20 Mart 2025 Perşembe

Kayıtsızlar

Kayıtsızlardan nefret ediyorum. Friedrich Hebbel gibi, "Yaşamak, taraf olmak demektir" diye inanıyorum. Sadece kendisi için var olan ve toplumun dışında kalan insanlar olamaz. Gerçekten yaşamak, yurttaş olmaktır ve katılım göstermektir. Kayıtsızlık iradesizliktir, asalaklıktır, korkaklıktır. Kayıtsızlık yaşam değildir. İşte bu yüzden kayıtsızlardan nefret ediyorum.

Kayıtsızlık, tarihin kamburudur. Yenilikçinin boynuna asılı bir değirmen taşıdır; en parlak coşkuların boğulduğu hareketsiz bir kütledir; eski şehri kuşatan ve onu en sağlam duvarlarından, en cesur savaşçılarının yiğitliğinden bile daha iyi koruyan bataklıktır. Zira bu bataklık, saldırganları karanlık girdaplarında yutar, onları kırıp geçirir, cesaretlerini kırar ve bazen kahramanca eylemlerinden vazgeçmelerine neden olur.

Kayıtsızlık, tarihte güçlü bir kuvvettir. Pasif bir şekilde işler, ancak yine de işler. O, kaderdir; güvenemeyeceğiniz bir şeydir; planları bozan, en iyi düşünülmüş programları altüst eden unsurdur; akla karşı yükselen ve onu boğan kör madde gibidir. Yaşanan olaylar, başımıza gelen kötülükler veyahut kahramanca bir eylemin (evrensel bir değer taşıyan) doğurabileceği olası iyilik, yalnızca hareket eden birkaç kişinin inisiyatifiyle gerçekleşmez. Bunlar, esasen çoğunluğun kayıtsızlığına, olaylara seyirci kalmasına bağlıdır. Olaylar, bazı insanların iradelerini ortaya koymasından değil, çoğunluğun kendi iradesinden vazgeçerek olup bitenleri seyretmesinden dolayı meydana gelir. Böylece ancak bir kılıç darbesiyle  çözülebilecek düğümler atılır, ancak bir isyanla ortadan kaldırılabilecek yasalar yürürlüğe girer, ancak bir ayaklanmayla devrilebilecek insanlar iktidara gelir. Tarihe hükmediyormuş gibi görünen kader, aslında bu kayıtsızlığın ve edilgenliğin aldatıcı görüntüsünden başka bir şey değildir. Olaylar gölgelerde filizlenir. Az sayıda el, hiçbir denetime tabi olmadan kolektif kaderi dokur, ve çoğunluk bunların hiçbirine aldırmaz, çünkü umurunda değildir. Bir dönemin kaderi, küçük aktivist grupların
dar görüşleri, anlık hedefleri, kişisel hırsları ve tutkuları doğrultusunda yönlendirilir, ve çoğunluk yine hiçbir şeyle ilgilenmez, çünkü umurunda değildir. Fakat olgunlaşan olaylar er ya da geç meyvesini verir; gölgelerde dokunan kumaş tamamlanır. O zaman her şeyin ve herkesin üstesinden gelenin kader olduğu sanılır. Tarih, büyük bir doğal afetmiş gibi görünür -bir patlama, bir deprem- ve herkes onun kurbanı olur: Onu isteyenler de istemeyenler de, bilenler de bilmeyenler de, harekete geçenler de kayıtsız kalanlar da. İşte o zaman kayıtsızlar öfkelenir, sonuçlardan kaçmak ister ve bu işin kendilerinin suçu olmadığını, hiçbir şey planlamadıklarını, sorumluluk taşımadıklarını göstermek isterler. Kimi acınası bir şekilde ağlar, kimi öfkeli bir dille lanetler okur, ama pek azı kendine şu soruyu sorar: Ben de görevimi yapsaydım, irademi ortaya koyup fikrimi sunsaydım, tüm
bunlar yine de olur muydu?

Çoğunluksa olaylar gerçekleşip sona erdikten sonra ideolojik başarısızlıklardan, altüst olmuş planlardan ve benzeri hoş sözlerden bahsetmeyi tercih eder. Böylece yeniden her türlü sorumluluktan sıyrılırlar. Bu durum, onların zaman zaman olayları net bir şekilde görememelerinden veyahut acil sorunlara, hatta uzun vadeli hazırlık gerektirse de bir o kadar mühim olan meselelere muhteşem çözümler sunamamalarından kaynaklanmaz. Aksine bazen bu çözümleri mükemmel bir şekilde ortaya koyabilirler. Lakin söz konusu çözümler tamamen kısır kalır, çünkü onların kolektif yaşama katkısı hiçbir moral kıvılcımına sahip değildir. Bu, entelektüel merakın bir ürünüdür, tarihe karşı herkesin yaşamda aktif olmasını zorunlu kılan, herhangi bir tür agnostisizm ve kayıtsızlığa izin vermeyen keskin bir sorumluluk duygusunun değil. Fakat pek azı kendi kayıtsızlığını, şüpheciliğini, bu felaketi önlemek veyahut ortak bir hedefe ulaşmak için çabalayan örgütlü yurttaşlara destek vermediğini sorgular.

