20 Şubat 2012 Pazartesi


İnsan en çok sabahları arar sevdiği kadını

diyor birisi, katılıyorum o sabahlara
öğleler kaba yaşanır, kalındır
akşamüstleri ince hüzünlü
çiçekler alınıp verilebilir
sabahtır yalnızlık
nasıl sabah nasıl yalnızlık
ve şiirsel hiçbir yanı yok sanılır
var mıdır, vardır
vardır, ama çiçeklerle değil
kendi başına
zımpara taşı gibi acımasız

Ne aklıma gelse bir bakıyorum unutmuşum
tren penceresinden bir tarla
eskiyip atılmış bir gömlek, hiç unutmam

Hiç unutmam, hiç unutmam, hiç unutmam
diyor birisi yineliyorum
hiç unutmam, hiç unutmam, hiç unutmam, hiç unutmayın
insan nasıl direnir başka
hiç unutma

Bir zamanlar Kars’ta bir otel odasında
bir gezgin kokucunun bana verdiği
bir alüminyum şişeyi unutmuyorum

ölümü geciktirmek sonsuzluğu kısaltmaz
diyor birisi, evet ama
hayatı uzatır sanki

sanki ama ne adına
hayatın kendisi adına
sonsuz bir törenle susuyorum
sonsuz dirim için, o sonsuz adama
sonra duyguya, ele benzer şeyler giriyor hayatıma
el midir duygu mudur
evet bazı kişiler kararsız ama
benim seçmediğim sanılır hayatımda

el altından el ilanı dağıtıyor
birisi,almıyorum Allah aşkına
alamam, neden alamam
biliyorum hiçbir şey yapamam tek başıma
biliyorum beni kendi başıma sanan birisi
durmadan hata yapıyor
serçeye, kumruya, öküze sormadan

insanın kendi seçtiği toprak
doğrusu,toprağın kendi seçtiği insan
dirimin geleceğini doğruluyor durmadan

-her şeyden biraz kalır-
diyor birileri, çoğulluk haklılıktır.
kavanozda biraz kahve,
kutuda biraz ekmek,
insanda biraz acı.
insanda biraz mutluluk
ama en geçerli söz
insan en çok sabahları arar sevdiği kadını
Türkiye’de ve dünyada…

Turgut Uyar - (Kayayı Delen İncir)
Fotoğraf: Murat Üstün

30 Aralık 2011 Cuma

Okumak Neye Yarar


"Okumak", kendisini yetiştiren, kendisine duyarlıklar, güzellikler armağan etmiş kitapları, eserleri, şimdi gençlere emanet etmeyi görev bilen bir Cumhuriyet yazarının; Atatürk'ün ölümünden sonra, bütün içliliğiyle, "Meğer duyacakmışım bir sabah öldüğünü! / Meğer görecekmişiz bir sabah gidişini. / İstanbul'un önünden son defa geçişini..." diyen bir şairin o kadar alçakgönüllü hikâyesidir.

Günün birinde ders kitaplarında Ziya Osman Saba' nın "Okumak"ı yer alır diye boşuna bekledim. Bu hikâye, şüphe yok ki, hâlâ yol açıcı; daraldıkça daralan ufkumuzda bir tan ağışı.
"Okumanın, bugüne kadar okuyabildiğim bütün kitapları tekrar okumanın hasreti içindeyim..." cümlesiyle başlayan bu eşsiz hikâye, kitap sevgisini bütün özdenliğiyle dile getiriyor. Yazarın, gerçi, karanlık, ufuksuz politikaları yansıtmak gibisinden bir amacı yoktur ama; okumak 'eylem'inin insanoğluna neler kazandırabileceğini "Okumak" birdenbire gözler önüne serer.

Hikâyenin anlatıcısına ne kazandırmıştır okumak? İlk bakışta, hayaller ve maddî yoksunlluklar. Öyle ki, çocukluğunda ve ilkgençliğinde göz kamaştırıcı dünyalara, iyiliklere, mutluluklara, daima bir 'gelecek güzel günler' umuduna açılan anlatıcı; şimdi devletin yayınevinde düzeltmen olarak çalışmakta, kitapların yanlışsız yayınlanabilmesi için çaba harcamakta, gelgelelim, sereserpe yılların kitaplarındaki hayallerden hayli uzaklaşmış bulunmaktadır.

