12 Ağustos 2016 Cuma

Bugün Pazar / Today is Sunday


Bugün pazar. 
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar. 
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün 
bu kadar benden uzak 
bu kadar mavi 
bu kadar geniş olduğuna şaşarak 
kımıldamadan durdum. 
Sonra saygıyla toprağa oturdum, 
dayadım sırtımı duvara. 
Bu anda ne düşmek dalgalara, 
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım. 
Toprak, güneş ve ben... 
Bahtiyarım...

...

Today is Sunday. 
Today, for the first time, 
            they took me out into the sun 
            and for the first time in my life
I looked at the sky
            amazed that it was so far 
            and so blue
            and so wide.
I stood without moving and then 
respectfully sat on the black earth,
pressed my back against the wall.
Now, not even a thought of dying, 
not a thought of freedom, of my wife. 
The earth, the sun and me...
            I am happy.


Nâzım Hikmet Ran
Çeviri: Randy Blasing & Mutlu Konuk

9 Ağustos 2016 Salı

Kuşlar Vardır


Kuşlar vardır, cana benzer havalarda;
Soğuksa kar, baharsa yaprak;
Bir başına büyür toprakta ömrümüz,
Güneşle yeşil elleriyle çıplak;
– Uslu ayaklarla başlamış yolculuk –
Yürünmez öyle, bazen durulur,
Ve iner erenler katına yorgunluk;
Kapanır sukun üzre kitaplar.
Nefeslerle sürüp giden yaşamamız
Bir su kenarına gelir durur;
Ekmekten, şaraptan öte nimetler vardır;
Yürünmez öyle hep, bazen susulur.
Can Yücel

Emperyal Oteli


Ben hiç böylesini görmemiştim
Vurdun kanıma girdin itirazım var
Sımsıcak bir merhaba diyecektim
Başımı usulca dizine koyacaktım
Dört gün dört gece susacaktım
Yağmur sönecekti yanacaktı
sameland seferden dönecekti
Duvardaki saat duracaktı
Kalbim kendiliğinden duracaktı
Ben hiç böylesini görmemiştim
Vurdun kanıma girdin itirazım var

emperyal otelinde bu sonbahar
bu camların nokta nokta hüznü
bu bizim berhava olmuşluğumuz
bir nokta bir hat kalmışlığımız
bu rezil bu çarşamba günü
intihar etmiş kötümser yapraklar
öksürüklü aksırıklı bu takvim
ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun kanıma girdin itirazım var

sesleri liman sislerinde boğulur
gemiler yorgun ve uykuludur
sabahtır saat beş buçuktur
sen kollarımın arasındasın
onlar gibi değilsin sen başkasın
bu senin gözlerin gibisi yoktur
adamın rüyasına rüyasına sokulur
aklının içinde siyah bir vapur
kıvranır insaf nedir bilmez

otelin penceresinde duracaktın
şehri karanlıkta görecektin
karanlıkta yağmuru görecektin
saçların ıslanacak ıslanacaktı
kış geceleri gibi uzun uzun
tek damla gözyaşı dökmeksizin
maria dolores ağlayacaktı
istanbul'u yağmur tutacaktı
bütün bir gün iş arayacaktım
sana bir türkü getirecektim
kulaklarımız çınlayacaktı

emperyal oteli'nin resmini çektim
akşam saçaklarından damlıyordu
kapısında durmanı söylemiştim
yüzün zambaklara benziyordu
cumhuriyet bahçesi'nde insanlar geziyordu
tepebaşı'ndaki küçük yahudiler
asmalımescit'teki rum kemancı
böyle rüzgârsız kalmışlığımız
bu bizim çektiğimiz sancı
el ele tutuşmuş geziyordu
gazeteler cinayeti yazıyordu
haliç' e bir avuç kan dökülmüştü

emperyal oteli'nde üç gece kaldık
fazlasına paramız yetmiyordu
gözlerin gözlerimden gitmiyordu
dördüncü gece sokakta kaldık
karanlık bir türlü bitmiyordu
sirkeci garı' nda sabahladık
bilen bilmeyen bizi ayıpladı
hâlbuki kimlere kimlere başvurmadık
hiçbiri yüzümüze bakmıyordu
hiç kimse elimizden tutmuyordu
ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun .... kanıma girdin ..... kabulümsün.

Attilâ İlhan


8 Ağustos 2016 Pazartesi

Bir Otel Kâtibi


Anlamadığım şu 
Ben neden bir otel kâtibiyim 
Eskiyim, renksizim, kimsesizim 
Yontulmuş kalemlerden, sosisli sandviçlerden iğrenirim 
Papazlardan, homoseksüellerden iğrenirim 
Kız kurularından ve saldırgan dullardan 
Ve yaşlı adamların sararmış dudaklarından 
Ve deli saraylılardan, onların aybaşı kokularından 
Kendimden kendimden 
Ve nedendir ki ben 
Sararmış bir sürahide kirli bir su gibi bekletirim. 

Günlerden ne ? Pazartesi ! İyi bilirim 
Ama gün nedir bilmem 
Çiylerle çiçeklerle çamlarla doldurulmuş gün 
Göğsü bir martı göğsü gibi denizlere değen 
Parklarda bahçelerde göz dolduran gün 
Bir çocuğun gözlerinden gözyaşı içen 
Sesini bir ayin gibi uzaklardan duyduğum 
Gün nedir. 

Kokular vardı ayrı ayrı, ben unutmuşum 
Hepsi şimdi bir otelin kokusu 
Kullanılmış çamaşırların ve bavulların kokusu 
Ve telefonların ve kapısı açık helaların 
Ve hasta soluklarının, tozlu yer halılarının 
Sabahlara kadar yanan ampullerin kızgın 
Birbirine karışmış, değişmeyen kokusu. 

Ruhunda kasvetin suyunu buldu 
Kimdir 
Olsa olsa bir otel kâtibidir 
Bir otel katibi her yerde bir otel katibidir 
Gözlüklü ve tedirgindir 
Hiç yıkanmamış gibidir, parmakları sarıdır 
Ön dişleri çürüktür, avuçları terlidir 
Yıllar var ki bir kumaş düşler kendine 
Ve bu yüzden olacak sanki biraz terzidir. 