Kayıtsızlardan nefret ediyorum; çünkü onların sonsuza dek masum olduklarını iddia eden yakınmaları beni rahatsız ediyor. Hayatın onlara yüklediği ve her gün yeniden yüklemeye devam ettiği sorumluluklarını nasıl yerine getirdiklerinin hesabını vermelerini istiyorum. Ne yaptıklarını ve en önemlisi ne yapmadıklarını açıklamalarını bekliyorum. Bu yüzden acımasız olabileceğimi hissediyorum, onlar için merhametimi harcamayacağımı ve gözyaşlarımı paylaşmayacağımı biliyorum. Ben tarafım. Yaşıyorum ve benim tarafımda yer alan güçlü bilinçlerde geleceğin kentini inşa eden çalışmaların nabzını şimdiden hissediyorum. Bu kentte toplumsal zincirin sorumluluğu yalnızca birkaç kişinin sırtına yüklenmez. Burada olan biten hiçbir şey rastlantıya veyahut kadere bağlı değil, vatandaşların bilinçli çabalarının bir sonucudur. Bu kentte, birkaç kişinin didinip kanını tüketmesini pencereden izleyenler yok. Kendi çabaları olmadan bu emeğin küçük meyvelerinden yararlanmayı umarak pusuda bekleyenler, alın teri dökenleri küçümseyerek ne kadar az şey başardıklarını söyleyenler yok.

Ben yaşıyorum ve tarafım. İşte bu yüzden katılım göstermeyenlerden nefret  ediyorum. İşte bu yüzden kayıtsızlardan nefret ediyorum.

Antonio Gramsci

İngilizcesinden Çeviren: İbrahim Berkan Karataş

Bu metin, Antonio Gramsci’nin 11 Şubat 1917’de yayımlanan La città futura (Geleceğin Şehri) adlı
broşüründe yer alan Gli indifferenti (Kayıtsızlar) makalesinden alınmıştır. İtalyancasına erişim





















19 Mart 2025 Çarşamba

Büyük Ev Ablukada

(Ekmek vardı tereyağı vardı utanılacak bir şey yoktu
bir şey daha yoktu ama kavrayamıyordum.)
İşte böyle olmak en iyisidir olmakların
bir küçük çocuğu tuttum otobüsten indirdim
(İndirmiştim
yok olan önemli bir şeydi Allah kahretsin.)
Tüm kavgasız tüm duruk tüm başıboş,
üç sayı kötü bir sayı iyi şiir dinledim,
çıkıp okudular durup dinledim.
Bitmeseydi daha dinlerdim kötü mötü.
Saat kaç diye sordular birisi beş yani dedi.
(Ha kavgada ha aşkta
bu gök bomboş ha kavgada ha aşkta)
Göğe baktım yerli yerinde,
haydutlar dalavereciler yerli yerinde
vurguncular hayınlar vurdumduymazlar öyle.
İyi dedim içim rahatladı
düzen bozulmamış dedim sevindim,
tenhaca bir bölgede şehre girdim.
(Ben herkese varım
başka türlü olmuyor inanmayın.)

Bakın bu şehri ben kurdum ben büyüttüm ama sevemedim.
(Ekmek vardı tereyağı vardı söylemiştim önemlidir,
utanılacak bir şey yoktu, kime anlatmalıyım.)
Ben sevemezsem sevmek kimselerin elinden gelemez.
Bizi tutkulara çağırdı otobüse, sosise, buzdolabına,
telefona, sinemalara, radyolara, bir sürü kancık sevdalara,
sürü sürü mutsuz alışkanlıklara,
yalana dolana, itliklere, keten elbiselere.

(Sonra karısı öldü o çocuğun
yalnızdı güçsüzdü herkesler gibiydi,
kirlendi kötülendi sarhoşladı pis karılara dadandı.
Anladık onu ölenden başkası kurtaramaz,
ölen de kurtarmamıştı.)

Bak ben seni nereden kurtaracağım şaşacaksın.
Şimdi bu taşları biz çektik değil mi ocaklardan
bu asfaltı biz döktük biz onardık değil mi.
Bu yapıları on iki kat yapmak bizim aklımızdı,
biz kurduk istersek umursamayız ya.
(Abluka burada başlıyor çünkü.)
Ekmek yiyelim tereyağı yiyelim çocuk büyütelim,
sen beraber yatacağımız yatakları hazırla,
sen onu yap yeter bak göreceksin.

