                    bu yürek benzemez serçe kuşuna
                    serçe kuşuna!

                    Dostlar
                    biliyorum!
                    Dostlar
                    biliyorum nerde, ne haldedir O!
                    Biliyorum
                    gitti gelmez bir daha!
                    Biliyorum
                    bir deve hörgücünde
                    kanıyan bir çarmıha
                    çırılçıplak bedeni
                    mıhlıdır kollarından.
                    Dostlar
                    bırakın beni,
                    bırakın beni.
                    Dostlar
                    bir varayım göreyim
                    göreyim
                    Bedreddin kullarından
                    Börklüce Mustafayı
                    Mustafayı.»

*
Boynu vurulacak iki bin adam,
Mustafa ve çarmıhı
cellât, kütük ve satır
her şey hazır
               her şey tamam.

Kızıl sırma işlemeli bir haşa
altın üzengiler
kır bir at.
Atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk
Amasya padişahı şehzade sultan Murat.
Ve yanında onun
bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Bayezid Paşa!

Satırı çaldı cellât.
Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi,
yeşil bir daldan düşen elmalar gibi
                    birbiri ardına düştü başlar.
Ve her baş düşerken yere
çarmıhından Mustafa
baktı son defa.
Ve her yere düşen başın
kılı depremedi:
—İriş
        Dede Sultanım iriş!
                                dedi bir,
başka bir söz demedi..
 
 

11.

        Bayezid Paşa Manisaya gelmiş, Torlak Kemâli anda bulup anı dahi anda asmış, on vilâyet teftiş edilerek gidecekler giderilmiş ve on vilâyet betekrar bey kullarına timar verilmişti.
        Rehberimle ben, bu on vilâyetten geçtik. Tepemizde akbabalar dolaşıyor ve zaman zaman acayip çığlıklar atarak karanlık derelerin içine süzülüyorlar, henüz kanları kurumamış körpe kadın ve çocuk ölülerinin üstüne iniyorlardı. Yollarda, güneşin altında, genç, ihtiyar erkek cesetleri serili olduğu halde, kuşların yalnız kadın ve çocuk etini tercih etmeleri karınlarının ne kadar tok olduğunu gösteriyordu.
        Yollarda hünkâr beylerinin alaylarına rastlıyorduk.
        Hünkârın bey kulları; çürümüş bir bağ havası gibi ağır ve büyük bir güçlükle kımıldanabilen rüzgârların içinden ve parçalanmış toprağın üstünden geçerek, rengârenk tuğları, davullarıyla ve çengü çigane ile timarlarına dönüp yerleşirlerken biz on vilâyeti arkada bıraktık. Gelibolu karşıdan göründü. Rehberime:
        — Takatim kalmadı gayrı, dedim, denizi yüzerek geçmem mümkün değil.
        Bir kayık bulduk.
        Deniz dalgalıydı. Kayıkçıya baktım. Bir Almanca kitabın iç kapağından koparıp koğuşta başucuma astığım resme benziyor. Kalın bıyığı abanoz gibi siyah, sakalı geniş ve bembeyaz. Ömrümde böyle açık, böyle konuşan bir alın görmemişimdir.
        Boğazın orta yerine gelmiştik, deniz durmamacasına akıyor, kurşun boyalı havanın içinde sular köpüklenerek kayığımızın altından kayıyordu ki koğuştaki resme benziyen kayıkçımız:
        — Serbest insan ve esir, patriçi ve pleb, derebeyi ve toprak kölesi, usta ve çırak, bir kelime ile ezenler ve ezilenler, nihayet bulmaz bir zıddıyette birbirine karşı göğüs gererek bazen el altından, bazen açıktan açığa fasılasız bir mücadeleyi devam ettirdiler; dedi.
 
 

12.

        Rumeline ayak bastığımızda Çelebi Sultan Mehemmedin Selânik kalesindeki muhasarayı kaldırarak Sereze geldiğini duyduk. Bir an önce Deliormana ulaşmak için gece gündüz yol almağa başladık.
        Bir gece yol kenarında oturmuş dinleniyorduk ki, karşıdan Deliorman taraflarından gelip Serez şehrine doğru giden üç atlı, doludizgin önümüzden geçti. Atlılardan birinin terkisinde bir heybe gibi bağlanmış, insana benzer bir karaltı görmüştüm. Tüylerim diken diken oldu. Rehberime dedim ki:

Ben tanırım bu nal seslerini.
Bu köpükleri kanlı simsiyah atlar
karanlık yolun üstünden dörtnala geçip
hep böyle terkilerinde bağlı esirler götürdüler.

Ben tanırım bu nal seslerini.
Onlar
         bir sabah
çadırlarımıza bir dost türküsü gibi gelmişlerdir.
Bölüşmüşüzdür ekmeğimizi onlarla.
Hava öyle güzeldir,
yürek öyle umutlu,
göz çocuklaşmış
ve hakîm dostumuz ŞÜPHE uykuda...

Ben tanırım bu nal seslerini.
Onlar
         bir gece
çadırlarımızdan doludizgin uzaklaşırlar.
Nöbetçiyi sırtından bıçaklamışlardır
ve terkilerinde
                 en değerlimizin
                            arkadan bağlanmış kolları vardır.

Ben tanırım bu nal seslerini
onları Deliorman da tanır..