Kısacası, kitaplar, anlatıcıya hepi topu kıt kanaat bir geçim, yarı aç yarı tok bir hayat sağlamıştır. Bir yandan da, şu harikulade dizeler çıkagelmiş: "Gün görmemiş insanlar, / Konuşanlar, bir hüzünle sesinde, / Susanlar, susanlar..."

1947 tarihli "Okumak", altmış yıldır lâyıkıyla okunmadığından, toplumsal hayatımızda bir türlü atardamar olamadığından, durum bugünden de farklı değil: Okuma tutkunlarını bekleyen, zor geçim koşullarından başka şey değil. Hatta yalnız orta halliler, yoksulluğun eşiğindeki kişiler kitap okumak istiyor. Yani "Konuşanlar, bir hüzünle sesinde, / Susanlar, susanlar..."

Ziya Osman Saba'nın kendisi de anlatıcı gibi güç koşullarda yaşadı, erken yaşta öldü. Bunu, sözlüklerin, ansiklopedilerin kısacık bilgilendirmelerinden öğreniyoruz. Anı yazılarından ise, o kadar emek verdiği yayınevinden, hastalanır hastalanmaz, Demokratik Parti hükümetinin gittikçe körleşen siyasetinin kurbanı olarak kapının önüne konulduğunu...

Şöyle biter andığım hikâye:

"Bir ay evvel tashihlerini yaptığım bir kitap, işte basılmış, bitmiş, orada, diğer kitapların arasında yer almış. Âdeta seviniyor, bir nevi gurur duyuyor, iftihar ediyorum, belki o kitapta tashih hatası kalmamıştır, rahat rahat okunabilir diyorum. O kitap üzerinde ismim, imzam yoksa da, ona emeğimin geçtiğini, satırları arasında göz nurumun belki kalacağını sanıyor, o kitapları satın alıp okuyacak gençleri düşünüp; uzun mektep tatillerinde, ağustosböcekleri ötüşür, bostan dolapları gıcırdarken okuyun, ayın 'bir fener gibi çekileceği' saatlere, sizi yemeğe çağıracakları vakitlere kadar okuyun, diyorum."

Bu sahici, som anlatım, ekmeğini düzeltmenlikle kazanan, birbirinden ince şiirleri, hikâyeleri ve eleştirel yazıları kendisine 'gelecek güvencesi', hastalık parası sağlayamamış yazarın kaleminden çıkma.

O, bize, okumakla, bugünün bildiği, önemsediği, övdüğü anlamda 'adam' olunamadığını, ikinci, üçüncü sınıf vatandaş olunabileceğini söylüyor. Ne var ki, hayallerinden vazgeçmiyor, dost bir dünya, sevecen, anlayışlı, bağışlayan ve birleştiren bir hayat umudundan caymıyor, yoksunluğundan neredeyse gönençli.
"Okumak" öyküsü belki de bir manifesto!

Uzun yıllar yalnızca okudum ve hayallerimde kurduğum dünyanın engin ufuklarına çoğu kez kendim şaşakaldım. Okumakla birlikte iyilik, güzellik, duyarlık oldu hayatımın kılavuzu. Bu kılavuzun gerçekten okumuş, okuduğunu özümsemiş insanlara boyuna çile taşıdığını gördüm. Sonra, çile hırkası giymişlerin acı mutluluğuna, kıyısından köşesinden, ben de kavuştum.

"Okumak" hikâyesinin özlemle hatırladığı o Çalıkuşu, Dudaktan Kalbe, "Büyük Hugo", o Pierre Loti, Kamelyalı Kadın, daha niceleri, hepsi de bir zamanlar heyecan içinde yazılmış kitaplar, hepsi bir zamanlar heyecan duymuş yazarlar bize yalnızca merhameti aşılıyor. Bugünün şafaksız tablosuna son verecek tek silâh olan merhameti.

Okumak eylemi, nice zamanlar var ki, topluma şafak getirecek tek imkânken, biz yalnızca kargaşa silâhlarıyla oynuyoruz.

Bu şafaksız tablonun boğuntusunda, ne kadar çok isterdim, "Okumak"tan şu satırların bilinçle okunmasını:

"Eski kitaplar! Sizin sadece yapraklarınızı çevirecek olsam, bir çift sayfanın arasına, kurutulmak için kimbilir kaç yıl evvel konulmuş bir çiçek çıkacak. Bir başkasında, solmuş bir menekşe bulacağım. Daha çocukluğumdan kalmış bir başkasının içinden bir çikolata kâğıdı, bir tavus tüyü düşecek. O zaman, tavus tüylerini, kitaplar içine, büyümeleri için koyduğumuzu hatırlayacak, o kır çiçeğinin koparıldığı günü anacak, heyhat, o menekşeyi tanıyacağım."