Turgut Uyar

Seslendiren: Umut Tugay Temel

Güneşi İçenlerin Türküsü

Bu bir türkü:-
toprak çanaklarda
güneşi içenlerin türküsü!
Bu bir örgü:-
alev bir saç örgüsü!
                kıvranıyor;
kanlı; kızıl bir meş'ale gibi yanıyor
                         esmer alınlarında
                 bakır ayakları çıplak kahramanların!
Ben de gördüm o kahramanları,
ben de sardım o örgüyü,
ben de onlarla
            güneşe giden
                      köprüden
                          geçtim!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.
Ben de söyledim o türküyü!

Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
altın yeleli aslanların ağzını
                         yırtarak
                             gerindik!
Sıçradık;
       şimşekli rüzgâra bindik!.
Kayalardan
       kayalarla kopan kartallar
çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.
Alev bilekli süvariler kamçılıyor
                 şaha kalkan atlarını!
 

             Akın var
                   güneşe akın!
              Güneşi zaptedeceğiz
                 güneşin zaptı yakın!
 

Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
               göz yaşlarını
                      boynunda ağır bir
                                   zincir
                                     gibi taşıyanlar!
Bıraksın peşimizi
      kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!

İşte:
    şu güneşten
             düşen
                ateşte
                   milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!

Sen de çıkar
göğsünün kafesinden yüreğini;
şu güneşten
         düşen
            ateşe fırlat;
yüreğini yüreklerimizin yanına at!
 

  Akın var
                   güneşe akın!
              Güneşi zaaptedeceğiz
                 güneşin zaptı yakın!
 

Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!
Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,
toprak kokuyor bakır sakallarımız!
Neş'emiz sıcak!
         kan kadar sıcak,
delikanlıların rüyalarında yanan
                            o "an"
                              kadar sıcak!
Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak,
ölülerimizin başlarına basarak
                         yükseliyoruz
                                güneşe doğru!

Ölenler
    döğüşerek öldüler;
                güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
 

             Akın var
                   güneşe akın!
              Güneşi zaaaptedeceğiz
                 güneşin zaptı yakın!


Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor!
Kalın tuğla bacalar
            kıvranarak
                  ötüyor!
Haykırdı en önde giden,
               emreden!
Bu ses!
     Bu sesin kuvveti,
                 bu kuvvet
yaralı aç kurtların gözlerine perde
                                vuran,
onları oldukları yerde
                   durduran
                       kuvvet!
Emret ki ölelim
           emret!
Güneşi içiyoruz sesinde!
Coşuyoruz,
     coşuyor!..
Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde
mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!
 

              Akın var
                   güneşe akın!
              Güneşi zaaaaptedeceğiz
                 güneşin zaptı yakın!
 

Toprak bakır
       gök bakır.
Haykır güneşi içenlerin türküsünü,
Hay-kır
    Haykıralım!
 
Nâzım Hikmet Ran

Seslendiren: Genco Erkal

16 Mart 2025 Pazar

Hava Akınından Beş dakika Sonra

Pilsen'de,
Yirmi Altıncı İstasyon Yolunda,
üçüncü kata çıktı
yukarıda, evin tek kalan
katında
kapıyı açtı
tüm göğe karşı,
bakakaldı öylece kenarda.

Çünkü burasıydı
dünyanın bittiği yer.

Sonra
kilidi çevirdi iyice
kimse almasın
Yemen yıldızını
Elderaban'ı
mutfağından,
indi aşağı
oturdu, bekledi
ev gene kurulsun
kocası yükselsin küllerden
çocuklarının elleri, ayakları yerlerine dönsün

Sabahleyin buldular onu
bir taş gibi sessiz,
serçeler ellerini gagalıyordu.

Miroslav Holub

Çeviri: Nermin Menemencioğlu


15 Mart 2025 Cumartesi

Hayvanat Bahçesi

Güneş,
renklerin sayım defteri.

Dünyayı okumayı öğrenmiş atlar
gözlerinin sırça yemişleriyle.
Beyaz mercanların çıplak topluluğu.
Zürafaların çikolata vinçi.
Claude Debussy
farelerin gramofon iğnesi.
Boa yılanlarının elektrikli trenleri.
Denizci pantalonları fillerin.
Stravinsky, dolunayda damlarda gezen kedilerin ergenliği.
Kuş mermilerinin madeni.
İguananın bakır rafı.
Develer gibi hangi tepe yükselebilir?
Hangi gemi balinalar gibi suları yarabilir?
Coğrafya, salyangozun sezgisi.
Marx'ın bilgeliği, karıncalar topluluğudur.
Göğün kara gömlekleridir penguenler.
Charlie Chaplin ceylanların sıçrayışı üstüne yaptı doktorasını.
Kimse yılan X'in cebir denklemini çözemeyecek.
Hangi İngiliz hemşire daha iyi olabilir kangurudan?
Freud libidoyu onda öğrenmişti.