Sorarım - ki otel kâtipleri sorar - bir terlik nedir 
Terliğin yenisi yoktur 
Geçmişi yoktur, geleceği yoktur 
Yeri ve kimliği zaten yoktur 
Bir terlik bir terliktir o kadar. 

Bilirim kötünün kötüsü bir oteldir burası 
Odalarında hamam böcekleri, sinekler 
Pis yataklar, lekeler, sararmış çatlak lavabolar 
Peki bir insan nedir 
Sorarım - ki otel kâtipleri sorar - 
Bir gün gittikçe ufalıyordum 
Düş müydü, gerçek miydi, iyi bilemem 
Oturmuş bir küvete kuruyup kayboluyordum. 

Şarkıcılar, sokak çalgıcıları gelir en çok 
Sokak kadınları, serseriler 
Evet, ara sıra Ruhi Bey de gelir 
Kan renginde gelir, yolunu şaşırmış bir böcek gibi gelir 
Sapından eğilmiş bir gelinciğin öğle uykusu gibi 
Çocuksu hafif 

Tam bizim otelliktir 
Sanırım elbisesiyle yatar, ayakkabılarıyla 
Sabah olunca erkenden kalkar 
Ve kalkar kalkmaz başlar içmeye, doğrusu pek anlayamam 
Uçak saatlerini sorar, lüks lokantaları sorar bir de 
Pek anlayamam 
Şu var ki, kendiyle eğlenir gibi sorar 
Elinde vapur tarifeleri, kataloglar 
At yarışı listeleri 
Yanaşır pencereye, ışığa tutar birer birer hepsini 
- Otel her zaman loştur - 
Bakar bakar bakar. 

Nemli bir havlunun yere bırakılışı gibi 
Çöker bir iskemleye sonra 
- Çoğu zaman böyle yapar - 
Sokağa bakar aralıksız 
Öyle bakar ki, sokakta bir şeyler olmuş sanırsınız 
Sanki bir cinayet işlenmiş, biri parasını çarptırmış 
Ya da terkedilmiş bir kadın yakalamış kocasını 
Bağırıp çağırıyordur gebe karnını göstererek 
Nerdeyse 
Hani nerdeyse polisler gelecek 
Nerdeyse 
Hani nerdeyse polisler gelecek 
- Gerçi her türlü olaya tanığızdır bu sokakta - 
Oysa işte Ruhi Bey 
Görerek bakmıyordur ki bir şeyler anlasanız 

İçer bardağındaki son yudumu da 
Topundan boşalan bir kurdele gibi 
Sarı bir kurdele gibi 
Çekip gider az sonra.

Edip Cansever

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Amasra’daki ‘1 Mayıs’ Yazıtı