        Filhakika bu nal seslerini Deliormanın da tanıdığını çok geçmeden öğrendik. Çünkü ormanımızın eteklerine ilk adımımızı atmıştık ki, Bayezid Paşanın diğer tedbiratı saibe ile ormana adamlar bıraktığını, bunların karargâha kadar sokulup Bedreddinin müritliğine dahil olduklarını ve bir gece şeyhimizi çadırında uykuda bastırıp kaçırdıklarını duyduk. Yani yol kenarında rastladığımız üç atlı Osmanlı tarihindeki provokatörlerin ağababası idiler ve terkilerinde götürdükleri esir de Bedreddindi.
 
 

13.

Rumeli, Serez
ve bir eski terkibi izafi:
                      HUZÛRU HÜMAYUN.

Ortada
yere saplı bir kılıç gibi dimdik
                                          bizim ihtiyar.
Karşıda hünkâr.
Bakıştılar.

Hünkâr istedi ki:
bu müşahhas küfrü yere sermeden önce,
son sözü ipe vermeden önce,
biraz da şeriat eylesin ibrazı hüner
âdâb ü erkâniyle halledilsin iş.

Hazır bilmeclis
Mevlâna Hayder derler
mülkü acemden henüz gelmiş
                  bir ulu danişmend kişi
kınalı sakalını ilhamı ilâhiye eğip,
«Malı haramdır amma bunun
                                            kanı helâldır» deyip
                                            halletti işi...

Dönüldü Bedreddine.
Denildi: «Sen de konuş.»
Denildi: «Ver hesabını ilhadının.»

Bedreddin
baktı kemerlerden dışarı.
Dışarda güneş var.
Yeşermiş avluda bir ağacın dalları
ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar.
Bedreddin gülümsedi.
Aydınlandı içi gözlerinin,
                                   dedi:
— Mademki bu kerre mağlubuz
netsek, neylesek zaid.
Gayrı uzatman sözü.
Mademki fetva bize aid
verin ki basak bağrına mührümüzü..
 
 

14.

Yağmur çiseliyor,
korkarak
yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.

Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.

Yağmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı.

Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
                                        çırılçıplak etidir.

Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.

Yağmur çiseliyor.      

Nâzım Hikmet Ran


16 Aralık 2022 Cuma

Bahis


Karanlık bir sonbahar gecesiydi. Yaşlı banker, çalışma odasında bir ileri, bir geri yürüyor, on beş sene önce yine bir sonbahar akşamı verdiği bir partiyi hatırlıyordu. Partide pek çok zeki insan vardı ve bu insanların arasında ilginç konuşmalar geçiyordu. Konuşulan şeylerin başında ölüm cezası geliyordu.

Aralarında gazetecilerin ve entelektüellerin de bulunduğu misafirlerin büyük çoğunluğu, ölüm cezasını tasvip etmiyordu. Böyle bir cezayı modası geçmiş, ahlâka aykırı ve Hıristiyan devletler için yakışıksız buluyorlardı.


İçlerinden bazılarına göre ölüm cezasının yerini müebbet hapis almalıydı. Bunun üzerine ev sahibi banker: “Sizinle aynı fikirde değilim.” dedi. “Ne ölüm cezasını ne de müebbet hapsi denedim; ama birine öncelik tanısaydım, müebbet hapisten daha ahlakî ve daha insancıl olan ölüm cezasını tercih ederdim. Ölüm cezası adamı bir seferde öldürür; fakat müebbet hapis yavaş yavaş öldürür. Hangi cellat daha insancıldır? Sizi birkaç dakika içinde öldüren mi, yoksa canınızı uzun seneler içinde alan mı?”


Misafirlerden birisi: “Her ikisi de aynı gayeyi -hayatı almak- güttüğü için, eşit derecede ahlâka aykırıdır, diyerek görüşünü belirtti: “Devlet, Allah değildir. İstediği zaman eski haline getiremeyeceği bir şeyi alma hakkı yoktur.”
Misafirler arasında yirmi beş yaşlarında genç bir avukat da vardı. Kendisinin fikri sorulduğunda:


“Ölüm cezası da, müebbet hapis de aynı derecede ahlâka aykırıdır; ama ikisi arasında bir seçim yapmak zorunda kalsaydım, kesinlikle ikincisini seçerdim. İyi veya kötü bir şekilde yaşamak, hiç yaşamamaktan daha iyidir.” şeklinde konuştu. Hararetli bir tartışma başlamıştı. O günlerde şimdikinden daha genç ve sinirli olan banker, birden heyecandan coştu. Yumruğunu masaya vurdu ve genç adama bağırarak: “Doğru değil! İki milyonuna bahse girerim ki, sen hapiste tek başına beş sene bile kalamazsın.” dedi. Genç adam ise: “Sözlerinde ciddîysen, bahsi kabul ediyorum; ama beş değil 15 sene hapiste kalacağım.” diyerek karşılık verdi. “On beş mi? Kabul!” diye haykırdı banker. “Ortaya iki mil- yon koyuyorum, beyefendi.”

“Anlaştık. Sen milyonlarını ben de özgürlüğü mü ortaya koyuyorum.”

