30 Haziran 2015 Salı

"Size bu ölü yaşamı hazırlayan 'sermaye sahibi egemen sınıf'tır."


"Her sabah nereye gittiğini bilmeden bir işe giden, her akşam nereden çıktığını bilmeden bir işten çıkan, sevmediği hayatı yaşayan, sevmediği işi yapan, sevmediği kişilerle yaşayan, kalabalıklar yüzünden yaşamaya karşı ne bir sevgi, ne de bir sevgisizlik işareti olmadan gelip geçen, her akşam evinin dört duvarı arasına sanki bir mezara girermiş gibi giren, gecelerini bir sıkıntı yorganının altında yalnız ya da yanındaki yabancı gövdeyle geçiren bütün ölü kentlerin, ölü doğmuş çocukları! Size bu ölü yaşamı hazırlayan 'sermaye sahibi egemen sınıf'tır. Bu acımasız oyunun varlığı siz izin verdiğiniz sürece sürecektir." 

Maksim Gorki

18 Haziran 2015 Perşembe

"Sizi arkamdan sürüklediğim için çok üzülüyorum bazen. Öykülerimin o pis, karanlık, boğucu sokaklarında dolaştırıp kimbilir ne bitmek tükenmek bilmeyen eziyetlere sokuyorum sizi. Belki de hemen çıkamayasınız diye o kadar uzun tümceler kuruyorum hikayelerimde. Yoksa iki aya kalmaz bitirip gidiverirdiniz öyle değil mi?"

Franz Kafka - Milena’ya Mektuplar

17 Haziran 2015 Çarşamba

"Ölüler yaşayanlardan daha çok çiçek alır çünkü pişmanlık minnetten daha güçlüdür." 

 Anne Frank

Çocukken çok büyük diye anımsadığımız bahçeleri, evleri, avluları yıllar sonra ziyaret ettiğimizde çoğu kez çocukluk imgelemimizin bizi yanıltmış olduğunu görür, gördüklerimiz karşısında hayal kırıklığına kapılırız. Hiçbir şey bizim hatırladığımız ve sandığımız kadar büyük ya da geniş değildir. Bizi yanıltan çocukluktur diye düşünürüz. Belki de büyümemiş çocukların hayatları boyunca yanılmamaları bu yüzdendir."

Murathan Mungan  (Şairin Romanı, S. 96) 
Resim: Saim Kara / Pastel Çalışma

16 Haziran 2015 Salı

Akşamı Geciktirebilirsin Belki


Feride için

Gün batarken sula fesleğenleri
balkonun kokusu sokağa taşsın
sokaklar kayıp çocuklar gibi
hırçındır, ürkek ve biraz şaşkın

Sular bulutlanır sen susarsın

ve kent çıngıraklı bir yılan kadar
zehirlidir artık sevgilin mahpusken
üstelik kirli bir lekeye döner umutlar

Acılar katlanır mendil yerine

sarışınlaşırsın bu kaçıncı güz
ellerin üşür, çiy düşer çiçeklere
beklediğin mektuplar da gelmez

Bomboş sayfalara dönerken aklın

tecrit’teki kitabı fareler kemiriyor
ve düşlerin sonsuz bir boşluktayken
bir sigara yakıyorsun, tutuşuyor sular

Akşamı geciktirebilirsin belki

suladığın fesleğenlerle, kimbilir
ama vaktin ayırdındadır şimdi
kuşlar, çocuklar ve mahpuslar

Usulca inse de koldemirleri


Ahmet Telli

15 Haziran 2015 Pazartesi

Arka Bahçe

1

Kendine yabancılaşma, önce, telefonda çevirdiğin sesi tanıyamamaktır. Buna çağımızda kurumsallaşma diyorlar. Tanıyamayıp insan süsü verdiğiniz manyetik sesin sahibi öldürülmüş, arka bahçeye gömülmüştür. Görüşmekte olduğunuz ölü, sizi yok edildiği dünyaya davet ve dahil eder. Giderek sayınız artar. Sizi çevreleyen dış ortamı bir dünya zannıyla algılamaktan uzaksınızdır artık. Ormanlar, dağlar, nehirler, köyler, kasabalar ve kentler… Tümü değişik renk ve biçimlerde, pazarlama kurallarıyla erozyona uğramış motiflerdir. Ölçü ve cazibeyi satın alma özgüveni ile değersizleştiren kurumsal hayat, insanı önce öldürüp yoksulluğu bir bilinç olmaktan çıkarmakta, satın almayı ölüler düzeyinde sürdürmektedir..