İstiridyelerin saatçi dükkânı.
Hangi kadın kışları vizon gibi giyinebilir?
Zebraların pazar giysisi.

Hızlı devekuşları tüyden otomobillerdir.
Örümcek, billur iskelenin kuklası.

Bütün bunlar, yarasa gecenin şemsiyesini açsın diyedir.

Gonzalo Escudero Moscoso

Çeviri: Ülkü Tamer


"İşçi, kendi varoluşundan vazgeçmeksizin, tüm alıcılar sınıfını, yani kapitalist sınıfı terk edemez."

    (...) İşçilere, “ücretiniz ne kadar?” diye sorulsaydı, soruyu biri, “patronumdan günde bir mark alıyorum”, öteki “iki mark alıyorum” vb. biçiminde yanıtlayacaktı. Ait oldukları farklı iş kollarına göre, işin belirli bir parçasının yapılması, örneğin, bir yardalık keten kumaşın dokunması, ya da bir sayfalık yazının dizilmesi karşılığında her biri kendi patronundan aldığı farklı para tutarından söz edecekti. Yanıtlarının çeşitliliğine karşın, onlar bir noktada anlaşacaklardır: ücret, belirli bir emek zamanı karşılığında, ya da belirli bir işin yerine getirilmesi karşılığında kapitalist tarafından ödenen para tutarıdır.
    Kapitalist, bu yüzden, para ile onların emeğini satın alır görünür. Onlar da kapitaliste para karşılığında emeklerini satarlar. Ama bu yalnızca görünüştür. Gerçekte, onların para karşılığında kapitaliste sattıkları şey, emek güçleridir. Kapitalist bu emek gücünü bir günlüğüne, bir haftalığına, bir aylığına vb. satın alır. Sonra da, satın aldığı bu emek gücünü, işçileri koşula bağlanmış bir süre için çalıştırarak kullanır. Bunun yerine, kapitalist, işçilerin emek gücünü satın aldığı aynı parayla, örneğin iki marka, iki libre şeker, ya da belirli bir miktarda herhangi bir başka meta satın alabilirdi. İki libre şeker satın aldığı bu iki mark, iki libre şekerin fiyatıdır. Emek gücünün on iki saatlik kullanımını satın aldığı bu iki mark, on iki saatlik emeğin fiyatıdır. O nedenle, emek gücü, şekerden ne bir derece fazla ne de bir derece eksik, bir metadır. Biri saatle ölçülür, öteki teraziyle.
    İşçiler kendi metalarını, yani emek gücünü, kapitalistin metası ile, yani para ile değişirler, ve bu değişim belirli bir oranda olur. Emek gücünün şu kadar paraya şu kadar bir süre için kullanılması. On iki saatlik dokuma karşılığında iki mark. Ve, bu iki mark, iki mark karşılığında satın alabildiğim bütün öteki metaları da ifade etmez mi? Dolayısıyla, gerçekte işçi kendi metasını, yani emek gücünü, her türden başka metalar karşılığında ve bunu belirli bir oranda değişmiştir. Kapitalist ona iki mark vermekle, günlük emeği karşılığında değişebildiği şu kadar yiyecek, şu kadar giyecek, ya da şu kadar yakacak, ışık vb. vermiştir. Bundan dolayı, bu iki mark, emek gücünün öteki metalarla değişilme oranını, emek gücünün değişim değerini ifade eder. Bir metanın para ile hesaplanan değişim değeri, onun fiyatı denilen şeydir. Ücret, yalnızca alışılmış bir biçimde emeğin fiyatı denilen emek gücünün fiyatına, insan etinden ve kanından başka bir gizi bulunmayan bu kendine özgü metanın fiyatına verilen özel bir addır.
    Herhangi bir işçiyi, diyelim, bir dokumacıyı alalım. Kapitalist ona dokuma tezgahını ve ipliği sağlar. Dokumacı işi yapar; iplik beze dönüşmüştür. Kapitalist elde ettiği bezi alır, diyelim, yirmi marka satar. Bu durumda, dokumacının ücreti, bezin, yirmi markın, kendi emeğinin ürününün bir bölümü müdür? Asla. Dokumacı, bezin satılmasından çok önce, belki bezin dokunması bitmeden de önce ücretini almıştır. Demek ki, kapitalist bu ücreti bezin satışından elde edeceği parayla değil, önceden biriktirdiği parayla öder. Patronu tarafından sağlanan dokuma tezgahı ve iplik nasıl dokumacının ürünü değilse, dokumacının kendi metası ile, yani emek gücü ile değişerek aldığı metalar da tıpkı öyledir. Olabilir ki, patronu bezi için hiç alıcı bulamaz. Olabilir ki, bezin satışından ücretin tutarını bile çıkaramaz. Olabilir ki, dokumacının ücretiyle karşılaştırıldığında bezi çok daha kârlı bir biçimde satmaktadır. Bütün bunların dokumacıyla hiçbir ilgisi yoktur. Kapitalist, hazır eldeki servetinin, sermayesinin bir bölümüyle dokumacının emek gücünü satın alır, tıpkı servetinin öteki bölümüyle hammaddeyi — ipliği— ve iş aracını —dokuma tezgahını— satın aldığı gibi. Bunları satın aldıktan sonra, ki bu satın alınanlar bezin üretimi için gerekli olan emek gücünü de kapsar, yalnızca kendisine ait olan hammaddeler ve iş araçları ile üretim yapar. Çünkü artık iş araçları, üründe ya da ürünün fiyatında dokuma tezgahı kadar küçük bir paya sahip olan bizim hünerli dokumacımızı da yeterince içermektedir.