Böylece bu delice ve abes bahse girildi. Sayılamayacak kadar milyonları olan şımarık ve havalı banker bahisten memnundu. Akşam yemeğinde genç adamla alay etmekten kendini alamamıştı: “Hey genç adam! Vakit varken iyi düşün. Benim için iki milyonun bir önemi yok; ama sen hayatının en güzel üç-dört senesini kaybedeceksin. Üç-dört diyorum; çünkü daha fazla kalamayacaksın. Seni mutsuz adam! Şunu da unutma ki; gönüllü hapis, mecburî hapisten çok daha zordur. İstediğin zaman özgürlüğüne kavuşabilme hakkının olduğunu bilmen, hapis hayatını zehir edecektir. Senin adına üzülüyorum.”

Bulunduğu yerde bir ileri bir geri yürüyen banker, şimdi bütün bunları tüm canlılığıyla hatırlayarak kendi kendine: “Bu bahsin amacı neydi? Bu adamın hayatından 15 sene kaybetmesinin ve “be- nim iki milyonumu çarçur etmemin iyi yanı ne ki? Bu bahis, ölüm cezasının, müebbet hapisten daha iyi veya daha kötü olduğunu kanıtlayabilir mi? Hayır, hayır. Bütün bunlar saçma ve anlamsız. Benim açımdan, şımarık bir adamın kaprisi; onun açısındansa, paraya karşı duyulan açgözlülükten başka bir şey değil…”

Sonra da bunu takiben olanları hatırladı. Genç adamın, hapis yıllarını bankerin evinin bahçesindeki kulübelerden birinde sıkı nezaret altında tutularak geçirmesi kararlaştırılmıştı. Genç adamın, 15 sene boyunca kulübenin eşiğinden dışarı bir adım bile atmaması, insanları görmemesi, insan sesi duymaması ve ne mektup ne de gazete okuması temel şartlar olarak belirlendi. Bir müzik aleti ve okuyacak kitapları olabilecek, mektup yazmak isterse yazabilecek, ve yine isterse içki ve sigara içebilecekti. Genç adam dış dünyayla olan tek bağlantısını, sırf bu amaç için açılacak olan küçük bir pencere vasıtasıyla sağlayacaktı. Siparişlerini notlar halinde yazarak istediği her şeyi -kitap, müzik, içki vb. dilediği miktarda alacaktı; ama bunları sadece belirlenen bu küçük pencereden temin edebilecekti. Anlaşmada, genç adamı hapiste son derece münzevî bir hâle sokmak için her ayrıntı ve bu durumla ilgili sayılabilecek nerdeyse her türlü ıvır zıvır şey şart koşulmuştu ve süre 14 Kasım 1885’te saat 12’de bitecek şekilde kararlaştırıldı. Genç adamın orada tamı tamına on beş sene kalması en temel mecburiyetti. Sürenin dolmasına iki dakika bile bu şartların çiğnenmesi anlamına gelebilecek en ufak bir teşebbüs, bankerin iki milyon ödemekten kurtulmasını sağlayacaktı.

Hapsin ilk yılında genç adamın aldığı kısa notlardan anlaşıldığı üzere, kendisinin yalnızlık ile bundan kaynaklanan kimi bunalımlardan epeyce çektiği belliydi. Kulübeden gece gündüz piyano sesi duyuluyordu.


Mahpusumuz, içki ve sigara istemiyordu. İçkinin arzuları canlandırdığını, arzuların da, bir mahpusun en büyük düşmanı olduğunu ve bunun yanında, hiçbir şeyin iyi bir içki içip de hiç kimseyi görmemekten daha üzücü olmadığını yazmıştı. Sigara ise, odanın havasını bozuyordu. İlk senesinde getirdiği kitaplar, çoğunlukla hafif nitelikli, karmaşık bir konuya sahip aşk romanları, heyecan dolu ve hayal ürünü hikayeler, v.b türden şeylerdi.


İkinci senesinde artık kulübeden piyano sesi gelmez oldu ve mahpusumuz da okumak üzere sadece dünya klasiklerini sipariş etti.


Beşinci sene müzik sesi yeniden duyuluyordu ve mahpusumuz içki istiyordu. Pencereden seyredenler, genç adamın bir sene boyunca, yemek, içmek, yatmak ve sıklıkla esneyip kendi kendine konuşmaktan başka bir şey yapmadığını söylediler. Kitap okumuyordu. Bazen, geceleri bir şeyler yazmaya koyuluyor, saatlerce yazıyor ve sabahleyin de yazdıklarını yırtıyordu. Kulübeden pek çok defa ağlama sesleri duyuluyordu.


Altıncı yılın ikinci yarısında mahpusumuz, istekli bir şekilde dünya dilleri, felsefe ve tarih üzerine çalışmaya başladı. Kendisini ateşli bir şekilde bu çalışmalara adadı, O kadar ki, bankerin sipariş edilen kitapları getirmekten canı çıkmıştı. Genç adamın isteği üzerine, dört senelik zaman diliminde 600 küsur cilt kitap getirtildi. İşte bu dönemde banker, genç adamdan aşağıdaki mektubu aldı: “Sevgili Gardiyanım, Bu mektubu sana altı dilde yazıyorum. Bu dilleri bilen insanlara gösterin. Onlara okutun. Eğer bir tane bile yanlış bulmazlarsa, bahçede havaya ateş açmanızı rica ediyorum. Bu ateş, emeklerimin boşa gitmediğini gösterecektir. Bütün çağların ve ülkelerin dâhileri farklı dilleri konuşur; ama hepsinin içindeki ateş aynıdır. Ah keşke, ruhumun onları anlayabilmekten duyduğu o korkunç hazzı bilebilseydiniz.” Mahpusumuzun arzusu yerine gelmişti. Banker, bahçede iki el ateş ettirdi.
On senenin ardından genç adam masada hareket etmeden oturuyor ve İncil haricinde bir şey okumuyordu. Dört yılda 600 ciltlik kitabın hakkın- dan gelmiş bir adamın, anlaması kolay ince bir kitap üzerinde neredeyse bir senesini sarf etmesi bankere tuhaf geliyordu. İncil’i, teoloji ve dinler tarihî üzerine kitaplar takip etti.