2

Kendine yabancılaşma, arka bahçedeki ölünün yanına yatıp uzandığınızda, ziyaretinize gelenlerin, güvenlik görevlisi olan bir kapıdan 'sizi görmeye geldiklerini' bildirerek geçmesidir. Sevgi, dostluk, aidiyet, ne kadar kılık ne kadar kıyafet, güvenlik başlığı altında sorgulanmış, kurumsal arınmadan geçmiştir. İçimizde yeni bir ölüye yer açılmıştır.

3

Kendine yabancılaşma, elmanın kurdu kemirmesidir. Kıpkırmızı düzgün yuvarlığın dışında bırakılmış canlıyı, terör suçlusu sayan genetik dönüşüm projesi ile insanı yurdundan kovan kentsel dönüşüm projesi isimli eş zamanlı imhanın içinde yer almaktır.

4

Kendine yabancılaşma, gün doğumundan gün batımına sağ çıkmamaktır. Aynı zamanda 'işleri bitirmeden' ölmemektir. Belki bir kahve molasında, ajans haberinde: bir tır kasasındaki havasız elli kişilik mülteci ölüme, sessizce gömülmektir. Bir diğer haberde, verdikleri on bin doların, denize bir gölge bırakacak kadar karşılığı olmadığını öğrenmektir; hayata tutunamayanların yerine...

5

Kendine yabancılaşma, çocukluğumuzun para üstlerine el koyan tüccarların kredi kartlarına eklediği bonus puanla tanışmaktır. Artık dolaşımda olmayan bir mutluluğun ‘harcadıkça biriktir!’  ifadesiyle yer değişmesidir. Komşu teyzelerin kapılarını sıkı sıkıya kapaması, bayram zillerinin kapı deliğinden gözetlenmesidir. Bisküvi kutuları ambalajlanan bakkal Hikmet amcanın yalnızlığında dönenmesi, dilinde hikâyesi olmayan berberin kuaförlük belgesidir.  Çok uluslu bir alçaklık eseridir.

(...)

Hüseyin Murat Çinkılıç

Fotoğraf: Nurcan Azaz



duranın efsanesi olmaz; olsa olsa (dağ) gibi adı karışır... 

hüseyin murat çinkılıç

8 Haziran 2015 Pazartesi

Mutfak Saati

Onlara yaklaştığını uzaktan görmüşlerdi çünkü dikkat çekiyordu. Oldukça yaşlı bir yüzü vardı ama yürüyüşünden henüz yirmi yaşında olduğu anlaşılıyordu. Yaşlı yüzüyle onların yanına, banka oturdu ve sonra onlara elindekini gösterdi.
 
Bu bizim mutfak saatimiz, dedi ve güneşin altında bankta oturan herkesi sırayla inceledi. ‘Evet, ancak bunu buldum. Geriye kalan tek şey bu! Elinde tabak gibi beyaz bir mutfak saati tutuyor ve maviye boyanmış rakamların üzerine hafifçe dokunuyordu.

Başkaca bir değeri yok, dedi özür diler gibi, bunu ben de biliyorum ve öyle ahım şahım bir şey de değil. Beyaz cilasıyla yalnızca bir tabağa benziyor ama bence üzerindeki mavi rakamlar da güzel görünüyor dedi. Ama elbette ibresi tenekeden ve artık ilerlemiyor da, hayır, işin aslı bu bozuk, orası kesin ama yine de her zamanki gibi görünüyor, artık ilerlemiyor olsa da. 

Bir parmağının ucuyla tabak şeklindeki saatin kenarı boyunca dikkatle bir daire çizdi ve kısık sesle geriye sadece bu kaldı dedi. Güneşin altında bankta oturanlar ona dönüp bakmadı. Biri ayakkabısına, bir kadınsa çocuğunun arabasına bakıyordu. Sonra başka biri dedi ki : Her şeyinizi kayıp mı ettiniz ? 

Evet, evet dedi sevinçle. Düşünün ki her şeyi, sadece bu, sadece bu saat kaldı. Sonra saati tekrar yukarıya kaldırdı sanki diğerleri daha önce onu görmemiş gibi. 

Ama artık çalışmıyor, dedi bir kadın. 

Hayır, hayır, çalışmıyor, bu bozuk, bunu biliyorum. Ama yine de her zaman olduğu gibi görünüyor: mavi ve beyaz. Ve bir kez daha onlara saatini gösterdi ve en güzeli, diye devam etti heyecanla. Size henüz bundan hiç bahsetmedim. En güzeli şu ki, saat tam iki buçukta takılıp kaldı, aksi gibi tam da iki buçukta, düşünün bir ! 