Sarkis Balyan’ ın varislerinin kömür ve liman imtiyazını yeniletebilmek amacıyla başlattıkları 1911’deki liman inşaatı sırasında Amasra Kalelerindeki burç ve bedenlerin üst kesim taşları sökülerek dalgakıranda kullanılmıştır. Üzerine 1 Mayıs 1911 tarihi işlenen blok taş da bu tahribat sırasında, yüzlerce yıl önce Doğu Romalı işçilerce konulduğu kale duvarındaki yerinden sökülüp, Karadeniz’ in dalgalarına siper olmak göreviyle Sarkis Bey’ in varislerinin çalıştırdığı işçiler tarafından şimdiki yerine konulmuştur.
1 Mayıs ‘Dünya İşçilerinin Dayanışma Günü’nün ABD’deki doğuşu, 1886 olarak bilinir. İşçi örgütlenmelerinin bizdeki başlangıcı ise, daha erken bir tarihte 1871 yılında kurulmuş olan Amele-Perver Cemiyeti’dir. Bu dernek, Osmanlı İmparatorluğu’nun son evresi olan II. Meşrutiyet yıllarında, yoksul işçilerle sermayesi kıt esnafa yardım amacıyla kurulmuştu. O zaman işçilere ‘amele’ dendiğinden, 1909 da Üsküp’te, izleyen 1 Mayıslarda da İstanbul’da, Selanik’te ve kimi Rumeli kentlerinde yinelenen işçi gösterilerine ‘Amele Bayramı’ denilmiştir.
1 Mayıs 1912 günü bir araya gelen Osmanlı sosyalistleri bir fotoğraf çektirmişler. İştirak Mecmuası’nın 2. sayısında yayımlanan bu resmin altına ‘Pangaltı’daki Belvü Bağçesinde, Efrenci (Miladi)1912 senesi Mayısının birinci günü Osmanlı Sosyalistleri tarafından idare edilen 1 Mayıs Bayramı’ açıklaması konulmuş.
Bundan bir yıl önce 1 Mayıs 1911’de ise, ilk çağ yazıtlarından Cenova armalarına ve Türk mezar taşlarına kadar pek çok tarih belgesinin görülebildiği Amasra’da o yıl yapılmaya başlanan dalgakıranın bir taşına ‘1 Mayıs 1911’ yazıtı işlenmiş. Türkiye’de bir benzerinin bulunduğuna ihtimal vermediğimiz bu yazıt, işçi tarihi üzerine araştırma yapanlara, taşa-kayaya kazılı belge meraklılarını ilgilendirebilir.
2005 yazında Amasra’da iken yerel kültür değerleri konusunda duyarlı geçlerin haber vermeleri üzerine, Küçükada’ nın kaya basamaklarından çıkıp, Büyük Liman dalgakıranının deniz tarafına inerek, alın yüzüne kazıma-kakma tekniği ile “1911 Mai I” işlenmiş bu taşı elimle koymuş gibi buldum; kendi makinemle fotoğrafını aldım. 1963’den beri Amasra’nın tarihi ile içli dışlı olmama karşın bugüne kadar nasıl görmediğime de şaşırdım!
Dalgakıranı Küçükada’ nın doğal tabanına bağlayan taşların ikincisi üzerindeki bu iki satırlık Fransızca ibarenin rastgele yazılmış bir tarih olmadığı, işleniş biçiminden anlaşılıyor. Büyük blok taşın denize bakan yan yüzüne taşçı kalemi ile 10 cm boyunda 1,5 cm eninde açılan derin yarıklara sert beyaz harç yedirilerek zamana meydan okuyabilecek dirençte, silinmez, aşınmaz bir yazıt işlenmiş. Bu Fransızca ibareyi 1 Mayıs Dünya İşçileri Dayanışma Günü’nü bilen ve o tarihte Amasra dalgakıranında çalışanlardan birinin işlediği kuşkusuzdur.
Amasra Büyükliman dalgakıranının 1911, 1929 ve 1957’de üç ayrı zamanda eklentilerle bugünkü 650 mt lik uzunluğuna ulaştığı; 60 mt lik ilk kesimin ise saray mimarları Balyanlar’dan Sarkis Bey Balyan’ ın (İstanbul 1831-1899) varisleri tarafından 1911-1912 yıllarında, Amasra Kaleleri’ nin taşları da kullanılmak (!) suretiyle yaptırıldığı biliniyor. Söz konusu İşçi bayramı yazıtı da bu ilk inşaat için Sarkis Bey varislerinin Amasra’ya gönderdikleri gayrimüslim teknik elemanlardan birinin işi olmalıdır. Çünkü dalgakıran yapımında çalıştırılan yerli amelelerin Fransızca bildikleri, işçi eylemleri ve işçi bayramı konusunda duyarlı oldukları düşünülemez.
Konuyu kısaca başından hatırlatmak gerekirse: Dilâver Paşa Nizamname’siyle (1869) sınırları çizilen Havza-i Fahmiye’de (Zonguldak Taşkömürü havzası) Sarkis Bey’in de kömür ocağı açma imtiyazı elde ettiği biliniyor. Pars Tuğlacı, Balyan Ailesi adlı yapıtında, bu ünlü saray mimarının 1873’de 1 milyon Osmanlı altını sermayeli Şirket-i Nafia-i Osmani’ yi kurarak bazı yerlere demiryolu yapmak koşuluyla Kastamonu Vilayeti’ne bağlı Bartın ve Cide kazalarındaki kömür madenlerinin 35 yıllık işletme imtiyazını elde ettiğini; mahallinde incelemeler yaptıktan sonra 40 bin altına mal olacak bir rıhtım yapma girişiminde bulunduğunu, Osmanlı Arşivi’ ndeki belgelere dayanarak açıklamaktadır.
Sarkis Bey’ in Kömür Havzasında bir faaliyetini olup olmadığı ayrı bir konudur. Ancak üslendiği işlerden Amasra Limanı’na dalgakıran yapılmasıyla, limanla kömür ocağı arasına da dekovil hattı döşenmesine el atmadığı; 35 yıllık imtiyaz müddetinin 1908’de sona ermesi üzerine de kendisi hayatta olmadığından varislerinin yeni bir imtiyaz sözleşmesi talebinde bulundukları belgeleniyor.
Bâbıâli’ nin 23 Ağustos 1913 tarihli bu yazısı, Amasra Büyükliman dalgakıranındaki 1 Mayıs 1911 yazıtıyla birlikte değerlendirildiğinde; Sarkis Balyan’ ın varislerinin kömür ve liman imtiyazını yeniletebilmek amacıyla 1911’de liman inşaatına giriştikleri ve dalgakıranın 60 mt lik ilk kısmını yaptıktan sonra başvuruda bulundukları anlaşılıyor. Bu arada, olan Amasra Kaleleri’ne olmuş; yıllar önce yaşlıların bize anlattıklarına göre, burç ve bedenlerin üst kesim taşları sökülüp dalgakıranda kullanılmıştır. Hiç şüphe yok ki, üzerine 1 Mayıs 1911 tarihi işlenen blok taş da bu tahribat sırasında, yüzlerce yıl önce Doğu Roma’lı işçilerce konulduğu kale duvarındaki yerinden sökülüp Karadeniz’in dalgalarına siper olmak göreviyle Sarkis Bey’in varislerinin çalıştırdığı işçiler tarafından şimdiki yerine konulmuştur. İşte taşın tarihi !..
Necdet Sakaoğlu

21 Haziran 2016 Salı

"İki hayat verseler bize işler ne kolay olacaktı"

"İki hayat verseler bize işler ne kolay olacaktı. Var olmak bu kadar dayanılmaz ağır olmayacaktı. Birini işimizle gücümüzle emniyet içinde geçirecektik belki. Diğerini 'Ah Minel hayat'a bırakacaktık.. Sonuna kadar savrulmak üzere, yaprak yaprak rüzgâra verecektik ikincisini. Şimdi elimizdeki tek bir hayatla olmuyor bu iş. Çünkü 'kalbinin götürdüğü yere' gitmelerin bir de dönmeleri oluyor kös kös..."

(Ece Temelkuran / Düğümlere Üfleyen Kadınlar)

16 Mayıs 2016 Pazartesi

Öyle Bir Hikâye

"... / Şu kibritin, şu yanmam diye fısır fısır fısırdayıp da sonradan peki emret anam yanayım, diyen şu kibritin ışığına bak. Bu olur mu arkadaş. Böyle bir el sürçmesiyle açılıveren hararet, ışık, bayram gördün mü sen? Gül, sevin arkadaş. Şu ağzımızdan çıkan dumanlara bak! Nasıl uçuyorlar. Yaşıyorsun Efendi. 

Pırıl pırıl, tane tane, ıslak ıslak. Cam cam, billur billur, fanus fanus, çeşmibülbüller gibi yaşıyorsun dostum. Dumanlarımıza, cigaralarımızın dumanlarına bak efendi! Bu mavi şey nedir? Bu insanın içini sevinçten, keyiften parlatan şey nedir? Ne kadınla yatmak, şarap içmek, ne arkadaşlarla prafa oynamak, ne tiyatro, sinema seyretmek... Hepsi bir yana dünyayı seyret. Al gözüm bak efendim. İşte sana kibrit alevi. İşte sana cigara dumanı! Hadi uyuyalım hemşerim. Ha uyumadan evvel Panco’ya anlat beni. Fatih parkının demirine dayalı uyuyan adamı, cıgarasının dumanını. Panco iyi çocuktur. Candır can. Selam söyle benden. İyi ki şu ayakkabıları almışım. Bereket ki ayaklarım su çekmiyor. Her yanım su içinde. Ayaklarım kaloriferli."