Hapis hayatının son iki yılında mahpusumuz fark gözetmeksizin çok miktarda kitap okudu. Kimi zaman doğal bilimlerle meşgul oluyor, bazen de Byron’un veya Shakspeare’in eserlerini istiyordu. Kimya, tıp kılavuzu, roman, felsefe ve teoloji üzerine sipariş edilen bu kitaplarda bazı notlar vardı. Adamın okumaları, denizde kendi gemisinin enkazı arasında yüzen ve kendi hayatını kurtarmak için bütün hırsıyla bir direğe tutunmaya çalışan bir kişinin hâlini hatıra getiriyordu.
Yaşlı banker bütün bunları bir bir hatırlayarak şöyle düşündü: “Yarın saat 12’de adam yeniden özgürlüğüne kavuşacak. Anlaşmamıza göre ona iki milyon ödemem lazım. Bu parayı ödeyecek olursam benim için her şey biter. Tamamen iflas bayrağını çekerim.” On beş sene önce bankerin sayılmayacak kadar çok parası vardı. Şimdi ise, servetinin mi yoksa borçlarının mı daha fazla olduğunu kendisine sormaktan korkuyordu. Borsada tehlikeli işlere atılması, riski yüksek spekülasyonlarda bulunması ve sonraki yıllarda bile atlatamadığı kolayca heyecana kapılma huyu; yavaş yavaş talihinin kötüye gitmesine ve onurlu, korkusuz, kendine güvenen milyoner bir bankerden; orta çaplı ve borsanın her iniş-çıkışında tir tir titreyen birine dönüşmesine sebep olmuştu. Başını ümitsizlikle ellerinin arasına alan banker: “Lanet olası bahis! Şu adam niye ölmez ki? Daha 40 yaşında. Yakında, son kuruşumu bile elimden alacak; sonra evlenecek; hayatını yaşayıp, borsaya yatırım yaparken, ben de ona bir dilenci gibi kıskançlıkla bakıp ondan her gün aynı cümleleri işiteceğim: “Hayatımdan duyduğum mutluluktan ötürü sana minnettarım. Bırak da sana yardım edeyim.” “Hayır hayır, bu kadarı da çok fazla. İflastan ve rezillikten kurtulmamın tek çaresi bu adamın ölmesi olacak.’” diye homurdandı.


Saat üçü vurduğunda banker etrafı dinlemeye koyuldu. Evde herkes uyuyordu ve dışarıda titreyen ağaçların hışırtısından başka bir şey duyulmuyordu. Gürültü çıkarmamaya çalışan banker, ateşe dayanıklı kasadan, 15 senedir kapısı açılmamış odanın anahtarını aldı, paltosunu giydi ve evden dışarı çıktı. Bahçe soğuk ve karanlıktı. Yağmur yağıyordu. Nemli, soğuk bir rüzgâr esiyor, hayır esmiyor uğulduyor ve ağaçlara rahat vermiyordu. Banker gözlerini iyice kıstı; fakat ne toprağı, ne beyaz heykelleri, ne kulübeyi ne de ağaçları net olarak görebiliyordu. Kulübenin bulunduğu noktaya giderek iki kez bekçiye seslendi. Cevap yoktu. Belli ki, bekçi soğuktan korunmak için kendine bir barınak aramış ve şimdi de mutfakta veya serada bir yerlerde uyuyakalmıştı. Yaşlı banker: “Amacımı gerçekleştirmek için cesaret edersem, nasıl olsa öncelikle bekçiden şüphelenirler.” dedi. Karanlıkta basamakları ve kapıyı fark etti ve kulübenin girişine doğru ilerledi. Sonra el yordamıyla yolunu bulmaya çalışarak ufak bir koridora girdi, bir kibrit yaktı. Kimsecikler yoktu. Odada üzerinde yatak olmayan bir yatma yeri, köşede ise dökme demirden yapılmış soba vardı. Kapıda karşılaştığı hemen her şey, mahpusun odasının nerdeyse hiç bozulmamış olduğunu gösteriyordu. Kibrit söndüğünde, heyecandan titre-yen yaşlı adam, küçük pencereyi gözetlemeye başladı. Mahpusun odasındaki mum etrafa loş bir ışık veriyordu. Mahpus sandalyede oturuyordu. Sırtı, saçları ve elleri dışında bir şeyi görünmüyordu. Masada, iki koltukta ve masanın yanındaki halıda, pek çok kitap saçılmış, açık vaziyette duruyorlardı.