Öyleyse eviniz tam iki buçukta vuruldu dedi bir adam ve alt dudağını öne çıkardı. Bunu daha önce de duydum. Bomba patlatıldığında saatiniz durdu, basınç yüzünden. Saatine baktı ve kafasını salladı. Hayır, hayır bayım, yanılıyorsunuz. Bunun bombalarla bir ilgisi yok. Bombalar hakkında konuşmamalısınız. Hayır, iki buçuk sizin bilmediğiniz başka bir şeyle ilgili. Esprisi tam saat iki buçukta durmuş olması. Dörde çeyrek kala ya da yedide değil. Saat iki buçukta ben eve gelirdim, gece iki buçukta yani. Neredeyse her zaman tam iki buçukta! Esprisi bu. 

Diğerlerini inceledi, hiç kimsenin ona baktığı yoktu. Başını sallayarak saatine döndü. Onunla konuşur gibi, döndüğümde haliyle çok aç olurdum,değil mi? dedi. Hemen mutfağa giderdim. Saat neredeyse buçuk olurdu. Ve sonra annem gelirdi. Kapıyı ne kadar sessizce açsam da, o her zaman beni duyardı zaten. Ben karanlık mutfakta yiyecek bir şeyler ararken aniden ışık yanardı. Boynuna doladığı kırmızı şalıyla ve yün hırkasıyla orada, fayansla döşenmiş mutfakta, öylece dururdu, yalın ayak. Işık mutfağı çok fazla aydınlattığı için gözlerini kısardı. Ben gelmeden çok daha önce uyumuş olurdu, geceydi haliyle. Yine çok geç, derdi ve devamında başka hiçbir şey söylemezdi. Sadece bu kadar, yine çok geç. Benim için bir şeyler hazırlardı ve ben yerken beni izlerdi. Sürekli ayaklarını birbirine sürterdi çünkü fayanslar çok soğuk olurdu. Geceleri terlik giymezdi. Ben karnımı doyurana kadar benim yanımda otururdu. Odama girip ışıkları kapattığımda onun hala mutfakta, tabakları kaldırdığını duyardım. Her gece böyleydi, genellikle de iki buçukta. Annemin her gece iki buçukta benim için yemek hazırlamasını çok olağan bulurdum. Tamamen olağan. Bunu her zaman yapardı ve bana hiçbir zaman yine çok geç dışında tek kelime etmezdi. Bunu ise her seferinde söylerdi ve ben bunun asla bitmeyeceğini düşünürdüm. Bu benim için o denli olağandı, çünkü hep bu şekilde olmuştu. 

Bankın üzerinde bir anlık bir sessizlik çöktü. Sonra sessizce, ya şimdi dedi. Diğerlerine baktı ama onlar ona bakmadı. Saate dönüp mavi beyaz yuvarlak yüzüne, şimdi, ancak şimdi anlıyorum bunun cennet olduğunu. Gerçek bir cennet. Bankta oturanlar hala sessizdi. Sonra bir kadın sordu: ya aileniz ? 

Mahcup gülümsedi. Ailemi mi soruyorsunuz? Onların hepsi gitti. Hiçbiri yok, hepsi gitti, düşünebiliyor musunuz ? Hepsi. 

Yine mahcup bir diğerine gülümsedi. Ama onlar ona bakmıyorlardı. Tekrar saati havayı kaldırdı ve güldü. Sadece bu, geriye kalan ve en güzeli de tam da iki buçukta takılıp kalmış olması. Aksi gibi tam da iki buçukta. 

Ve başka hiçbir şey söylemedi, ama yüzü hala yaşlı görünüyordu. Yanında oturan adamsa ayakkabısına bakıyordu ama ayakkabısını gördüğü yoktu. Boyuna şu cennet sözcüğünü düşündü durdu. 

(İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya'da oluşan Yıkım Edebiyatı'nın (Trümmerliteratur) önemli yazarlarından Wolfgang Borchert, birçok cephede savaşmak zorunda kaldı, yaralandığında kendini çürüğe çıkarmaya çalıştığı gerekçesiyle yargılandı, sonunda tekrar cepheye gönderildi. Katıldığı birlik Fransız birliklerine teslim olunca, esirlerin taşınması sırasında kaçmayı başardı fakat ağırlaşan hastalıkları yüzünden zamanının çoğunu yatarak geçirmek zorunda kaldı. Savaş sonrası, tiyatro oyunları ve kabarelerde yer aldı. Yazdığı yirmiden fazla kısa öykü ve daha sonra kitaplaştırdığı şiirleri ve Kapıların Dışında (Draußen vor der Tür) isimli tiyatro oyunuyla büyük yankı uyandırdı. Karaciğer hastalığının tedavisi için gittiği Basel'de 1947' de öldü. Mutfak Saati (Die Küchenuhr) savaşın etkisiyle dağılmış aileleri ve savaş travmalarını konu edindiği öykülerinden biridir.)