Sait Faik Abasıyanık / Öyle Bir Hikâye adlı öyküden

14 Mayıs 2016 Cumartesi

Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün

Otele New Yorklu doksan yedi reklamcı doluşmuş ve adamların şehirlerarası hatlara koyduğu tekel yüzünden 507 no’lu odadaki kız, öğlende yazdırdığı telefonu saat iki buçuğa kadar beklemek zorunda kalmıştı. Bu süre içinde boş durmamıştı ama. Küçük boy bir kadın dergisinden “seks bir eğlence ya da cehennemdir” adlı bir yazı okumuş, tarağıyla fırçasını yıkamış, bej renkli tayyörünün eteğindeki lekeyi silmiş, bluzundaki düğmenin yerini değiştirmiş, beninde peydah olan iki tüyü cımbızla almıştı. Sonunda santraldan aradıklarında, pencere kenarına oturmuş, sol elinin ojesini bitirmek üzereydi.
Öyle telefon çalınca elindekileri yerlere düşürecek kızlardan değildi. Ergenliğe girdiği günlerden beri telefonu hep çalıyormuş gibi bir hali vardı.
Telefon çalarken, ojenin fırçasıyla serçe parmağının kavisini tamamladı. Sonra kapağı oje şişesine yerleştirip kapattı. Ayağa kalktı, sol -yeni ojeli- elini havada ileri geri salladı. Ojesi kurumuş eliyle pencerenin kenarında duran tepeleme dolu kül tablasını aldı ve üstünde telefonun durduğu komodinin üstüne koydu. Yeni düzeltilmiş iki kişilik yatağın kenarına oturdu ve –beşinci ya da altıncı çalışta- alıcıyı eline aldı.
“Alo” dedi, sol elinin parmaklarını açarak ve –topuklu terlikleri bir yana- üstündeki tek giyimi olan beyaz ipekli sabahlıktan uzak tutarak; yüzüklerini banyoda bırakmıştı.
Santral görevlisi, “New York telefonunuz hazır, Bayan Glass” dedi.
“Teşekkür ederim” dedi kız ve kül tablasına yer açtı komodinin üstünde.
Alıcıdan bir kadın sesi geldi: “Muriel? Sen misin?”
Kız alıcıyı kulağından uzaklaştırdı biraz. “Evet, anne. Nasılsın?”
“Merakımdan ölecektim neredeyse. Niçin aramadın? İyi misin?”
“Dün gece de, önceki gece de telefon yazdırdım. Ama burada tele-“
“İyisin, değil mi Muriel?”
Kız telefonu, kulağından iyice uzaklaştırdı. “İyiyim. Ama çok sıcak burası Florida’nın en sıcak günü.”
“Niye telefon etmedin? Nasıl üzül-“
“Anneciğim, canım benim. Bağırma öyle. Sesini çok iyi duyuyorum.” dedi kız. “Dün gece iki kez aradım. Birinde tam-“
“Babana, dün akşam, arar, demiştim. Ama nerdeee? Baban… iyisin, değil mi? Muriel doğru söyle bana.”
“İyiyim. Artık sorup durma n’olur.”
“Ne zaman vardınız oraya?”
“Ne bileyim. Ha, çarçamba sabahı, erken.”
“Kim kullandı arabayı?”
“O kullandı”dedi kız. “Hemen heyecanlanma. Çok güzel sürdü. Hayret ettim.”
“O mu kullandı? Muriel bana söz vermiş-“
“Anne” diye kesti kız, “Söyledim ya. Çok güzel kullandı. Üstelik sekseni de aşmadı hiç.”
“Ağaçlarla o acaip işi yaptı mı?”
“Çok güzel kullandı dedim ya anne. Tamam artık lütfen. Beyaz çizgiye yakın sürmesini söyledim, o da ne demek istediğimi anladı, öyle gitti. Ağaçlara bakmamaya çalıştığı belliydi. Ha, babam yaptırdı mı sizin arabayı?”
“Daha olmadı. Dört yüz dolar istiyorlar şuncacık-“
“Anne Seymour babama ödeyeceğini söyledi ya. Neden-“
“İyi, iyi. Bakarız. N’aaptı –yani arabada filan?”
“Bir şey yapmadı” dedi kız.
“Sana yine o acayip laf-“
“Hayır, şimdi yeni bir şey buldu.”
“Ne?”
“Amaan anne, ne fark eder ki?”
“Muriel, söyle bana, ne diyor? Baban-“
“Peki peki. Bana ‘1948 Ruhani Başıboşlar Güzeli’ diyor” dedi kız ve güldü.
“Hiç de komik değil, Muriel. Hiç. Korkunç. Acıklı aslında. Düşünüyorum da nasıl-“
“Anne” diye kesti kız yine. “Beni dinle. Bana Almanya’dan gönderdiği kitabı hatırlıyor musun? Biliyorsun ya, hani şu Almanca şiirler. Nerede o kitap, bulama-“
“Sende ya.”
“Emin misin?” dedi kız
“Tabii. Yani bizde, Freddy’nin odasında. Oraya bırakmışsın. Ben de bir daha… ne oldu? Kitabı mı istiyor?”
“Hayır. Yalnızca sordu, buraya gelirken. Okuyup okumadığımı öğrenmek istemiş.”
“Ama kitap Almanca değil miydi?”
“Evet anneciğim. Ama fark etmiyor ki.!” dedi kız, bacak bacak üstüne atarak. “Yüzyılın tek büyük şairi yazmışmış, çevirisni filan alsaymışım. Ya da bu dili öğrenseymişim, öyle diyor.”
“Rezillik. Rez-zillik. Acıklı aslında. Dün akşam baban diyordu.”
“Bir saniye anne” dedi kız. Gidip pencere kenarından sigarayı aldı, yaktı ve gene yatağına oturdu. “Anne?” dedi, dumanı dışarı savurarak.
“Muriel! Dinle şimdi beni.”
“Dinliyorum.”
“Baban Dr. Sivetski ile konuştu.”
“A-Ah?” dedi kız.
“Ona her şeyi anlattı. Yani anlatmış, öyle diyor; bilirsin babanı işte. Ağaçları. Şu pencere meselesini. Büyükannene söylediği o korkunç şeyleri; hani ölümüyle ilgili planlarını sormuş ya! Bermuda’da çektiği o güzel resimlere yaptıklarını, her şeyi, her şeyi anlatmış.”
“Ee?” dedi kız.
“E’si, doktor, en başta ordunun onu hastaneden taburcu etmesi başlı başına bir suçtur, demiş; yemin ediyorum. Seymour’un kesinlikle her an tamamen denetimden çıkma olasılığı –büyük bir olasılık- bulunduğunu anlatmış babana. Yemin ediyorum sana.”
“Burada, otelde bir psikiyatrist var,” dedi kız.
“Kim? Adı ne?”
“Bilmiyorum. Rieser miydi neydi. İyi bir doktor diyorlar.”
