İletişim Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İletişim Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Nisan 2025 Perşembe

Kambur

    "Ben pek sıradan bir kambur sayılmam. İspanyolların jorobado dedikleri türdenim. Önden bakınca cüce, arkadan bakılırsa koca bir tümsek. Nereden bakılacak, peki? Yandan mı? Olabilir? Bakışlarımın çok derin ve keskin olduğu kanısındayım. Ama bunu söyleyen hiç olmadı. Burnum içinse, 'burun' demek pek hafif kalır. BURRUNN demek (şeddeli) gerekir. Baktıkça pes diyorum. Tanrı beni bu şekilde yaratıp dünyaya gönderiverdi; ama, beni tekrar göreceğini düşünseydi, burnumun dörtte üçünü geri alırdı. Bu nedenle de, karşısında daha fazla kalabilmek için en korkunç suçları işliyorum. Saçlarımın önleri döküldü - daha doğrusu ben öyle sanıyordum; arkamdaki bir aynadan tepemin de açılmış olduğunu görene dek. Dişlerim gri-mavi ve öndeki iki tane birbirinin üzerine binmiş; bu nedenle ben onları tek diş sayıyorum. Neyse ki dudaklarım kalın değil. Özellikle üst dudağı kalın olan kimsenin melek gibi olmaktan başka çaresi yoktur; yanmıştır. En çok yakan şey ise, 'Yandım' derken dudaklarının aldığı şekildir. En çok sağ elimin küçük parmağını severim. Küçükken bir kazayla kopmuştu. Kimbilir nerelerdedir, neler beceriyordur. Bunlardan gocunduğumu sanmayın. Yaşama pek katılmadığım için, bu tür primler hiç ilgilendirmez beni. Çirkin insanlardan iğrendiğim kadar güzellerden de iğrenirim. Hatta diyebilirim ki, estetik kaygısındaki her şey iğrendirir beni."

Şule Gürbüz, Kambur, İletişim Yayınları, S.16-17


27 Ocak 2025 Pazartesi

"Zafer, arkasından bıçaklanan masum düşmanların cesetleri üzerine atılan yapma çiçeklerden bir çelenktir."


"Ben ışık arayan, aydınlanmak ve aydınlatmak isteyen bir insanım. Politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum."

"Avam için din, kendi gibi düşünmeyeni yok etmek hürriyetidir. Ateizm, Allah'a inanmamak değil, avamın inançlarını paylaşmamaktır."

"Vücudumuzu aşmak, ben'in dar ve sevimsiz geometrisinin ötesine geçmek, sonsuza yönelmek, bir insana sarılmak, hatıralarda yaşamak: İşte aşkın, dinin ve kahramanlığın kaynakları. Bir kısım insanlarsa kendilerini aşarlar ve kendilerini feda etmesini bilirler, bir fikre, bir davaya adarlar kendilerini, anıta, olaya, kitaba dönüşürler; ruhları ışık ve sevgi kaynağıdır; ruhları doğa gibi devamlı verimlidir ve doğa gibi ölümsüzdür."

"Spinoza'nın bir sözü beni sık sık düşündürür: 'havaya fırlatılan taş konuşabilseydi, mutlaka kendi arzusuyla yolculuğa çıktığını söylerdi.' "

"Aryalı akıncıların zincire vurduğu siyah derililer fatihlerinden çok daha medeni idiler. Kuzeyli barbarlar, yırtıcı sürüler halinde, sulhçu ve ilerici kavimlerin mezarcısı olmuşlardır. Yani kaba kuvvet, mızrak veya kılıç munisleşen, incelen, olgunlaşan insanı yenmiştir. Tarih, galiplerin yazdığı bir kitaptır. Zafer, arkasından bıçaklanan masum düşmanların cesetleri üzerine atılan yapma çiçeklerden bir çelenktir."

"Medeniyetler ancak intihar etmek suretiyle ölürler."