Wolfgang Borchert 

Özgün ismi: Die Küchenuhr (1947)
Çeviri: Anıl Alacaoğlu 
Fotoğraf: Wolfgang Borchert, annesi Hertha Borchert ile

21 Mayıs 2015 Perşembe


"gitmek bana keyif ve keşif, dönmek kapıyla selamlaşmak
kilitte yuvalanıp semah dönen meraklı anahtar der ki;
nereye gittiğin ayan beyan, nereye döndüğüm bana sual..."

sezai sarıoğlu
“Sinop Mahpushane-i kübrası aziym bir kalei kahhardır. Üç yüz demir kapısı. Devler misali zalim gardiyanları, kollarını demir parmaklıklara dolamış her birinin bıyığına on adam asılır nice azılı mahkûmları vardır. Kulelerinde jandarmalar ejder misali dolaşır, neüzi billâh mahkûm kaçırmak değil kuş bile uçurtmazlar.”

Evliya Çelebi, Seyahatname

"(...) Ölmek, kendini yitirmek ve diğerlerine katılmaktır."


Bir duvar vardı. Önemli görünmüyordu. Kesilmemiş taşlardan örülmüş, kabaca sıvanmıştı; erişkin biri üzerinden uzanıp bakabilir, bir çocuk bile üzerine tırmanabilirdi. Yolla kesiştiği yerde bir kapısı yoktu; orada yerin geometrisine indirgeniyordu: bir çizgiye, bir sınır düşüncesine. Ama düşünce gerçekti. Önemliydi. Yedi kuşak boyunca dünyada o duvardan daha önemli bir şey olmamıştı.

Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.

Bir tarafından bakıldığında duvar, Anarres Limanı adı verilen yirmi beş hektar çorak alanı çevreliyordu. Limanda bir çift büyük servis vinci, bir roket fırlatma platformu, üç ambar, bir kamyon garajı ve bir yatakhane vardı. Yatakhane sağlam, pis ve yaslı görünüyordu, ne bahçesi vardı, ne de içinde çocukları; açıkçası orada ne kimse yaşıyor, ne de kimsenin uzun süre kalması düşünülüyordu. Aslında bir karantina bölgesiydi. Duvar yalnızca iniş alanını değil, uzaydan gelen gemileri, o gemilerle gelen insanları, geldikleri dünyaları ve evrenin geri kalan kısmını hapsediyordu. Evreni çevreliyor, Anarres'i dışarda, özgür bırakıyordu.

Öteki tarafından bakıldığında duvar Anarres'i çevreliyordu: bütün gezegen içerideydi, diğer dünyalardan ve insanlardan yalıtılmış, karantinaya alınmış, dev bir esir kampıydı.

Yoldan birkaç kişi iniş alanına doğru geliyor, birkaçı da yolla duvarın kesiştiği yerde bekliyordu.

Çoğu kez yakındaki Abbenay kentinden insanlar, bir uzay gemisi görmek umuduyla, ya da yalnızca duvarı görmek için gelirlerdi. Ne de olsa dünyalarının tek sınırlayıcı duvarıydı o. Başka hiç bir yerde Girilmez levhasına rastlayamazlardı. Özellikle yeni yetmeler kapılıyordu duvarın çekiciliğine. Yanaşıp üstüne otururlardı. Ambarlardaki taşıyıcılardan sandıkları indiren, izlenecek bir ekip görmeyi umarlardı. Platformda bir yük gemisine bile rastlayabilirlerdi. Yük gemileri yılda yalnız sekiz kez gelirdi. Gelişleri limanda çalışanlar dışında kimseye duyurulmazdı. Onun için bu kez izleyiciler çalışan birilerini görünce, başlangıçta heyecanlandılar. Ama onlar bir uçta; hareketli vinçlerle çevrilmiş, alçak, kara kule alanın öbür ucunda duruyordu. Sonra ambar ekiplerinin birinden bir kadın gelip "Bugünlük kapatıyoruz kardeşler," dedi. Güvenlik kolluğu takıyordu, en az uzay gemisi kadar seyrek görülen bir şeydi bu. İşte bu biraz heyecan yaratmıştı. Kadının sesi yumuşaktı, ama bir kesinlik seziliyordu. Takımının ustabaşıydı; sorun çıkacak olursa yoldaşları ona arka çıkardı. Zaten görülecek pek bir şey de yoktu. Yabancılar, dış dünyalılar gemilerinde saklanıyorlardı. Gösteri yoktu.