    O halde, ücret, işçinin, kendisi tarafından üretilen metadaki payı değildir. Ücret, kapitalistin onlarla kendisi için üretken emek gücünün belirli bir miktarını satın aldığı, önceden var olan metaların bir bölümüdür.
    Demek ki, emek gücü, ona sahip olanın, ücretli işçinin, sermayeye sattığı bir metadır. Ücretli işçi niye emek gücünü satar? Yaşamak için.
    Ama, emek gücünün ortaya konması, emek, işçinin kendi yaşam-etkinliği, onun kendi yaşamının bildirimidir. Ve, işçinin, gerekli geçim araçlarım elde etmek için bir başkasına sattığı bu yaşam-etkinliğidir. Bu yüzden, onun yaşam-etkinliği kendisi için bir var olabilme aracından başka bir şey değildir. O, yaşamak için çalışır. Onun gözünde, emeği, yaşamının bir parçası değil, daha çok, yaşamının bir özverisidir. Bir başkasına devrettiği bir metadır. Bundan dolayı da, etkinliğinin ürünü, onun etkinliğinin amacı değildir. Kendisi için ürettiği şey, dokuduğu ipek değildir, madenden çıkardığı altın değildir, yaptığı saray değildir. Kendisi için ürettiği şey, ücrettir, ve ipek, altın, saray onun gözünde belirli bir miktar geçim aracına, belki pamuklu bir cekete, bir miktar bakır paraya, bodrum katında kiralık bir odaya dönüşür. Ve, on iki saat süresince dokuyan, iplik eğiren, sondaj aleti kullanan, torna çeken, yapı yapan, kürek sallayan, taş kıran, yük taşıyan, vb. işçi, bu on iki saatlik dokumacılığı, iplik eğirmeyi, sondaj aleti kullanmayı, yapı yapmayı, kürek sallamayı, taş kırmayı, kendi yaşamının bir bildirimi, yaşamak olarak mı görür? Tam tersine, onun için yaşam bu etkinliğin sona erdiği yerde, sofrada, kahvede, yatakta başlar. Öte yandan, bu on iki saatlik emek, onun için dokuma, iplik eğirme, sondaj aleti kullanma vb. olarak değil, ancak kendisini sofraya, kahveye, yatağa götüren kazanç olarak anlam taşır. İpek böceği, kozasını varlığını bir tırtıl olarak sürdürmek için örseydi, tam bir ücretli-işçi olurdu. Emek gücü her zaman bir meta olmamıştır. Emek, her zaman ücretli emek, yani, özgür emek olmamıştır. Köle, emek gücünü köle sahibine satmıyordu, öküzün hizmetini köylüye satmaması gibi. Köle, sahibine, emek gücüyle birlikte bir kez ve tümden satılır. O, bir efendinin elinden ötekine geçebilen bir metadır. Kölenin kendisi bir metadır, ama emek gücü kendi metası değildir. Serf, emek gücünün yalnızca bir bölümünü satar. Toprak sahibinden bir ücret almaz; daha doğrusu, toprak sahibi ondan haraç alır.
    Serf, toprağa aittir ve ondan elde ettiği ürünleri toprağın sahibine teslim eder. Öte yandan, özgür emekçi kendisini satar, ve öyle ki, kendisini parça parça satar. Yaşamının sekiz, on, on iki, on beş saatini her gün açık artırmada en yüksek teklif verene, hammaddelerin, iş aletlerinin ve geçim araçlarının sahibine, yani, kapitaliste satar. İşçi ne bir efendiye ne de toprağa aittir, ama onun günlük yaşamının sekiz, on, on iki, on beş saati bunu satın alana aittir. İşçi, kendisini kiralayan kapitalisti istediği zaman bırakır, kapitalist de işçiyi, artık onun sırtından kâr elde etmediğine, ya da beklediği kârı elde etmediğine karar verdiği anda bırakır. Ama, biricik geçim kaynağı kendi emek gücünün satımı olan işçi, kendi varoluşundan vazgeçmeksizin, tüm alıcılar sınıfını, yani kapitalist sınıfı terk edemez. İşçi şu ya da bu kapitaliste değil, kapitalist sınıfa aittir, ve üstelik, kendisini satmak, yani kapitalist sınıf içinde bir alıcı bulmak kendi sorunudur. 
    Şimdi, sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkileri daha yakından ele almadan önce, ücretin belirlenmesinde önem taşıyan en genel ilişkileri kısaca açıklayacağız.
    Ücret, görmüş olduğumuz gibi, belirli bir metanın, emek gücünün fiyatıdır. Bu yüzden, ücret, bütün öteki metaların fiyatını belirleyen aynı yasalar tarafından belirlenmektedir. (...)