“Hiç duymadım.”
“İyi bir doktor diyorlar yine de.”
“Muriel, toyluk etme lütfen. Senin için üzülüyoruz. Baban dün gece eve dönmen için bir telgraf çekecekti aslın-“
“Şu an gelmeye hiç niyetim yok anne. Rahat ol artık.”
“Muriel, yeminle sana. Dr. Sivetski, Seymour’un tümüyle denetimden-“
“Daha yeni geldim anne. Yıllardan beri bu ilk tatilim ve her şeyi toplayıp geri dönmeye de hiç niyetim yok.” dedi kız. “Zaten yola çıkamam. Güneşte öyle yanmışım ki, kıpırdayamıyorum bile.”
“Yandın mı? Çantana koyduğum güneş yağını kullanmadın mı? Çantana koyduğumu çok iyi hatır-“
“Kullandım anne. Ama yine de yandım.”
“Ah çok kötü! Nerelerin yandı?”
“Her yerlerim canım, her yerlerim.”
“Çok kötü.”
“Ölmem, korkma.”
“Söyle bana, o psikiyatrisle konuştun mu?”
“Eh, biraz” dedi kız.
“Ne dedi? Seymour neredeydi sen doktorla konuşurken?”
“Okyanus Salonu’ndaydı, piyano çalıyordu. Burada iki gecedir piyano çalıyor.”
“Peki, ne dedi doktor?”
“Pek bir şey demedi. O açtı konuyu önce. Bingo’da yanımda oturuyordu. Bana, ‘Salonda piyano çalan kocanız mı?” diye sordu. Evet, dedim. Seymour’ın hasta olup olmadığını sordu. Ben de anlat-“
“Niye sormuş ki?”
“Ne bileyim anne? Herhalde rengi çok solgun, ondan sormuştur” dedi kız. “Ha, Bingo’dan sonra doktor ve karısı içki içmeye davet ettiler beni. Peki, dedim. Karısı dehşet bir kadın. Bonvit’in vitrininde gördüğümüz o rezalet gece elbisesini hatırlıyor musun? Hatta, demiştin ki, bunu giymek için daracık kal-“
“Ay, o yeşili mi diyorsun?”
“Hah, işte onu giymiş. Kalçalar da löpür löpür. Bana sorup durdu, “Seymour’la Suzanne Glass’ın bir akrabalığı var mı?” diye; hani şu Madison’da şapkacı dükkanı olan kadınla.”
“Ne dedi doktor?”
“Ha. Valla, pek bir şey demedi; yani barda otururken ne desin adam? Korkunç gürültü vardı.”
“Evet ama, anlat- Anlatmadın mı büyükannenin koltuğuna yaptıklarını?”
“Hayır, anne. Fazla ayrıntıya girmedim” dedi kız. “Ama onu bulup konuşabilirim. Adam sabahtan akşama kadar barda oturuyor.”
“Garip şeyler –biliyorsun işte- sana garip şeyler yapma olasılığı var mıymış, ne diyor doktor? Bir şey dedi mi?”
“Pek değil,” dedi kız. “Olup bitenleri daha iyi bilmesi gerekirmiş. Dedim ya, çok zor konuştuk, çok gürültü vardı.”
“Peki. Mavi ceketin nasıl? Olmuş mu?”
“Olmuş. Vatkasını çıkardım.”
“Bu yıl kıyafetler nasıl?”
“Korkunç! Ama görülmemiş şeyler. Minin minik pullar, yok bilmem neler” dedi kız.
“Odanız nasıl?”
“Güzel olmasına güzel de; savaştan önce kaldığımız odayı vermediler,” dedi kız. “Bu yıl insanlar pek berbat. Yemek salonundaki milleti bir görsen, kamyonla gelmişler sanki buralara.”
“Valla her yer öyle. Balerin elbisen nasıl olmuş?”
“Çok uzun olmuş. Sana o zaman da uzun demiştim.”
“Muriel, son bir kez daha soruyorum: Gerçekten iyi misin?”
“Evet anne. Doksan sefer sordun.”
“Ve eve dönmek istemiyorsun. Öyle mi?”
“İstemiyorum anne.”
“Dün gece baban dedi ki, kendi başına bir yerlere gidip her şeyi tekrar bir düşünsen… Masrafını seve seve ödermiş. Nefis bir vapur gezisine çıkardın. İkimiz de düşündük ki-“
“Hayır anne, teşekkür ederim” dedi kız ve bacağını indirdi. “Anne, bu konuşma fazla para yaza-”
“Bu oğlanı tüm savaş boyunca nasıl da beklediğini düşünüyorum da; yani, kocaları yokken şu küçük hanımların yaptıkları-“
“Anne” dedi kız. “Artık kapatsak. Seymour her an gelebilir.”
“O nerelerde?”
“Plajda.”
“Plajda mı? Ay, tek başına mı? Plajda tek başına durabiliyor mu?”
“Anne” dedi kız. “Sanki manyakmış gibi konuşuyorsun onun hakkında.”
“Öyle bir şey demedim, Muriel.”
“Ama öyle demeye getiriyorsun. Plajda yatıp duruyor. Bornozunu da çıkarmıyor.”
“Bornozunu çıkarmıyor mu? Niye?”
“Bilmiyorum. Teni bembeyaz, herhalde onun için.”
“Hay Allahım! Güneşe ihtiyacı var onun. Çıkarttıramıyor musun?”
“Seymour’u biliyorsun” dedi kız ve yine bacak bacak üstüne attı. “Döğmesine bir sürü salağın bakmasını istemiyormuş.”
“Onun döğmesi yoktu ki! Yoksa askerdeyken mi yaptırmış?”
“Hayır anne, hayır canım” dedi kız ve ayağa kalktı. “Seni yarın ararım belki.”
“Muriel. Şimdi iyi dinle beni.”
“Evet anne” dedi kız, ağırlığını sağ bacağına kaydırarak.
“Sana saçma bir şey –biliyorsun işte- yapar veya derse, o an hemen beni ara. Beni duyuyor musun?”
“Anne, Seymour’dan korktuğum filan yok.”
“Muriel, bana söz vereceksin.”
“ Pekii, peki. Söz. Allahaısmarladık anne” dedi kız. “Babama sevgiler.” Telefonu kapattı.
“Simorgless,”* dedi Sybil Carpenter. Annesiyle otelde kalıyorlardı. “Simorgless’i gördün mü?”**
“Güzelim, tekrarlayıp durma. Deli olacağım artık. Rahat dur, n’olur.”
Bayan Carpenter, Sybil’in omuzlarına güneş yağı sürüyordu, minik iki kanat gibi çıkmış omuzlarındaki ince kemiklere yayarak. Sybil, yüzü denize dönük, şişirilmiş kocaman bir deniz topunun üstünde, her an düşecekmiş gibi oturuyordu. İki parçalı, kanarya sarısı bir mayo giymişti, ama aslında üst parçaya, daha dokuz on yıl için hiç de gerek yoktu.