Selim İleri

20 Aralık 2011 Salı

Bir Kuşun Resmini Yapmak İçin


Önce bir kafes resmi yaparsın

Kapısı açık bir kafes
Sonra kuş için
Bir şey çizersin içine
Sevimli bir şey
Yalın bir şey
Güzel bir şey
Yararlı bir şey
Sonra götürür bir ağaca
Asarsın bu resmi
Bir bahçede
Bir koruda
Ya da bir ormanda
Saklanır beklersin ağacın arkasında
Ses çıkarmaz
Kımıldamazsın
Kuş bazen çabuk gelir
Ama uzun yıllar bekleyebilir de
Karar vermezden önce
Yılmayacaksın
Bekleyeceksin
Yıllarca bekleyeceksin gerekirse
Resmin başarısıyla hiç ilişiği yoktur çünkü
Kuşun çabuk ya da yavaş gelmesinin
Geleceği olup da geldi mi kuş
Çıt çıkarmak yok
Kafese girmesini beklersin
Girdi mi kafese fırçanla
Usulcacık kapısını kaparsın
Sonra kuşun bir tüyüne dokunayım demeden
Bütün kafes tellerini teker teker silersin
Yerine bir ağaç resmi yaparsın
Dallarının en güzeline kondurursun kuşu.
Tabii ne yapraklarının yeşilini unutacaksın
Ne yellerin serinliğini
Ne de yaz sıcağındaki böcek seslerini
Otlar arasında.
Sonra beklersin ötsün diye kuş
Ötmezse kötü
Resim kötü demektir
Öterse iyi olduğunun resmidir
İmzanı atabilirsin artık
Bir tüy koparırsın usulca
Kuşun kanadından
Ve yazarsın adını resmin bir köşesine.

Jacques Prévert

13 Aralık 2011 Salı


Birini düşündüğünüzde yüzünüzde beliren tebessüm; dosta ilettiğiniz iyilik, esenlik; ağaç gölgesinde nefes… Mutluluk, olmak istediğiniz kadar zaman alır. Kimi büyük çaba harcanır, kimi içinde yaşanır. Bazılarının satın almayı becerebildiği şeyler taşıyamayacakları kadar ağırdır. Bütçesinden geniş bir tevazuyu (parayla) kucaklamaya kalkan aldığı paketlerle yolda kalabilir. Mutluluk, merdivenlerden koşarak inen bir çocuğun adımlarınca hafif ve kalabalıktır... 

Hüseyin Murat Çinkılıç - Alış Fiyatına

4 Aralık 2011 Pazar

ufuk bir aşk coğrafyasıdır / gözlerinizle çizgi arasında kalan yolu yürümekle bitiremezseniz...


hüseyin murat çinkılıç

21 Kasım 2011 Pazartesi

Tezgâhında Acının


Bir gün öleceğim; kaçınılmaz bu.
Şaşılacak bir şey yok.
Ama tersine yaşıyorum ben, sizlere göre
İşte bunun için, çözük saçlı ikindisinde yorgun bir günün, gölgeleri uzarken
ölüvereceğim eskiden.

Benim gibi, çanı dilsiz, havı dökükler;
Yani siz giderken hüzünle dönenler,
Çatlak yüzleriyle, göçmüş aşkları, ayrılıkları simgelerler.
Çift yönlü bir zaman sürecinde, onlar eskiden ölürler.

Eskiden nasıl ölünür?
Bunu bilmiyorum henüz.
Ama, eskiden ölen biri sanırım, bir mezat gramafonun borusuna sessizce gömülür.
Ve o gramafon borusu, ne gariptir gece sefaları gibi, akşam açıp sabah örtülür.

Esvap dolabında geceleyin karanlıkta, bir böcek çıtırtısı; neleri çağrıştırır
uykusu kaçana?
Sessizliğin üstünde bir küçük nokta dönüşür imgelere, bir tohum gibi çatlayarak kulakta.

Geceleyin bir böcek çıtırtısında....
Meşin çaresizliği kınına keskin hançerin,
Ezilmiş bir izmarit, ayakkabı ökçesiyle,
Kopuk bir tespihin dağılmış taneleri,
Ve sırrı dökük bir ayna, yok mudur birazda.