Karl Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, S.23-28

Çeviri: Süleyman Ege


14 Mart 2025 Cuma

Avuntu

evlerde eşyaya sinen
seslerimiz vardır
annemiz onlarla avunur
odamıza girdiği zaman

borç aldığımız bakkal
gazeteme adımı yazmaz artık
ekmeğimi saklamaz dolabın dibine
ama arada bir içini çeker
bana benzer biri geçince sokaktan

babam adımla çağırır
bahçedeki japon gülünü
fideler küpe çiçekleri susar
şiirlerimi dinletir banttan
öldüğüme inanmayan
okul arkadaşıma

film karelerinde güler dururum
arada bir özlemden çatlayınca
ağabeyimin yüreği
hiçbir şey yakamaz beni
onun fotoğrafıma kondurduğu 
öpücük kadar

evlerde boşlukta gezinen
bir rengimiz vardır
kardeşim onunla boyar
ev ödevlerini
karanlık resimler çizer
giysilerime baktığı zaman
kitapların yerini değiştirir

evlerde düşünüp duran
gölgelerimiz vardır
onlarla avunur
kapılar pencereler
sinemaya gittiğinde evdekiler

Hidayet Karakuş

Fotoğraf: Kerem Yalçınkaya


Ağrı Dağı Efsanesi

    (...) Sabah oldu, gün ışıkları Ağrının yamacından Beyazıt şehri, Beyazıt Sarayı üstüne uzandı, soluk, kederli, yenmiş utkulu. 
    Cellatlar zindana vardılar, Memoya: 
    "Aç kapıyı Memo," dediler. "Başları vurulacak olanları hazırla."
    Memo hiçbir şey olmamış gibi, durgun, güleç: 
    "Bu gece onları ben bıraktım," dedi.
    Cellatlar inanmadılar, zindana girdiler ki ne görsünler, zindanda başları vurulacaklardan hiçbirisi yok. Hemen Paşaya koştular, olanı biteni anlattılar. Paşa kılıcına el vurdu, doğru zindana koştu. Yanındaki İsmail Ağa, adamları, binbaşıları da kılıçlarına el vurdular, Paşa önde onlar arkada zindanın yolunu tuttular. Memo tek başına onları yalınkılıç karşıladı: 
    "Onları bu gece ben bıraktım Paşa," dedi Memo gülerek. "İyi yapmadım mı? Hoşuna gider sanıyordum." 
    Paşa:
    "Köpek," diye gürledi. "Ekmeğim gözüne dizine dursun." 
    Ve Memonun üstüne saldırdı. Arkasında duran adamları da Memoya saldırdılar. Sert, yaman bir dövüş oldu. Hiçbirisi Memoya yaklaşamadı bile. Memonun dört bir yanı gittikçe ka labalıklaşıyor, kılıç sallayanlar kalabalığı durmadan büyüyor du. Memo dövüşe dövüşe kalenin burcuna kadar, bu sabah, bu saatta adamların başları vurulacağı yere kadar geldi. 
    "Paşa, Paşa," dedi, "burada sizinle üç gün, üç gece dövüşürdüm ama, ne fayda... Ben yeryüzünden alacağımı aldım. Dünyaya doymuş gidiyorum. Birkaç insan öldürmüşüm ne çıkar. Senin birkaç kulunu öldürmüşüm, değil mi? Hepiniz sağlıcakla kalın. Kalanlara, dostlara, bizi sevenlere, sevmeyenlere selam olsun." 
    Kendisini kalenin burcundan aşağı fırlattı. Uçurum çok derindi. Yukardan bakınca Memonun ölüsü aşağıda kanadının birisini açmış bir kuş ölüsüne benziyordu. 
    Memonun ölüsü başına önce demirci Hüso geldi, sonra oğulları, sonra kadınlar, kızlar... Beyazıt kasabasına bir figan düştü. 
    Hüso ağır ağır Memoya yaklaştı, onu alnından öptü. Sol eli yumulmuştu ve yüreğinin üstündeydi. Hüso eli aldı, güçlü elleriyle zorla açtı. Memonun avucundaki bir tutam saç kapkara bir yalım, bir ışık gibi balkıdı, incecikten yeşillenmiş toprağın üstüne aktı. (...)