“İşte sıradan bir ipek mendil – yakından bakınca” dedi Bayan Carpenter’ın hemen yanındaki plaj koltuğunda oturan kadın. “Ah! Nasıl bağlandığını bir öğrenebilseydim. Nasıl da tatlı görünüyor.”
“Evet, çok tatlı görünüyor” diye onayladı Bayan Carpenter. “Sybil, rahat dursana kızım.”
“Simorgless’i gördün mü?” dedi Sybil.
Bayan Carpenter içini çekti. “Peki, tamam” dedi. Güneş yağı şişesini kapattı. “Hadi bakalım, koş oyna. Anneciğin otele çıkıyor. Bayan Hubble ile birer Martini içeceğiz. Zeytini sana getiririm.”
Sybil kurtulur kurtulmaz, hızla aşağıya, plaja doğru koştu ve Balıkçılar Kulübü yönünde yürümeye başladı. Islak ve yıkılmış bir şatoyu ayağıyla dağıtmak üzere biraz oyalandı, sonra yürümeye devam etti. Otel müşterilerine ayrılan bölgeden çıkmıştı bile.
“Kıyıda beş yüz metre kadar yürüdü ve sonra birden kumların kuru olduğu iç kısma doğru yan yan bir koşu tutturdu. Genç bir adamın sırtüstü yattağa yere gelince durdu.
“Denize giricen mi simorgless?” dedi.
Genç adam irkildi, sağ eli bornozunun yakalarına uzandı. Midesinin üstüne yan dönerken yüzündeki burulmuş havlu yere düştü ve kısık gösleriyle yukarıya, Sybil’e baktı.
“Vay! Selam Sybil.”
“Denize giricen mi?”
“Seni bekliyordum” dedi genç adam. “N’aber?”
“Ne?” dedi Sybil.
“N’aber? Yani, neler oluyor?”
“Babam geliyo yarı nuçakla” dedi Sybil, kumları tekmeleyerek.
“Yüzüme geliyor ama bebek” dedi genç adam ve uzanıp bir eliyle kızın ayak bileğini tuttu. “Evveeet, baban geliyor sonunda. Her an için bekliyordum onu zaten. Her an.”
“Hanfendi nerde? dedi Sybil.
“Hanfendi mi?” genç adam seyrek saçlarına dolan kumları silkti yere. “Valla, ne bileyim, Sybil. Her an her yerde olabilir. Saçını boyatıyordur. Odada fakir çocuklara bebek yapıyordur.” Yüzükoyun döndü, yumruklarını üstüste koydu, üstüne de çenesini yerleştirdi. “Anlat bakalım, Sybil” dedi. “Ha, mayon çok güzel. Hayatta sevdiğim bir şey varsa, o da mavi mayodur.”
“Sybil bir ona baktı, bir de tombik karnının altına. “Ama sarı bu” dedi. “Bu sarı.”
“Aaa! Öyle mi! Gel bir bakayım. Kesinlikle haklısın. Ne aptalım.”
“Denize giricen mi?” dedi Sybil.
“Bak, cidden girmeyi geçiriyordum kafamdan. Bilsen nasıl düşünüyordum Sybil.”
Genç adamın bazen yastık niyetine kullandığı deniz yatağına elini bastırdı Sybil. “Sönük” dedi.
“Haklısın. Biraz şişirmek gerek.” Yumruklarını çekti ve çenesini kuma koydu. “Sybil,” dedi. “Çok tatlısın. Ne iyi oldu seni görmem. Kendini anlat bana bakayım.” Öne uzandı ve Sybil’in her iki ayak bileğini avuçlayıp tuttu. “Ben oğlak burcundanım” dedi. “Sen hangi burçtansın?”
“Sharon Lipschutz dedi ki, piyano çalarken yanına oturtmuşsun onu.”
“Sharon Lipschutz öyle mi dedi?”
Sybil başıyla onayladı.
Kızın ayak bileklerini bıraktı, ellerini geri çekti. Yanağını sağ koluna dayadı. “Valla,” dedi, “Böyle şeyler nasıl olur bilirsin, Sybil. Orada oturmuş çalıyordum. Eh, sen de yoktun ortalıkta. Sharon Lipschutz geldi, oturuverdi yanıma. Onu itelese miydim yani?”
“Evet!”
“Aa? Olur mu? Olmaz öyle şey. Yapamam.” dedi genç adam. “Ama n’aptığımı söyleyebilirim.”
“N’aptın?”
“Yanımda sen varmışsın gibi yaptım.”
Sybil birden diz çöküp eğildi ve kumu elleriyle kazmaya başladı. “Hadi, denize girelim!” dedi.
“Peki” dedi genç adam. “Sanırım girebilirim.”
“Bir dahaki sefere itele onu” dedi Sybil.
“Kimi iteleyeyim?”
“Sharon Lipschutz’u”
“A evet. Sharon Lipschutz” dedi genç adam. “Bu da nereden çıktı? Bellek ve istekler, hepsi bir arada.” Sonra birden kalktı. Denize baktı. “Sybil,” dedi, “n’apalım, biliyor musun? Bakalım muz balığı tutabilecek miyiz?”
“Ne balığı?”
“Muz balığı” dedi genç adam ve kuşağını çözüp bornozunu çıkardı. Omuzları beyaz ve dardı. Mayosu koyu maviydi. Bornozunu önce dikine ikiye, sonra da üçe katladı. Yüzüne örttüğü havluyu sallayıp açtı, kuma yaydı; üstüne bornozunu koydu. Eğildi, yatağı kaldırıp sol koluna aldı. Daha sonra sol eliyle Sybil’in elini tuttu.
İkisi denize doğru yürümeye başladılar.
“Sanırım sen kendin de bir iki muz balığı görmüşsündür vaktiyle” dedi genç adam.
Sybil “hayır” anlamına başını salladı.
“Görmedin mi?  Sen nerede oturuyorsun, Allah aşkına?”
“Bilmiyorum” dedi Sybil.
“Biliyorsun. Bilmen gerek. Sharon Lipschutz nerede oturduğunu biliyor, hem de daha üç buçuk yaşında!”
Sybil durdu ve elini çekti. Yerden sıradan bir deniz kabuğu aldı, derin bir ilgiyle inceledi ve sonra kabuğu yere fırlattı. “Whirly Wood, Connecticut,” dedi ve yürümeye başladı; karnı dışarıda.
“Whirly Wood, Connecticut,” dedi genç adam. “Bu Whirly Wood, Connecticut’a yakın mı?”
Sybil ona baktı. “N’oolmuş? Ben orada oturuyorum işte” dedi sabrı taşarak. “Whirly Wood, Connecticut’ta oturuyorum ben.” Birkaç adım koştu, sol eliyle ayağını tuttu, tek ayak üstünde iki üç kez hopladı.
“Bunun her şeyi na kadar iyi açıkladığından hiç haberin yok” dedi genç adam.
Sybil ayağını bıraktı. “Küçük Kara Sambo’yu okudun mu?” dedi.