Savunma ekibi için de sıkıcı bir gösteriydi bu. Bazen ustabaşı birinin duvarı aşmaya çalışmasını diliyordu; gemiden atlayan bir yabancının veya gemiye yakından göz atmaya çalışan Abbenay'lı bir çocuğun. Ama bu hiç olmamıştı. Hiç bir zaman hiç bir şey olmuyordu. Olay gerçekten çıktığında da, o hazırlıklı değildi.

Dikkatli'nin kaptanı "O kalabalık gemime mi saldıracak?" diye sordu.

Ustabaşı baktı ve limanda gerçekten büyük, yüz ya da daha fazla kişiden oluşan bir kalabalık olduğunu gördü. Orada öylece duruyorlardı. Kıtlık sırasında ürün taşıyan trenleri istasyonlarda bekleyen insanların durduğu gibi. Ustabaşını korkutuyordu bu.

"Hayır," dedi yavaş ve sınırlı İocası'yla. "Protesto ediyorlar. Şeyi protesto ediyorlar... Nasıl derler... Yolcuyu."

"Şu gemiye binecek pezevengin mi peşindeler yani? Onu ya da bizi durdurmaya mı çalışacaklar?"

Ustabaşının diline çevrilemeyen "pezevenk" kelimesi kendi halkı için yabancı bir terimden başka bir şey ifade etmiyordu ona, ama ne kelimenin söylenişi hoşuna gitmişti, ne kaptanın ses tonu, ne de kaptanın kendisi. "Başının çaresine bakabilir misin?" dedi.

"Boşversene. Sen yalnızca geri kalan yükün boşaltılmasını sağla, çabuk olsun. Şu yolcu olacak pezevengi de gemiye getir. Hiç bir Odocu kalabalığı bize bir şey yapamaz." Beline taktığı, şekilsiz bir penise benzeyen madeni nesneyi okşadı ve silahsız kadına hor görerek baktı.

Kadın, silah olduğunu bildiği fallik nesneye soğuk bir bakış fırlattı. "Gemi 14'te yüklenmiş olacak," dedi. "Mürettebat içeride güvencede olur. Kalkış 14:40'ta. Yardım istersen Uçuş Kontrol'a teyp mesajı bırak." Kaptan bir şey diyemeden uzaklaştı. Kızınca adamlarına ve kalabalığa karşı daha sert davranıyordu. "Yolu açın!" dedi duvara yaklaşırken. "Kamyonlar geliyor, kaza çıkmasın. Kenara çekilin!"

Kalabalıktaki erkek ve kadınlar onunla ve kendi aralarında tartışmaya başladılar. Yolu geçip duruyorlardı, bazıları duvarı geçti. Ama yine de yolu açtılar. Ustabaşı kalabalığı yola getirmekte ne kadar deneyimsizse, onlar da bir kalabalık oluşturmakta o kadar deneyimsizdiler. Bir kalabalığın öğeleri değil, bir topluluğun üyeleri olduklarından kitle psikolojisiyle hareket etmiyorlardı. Ne kadar insan varsa o kadar değişik duygu vardı. Ayrıca komutların rasgele olmasını beklemediklerinden, komutlara uymama deneyimleri de yoktu. Deneyimsizlikleri yolcunun hayatını kurtardı.

Bazıları oraya bir haini öldürmeye gelmişlerdi. Bazıları ise onun gitmesini engellemeye veya ona hakaret etmeye, ya da yalnızca bakmaya gelmişlerdi. Bütün bu diğerleri, katillerin yolunu tıkıyordu. Hiç birinde ateşli silah yoktu, ancak birkaçı bıçak taşıyordu. Onlar için saldırının anlamı yalnızca bedensel saldırıydı, haini ellerine geçirmek istiyorlardı. Korunmuş olarak, bir araç içinde gelmesini bekliyorlardı. Mal taşıyan bir kamyonu incelemeye çalışır ve öfkeli sürücüsüyle tartışırken, aradıkları adam yalnız başına ve yürüyerek geldi. Farkına vardıkları zaman çoktan alanın yarısını geçmişti, arkasında beş savunma görevlisi onu izliyordu. Onu öldürmek isteyenler takibe –çok geçti– sonra da taş atmaya –pek de geç değildi– giriştiler. Hedefledikleri adamı tam gemiye binerken ıskaladılar, ama koca bir taş savunma görevlilerinden birinin tam kafasına geldi ve adamı anında öldürdü.