"Kızıl şal görmüş İspanyol boğası gibi, her düşünceye ve her düşünene saldırmak. Bu canım memleket, bu yüzden bir cüzzamlılar ülkesidir. Fikir hürriyeti ya bütün olarak müdafaa edilir, ya edilmez. Zındık olun, dindar olun ama düşünün, insanı öldüren kanser kayıtsızlıktır."

"Tanzimat neslinin en büyük hizmeti, Türk nesrini yaratmasıdır."

"Şuurun kaderi, biyolojiğin umurunda değildir. Külçe gibi, leş gibi yaşamak da yaşamaktır."

"Hürriyet rahatsız ediyor insanı. Bir güvensizlik duygusu çöküyor içine. Kendi başına karar vermek, yeni yeni durumlar karşısında davranışını tayin edebilmek, çok sıkıntılı bir iş. Hür bir dünya tehlikelerle dolu. Ancak tehlikeli bir hayata göğüs gerebilecek insanlar demokrasiye sevgi duyabilirler."

"Eğer pek yakınlarındaysan, birbirleriyle çekiştiklerini görürsün. Bakarsın kimi şu partiden, kimi bu partiden. Ama hele biraz uzaklaş, bir tepeye çık, tozu dumana katan bu süvarilerin topu birden sana bir tek toz bulutu, aynı toz bulutu halinde aynı olacaktır."

"Her büyük adam kucağında yaşadığı cemiyetin üvey evladıdır."

"Einstein'a 'Gravitation' hakkındaki formülünüz Newton'unki kadar zarif ve sade değil diye takılmışlar. 'Hakikati belirtmek istiyorsanız zerafeti terzilere bırakın.' demiş."

"Bir romancı çağını kucaklamak zorundadır."

"Spinoza, 'Her hüzün bir parça fakirleşme, bir parça küçülmedir' diyor.

"Aşk dehanın büründüğü şekillerden biri. İnsanın dörtte üçü âşıkken belirir."

"Türkiye'de fikir her zaman bir anakronizmdir."

"Rusya'da bir gazete çıkarma teşebbüsü suya düşünce, Lenin çoluğunu çocuğunu memleketinde bırakarak Almanya'ya kaçmıştır. Yanına iki vagon halinde kütüphanesini almış, yer darlığından edebiyat kitaplarını bırakmış, yalnız bütün tecrübelerin toplu olduğunu söylediği 'Faust'u aldırmıştır. en sevdiği yer: 'Her nazariye soluktur aziz dost, canlı olan, taze olan hayatın ağacıdır.' "

"Bakışlarını iç dünyasına çeviren insan, şuurun mağarasında kendi gölgesiyle karşılaşır."

"Tarih mahkemesinin verdiği kararları çok defa hiciv infaz eder."

"Neyzen'deki tezatların psikopatolojik köklerini merak edenler L'Homme de génie'yi okusunlar. Biz, coşkun zekâsını alkol kadehlerinde boğan bu hasta ve kardeş şairin hatırasını daima şefkat ve sevgiyle anmakta devam edeceğiz."

"Yazarın tek bir düşmanı vardır: Bağnazlık. Düşüncenin bütün huysuzluklarına, bütün hoyratlıklarına, bütün çılgınlıklarına selam!"

"Stendhal'ın meşhur kristalizasyon-billurlaşma teorisinin kaynağı bu. Billurlaştırmak, hayalin sevgiliye kendisinde olmayan vasıflar eklemesi ve onu süslemesi, güzelleştirmesidir.  'Hangi güzellik akla gelse hemen sevgilimize kondururuz.' "

"Machiavelli ile Gandi, batıyla doğu. Biri politikadan ahlâkı kovar, öteki politikayı ahlâka kalbeder. Muhammet, harp hiledir diyor. Muhammet de realisttir. Silahlı bir peygamber. Şiddeti ortadan kaldırmak için şiddet. Tarih bu yalanın insanlığa ne kadar pahalıya mal olduğunu bar bar bağırıyor. Kan kanı, şiddet şiddeti doğurur. Gayeyle vasıtalar bir bütündür. Hiçbir gaye kötü vasıtaları meşrulaştırmaz."