“İşte bunu bana sorman çok komik oldu” dedi. “Şu rastlantıya bak ki, daha dün gece okuyup bitirdim.” Uzandı ve Sybil’in elini tuttu. “Nasıl, beğendin mi?”
“Kaplanlar o ağacın çevresinde koşuşuyorlar mıydı?”
“Evet. Ben de hiç durmayacaklar sandım. O kadar çok kaplan da ner’den çıkmış ki?”
“Yoo. Hepsi altı tane yalnızca.”
“Yalnızca mı?” dedi genç adam. “Sen buna mı yalnızca diyorsun?”
“Balmumu sever misin?”
“Ne sever miyim?”
“Balmumu.”
“Ohoo, çok severim. Sen sevmez misin?”
Sybil başıyla onayladı. “Zeytin sever misin?” diye sordu.
“Zeytin mi? Tabii! Zeytin ve balmumu. Onlarsız bir yere gidemem.”
“Sharon Lipschutz’u seviyor musun?”
“Evet. Evet seviyorum” dedi genç adam. “Onun özellikle en sevdiğim yanı ne biliyor musun? Otel lobisinde küçük köpeklere hiç kötülük yapmıyor. O  Kanadalı hanımın minik köpeğine sözgelimi. Belki buna inanmayacaksın ama bazı küçük kızlar var, balon sopalarıyla minik köpekleri dürtüklüyorlar, yaa. Sharon öyle kötü şeyler yapmıyor, acımasız olmuyor. Onu bu yüzden çok seviyorum.”
Sybil suskundu.
Sonra birden, “Ben mum yiyorum” dedi.
“Kim yemez ki?” dedi genç adam, ayağını suya sokarken. “Amman! Çok soğuk” dedi. Yatağı suya bıraktı. “Yo, bir saniye bekle Sybil. Biraz gidelim, ondan sonra.”
Suda ilerlediler; su Sybil’in beline gelene dek. Genç adam küçük kızı kaldırdı ve yüzükoyun deniz yatağına yatırdı.
“Başlığın filan yok muydu senin?” diye sordu.
“Bırakma!” diye emretti Sybil. “Tutsana beni.”
“Bayan Carpenter. Lütfen. İşimi öğretmeyin bana” dedi genç adam. “Gözünüzü dört açın ve muz balıklarına bakın. Muz balığı için mükemmel bir gün bu gün.”
“Hiç görmüyorum” dedi Sybil.
“Anlaşılıyor. Çok değişik huyları vardır. Çok değişik.” Yatağı itmeyi sürdürdü. Su daha göğsüne bile gelmemişti. “Çok acıklı bir yaşamları vardır” dedi. “N’aparlar, biliyor musun, Sybil?”
Sybil başını salladı “hayır” anlamında.
“Muz dolu bir delikten içeri girerler. Deliğe dalmadan önce basbayağı balıktırlar. Ama delikten içeri bir girdiler mi, domuza dönerler. Neden mi? Öyle muz balıkları bilirim ki, delikten içeriye girdikten sonra yetmiş sekiz muz yediler, ondan.” Yatağı ve üstündekini bir adım daha ilerletti. “Tabii, bu kadar muzla öyle şişko olurlar ki, delikten çıkamazlar. Kapıdan geçemezler.”
“Uzağa gitmeyelim” dedi Sybil. “N’oluyorlar onlara?”
“Kimlere n’oluyor?”
“Muz balıklarına.”
“Yani o kadar muz yiyip delikten çıkamayınca mı?”
“Evet” dedi Sybil.
“Off, Sybil. Hiç istemiyorum söylemeyi. Ölürler. Yaa!”
“Niye?”
“Muz hastalığından. Korkunç bir hastalıktır.”
“Dalga geliyor” dedi Sybil, sinirli sinirli.
“Boş verelim. Ama haddini de bildirelim ona” dedi genç adam. “Biz iki züppe” diye ekledi. Sybil’in ayak bileklerini tuttu, aşağıya doğru bastırıp ileri doğru itti. Deniz yatağı dalgayı göğüsledi. Sybil’in sarı saçları ıslanmıştı ama çığlığı pek keyifliydi.
Yatak düzelince, Sybil eliyle ıslak bir saç tutamını kaldırdı gözünden ve “Bir tane gördüm” dedi.
“Ne gördün hayatım?”
“Bir muz balığı.”
“Tanrım! Olamaz!” dedi genç adam. “Ağzında muz da var mıydı yoksa?”
“Evet” dedi Sybil “Tam altı tane.”
Genç adam birden, deniz yatağının ucundaki ıslak ayağını kaptı Sybil’in ve üst kısmını öptü.
“Heey!” dedi ayağın sahibi dönerek.
“Hey sensin! Hadi dönüyoruz artık.Yeter, değil mi?”
“Hayır!”
“Kusura bakma” dedi ve Sybil inene dek yatağı kıyıya sürdü. Kıyıda  yatağı kaldırdı, eline aldı.
“Allahaısmarladık” dedi Sybil ve otele doğru koştu, kaygısız.
Genç adam bornozunu giydi, yakalarını iyice kapadı ve ıslak havlusunu cebine tıkıştırdı. Yapış yapış ıslak ve hantal deniz yatağını kaldırıp koltuğunun altına aldı. Sıcak ve yumuşak kumlarda, yalnız başına, ağır bir yürüyüşle otele yöneldi.
Genç adam ve burnu cıva merhemli bir kadın, idarenin denize gidip gelenler için otelin alt giriş katındaki ayırdığı asansöre bindiler.
Asansör harekete geçince, genç adam kadına “Ayaklarıma bakıyorsunuz” dedi.
“Afedersiniz, anlamadım” dedi kadın.
“Ayaklarıma bakıyorsunuz, dedim.”
“Özür dilerim. Ben yalnızca yere bakıyordum” dedi kadın ve yüzünü asansörün kapısına doğru çevirdi.
“Ayaklarıma bakmak istiyorsanız, söyleyin” dedi genç adam. “Ama öyle allahın belası bir sinsilik etmeyin.”
“Burada ineyim lütfen” dedi kadın çabuk çabuk, asansör görevlisi kıza.
Asansörün kapıları açıldı ve kadın arkasına bakmadan çıktı gitti.
“Yahu, şu iki normal ayağa bakmak için en  küçük bir lanet neden bulamıyorum” dedi genç adam. “Beş lütfen.” Cebinden oda anahtarını çıkardı.
Beşinci katta indi, koridorun sonuna doğru ilerledi ve kendini 507’ye attı. Oda taze deri bavul ve aseton kokuyordu.
Birbirine bitişik iki yatağın birine uzanmış uyuyan kıza baktı. Sonra bavulların önüne çöktü, birini açtı, don ve fanila yığınlarının altından 7.65 kalibre, Ortgies marka otomatik tabancayı çıkardı. Şarjörü söktü, baktı, sonra yerine taktı, mermi sürdü. Boş olan yatağa gidip oturdu, dönüp kıza baktı ve tabancayı sağ şakağına dayayıp ateşledi.