Geminin kapakları kapandı. Savunma ekibindekiler geri dönüp ölü arkadaşlarını taşıdılar; gemiye doğru koşarak gelen kalabalığın önderlerini durdurmak için herhangi bir şey yapmıyorlardı, ama öfke ve şoktan yüzü bembeyaz olan ustabaşı onlar geçerken arkalarından küfretti. Kalabalık ise ustabaşına çarpmamak için kenardan geçti. Gemiye ulaştıklarında kalabalığın öncü kolu dağıldı ve kararsız, durdu. Geminin sessizliği, dev, iskeletsi servis kulelerinin ani hareketleri, toprağın garip yanık görüntüsü, insan boyutlarında herhangi bir şeyin olmaması zihinlerini karıştırıyordu. Gemiye bağlı bir aletten çıkan buhar veya gaz kaçağı bazılarını irkiltti, yukarıda kara tüneller gibi duran roketlere tedirginlikle baktılar. Limanın öte yanında bir uyarı sireni öttü. Önce biri, sonra bir başkası kapıya doğru yöneldi. Kimse onları durdurmadı. On dakika içinde liman boşalmış, kalabalık Abbenay'a giden yol boyunca dağılmıştı. Hiç bir şey olmamış gibiydi.

Dikkatli'nin içinde ise bir sürü şey oluyordu. Yer Kontrol, fırlatma zamanını öne aldığı için bütün işlemler iki kat hızlı yapılmak zorundaydı. Kaptan, ayak altında dolaşmamaları için yolcuyla doktorun kemerlerinin bağlanıp mürettebat kamarasında kilitli tutulmalarını emretmişti. Kamarada bir ekran vardı, isterlerse kalkışı izleyebilirlerdi.

Yolcu izliyordu. Limanı, limanın çevresindeki duvarı, duvarın ta dışında, Ne Thera dağlarının maki ve seyrek gümüşi aydikeniyle benekli uzak bayırlarını görüyordu.

Bütün bunlar birdenbire parıldayarak akıp gitti ekrandan. Yolcu başının yastıklı arkalığa bastırıldığını hissetti. Dişçi koltuğuna benziyordu, baş geriye bastırılmış, çene zorla açılmış. Nefes alamıyordu, midesi bulanıyordu, korkudan barsaklarının gevşediğini duydu. Bütün bedeni onu ele geçiren güçlere haykırıyordu, şimdi değil, henüz değil, bekleyin!

Onu kurtaran gözleri oldu. Görmekte ve aktarmakta ısrar ettikleri şey onu dehşetin donukluğundan çıkardı. Çünkü şimdi ekranda garip bir görüntü, soluk, taştan dev bir düzlük vardı. Büyük Vadi'nin üstündeki dağlardan görünen çöldü bu. Büyük Vadi'ye nasıl dönmüştü? Kendi kendine uçakta olduğunu söylemeye çalıştı. Yoo, uzay gemisinde. Düzlüğün kenarı suya yansıyan ışığın, uzak bir denizin ışığının parıltısıyla ışıldadı. O çöllerde hiç su yoktu. Gördüğü neydi o zaman? Taş düzlük artık düz değil, güneş ışığıyla dolu dev bir çanak gibi oyuktu. O izlerken çanak ışıklar saçarak düzleşti. Birdenbire üzerinde boylu boyunca bir çizgi belirdi, soyut, geometrik, bir çemberin mükemmel kesiti. Bu yayın ötesinde karanlık vardı. Bu karanlık bütün resmi tersine çevirdi, negatifini aldı. Gerçek, taş kısmı artık içbükey ve ışık dolu değil, dışbükey ve ışığı yansıtan, ışığı yadsıyan bir hal almıştı. Bir düzlük veya çanak değil, bir küre, karanlıkta düşen, ta uzaklara düşüp giden beyaz, taştan bir toptu. Onun dünyasıydı bu.

"Anlamıyorum," dedi yüksek sesle.

Birisi onu yanıtladı. Bir süre, iskemlesinin yanında oturan kişinin onunla konuştuğunu, onu yanıtladığını anlayamadı, çünkü artık bir yanıtın ne olduğunu anlayamıyordu. Yalnız bir tek şeyin açıkça farkındaydı, kendi mutlak yalıtılmışlığının. Dünya altından kaymış ve yalnız bırakılmıştı.

Her zaman bunun olacağından korkmuştu, ölümden korktuğundan da çok. Ölmek, kendini yitirmek ve diğerlerine katılmaktır. O ise kendini kurtarmış, diğerlerini yitirmişti.

En sonunda yanında duran adama bakmayı başardı. Bir yabancıydı kuşkusuz. Bundan sonra hep yabancılar olacaktı çevresinde. Adam yabancı bir dilde konuşuyordu: İoca. Kelimeler anlamlıydı. Bütün küçük şeyler anlamlıydı, yalnızca bütünü anlamsızdı. Adam onu iskemleye bağlayan kemerlerle ilgili bir şey söylüyordu. Kemerlerle oynadı. İskemle doğruldu; başı döndüğü ve dengesini yitirdiği için az daha düşüyordu. Adam herhangi birinin yaralanıp yaralanmadığını sorup duruyordu. Kimden bahsediyordu? "Yaralanmadığından emin mi?" İoca'da doğrudan hitabın kibar şekli üçüncü tekil şahıstı. Adam onu kastediyordu. Neden yaralanabileceğini bilmiyordu; adam taş atmayla ilgili bir şeyler söylüyordu. Ama taş hiç bir zaman çarpmayacak, diye düşündü. Taşı, karanlıkta düşen beyaz taşı görmek için yeniden ekrana baktı, ama ekran boştu.