Beş dakika geçmiş ve mahpus bu süre içerisinde bir kere bile kımıldamamıştı. Belli ki, on beş senelik hapis hayatı ona uzun süre kımıldamadan oturmayı öğretmişti. Banker, eliyle pencereye hafifçe vurdu; ama mahpustan bir karşılık gelmedi. Bunun üzerine banker kapının mührünü dikkatlice söktü ve anahtarı deliğe soktu. Paslı kilit kulak tırmalayıcı bir ses çıkardı ve kapı gıcırdadı. Banker hemen bir ayak sesi ve şaşkınlık çığlığı bekliyordu; ancak üç dakika geçmesine rağmen oda aynı sessizliğini muhafaza ediyordu. Artık içeri girmeye karar verdi. Masada normal insanların aksine, bir adam hareketsiz bir şekilde oturuyordu. Saçları bir kadınınki kadar kıvır kıvır olmuş ve sakalı dağınık bir hâl almıştı; adam adeta bir deri bir kemik kalmıştı ve bu hâliyle bir iskeleti hatırlatıyordu. Yüzü toprak renginde sarı, yanakları çukur, sırtı uzun ve dar, kıllarla kaplı başını dayadığı elleri o kadar zayıf ve narindi ki, bu manzaraya sadece bakmak bile insana ürkütücü geliyordu. Saçlarına pek çok ak düşmüştü ve bir deri bir kemik ve ihtiyar görünümlü hâlini gören hiç kimse bu adamın henüz kırkında olduğuna inanmazdı. Uyuyordu. Eğilmiş başının önünde masada, güzel bir el yazısıyla bir şeyler yazılmış bir tomar kağıt vardı. Banker: “Zavallı yaratık! Uyuyor ve büyük ihtimalle yakında kavuşacağı milyonların hayalini kuruyor olmalı. Yapmam gereken tek şey, bu yarı ölü adamı tutup yatağa atıp yastıkla boğmak. Böylece en dikkatli uzman bile, herhangi bir cinayet emaresi bulamayacaktır.” diye düşündü. “Ama önce buraya ne yazmış onu okuyalım. “Banker masada duran kâğıdı alarak okumaya başladı: “Yarın saat 12’de özgürlüğüme kavuşup diğer insanlarla arkadaşlık edebileceğim; ama bu odadan ayrılıp güneş ışığı görmeden önce sana birkaç şey söylemem gerek. Her zamanki gibi beni şu anda da gören Allah’ın huzurunda sana gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim ki; özgürlüğü, hayatı, sağlığı ve kitaplarında yer alan dünyanın güzel şeylerinin hepsi artık ayaklarımın altında, onları hor görüyorum. “On beş senedir cîddî ciddî maddî hayat üzerine inceleme yapıyorum. Ne dünyayı ne de insanları görüyorum; ama gönderdiğin kitaplarda güzel kokulu içecekler içtim, şarkılar söyledim, ormanlarda geyik ve ceylanlar avladım, kadınları sevdim. Şâirlerinin ve dâhilerinin büyüsünün meydana getirdiği ve bulutlar kadar uçuk güzellikler, geceleri beni ziyaret etti ve kulağıma, aklımı fırıl fırıl döndüren muhteşem hikâyeler fısıldadı. Kitaplarında Ebruz ve Mont Blanc dağlarının zirvelerine tırmandım ve oradan güneşin doğuşunu ve akşamları altın sarısı ve kızıl renklerle gökyüzünü, okyanusları ve dağların zirvelerini kaplamasını gördüm. Orada başımın üstünde çakan ve fırtına bulutlarını yaran şimşekleri seyrettim. Yemyeşil ormanları, tarlaları, denizleri, gölleri, şehirleri gördüm. Sirenlerin çıkardığı sesleri, çobanların kavallarının ezgilerini işittim. Benimle Yaratıcı hakkında konuşmak için yere inen güzel meleklerin kanatlarına dokundum. Kitaplarda, kendimi dipsiz kuyulara, gerçekleşen mucizelere, vahşi ölümlere, yakılıp yıkılmış şehirlere, yeni dinlere, fethedilen krallıklara doğru savurdum. Gönderdiğin kitaplar bana bilgelik verdi. İnsanoğlunun, çağlar boyunca ürettiği dur durak bilmeyen düşünceler, zihnimde adeta küçük bir pusulanın içine sıkıştı. Şimdi senin sahip olduğun her şeyden daha bilgili olduğumu biliyorum.
Netice itibarıyla kitapları, bilgeliği ve bu dünyanın sunmayı vaad ettiği bütün lütufları küçümsüyorum. Hepsi bir serap gibi değersiz, kısa, aldatıcı ve yanıltıcı. Onurlu, bilge ve ince biri olabilirsin; ama ölüm seni yeryüzünden silerken, senin de yer altında gezinen fareden farkın olmayacak ve senin neslin, tarihin, ölümsüz dehâların; maddi dünyayla birlikte yanacak veya donacak. Sen aklını kaybettin ve yanlış yolu seçtin. Yalanları doğru, çirkinliği güzel kabul ettin. Sen ancak, elma ve portakal ağaçlarında bu meyveler yerine kurbağa ve kertenkele yetişirse veya güller, terli at gibi kokmaya başlarsa şaşırırsın. Bu nedenle dünyayı cennete değişen sana ve senin gibilere şaşırıyorum. Seni anlamak istemiyorum. Senin birlikte yaşadığın şeyleri küçümsediğimi iyice anlaman için, bir zamanlar cennet gibi bir hayatın başlangıcı olarak gördüğüm iki milyondan vazgeçiyorum. Kendimi parayı alma hakkından mahrum etmek için, kararlaştırdığımız vakitten beş dakika önce buradan çıkacağım ve böylelikle anlaşmamızı ihlâl edeceğim; sen de bana herhangi bir şey ödemek durumunda kalmayacaksın.”