"Buffon adında kayıtsız ve kaygusuz biri 'deha uzun bir sabırdır.' demiş."

"Düşünmek, caddelerden keçi yollarına; çiğnenmemiş, sarp, dikenli keçi yollarına sapmaktır."

Cemil Meriç, Jurnal 1.Cilt 1955-1965, İletişim Yayınları



26 Ocak 2025 Pazar

Puslu Kıtalar Atlası

    "(...) Bünyamin uyandığında gözlerini açmakta zorluk çekti. Çünkü yüzüne bir sargı bezi sarılmıştı. Şakaklarında, alnında ve yanaklarında dayanılmaz bir acı vardı. Üstelik ateşler içinde yanıyor, sık sık öksürüyordu. Onu karların üzerinde bitkin bir durumda yatarken bulduklarından dört gün sonra zatürre olmuştu. Yüzü parçalandığından onu tanıyan olmamıştı, ama zırh gömleğine bakıp onun bir yeniçeri olduğuna hükmetmişlerdi.
    Yaralılarla dolu bir öküz arabasında olduğunu hemen anlamıştı. Şiddetli soğuktan korunmak için üzerlerinde üç kat keçe vardı. Gözleri sarılı olmasına rağmen Bünyamin, arabanın yanında yürüyen askerlerin konuşmalarından, 'Kaledeki casusun Vardapet'in çırağına çok değerli bir şey verdiğini, ama Bünyamin adlı zındığın emanet aldığı bu şeyle birlikte kaçtığını, büyük ihtimalle onu kaledekilere sattığını'
öğrendi. Zülfiyar adlı casus, savaş meydanında Bünyamin'in cesedine rastlayamamış, akıncılara delikanlının eşkalini tarif ederek onu ölü ya da diri getirmelerini buyurmuş ve delikanlının başına yüz altın ödül koymuştu.
    Bünyamin elini koynuna soktu. Babasının ona verdiği kitap hâlâ oradaydı. Parmaklarını sayfaların arasına sokup casusun kendisine verdiği parayı aradı ve buldu. Bu sözümona değerli şeyle birlikte kaçtığına Zülfiyar'ın neden inandığını uzun uzun düşündü. Bu adam bir casustu ve hiçbir işini tesadüfe bırakmayan biri olmalıydı. Böyle birinin tesadüflere kolay kolay inanmayacağı da açıktı. Çünkü mesleği gereği tedbirli olmak zorundaydı ve daima muhtemel en kötü durumu dikkate alarak davranırdı. Kalede ele geçirip kendisine teslim etmek zorunda kaldığı o şey, artık her ne ise, gözünde o kadar değerliydi ki, işin aslının zaten hiçbir önemi yoktu. Zülfiyar'ın aradığı bu değerli şeyi şu anda taşıyan kişi, ister iyi niyetli ister kötü niyetli olsun, bu casusun 'muhtemel en kötü durum ne ise hakikat de odur' ilkesi uyarınca boynu vurulacak biriydi.
    Bünyamin biraz olsun kendine geldiğinde, yeri yurdu ve hangi yeniçeri ortasından olduğuna dair soruları bertaraf etmek için hafızasını kaybetmiş numarası yapmaya karar verdi. İsabetli bir karardı bu. Çünkü kaleden ayrıldıklarının on yedinci günü, geceyi geçirmek için Sofya'ya üç gün uzaklıkta bir yerde mola verdiklerinde, Zülfiyar topallayarak gelmiş ve Yahudi hekime Bünyamin'in yüzündeki sargıları açmasını buyurmuştu. Hekim denileni yaparken Bünyamin'in kalbi küt küt atıyordu ama son sargı da açıldığında casusun kendisini tanıyamadığını gördü. Ancak orada bulunanlar, hatta Zülfiyar bile ona acıyarak bakıyorlardı. Elini yüzüne götürdüğünde garipliği sezdi. Sanki bir süngere dokunmuştu, göz kapaklarından birinin yarısı yoktu. Buna rağmen metanetini kaybetmeksizin, kendisine sorgu sual edenleri hafızasını kaybettiğine inandırmayı başardı. Casus ve adamları gittiğinde hekimden bir ayna istedi. Gelgelelim yirmi gündür onu tedavi etmeye çalışan bu adam ona ayna vermemekte direniyordu. (...)"