"İyiyim," dedi sonunda rasgele.

Bu adamı tatmin etmedi. "Lütfen benimle gelin. Ben doktorum."

"İyiyim."

"Lütfen benimle gelin, Doktor Shevek!"

"Sen doktorsun," dedi Shevek bir anlık duraklamadan sonra. "Ben değilim. Adım Shevek."

Kısa, açık tenli, dazlak bir adam olan doktor kaygıyla yüzünü ekşitti. "Efendim, odanızda kalmalısınız– bulaşıcı hastalık tehlikesi– benden başka kimseyle ilişkide olmamanız gerekliydi, iki aylık dezenfektasyon süresinden boşuna geçtim, şu kaptanın Allah belasını versin! Lütfen benimle gelin, efendim. Beni sorumlu tutarlar–"

Shevek küçük adamın tedirgin olduğunu algıladı. Vicdan azabı veya sempati duymuyordu, ama şu anda olduğu yerde, mutlak yalnızlıkta bile tek bir kural, tanıdığı tek kural geçerliydi. "Peki," dedi ve ayağa kalktı.

Hâlâ başı dönüyor, sağ omuzu ağrıyordu. Geminin hareket ediyor olması gerektiğini biliyordu, ama hareket duygusu yoktu; yalnızca sessizlik, korkunç ve kesin bir sessizlik vardı duvarların dışında. Doktor sessiz madeni koridorlardan geçirerek bir odaya götürdü onu.

Çok küçük, sıkıca kapalı bir odaydı bu, duvarları boştu. Oda, Shevek'i itiyordu, unutmak istediği bir yeri anımsatıyordu ona. Eşikte durdu. Ama doktor ısrar etti, yalvardı; o da içeriye girdi.

Rafa benzeyen yatağa oturdu ve doktoru kayıtsızca izledi. Hâlâ sersem ve uyuşuk hissediyordu kendini. İlgilenmesi gerektiğini biliyordu; bu adam gördüğü ilk Urras'lıydı. Ama çok yorgundu. Arkasına yaslanıp uyuyabilirdi.

Bir gece önce sabaha kadar oturup makalelerini karıştırmıştı. Üç gün önce Takver'le çocukları Barış-ve-Bolluk'a götürmüştü, o zamandan beri de hep meşguldü, radyo kulesine koşup Urras'takilerle son dakika görüşmeleri yapıyor, Bedap ve diğerleriyle tasarıları ve olanakları tartışıyordu. Bütün bu koşuşturma boyunca, Takver gittiğinden beri aslında onun işleri değil, işlerin onu yaptığını hissediyordu. Başkalarının elindeydi. Kendi iradesi işlememişti. İradesi harekete geçme gereği duymamıştı. Her şeyi başlatan, bu anı ve etrafındaki duvarları yaratan kendi iradesiydi. Ne kadar önce? Yıllar. Beş yıl önce, Chakar'da, dağlarda, gecenin sessizliğinde Takver'e "Abbenay'a gidip duvarları yıkacağım," dediği zaman. Hatta daha da önce, çok önce, Toz'da, kıtlık ve umutsuzluk yıllarında, bir daha asla kendi iradesi dışında hareket etmeme sözü verdiği zaman. O sözü tutarak buraya getirmişti kendini: bu zamansız ana, bu dünyasız yere, bu küçük odaya, bu hücreye.

Doktor çürümüş omuzunu inceledi (çürük Shevek'i şaşırtmıştı; limanda ne olup bittiğini fark edemeyecek kadar gergin ve telaşlıydı, taşın çarptığını duymamıştı bile). Doktor elinde bir iğneyle ona dönmüş bekliyordu.

"Bunu istemiyorum," dedi Shevek. Konuşurken İocası yavaştı, radyo konuşmalarından bildiği kadarıyla kötü de telaffuz ediyordu, ama dilbilgisi yeterince düzgündü. Anlamakta konuşmaktan daha fazla güçlük çekiyordu.

"Bu kızamık aşısı," dedi doktor, her profesyonel gibi o da sağırdı.

"Hayır," dedi Shevek.

Doktor bir an dudağını ısırdı, sonra "Kızamığın ne olduğunu biliyor musunuz efendim?" dedi.