Banker, kâğıdı yavaşça masaya bıraktı; bu tuhaf adamı başından öptü ve ağlayarak kulübeden çıktı. Başka hiçbir zaman, hatta borsada çok ciddî bir kayba uğradığında bile kendisini bu kadar aşağılık hissetmemişti. Evine döndüğünde yatağına yattı; fakat gözyaşları ve o içinde bulunduğu hissiyat uyumasına mani oluyordu.


Ertesi sabah bekçi, soluk bir yüzle bankerin yanına koştu ve kulübede yaşayan adamın pencereye tırmanarak bahçeye atladığını, oradan da kapıdan dışarı çıkarak kaybolduğunu gördüğünü söyledi. Banker hemen hizmetçileriyle birlikte kulübeye gitti ve adamın kaçtığından emin olmak istedi. Meydana gelebilecek lüzumsuz konuşmaları önlemek amacıyla, içinde milyonlardan feragat edildiğinin yazılı olduğu kâğıdı masadan aldı ve eve ulaşır ulaşmaz ateşe dayanıklı kasasına kilitledi.


Öylesine bir macera ve çekişmeli bir inat duygusuyla başlayan bir bahisten hayatın ve hayat sonrasının hakikatine ulaşmış, erdemli bir bilge doğmuştu.


 Anton Çehov

 

"salıncakların ayazda bırakılması üst düzey bir komplodur."

"Leaving the swings in the frost is a high-level conspiracy."

Hüseyin Murat Çinkılıç



15 Aralık 2022 Perşembe

"Suçları unutmamalı, kayıtlarını muhafaza etmeliyiz..."


"Suçları unutmamalı, kayıtlarını muhafaza etmeliyiz. Suçluların ilk işi bunları yok etmektir zaten. Bu efendiler yalnızca masumları katletmezler, hafızayı da maktul ederler. Yeni dünya tiranlığına karşı yükselen muhalefete ilham vermesi için bu kayıtların tutulması şart. Bu aşırı silahlanmış tiranlar, askeri ya da ekonomik her savaşı kazanabilirler, ama kaybettikleri bir savaş var ki, ismine kendileri ‘İletişim Savaşı’ diyorlar. Dünya kamuoyunun desteğini kazanamıyorlar. Gitgide daha çok insan ‘Hayır!” diyor. Sonuçta bu, yenilgileri, tiranlıklarının sonu olacak. Ama bu son daha kaç trajedi, istila ve felaketten sonra gelecek?

İşte kayıt tutmanın, muhafaza etmenin, hatırlamanın aciliyeti bundandır. İşledikleri suçlar unutulmayacak, her kıtada ağızdan ağıza dolaşacak. Her geçen gün daha çok insan ‘Hayır’ diyecek. Çünkü bugün korumaya niyetli olduğumuz ve sevdiğimiz her şeye ‘Evet!’ demenin tek ön koşulu bu…"

John Berger’ in Irak Dünya Mahkemesi’ne gönderdiği metin

Köpek Balıkları İnsan Olsaydı


Bay K.’nın ev sahibinin küçük kızı ,’’Köpek balıkları insan olsaydı küçük balıklara daha iyi davranırlar mıydı?’’ diye sordu. 

Bay K., ’’Evet,’’ dedi.’’ Köpek balıkları insan olsaydı, denizin dibinde küçük balıklar için sağlam sandıklar yaptırır, sandıkların içine bitkisel olsun hayvansal olsun, her çeşit yiyecek koyarlardı.

Sandıklarda her zaman taze su bulunmasına dikkat ederler, her türlü sağlık tedbirlerini alırlardı. Örneğin bir balığın kanadı yaralansa, balığın vaktinden önce köpek balıklarının elinden çıkmaması için onun yarasını hemen sararlardı. Küçük balıkların üzülmemesi için ara sıra büyük su eğlenceleri düzenlerlerdi. Çünkü neşeli balıkların eti, üzüntülü balıkların etine göre daha tatlı olur. Büyük sandıkların içinde okullar da bulunurdu elbet. Küçük balıklar bu okullarda, köpek balıklarının boğazından nasıl geçileceğini öğrenirlerdi. Örneğin, bir kenarda tembel tembel yatan köpek balıklarının nerede bulunduğunu öğrenmek için coğrafya dersine ihtiyaçları olacaktı. Şüphesiz en önemli konu, küçük balıkların ahlak yönünden eğitilmesi sayılırdı.

Küçük bir balığın isteyerek kendini feda etmesinin en büyük ve en güzel bir şey olduğu, özellikle küçükler için güzel bir gelecek hazırlandığını söyledikleri zaman köpek balıklarına inanmak gerektiği onlara öğretilirdi. Boyun eğerek öğrenirlerse söz verilen geleceğin güvencede olduğu küçük balıklara durmadan söylenirdi. Küçük balıklar bütün alçakça, materyalist, egoist ve Marksist eğilimlerden sakınmak, aralarından birisi böyle eğilimlere kapılırsa onun köpek balıklarına derhal ihbar edilmesi gerekirdi.