İhsan Oktay Anar, Puslu Kıtalar Atlası, İletişim Yayınları, S.86-87


18 Temmuz 2023 Salı

Müjde! Çocuğumuz Oldu!


(...)

XVII

“Çocuklar hayata ana babalarını severek başlar, zamanla onları eleştirir ve nadiren affederler.”   
Oscar Wilde

Papa evli çiftleri çocuk sahibi olmaya teşvik ediyor. Onlar da “yaşamın şenliğine” katılmalıymış, Papa öyle söylüyor. Neden çocuk yaparız? Bugüne kadar duyduğum cevapların içinde en aklıma yatanı, insanın bir çocuk sahibi olmadıkça kendini eksik hissettiği. Bazılarımız iki, üç, hatta dört çocuk yaptıktan sonra da kendini eksik hissedebiliyor. Başka cevaplar da duydum. En popüler olanı, ölümsüzlükle ilgili. Ben öleceğim, ama çocuğum aracılığıyla yaşamaya devam edeceğim. Çocuk yapma konusu insanın sınıfıyla da bağlantılı. Toprakta çalışacak olabildiğince çok insana ihtiyacı olan köylüler bir sürü çocuk yapıyor. Şehirde, daha az çocuk sahibi olmak daha ekonomik. Ama bu bilgiler, temel soruya cevap vermiyor. Doğum sıklığını etkileyen faktörler ayrı konu, niye çocuk yaptığımız ayrı konu. 

II

Çocuk sahibi olmamızın en temel nedeni, bunu yapma gücüne sahip olmamız tabiî. O kadar maymun iştahlıyız ki, yapabileceğimiz ne varsa çoğunu yapmaya çalışıyoruz. Yapabildiğimiz için yapıyoruz, yapmayı seçtiğimiz ya da yapmaya karar verdiğimiz için değil. Sırf yapabiliyoruz diye çocuk yapmak olacak iş mi? Neden çocuk sahibi oluyoruz? Başkaları oluyor da ondan. Ana babamız bizden torun bekliyor da ondan. Sırf çocuk sahibi olmayı istediğimiz için, sırf çocuğu istediğimiz için bu işe kalkıştığımız pek ender. Çocuk sahibi olmamızın bir sürü nedeni var, ama bu nedenlerin içinde çocuğun kendisi en sonda geliyor. Çocuğu kendi geleceğimizin düşlerinin bir parçası olarak istiyoruz. Peygamberler, generaller, nineler ve dedeler, kendilerine yeni nesillerde mürit arayanlar bizi çocuk yapmaya yöneltiyor. Çocukla olan özel bağımız, çocuk için duyduğumuz istek en arkadan geliyor, o da genellikle hamilelikten sonra. Yani, çocuğu ancak ana rahmine düştükten (doğduktan) sonra istemeye başlıyoruz. Çocuk ancak başlı başına bir maddi varlık haline dönüşünce isteniyor, hakkında düşünülüyor ve bazen de vazgeçiliyor. 