"Hayır."

"Bir hastalık. Bulaşıcı. Genellikle erişkinlerde şiddetlidir. Anarres'te yok; gezegene yerleşilirken alınan koruyucu önlemler hastalığın kökünü kazıdı. Urras'ta çok sık görülür. Sizi öldürebilir. Sık görülen birçok diğer viral enfeksiyon gibi. Bağışıklığınız yok. Sağ elinizi mi kullanıyorsunuz efendim?"

Shevek otomatik olarak "hayır" anlamında başını salladı. Doktor bir sihirbaz zarafetiyle iğneyi sağ koluna batırdı. Shevek buna ve diğer iğnelere sessizce razı oldu. Kuşkulanmaya veya karşı çıkmaya hakkı yoktu. Kendini bu insanlara teslim etmişti; doğuştan kendinin olan karar hakkını devretmişti. Dünyasıyla birlikte, Vadedilmiş dünyasıyla, o çorak taşla birlikte bu hak da elinden kayıp düşmüş, ondan uzaklaşmıştı.

Doktor konuşmaya devam etti, ama o dinlemiyordu.

Saatler, günler boyunca bir boşlukta, geçmişsiz ve geleceksiz, kuru ve berbat bir boşlukta yaşadı. Dışarıda sessizlik vardı. Kolları ve kaba etleri iğnelerden sızlıyordu; ateşi çıktı, kendini kaybettirecek kadar yükselmeyen, ama onu bilinç ile bilinçsizlik arasındaki sınır bölgesinde bırakan bir ateşti bu. Zaman geçmiyordu. Zaman oydu: yalnız o. Irmak oydu, ok da, taş da o. Ama hareket etmiyordu. Atılan taş hâlâ orta yerde asılı duruyordu. Gündüz veya gece yoktu. Bazen doktor ışığı kapatıyor veya açıyordu. Yatağın yanındaki duvarda bir saat vardı, kolu anlamsızca göstergedeki yirmi şeklin birinden diğerine hareket ediyordu.

Uzun, derin bir uykudan sonra uyandı ve yüzü saate dönük yattığı için uykulu gözlerle onu inceledi. Kolu 15'ten biraz ileride duruyordu, eğer gösterge 24 saatlik Anarres saati gibi gece yarısından başlayarak okunursa öğleden sonra sayılırdı. Ama uzayda iki dünya arasındayken nasıl öğleden sonra olabilirdi? Geminin de kendine ait bir zamanı olması gerekiyordu tabii. Bunu keşfetmek ona müthiş bir cesaret verdi. Doğrulduğunda başı dönmedi. Yataktan kalkıp dengesini bulmaya çalıştı; gerçi topuklarının yere tam yapışmadığını hissediyordu, ama fena değildi. Geminin yerçekimi çok zayıf olmalıydı. Bu duyguyu pek sevmemişti; sürekliliğe, sağlamlığa ve katı gerçeklere gereksinimi vardı. Bunları aramak için küçük odayı sistemli bir biçimde incelemeye başladı.

Boş duvarlar, her biri panele bir dokunuşta ortaya çıkmaya hazır sürprizlerle doluydu: lavabo, bok taburesi, ayna, masa, iskemle, dolap, raflar. Lavaboyla ilgili bir sürü tümüyle gizemli elektronik aygıt vardı ve musluk kolunu bıraktığınızda su kesilmiyordu. Shevek bunun ya insan doğasına duyulan büyük güvenin, ya da bol miktarda sıcak suyun göstergesi olduğunu düşündü. İkincisinin doğru olduğunu varsayarak bol suyla yıkandı, havlu bulamadığı için de sıcak hava üfleyip gıdıklayan gizemli aygıtlardan biriyle kurulandı. Kendi elbiselerini bulamadığı için, uyandığında üstünde olan şeyleri giydi: İkisi de sarı üzerine küçük mavi benekli, gevşek tutturulmuş bir pantolon ve şekilsiz bir tünik. Aynada kendine baktı. Yarattığı etki olumsuzdu. Urras'ta böyle mi giyiniyorlardı? Boş yere bir tarak aradı, sonunda saçını eliyle arkaya yatırdı ve kendine çeki düzen vermiş olarak odadan çıkmaya hazırlandı.

Çıkamadı. Kapı kilitliydi.

Ursula K. Le Guin
Mülksüzler, Birinci Bölüm, "Anarres - Urras", S.11-19

24 Şubat 2015 Salı

hayalci balık


gel gelelim çocuğun tuttuğu balık
en hayalci olanıydı
oynaşan parmakları
suyun yıldızları sandı

hüseyin murat çinkılıç


İzleyiciler