Hiç bir şey yalınkat değildir dünyada
Yazısı akmış, ıslak, pörsümüş sayfa,
Sonbahar göğünde, katar katar turnalara bakan adamın gırtlağındaki tıpa.
Kumaşa uyumsuz yama,
O böcek çıtırtısında....

Uğursuz sayılır bazı şeyler, bazıları uğursuz,
Tümüyle boş değildir bu inançlar.
Kimi zaman doğru, yanlış çıkmıştır kimi zaman.
Mutsuzluk ve mut.
Ölüm ve yaşam şansa bırakılmıştır.

Bir kaçıştır bu;
Çünkü en az ölüm kadar korkar insan yaşamaktan.
Karıştırır puslu düşü, katı gerçeğe
Düşü biraz gerçek, gerçeği de biraz düş yapar..
İnanır bilinmeyene bilinen kadar.

Peki ya tesbih böceği, sürüngen yılan, korkunç yanlızlığı ağında örümceğin,
uzun dehlizi kör köstebeğin.
Onlar tam ortasında kaçınılmaz gerçeğin
Bense çekiyorum çilesini iğneye geçmiş ipliğin.
Sütün içine birkaç tane çörekotu atarlar, nazar değmesin diye.
Lekeler aklığını siyah tanelerle.
Eski minyatür ustaları bozmak için kusursuzluğu,
Eski minyatür ustaları bozmak için kusursuzluğu,
Resimden bir suretin taşırırlardı boyasını isteyerek, sınırlarından.

Kusurlu dünyamızda, yer yoktur kusursuzluğa.
Demir pas tutar, gümüş karartır, kurtlanır kar bile, alev is yapar
ve insan içinde bir kafesle yaşar,
İnilti gibi, kimi zaman bir garip ses duyar.

Bunun için intihar parçasıdır hayatın.
Unutmayı deneyin, gizleyin istediğiniz kadar,
Bir çekmecede kilitli pırıl pırıl bir anahtar, gününü bekler sabırla,
bilincinizi kurcalar.
Nasıl olsa elinizde bir başka anahtar var.

Tırnakları kirli, kabuk bağlamış elleri, bir çocuğun makadam gözlerinde
bakışı tökezliyor.
Muska yüzlü kadınlar, kimseye sezdirmeden bir acıyı gizlice emziriyor.
Odama sığınıyorum, dışarıda kar yağıyor.

Boğazımda ardarda sözcük düğümleri,
Bakıyorum, gölgem kırılmış ortasında, duvarla döşemenin arasında.
Ben şimdi çıkıyorum, belki geç gelirim.
Kızıl bir gülün hüneri kanayan yüreğimden, hüküm giydim sevgiyi.

Köstekli şiiri ikide bir cebinden çıkarıp bakan şair, ne oldu sana?
Kaç dikiş atıldı bileğindeki çentiklere?
Örselenmiş aşklarınla şimdi neredesin?
Çektiğin bunca acı, kefareti değil unutma yaşadığın çaresizliğin.

Acıdır, şişelerin dibi, bir koşunun umulmadık bitişi,
Bakır çalığı zahirli acı gündemdedir.
Acıdır borsa haberleri, türk parasının değeri, düşüp yükselen altın.
Acıdır gelinlik bir kızın sandık lekeli çeyizi.
Uyumsuz bir sıfat; birinci tekil şahıs; ben, çok acıdır.
Biz zaten acıyız, biz dediğim üç-beş kişi.
Aksayan bacağı tahta iskemlenin, kırık saplı bıçak, oynak perçinleriyle çatlak bir fayans acıdır.

Yüzde işareti şaşkın bakışlarıyla, onca harf arasında dilsiz ve çok acıdır.
Bir donanma fişeğidir açılan gökyüzünde, acı bütün renkleriyle.
Ben törpülüyorum bir aşkı sıkıştırıp mengeneye,
Sevmek çok acıdır.


Metin Altıok

Resim: Edvard Munch

14 Kasım 2011 Pazartesi

Başarı istediğini elde etmektir. Mutluluk ise elde ettiğini sevmektir.