III

Çocuğu neden sırf kendi hatırına istemediğimizi açıklayan binlerce neden sayabiliriz. Bunların içinde en acı olanı, miras kaygısıdır. Servetimizi başkalarıyla paylaşmayı pek istemesek de, eğer ille biriyle paylaşacaksak, bari kendi çocuğumuz olsun diye düşünürüz. Böylece, servetimiz başkalarının eline geçmesin diye çocuk yaparız. Eşimiz bizi bırakıp gitmesin diye çocuk yaparız. Ya da tam tersi, birbirimize olan aşkımızı ispatlamak için çocuk yaparız. Çoğu durumda aşkın en yüce ifadesi olarak görülmez mi bu? Ve tabiî, bizi seven birisi olsun diye çocuk yaparız. Hükümetlerin, sosyal güvenlik sistemlerinin ve çeşitli kurumların sağladığı avantajlardan yararlanmak için çocuk yapanlarımız da var. Bazı ülkelerde çocuk sahibi olmak, maddi yardımların yanı sıra, tatsız iş hayatından uzunca bir süre kaçabilmek gibi bir avantaj da içeriyor. Pek çoğumuz, sırf çocuk sahibi olanları kıskandığımız için çocuk yapıyoruz. Çocuğumuz olduğunda, çocuksuzlara sanki bir eksikleri varmış gibi bakıyoruz. Onları kıskandırıyoruz, bize gıpta etsinler istiyoruz, çocuk sahibi olsunlar diye onları yüreklendiriyoruz. Kısır olmayan, sağlıklı kadın ve erkekler olduğumuzu kendimize ispatlamak için çocuk yapıyoruz. Sayısız çocuk bu yüzden dünyaya geliyor. Ama artık iş işten geçmiş oluyor. Çocuk sahibi olmanın bin bir biçimi içinde, çocuğun kendisi nadiren işin içine giriyor. Zaten bizatihi çocuk sahibi olmak deyimi onların üzerinde kurduğumuz mutlak totalitarizmin bir ifadesi değil mi? 

IV 

Bir kısmımız özgürlüğü özgür olmak için isteriz. Bir kısmımız, güç kazanmak için özgür olmak isteriz. Yani, belirli bir düzende güçsüz durumda olanlar, başka bir düzende güce daha kolay ulaşma şansları olacağını umarlar. Kendilerini güçlendirmek, başkalarına hükmetmek için özgürlük ve demokrasi peşinde koşanlar, kendi totaliter arzularını yansıtmak suretiyle en temel özgürlükleri çiğnerler. Çocuğun kendisini istedikleri için değil, belirli bir gereksinimi karşıladığı için çocuk yapanlar da öyledir. Bu gibi durumlarda çocuk kullanılmış olur. Bir insanı kullanmak tabiî ki totalitarizmdir. Ama, kendisiyle ilgisi olmayan bir nedenle bir çocuk yaratmak, insan türünün totaliterliğinin zirvesidir. Çocuk sahibi olmak, geri dönüşü olmayan bir eylemdir. Servetimiz yok olup gider, eşimiz hayatımızdan çıkar, herkes kısır olmadığımızı görür, kıskançlığımız diner, ama çocuk hâlâ oradadır. Artık var olmayan gereksinimlerin bir kalıntısı olarak çocuk bizim yanımızdadır. İşte o zaman, tüm totaliter ilişkilerde olduğu gibi, büyük yalan başlar. Büyük yalan SEVGİ'dir elbette. Bu yalan bilinçli ya da bilinçsiz olabilir. Ama çoğu zaman bilinçsiz olur. Gerçekten çocuğu sevdiğimizi düşünür, öyle davranır, öyle hareket ederiz. Başkaları görsün diye, yüzümüzden hemen hemen hiç çıkarmadığımız bir sevgi maskesi taşırız. Bu sevgiyi de, o çocukla hiç bağlantısı olmayan, ama ona müstakbel bir mürit olarak bakan, toplumun tüm tutucu kurumları her fırsatta destekler. Çünkü herkes, ama herkes, çocukların sevilmesi gerektiğini düşünür. Belki en büyük ikiyüzlülüğümüzün sonucu olarak, utançla, büyük yalana katılırız. Çocukla aramızda totaliter bir bağ oluşur, çünkü çocuktan da bizi sevmesini bekleriz, ona bizi sevmesi gerektiğini öğretiriz. Çocuk, bizim YALAN'ımızı bilmemenin masumiyeti içinde, gerçekten de bizi sever tabiî. Ama çocuğun gerçeği ilk keşfedişi belki de sevgi yalanını keşfedişidir. Aynı zamanda masumiyetin sonudur bu. Çocuğun kendisiyle hiç ilgisi olmayan gereksinimler yüzünden çocuk sahibi olunduğunda, dünyaya gelen çocuk bir sıkıntı kaynağı haline de gelir. Anne ve babanın yaptığı bir fedakârlığa dönüşür. Yaşamlarının çocuğun hatırına kökünden değişmesi gerekir. Çocuğun yaratılmasıyla birlikte -çocuk gerçekten istendiği için yaratılmış olmadığından- yaratıcıların talepleri de başlar. Yaratıcılar diyorum, çünkü anne babalar büyük bir kendini beğenmişlikle kendilerini çocuğun yaratıcısı olarak görürler. Sanki yaratmak, erkekle kadının bir-iki dakikalık çiftleşmesine bakacak kadar basit bir şeymiş gibi. Anne ve babalar çocuğun kendi özgürlüğü içinde büyüyüp gelişmesine nadiren izin verirler. Çocuk çoğu zaman, anne ve babasının kişisel arzu ve hayalleri ile mevcut toplum düzeninin standartlarına göre yoğurulur. 