Köpek balıkları insan olsaydı, yabancıların balık sandıklarını ve yabancı balıkları fethetmek için onlar arasında savaşlar olurdu elbet. Bu savaşları da herkesin kendi küçük balığı yapardı. Köpek balıkları, onlarla başka köpek balıklarının küçük balıkları arasında büyük ayrımlar bulunduğunu küçük balıklara öğretirlerdi. Bilindiği gibi, haklarında bir hüküm verilirken küçük balıklar ses çıkarmazlar. Ama onlar, çok çeşitli dillerde susarlar ve bu yüzden birbirlerini anlayamazlar. Savaşta düşman tarafından olan ve başka dilde susan birkaç küçük balık öldüren her küçük balığa deniz yosunundan küçük bir nişan takılır, kahraman ünvanı verilirdi. Köpek balıkları insan olsaydı, onlarında bir sanatı olurdu elbet. Köpek balıklarının dişlerini parlak renklerde gösteren, onların boğazlarını zevk bahçelerine benzeten, bu boğazlarda yapılan görkemli şenlikleri anlatan güzel resimler olurdu.

Denizin dibindeki tiyatrolarda, kahraman olmak isteyen küçük balıkların köpek balıklarının boğazından nasıl geçtiği anlatılırdı. Öyle güzel müzikler yaratılırdı ki, bando en önde giderken müziğin melodileriyle kendinden geçen, tatlı düşlere dalan küçük balıklar, köpek balıklarının boğazlarına akın akın girerlerdi. Köpek balıkları insan olsaydı, onların dini de olurdu. Bu din, köpek balıklarının karnında gerçek hayata kavuşacaklarını küçük balıklara öğretirdi. Köpek balıkları insan olsaydı, bütün küçük balıkların bugünkü gibi eşit olması da son bulurdu. Küçük balıkların bazılarına yüksek memuriyetler verilir ve bunlar öteki küçük balıkların üstleri olurdu. Çünkü böylece daha iri lokmalar bulabilirlerdi. Biraz büyükçe olan, bazı makamlar elde eden küçük balıklar, ötekiler arasında düzeni sağlar, öğretmen, subay, sandık yapım mühendisi vb. olurlardı. Kısacası köpek balıkları insan olsaydı, denizin içinde bir kültür meydana gelirdi.

Bertolt Brecht

13 Aralık 2022 Salı

"Düşen kalkmasını bilmeli, utancını derine gömmeliydi."


"(...) Düşen kalkmasını bilmeli, utancını derine gömmeliydi. Rapunzel'in saçlarına asılır gibi tutunurduk inançlarımıza!

Dünya çalkalanıyordu! Sonu gelmeyen, kendini hep hatırlatan, yaşama özgü ellerimizle yarattığımız ne kadar istikrarsızlık, bela ve karmaşa varsa tadına baktığımız; ayaklanmaların, darbelerin ve etnik kıyımların ateşinin harlı yandığı yıllardı. Duvarlar örülüyor, bentler yıkılıyor, yeni dünyalar inşa ediliyor, bir yerler işgale uğruyor, bazı yerler kendini bulduğunu sanıyordu... Özgürleşmek susamaktı. Yalanlar masallarla şerbetlenirdi o zamanlarda, bu günler gibi değişmemişti! Tanrıların bilek güreşini seyre dalar, kenardan, kıyıdan, köşeden tarafımızı seçerdik. Bazen köşe kapmacaya dönerdi düşüncelerimiz; yerimizi kaybettiğimizde yeni bir köşe sığınağımız olurdu. Açıkta kalmak acıtırdı. Soğuk savaşın, nükleer gerilimlere gebe parmağı tetikte bekliyordu... Duvarlar yıkılıyorken örülüyordu duvarlar! Yeni duvarların ötesinde kalan şehirlere bakıyordu insanlar. Kimlikler kendi ruhunu terk ediyor, yalnızlık hüznü heybesinde saklıyordu. Herkesin baktığı bir yön ve bakışlar arasında derin farklar vardı...

Bu topraklara doğmak, arayışlara yelken açmak demekti. Ufkumuzda martılar uçuşur, imrenirdik. Bir filmin karesinden bakar, siyah beyaz bir fotoğrafa ilişir, demiryollarında raylar üzerinde dengemizi arar, toza bulanarak arınır; bahar başlarında aşkı tanır, sonlarında ayrılığa katık olurduk... Vuslat hep öteki yaza kalırdı bizim için.

Herkes kadar çocuktum; derenin durgun suyuna baktığımda elbette beni anlatırdı bana! Avuçlarım yerde, dizlerim üzerinde eğilmiş, parmaklarım çimenlerin köklerinden kavramış olmalıydı benim de! Bir yusufçuğun teni değdi mi sizin de teninize? Parmaklarınız arasından kayıp giden yusufçuğu aradınız mı sonrasında? Hiç iki uç-uç kendilerini üretme gayreti ile sevişti mi gözleriniz önünde? Her insan bir dönem mabedini arar. Bulduğunu sanır. Yanıldığını anlar! Kıblesini şaşırdığı da olur zaman zaman... Yön duyumunu kaybeden bedenin acemiliğinde bocalar. Leyleğinin bıraktığı kapıya kulluk ederken bulur kendini ve öyle de kalır çoğu kez. Diğer tarafa düşmüşse yolunuz, seyyah olur âlemleri arşınlarsınız çelebiliğin gizeminde... Öyleydim..."