La Fontaine

13 Kasım 2011 Pazar

Kumdan Kaleler

Kumdan bir kale düşünün. Çevresine güzel su kanalları yapmış, düşmanlara karşı hendekler kazmışsınız. Yalnız öyle bir yere inşa etmişsiniz ki kalenizi, dalgalar güçlendikçe önce su kanalları dolup taşıyor, sonra da heybetli surlarınız, tuzlu suyun parmakları arasında giderek erimeye başlıyor.
Sizse elinizde küçük plastik kovanız, sahilden taşıdığınız kuru kumlarla surlarınızı onarmaya çalışıyorsunuz. Yaptığınız yamalar, bir sonraki dalga darbesiyle çirkin şekiller alıyor.
Küçük plastik kovanızla habire koşturup duruyorsunuz. Kan, ter ve panik içinde!
O kadar odaklanmışsınız ki "onarmaya", bu yıkımın artık kontrolünüzde olmadığını göremiyorsunuz.
Oysa bir dursanız, durup da yukarıdan baksanız kaleye, çamur haline gelmiş surlara ve dalgalara, onarmaya harcadığınız süre içinde yepyeni bir kale inşa edebileceğinizi göreceksiniz. Denizin biraz ötesinde, yeni bir başlangıç yapabilirdiniz.
Birçoğumuz için yaşam, denizle kumsal arasında böyle koşarak geçiyor. Alışmaya çalışıyoruz. Yaşadığımız şehre, her fırsatta ne kadar da sevmediğimizi söylediğimiz işimize, günde en az sekiz saatimizi zindan eden yöneticimize, bir yere gitmediğini bildiğimiz ilişkimize, gittiği yerin bizi mutlu etmeyeceğinden emin olduğumuz ilişkimize, canımızın her türlü sıkıntısına. Düşlerimizin asla gerçekleşmeyecek olmasına...
Alışmaya çalışırken inciniyoruz. İncinen yerlerimize günlük yamalar dikiyoruz. Ertesi gün sökülüyor yamalarımız, yara bere içinde, delik deşik, yorgun argın evimize dönüyoruz. "Dayanmak zorundayım," diyoruz. Her şeyi bırakıp bir düşün peşinden gitmenin bir lüks, şımarıklık, ciddiyetsizlik ve çocukluk olduğuna inanıyoruz. Öyle ki utanıyoruz da bazen, gitme düşlerimizden. Kimselere diyemiyoruz. Kaygılarımızdan, hırslarımızdan, yıllarca çalışıp kazandığımız sıfatlardan ve etiketlerden vazgeçemiyoruz. Elimizde kova, bir oraya bir buraya koşuyor, verdiğimiz molalarda şikayetlerimizi hayattan esirgemiyoruz.
Gün bitimlerinde sokaklardan yorgun, bıkkın yüzler geçiyor. Sormuyoruz. Bu yüzlerden biri, bize ait olabilir mi ?
Sormuyoruz. Bazen bir şeyi onarmaya çalışmak yerine, yıkıp yeniden başlamak gerekmez mi ?
Belki de sormalıyız artık. Hayatımızdaki bazı kumdan kaleler, denize karışmayı çoktan hak etmedi mi ?

Deniz Yalım Kadıoğlu





24 Ekim 2011 Pazartesi

"En önemli şeyler, söylemesi en zor olan şeylerdir."


En önemli şeyler, söylemesi en zor olan şeylerdir. Bunları söylerken utanırsınız. Çünkü kelimeler küçültür onları. Kafanızın içindeyken sonsuz gibi, kocaman görünen şeyleri kelimeler hayat boyutuna indirger.

Ama hepsi bu kadarla da kalmıyor değil mi? En önemli şeyler, gizli yüreğiniz nereye gömüldüyse oraya pek fazla yakındır. Düşmanlarınızın çalmaya can attığı bir hazinenin işaret taşları gibi.

Sırrınızı açıklamak size pahalıya mal olurken karşınızdaki insanlar size garip garip bakarlar, ne dediğinizi hiç anlamazlar ya da bunun nesini bu kadar önemli bulup yarı ağlar gibi söylediğinize de bir anlam veremezler.

En kötüsü bu bence. Sırrınızın kilitli kalması, söyleyen bulunmadığından değil de, anlayışlı bir kulak bulunmadığından olunca...

Stephen King -Ceset (The Body)

(Fotoğraf: Nurcan Azaz)

22 Ekim 2011 Cumartesi

Bitme


Bitme, bak, içtim, yürüdüm, kederlendim

Denize girdim, üşüdüm, sana geldim.