Yaşar Kemal, Ağrı Dağı Efsanesi, Yapı Kredi Yayınları, S.71-72




13 Mart 2025 Perşembe

Bin Yıl Daha Ülkesiz

Nereye
O uysal saçlarınla nereye, hem sen nereye
Nereye ey gözleri gurbet
Sınadım kendimi bir başka biçimlerle
Her iklimde dondum, her aynada hiç
Yüzünü dön
Yüzünü dön
Can aynam paramparça...

Nereye
O atlarla nereye, hem sen nereye
Nereye hiç dönmeyecekmiş gibi böyle
Ardından kanım akıtır kendini gittiğin yere
Çeviremem önünü kırılmış ellerimle
Yüzünü dön
Yüzünü dön
Düğüm at damarıma...

Gidersen
Bin yıl daha ülkesiz bir çocuk kalır
Yıldızsız, pusulasız, mülteci, kanamalı
Gidersen fırtınada en ince söğüt dalı
O sabah kırılırım toprağıma düşemem
Yüzünü dön
Yüzünü dön
Gülümse baharıma..

Adnan Satıcı

Fotoğraf: Beata Bieniak


11 Mart 2025 Salı

Deli Olmayan Deli

    Gözlemlerime dayanarak şunu söyleyebilirim: Sanatçılar arasındaki deliler, sanatçı olmayanlar arasındakilerden daha çok. Sanatçılar arasında da, sayıca ve nitelikçe, en deli olanlar, tiyatro oyuncuları, yazarlar ve şairler. Şöyle bir düşünüyorum, çağdaşım, arkadaşım, dostum olan şairler, yazarlar arasında hangisi "Benim Delilerim" de yer almaz? En akıllı, en mantıklı görünenimizin bile, akıl almayacak denli delilikleri var. Kimimiz aşırı alıngan, kimimiz saldırgan, kavgacı, kimimiz sürekli cinsel doyumsuz, kimimiz gırtlağına dek kendisiyle dopdolu, nerdeyse kendi kendisinden boğulacak... Hele kendimizi beğenmişliğimiz!.. Şair ille de içer diye öğrendiklerinden, kendilerini her zaman içiyormuş gibi göstermeye çalışanlar... Sonuç alınmamak üzere kendini öldürme cambazlıkları yapanlar... 
    "Benim Delilerim"e girmeleri gereken şair ve yazar dostlarımın çoğunu bu yazı dizisine almayacağım. Kayırmak istediğim için değil, onları çok daha geniş olarak "Birlikte Öldüklerim" ve "Birlikte Yaşadıklarım" adlı iki kitabımda anlatacağım da ondan... Yazmayı tasarladığım o iki kitapta yazar ve şair dostlarımı, salt delilikleriyle değil, tanıyabildiğim bütün yönleriyle anlatmaya çalışacağım. 
    "Benim Delilerim" dizisine girmeye hak kazanmış yazar ve şairleri salt Türkiye'de değil, bulunduğum her ülkede gördüm. Bunlardan biri, ülkesinde ünlü bir yazardır. Kitapları bikaç dile çevrilmiştir. Buna karşın, bu yazar kazandığı ünle yetinmeyen bir doyumsuzdur. Bu yüzden işi deliliğe vurmuştur. Gerçekteyse o, deli olmayan bir delidir. Deliliğin halk üzerindeki çekiciliğinden yararlanmak için, kendisini özellikle deliymiş gibi göstermeye çabalıyor. Kendini zorlayarak delilikler yapıyor. Elbet yaptığı delilikler, kendisini akıl hastanesine kaldırtacak kertede delilikler değil. 
    Sanki delilik, deli olmayan yazarlara göre, yazara bir üstünlük sağlar gibidir. Deli yazarlar, okurlara daha ilginç gelir. Delilikle dehanın, bıçağın sırtı gibi ikiz kardeş olduğu söylenir. Bikaç kitapta örnekleri de gösterilmiştir. Bu yüzden deli görünmeye çalışan yazarlar, akıllı görünmeye çalışanlardan daha çoktur. 
    Sözünü ettiğim yazar deli görünerek salt okurları arasında değil, basında, çevresinde de ilgiyi çekmek, dikkatleri üstüne toplamak istiyor. Delilik bir anlama onun reklamıdır. 
    Deli olmayan deli dediğim bu yazar, her nerde olursa olsun, özellikle taşkın davranışlarda bulunur. Çevresindekilerin dikkatlerini çekecek denli yüksek sesle, hatta bağıra çağıra konuşur, sanki konuşmuyordur da haykırıyordur. Haykırırcasına konuşurken de, salt ellerini kollarını değil, bütün eklem yerlerinden gövdesinin her yanını abartılı devimlerle oynatır. Aşırı neşeli görünür. Her zaman her yerde durmadan içiyormuş da yine de sarhoş olmuyormuş izlenimi vermeye çalışır. Yemek masasının üstündeki vazoda çiçekler varsa, hiçbir neden yokken o çiçekleri saplarıyla yapraklarıyla ağzına alıp çiğner, yutar. Bu yada buna benzer davranışlarının hiçbir nedeni yoktur. 
    Kendisini deli tanıtmak için delişmence davranışlarda bulunan bu yazarı bir gece suçüstü yakalayarak -yani akıllı görünmek isterken - onun gerçekte hiç de deli olmadığını, delilik rolü oynadığını anladım. 
    Resmî bir şölendeydik. O yazar, büyük salonda yine aşırı ve abartılı delişmence davranışlarıyla dikkatleri üzerinde topluyordu ki, salona bir bakan, bir de devlet ileri gelenlerinden bir kadın geldi. Onların gelmesiyle yazar da birden toparlandı. Gözüm üzerindeydi. Az önceki delişmen sanki o değildi. Şölendeki sanatçılardan kimileri, bakanın elini sıkmak, önemli yeri olan kadının elini öpmek için fırsat arıyordu. Ama onlara aldırış etmeyenler de çoktu. Delişmen yazar, el öpmek için fırsat arayanlar arasındaydı. Saygı sunmak, el öpmek için kuyrukta yerini almıştı. Sırası gelince, aşırı saygıyla eğilip o hanımın elini öptü. Terbiyeli terbiyeli konuştu. Sesi hiç de öyle her zamanki gibi haykırır tonda değildi. 
    İçmeden duramaz izlenimi vermek isteyen o yazar, o gece pek çok içmek fırsatı varken hiç de içmedi. İşi delişmenliğe, hatta deliliğe vurup kadınlarla kaba şakalar yaparken, çılgın danslar ederken, o gece kadınlara da düşkünlük göstermedi. Yeri önemli hanımın şölen salonuna gelmesi, delişmen yazarın akıllanmasına yetmişti. 
    O yazarın başka bir delişmenliği de yaşama boş veriyormuş, sağlık koşullarını önemsemiyormuş gibi davranmasıydı. Bu davranışının da sahte delilik olduğunu, bir sabah onu evinin bahçesinde cimnastik yaparken görünce anladım. Yaşama, sağlık kurallarına önem vermeyen insan, ne diye sabah erkenden, hele o yaşta, cimnastik yapsın... 
    Anladım ki o yazar deli değildi, deli görünmeye çalışıyor, deli görünerek bir anlamda reklamını yapıyordu.