Mehmet Ali Canikli, Siyah Beyaz Düştü Sevdalar, S.17-18

Roman, 2022, İzan Yayıncılık


12 Aralık 2022 Pazartesi

Davet

 

Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
		bu memleket, bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
		bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
		bu dâvet bizim....

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
		bu hasret bizim...
Nâzım Hikmet Ran


11 Aralık 2022 Pazar

Ya kişi daireyi kendi eliyle kendi çevresine çiziyorsa...

"Babamın iş gezilerinden birinde, yoldan geçerken arabanın penceresinden gördüğüm bir manzarayı yıllar bana hiç unutturmadı. Çevresine bir daire çizilen adam etrafını kuşatan bir kalabalık tarafından sürekli taşlanıyor, adamsa o dairenin dışına çıkamıyordu. Adamın Yezidi olduğu söylendi. Bir azınlık toplumu olduklarını, şeytana taptıklarını, inançlarına göre tavuskuşunun ve dairenin kutsal olduğunu, bu yüzden çizilen daire silinmeden içindekinin dışına çıkamadığını öğrendim. Bu inancı gülünç bulanların da başka türlü görünmeyen daireler içinde olduğunu ve bunun dışına çıkamadığını çok sonra anlayacaktım. Tıpkı daha geniş bir coğrafyaya çıktığımda, dünyanın her yerinde her türlü azınlığın nasıl taş altında tutulduğunu anladığım gibi.

Daire çizen için bir komediydi. Dairenin dışındaydı. Saçma bulduğu bir inancı silah olarak kullanıp inananı teslim alabiliyordu. Bu, ona bir iktidar sağlıyordu. Dairenin içindeki içinse bir dramdı.  Tutsak ediliyordu. Yazgısını Öteki'nin insafına terk ediyordu. 

Ya kişi daireyi kendi eliyle kendi çevresine çiziyorsa... İşte bu bir trajediydi. Seçiminin içerdiği sonu yaşayacaktı."

"Geri döndük, yeniden şehrin merkezine inerken, daha çok Kürtlerin oturduğu mahallelerin birinde, evlerden birinin ağır, büyük kapısı güçlükle açıldı. Ardından, üç dört yaşlarında, sarışın, lüle lüle saçlı, mavi gözlü ve boynunda iri mavi boncuklar taşıyan masal güzeli bir kız çocuğu, eşiği atlayarak ansızın sokağa, önümüze çıktı. Bizi görünce duraladı. Bu güzel Kürt meleği, bize inmekte olan günün son armağanı gibiydi; gözlerimizin önünde birdenbire beliriveren varlığıyla bizi heyecanlandırmıştı. Eğilip sevecek oldum. Kuşkulu gözlerle baktı ilkin, ardından bir iki adım gerileyerek 'Polis, polis' diye uzaklaştı bizden. Bizi polis sanmış, korkmuştu. Vurgun yemişe döndük, demek biraz kentli giyinmiş herkes yabancı, her yabancı da polis demekti, daha beş yaşında bile olmayan bu küçük kız çocuğu için? (...) Bir tek bu olay, beni derinden yaralayan bu dramatik karşılaşma, yüzlerce gazete haberinin, yüzlerce fotoğrafın anlatmakta eksik kaldığı her şeyi bir kerede anlatmıştı.

Benim geçmişimi, onun geleceğini kirletmişlerdi.
Çocukluğumu aradığım sokaklar.
Üç dört yaşlarındaki şu mavi boncuklu kız.
1990 yılının Mart ayıydı.
Daha sonra Mardin'e hiç gitmedim. Olmadı.
Şimdi bir rüyam var: O mavi boncuklu kız büyüsün, bir gün bu yazıyı okusun, o günü hayal meyal hatırlasın, beni hatırlasın ve bana bir tek
mavi boncuk göndersin istiyorum.
Bunu hepimizin geleceği için istiyorum."

Murathan Mungan, Paranın Cinleri, Metis Yayınları

Sıddık Akbayır, Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir,  S.156

10 Aralık 2022 Cumartesi

Her Zaman Aynı / Semper Eadem


Diyordunuz, "nereden gelir, bu garip hüzün,
Çıplak mor kayalara deniz gibi yükselen?"

- Kalbimiz ulaşınca bağ bozumuna, güzün,

Besbelli yaşamanın farkı yok işkenceden.

 

Bir ağrı, bir ağrı ki çok yalın ve esrarsız,

Ve sevinciniz gibi gözler önünde açık.

Bırakın aramayı ey meraklı güzel kız,

Sesiniz tatlı ama, konuşmayınız artık!

 

Susunuz ey bilgisiz! ey her şeye kapılan!

Çocuk gülüşlü ağız! Daha da çok hayattan,

Ölüm bizi tutuyor ağlarının içinde.

 

Bırakınız kalbimi yalanla oyalansın,

Güzel bir düşte gibi gözlerinize dalsın,

Ve uyusun kirpiklerinizin gölgesinde!

 

Charles Baudelaire


Çeviren: Suut Kemal Yetkin

İzleyiciler