Düş bitmeden sen bitme.
Bitmeden sevgi gitme…

Bitme! Bak, koştum, savruldum, hep örselendim.
Cıgara ziftlendim, ille de seni sevdim.
Uzaklarda öyle çok kederlendim.

Günler bitmeden bitme.
Bitmeden hasret gitme…

Bu yangın geceler, bu intihar.
Gidersen paramparça yüreğimde ağıtlar!
Bu dolunay gecenin göğsünü yarar.
Benim göğsümde de sana geniş bir yer var.

Düş bitmeden sen bitme.
Bitmeden sevgi gitme...


Yılmaz Odabaşı

17 Ekim 2011 Pazartesi

Ateş Yakana Kılavuz

















1.

En son, en kalın odunu yakarsın.

2.
Deniz’in taşıdıklarını da kesip kesip yakmıştın,
o bir zamanların şimdi uzakta kalmış ocağında —
ne kalır ki, geriye?…

3.
Ateşinin dumanını da biriktirirsin—

4.
Her şeyden önce unutmaman gereken,
ateşinin hiçbir zaman tek bir düzeyde yanmadığıdır :
ateşin, ya harlanma içinde ya da sönme içindedir —
ya yükseliş, ya iniş…

5.
Ateş, yanmakta olan odunlarla değil,
yeni yanmağa başlayan odunlarla yanar.
Hep yakacak yeni odunlar bulan ateş, yükseliş içindedir;
yalnızca eski —yanan— odunları olan ateş,
inişe geçer.

6.
Yanan odunlar tüten odunların dumanını da yakarlar.

7.
Yanamayan odun, tüter.

Ateşin, bazen, yalnızca tüter: yanamamaktadır…

Dikkat etmen gereken, ateşe yanyana ve üstüste koyduğun odunların
biribirlerine olabildiği kadar yakın olmaları; ama hiçbir zaman
bitişik ve binişik olmamalarıdır : ateşi yakan, ısı olduğu kadar,
havadır — belki daha da çok…

8.
Ateşin tütüyorsa, bil ki bir şeyleri yanlış yapıyorsun.

9.
Tek bir odunu yakamazsın: odunlar ancak başka odunlar
yanıyorsa, yanar — her bir odunun yanması, öteki her bir
odunun yanmasına bağlıdır: hepsi için ayrı ayrı; ve,
hepsi birlikte, karşılıklı…

10.
Alttaki odunun yanması, üstünde yanmaya başlamış bir odunun
bulunmasına — ve üstteki odunun yanması, altında yanmakta olan
bir odunun bulunmasına, bağlıdır.

Odunlar yalnız yanmazlar.

11.
Ateşini yakmağa başlarken, çıra parçalarını çok dikkatli
kullanmalısın: fazla koyarsan, ya gereksizce büyük alevler
elde edersin, ya da yanamayan çıra parçalarındaki reçinenin
tütmesine yol açarsın; az koyarsan, hem kalın odunları
tutuşturacak kadar alevin olmaz, hem de, yanamayan odunlar
tütmeğe başlarlar — tam ölçüsünü, tam yerini, tam zamanını
bulmalısın, ateşini yakmağa başlarken.

12.
Ateş, bir kez yanmağa başlayınca, senin denetiminden
çıkar gibi olur — ama, unutmamalısın ki, kendi haline
bırakılan ateş, gerçi, koşullar uygunsa, harlar; ama,
kısa zamanda, yakabileceklerini yakarak, tükenme sürecine
girer: Ateşin ilk niteliği yayılmaksa, son niteliği de, tükenmektir.

Bu yüzden, ateşini ‘beslemen’ gerekir: tam zamanında, tam yerine,
yeni yanacak odunlar koyman; belirli bir yanı tükenmeğe
yüz tutmuş odunları biribirlerine göre çevirmen; yanamayarak
tütmeğe başlamış odunları yanabilecekleri bir konuma getirmen
— bir sürü düzenleme, ayarlama…

Ateşini kendi haline bırakamazsın — bırakırsan, tükenip söner…

Ateşinden sorumlusun.


Oruç Aruoba

15 Ekim 2011 Cumartesi

Oblomov


"Her gün yan yana oturmak kolay iş değildir. Birbirinin iyi yanlarından zevk alıp kötü yanlarına kızmamak için büyük bir yaşama deneyi, akıl olgunluğu ve insan sevgisi gereklidir."

İvan Gonçarov,  Oblomov, 
İletişim Yayınları
Çeviri: Ergin Altay

İzleyiciler