Çocuğun büyüme ve olgunlaşma süreci, genellikle, bağımlılıktan bağımsızlığa doğru bir geçiş olarak adlandırılır. İnsan yavrusu da diğer tüm hayvanların yavruları gibidir. Bağımsızlığını kazanıp kendine bakabilecek hale gelince, yuvayı terk eder. Öte yandan, insan yavrusunun durumunda bu argümanın tam tersi de aynı kolaylıkla ileri sürülebilir. Büyüme süreci, çocuğun kendine özgü ruhsal yapısını ve bağımsızlığını kaybetme sürecidir. Büyüme sürecindeki çocuk, “uygarlaştırılan” bir yerliye benzer. Anne ve babanın görevi çocuğun vahşi ve özgür ruhunu ezmek, okula, topluma ve devlete uysal bir çocuk teslim etmektir. Çocuk okuldaki kural ve düzenlemelere uymayı beceremezse, anneyle babanın onu kötü yetiştirmiş olduğu düşünülür. Çocuk anne ve babasından fiziksel olarak bağımsızlaştığında, çağın ruhuna bağımlı olmaya da çoktan hazır hale gelmiştir. Çocuğun sözde uygarlaştırılması sadece toplumsallaşma değildir. Toplumsallaşma toplumun yap ve yapma dediklerini öğrenmektir. Uygarlaşma ise aynı zamanda estetik ve bilişsel koşullandırmadır. Sonsuz bir olasılıklar dizisi içinden bazı algısal kalıpların seçilip dayatılmasıdır. Çocuğun tüm duyularının gelişimi, yine içinde yaşadığı toplum ve uygarlık tarafından koşullandırılır. Tarih boyunca ya da aynı zaman dilimi içinde bir arada yaşayan başka uygarlıklara ait algısal ve bilişsel kalıpları tanıma fırsatı bile verilmez çocuğa. 

VI 

Çocuk “sahibi” olmanın totaliter olmaması ancak tek koşulla mümkündür. Yaşamın mucizesinin, yaşamın benzersizliğinin farkında olmaktır bu koşul. Çocuk hangi sebeple dünyaya getirilmiş olursa olsun, yaratılan varlığın bizimle pek az ilişkisi olduğunu kavramamız yeterlidir. Bir bakıma, gökteki bulutlar kadar, kelebekler kadar, mevsimlerin değişmesi kadar bizden bağımsızdır çocuk. Hayatın sayısız mucizesinden biridir. Bize düşen çocuğu kollayıp büyümesine yardımcı olmaktır, ona buyurmak değil. Ne yazık ki totaliter denetimimiz aksi yöne doğru uzanıyor. Yüzyıllar boyunca çocuk üzerinde totaliter bir denetim kurduğumuz yetmezmiş gibi, şimdi bir de çocuğun genetik gelişimini ve genetik özelliklerini denetlemeye, hatta gücümüz yeterse tasarlamaya çalışıyoruz. Eğer bir çıkar görüyorsak gelecekte gözleri 360 derece dönebilen ya da bir yerine iki kafası olan çocuklar yaratmamamız için hiçbir neden yok. Belki de hepsi birbirinden şık siparişler verebileceğimiz “çocuk butikleri” de olur. Ancak türümüzün tarihinde önce aileler aşiretlerden, sonra da bireyler ailelerden kısmen bağımsızlaştığına göre gün gelecek çocuklar da kendi isimlerini kendileri koyabilecekler. 

Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü

9 Mart 1988, Kea 


19 Mayıs 2023 Cuma

Linç Rejimi

Türkiye toplumu tarihsel olarak linç kültürü üretiyor. Bir takım vatandaş tepkisi, hassasiyet, karşıt görüş, tahrik ve provokasyon gibi kavramlarla kodlanan bu linç kültürü, her toplumsal olayda kendini yeniden üretiyor. Bu linç rejimi resmi tarih anlatısından milli eğitim müfredatına kadar derin bir ideolojik kaynaktan besleniyor. Bunun spesifik olarak bir şehirle ilgisi yok. Bugün Erzurum Cumhuriyet Meydanında yarın Sakarya Çark Caddesinde, öbür gün Konya Zafer Meydanında veya Trabzon Kunduracılar Caddesinde... Kendi gibi düşünmeyeni "öteki" olarak algılayan, toplumsal ön kabulleri ve ezberleri olan kitleler, hakikatle yüzleştiğinde fikir üretmek yerine kolayca şiddet aygıtına başvururlar. Bu şiddet "toplumun hassasiyetleri" üzerinden meşrulaştırılır. Bu noktadan sonra artık örgütlü ve sıradan bir kötülük hali ortaya çıkar. Bu kötülüğün sıradanlaşması ancak daha fazla ekonomik refah, özgürlük, demokrasi, şeffaflık, hoşgörü, fikir üretme-tartışma, hakikatle yüzleşme ve hukuk gibi evrensel değerlerle çözülebilir. Aksi halde Hannah Arendt'in ifadesiyle: "Gerçeklikten bu kadar uzak ve bu kadar fikirsiz olmak, belki de insanın bünyesinde bulunan bütün şeytani içgüdülerin vereceği zarardan daha büyük bir yıkıma yol açabilir."

Doç.Dr.Deniz Özyakışır


"Linç, en aşikâr medeniyet kaybıdır. Linçin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infiâl uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitirir.”

Tanıl Bora, Türkiye'nin Linç Rejimi, İletişim Yayınları

 

15 Ekim 2011 Cumartesi

Oblomov


"Her gün yan yana oturmak kolay iş değildir. Birbirinin iyi yanlarından zevk alıp kötü yanlarına kızmamak için büyük bir yaşama deneyi, akıl olgunluğu ve insan sevgisi gereklidir."

İvan Gonçarov,  Oblomov, 
İletişim Yayınları
Çeviri: Ergin Altay

4 Aralık 2010 Cumartesi

Bir Kitap: Zehirlenen Çocuk

Sue Palmer' ın İletişim yayınları'ndan çıkan kitabı modern dünyanın çocuklar üzerindeki zararlı etkilerini anlatıyor.

20.yüzyılın ikinci yarısından beri içinde yaşadığımız modern dünya, bir yandan hayatlarımızı hiç olmadığı kadar renklendirip kolaylaştırırken diğer yandan inanılmaz derecede hızlanan temposuyla bizi strese sokuyor.

Yetişkinler olarak yaşadığımız toplumsal değişimin farkında olsak ve dizginleri tamamen elimizden bırakmamaya çalışsak da, korumayı unuttuğumuz bir şey var: çocuklar. Yüzyılın son çeyreğinden beri, başta gelişmiş dünya ülkeleri olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde, davranış sorunları ve duygusal sorunlarda büyük bir artış gözleniyor. DEHB ve disleksi gibi rahatsızlıklarda adeta patlama yaşanırken depresyon, dürtüsel davranış ve öğrenme güçlükleri giderek hız kazanıyor. Peki neden?