Aziz Nesin, Benim Delilerim, Nesin Yayınevi, S.188-190



9 Mart 2025 Pazar

Ömür Törpüsü

Yaşamak istiyorum
Yaşamak istiyorsun
Yaşamak istiyor

Böyle şiir olmaz, diyeceksin; biliyorum.
Ama böyle dünya olur mu?
Böyle barış olur mu?
Böyle hürriyet olur mu?
Böyle kardeşlik olur mu?
Biliyorum ki, katlanıver, diyeceksin;
Ama böyle yaşamak olur mu!

Metin Eloğlu

Fotoğraf: Raul Cantu, Son Bakış



Seyyah Oldum Şu Alemi Gezerim

Seyyah oldum şu alemi gezerim
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Kendi efkârımla okur yazarım
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

İki elim gitmez oldu yüzümden
Ah ettikçe kan yaş gelir gözümden
Kusurum gördüm kendi özümden
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

Bozuk şu dünyanın düzeni bozuk
Tükendi daneler kalmadı azık
Yazıktır şu geçen ömüre yazık
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

Gene kırcalandı dağların başı
Durmadan akıyor gözümün yaşı
Verdiği emeği alıyor kişi
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

Kul Himmet Üstadım ummana daldım
Gelenden geçenden haberin aldım
Abdal oldum çullar giydim dolandım
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

Kul Himmet Üstadım (Aşık İbrahim)

Kul Himmet Üstadım (Aşık İbrahim) Sivas'ın İmranlı ve Divriği ilçelerinde yaşamış ozandır. Büyük ozan Kul Himmet'e sevgisinden dolayı Kul Himmet Üstadım mahlasını kullanmıştır. Şiirin türkü formu 625 repertuvar numarası ile TRT arşivlerinde yer almaktadır. Erzincan yöresine kayıtlı türküyü Nurettin Dadaloğlu derlemiş, Muzaffer Sarısözen notaya almıştır.

İzleyiciler