Otuz yıl boyunca öğretmenlik ve eğitim danışmanlığı yapmış olan Sue Palmer bu önemli ve çarpıcı kitabında, modern hayatın birbirinden ayrı tutulamayacak unsurlarının bir araya gelip toksik bir karışım oluşturarak çocuklarımızı nasıl zehirlediğini ortaya koyuyor. Sağlıksız ve düzensiz beslenmeden ebeveynlerin tecrübesizliklerine, elektronik aletlerden niteliksiz çocuk bakımına uzanan geniş bir yelpazede modern çocukların sorunlarını ele alıyor. Palmer Zehirlenen Çocukluk'ta, çeşitli disiplinlere mensup uzmanlardan edindiği verilerden yararlanıyor ve dünyanın birçok yerinde yapılan en son araştırmaları sunuyor. Her bir sorunu ayrı ayrı açıklayıp bunların nasıl üstesinden gelineceğine dair öneriler getiriyor.

Zehirlenen Çocukluk, anne-babalar, öğretmenler ve gelecek neslin modern sorunlarına çözüm arayan herkes için değerli bir kaynak.

....

Kitap Alıntı: "2004 yılında Amerikan Pediatri Akademisi her 6 çocuktan birine gelişim bozukluğu ve/veya davranış sorunu teşhisi konduğunu duyurmuştu. Dünya Sağlık Örgütü ise 2020’de çocuklardaki nöropsikiyatrik bozuklukların diğer sağlık sorunlarına oranla %50 artacağını öngörüyor. Çocuklarda artan oranlarda odaklanma, kendini kısıtlama, diğer insanların ihtiyaç ve çıkarlarını göz önüne alma ve öğrenme sorunları gözleniyor.
Peki çocuklara neler oluyor?

Toksik çocukluk sendromu etkisi altındalar. Çözümü ise çocukları detokslamak. Peki nasıl?
1. Abur cubur beslenmeden, yiyecek ve içeceklerin pazarlama mesajlarından, aşırı şekerli beslenmeden uzak kalarak yani yeme biçimimizi değiştirerek
2. Açık havada bol vakit geçirerek egzersiz, aktivite ve serbest oyun miktarını artırarak
3. Sağlıklı uyku alışkanlıkları geliştirerek
4. İletişimi detokslayarak -Teknolojiyle kesilmeyen göz teması kurarak, etkin dinleyerek, kaliteli sohbet ve paylaşımlar yaparak
5. Aile hayatını detokslayarak- Oyun oynayarak, aile gezileri, aile yemekleri, ortak hobiler gerçekleştirerek
6. Çocuk bakımını detokslayarak -İş-çocuk bakımı dengesini kurarak, kreş-okul’da kalma süreleri ve bakıcı kalitesine dikkat ederek
7. Eğitimi detokslayarak -Notlar yerine öğrenmeye odaklanarak, okulların değer ve inanç sistemlerini inceleyerek, okulla beraber çalışarak
8. Tüketici kültürünü detokslayarak -Reklamlar üzerine konuşarak, izledikleri içerikleri kontrol etmek, para harcamaya ilişkin kurallar oluşturmak, rol modelleri detokslamak
9. Elektronik köyü detokslamak -Teknoloji kullanımında içerikleri ve süreleri sınırlandırmak
10. Davranış biçimini detokslamak -Ebeveynlik tutumları"

Künye:

Adı: Zehirlenen Çocukluk
Alt Lejant: Modern Dünyanın Çocuklar Üzerindeki Zararlı Etkileri
Orjinal Adı: Toxic Childhood. How the Modern World is Damaging Our Children and What We Can Do About it
EAN: 9789750508189
Fiyat: 23,50 TL
Yayın No: İletişim - 1528
Dizi: Psykhe - 2
Sayfa: 400
Baskı: 1.Baskı Ekim 2010, İstanbul
Yazar: Sue Palmer
Çeviren: Özge Çağlar Aksoy
Dizi Editörü: Bahar Siber
Editör: Begüm Güzel
Kapak: Suat Aysu
Uygulama: Nurgül Şimşek
Düzelti: Dila Güngör
Dizin: Özgür Yıldız
Baskı ve Cilt: Sena Ofset

Kaynak: İletişim Yayınları

İzleyiciler