J.D. Salinger


* Sybil, Seymour Glass’ın adını “see more glass?” diye telaffuz ederek “daha fazla cam görmek” diye çevirebileceğimiz  bir sözle karıştırıyor (ÇN)
** Bu soru hem “Seymour Glass’ı gördün mü?” ve hem de, “Daha fazla cam gördün mü?” anlamlarını taşıyor. Ama, buradaki “glass” sözcüğü “Glass ailesinden biri” gibi düşünülürse, “Daha başka Glass gördün mü?” anlamına da gelir ki, Salinger, sanırız bu cümleden esinlenerek, tam dört Glass öyküsü yazmıştır: “Franny”, “Zooey”, “Yükseltin tavan kirişini ustalar” ve “Seymour bir giriş” (ÇN)

19 Nisan 2016 Salı


Yetişkinler, çocuklara yönelik tüm sakıncaları 'küçük' olmakla ilişkilendirdikleri için büyümek sakıncaların 'neden'ini ortadan kaldırır. Ancak 'özne' sakıncalı bir yetişkindir artık!..

Hüseyin Murat Çinkılıç

(Fotoğraf: Hasan Karaca)

13 Nisan 2016 Çarşamba

veda

                                            karıma

rüyalarında geleceğim bazan
beklenmedik bir konuk gibi uzaktan. 
sokakta bırakma beni
kapıyı sürgüleme üstümden. 
usulca gireceğim. oturacağım ses çıkarmadan, 
gözlerimi dikeceğim seni görmek için karanlıkta.
sana bakmaya doyunca
bir öpücük konduracak ve çıkıp gideceğim.


Nikola Vaptsarov,  Çeviri: Erdal Alova

  

                                       karıma

Geleceğim bazen uykudayken sen
Beklenmedik, uzak bir konuk gibi
Sokakta bir başıma koyma beni
Kapıyı sürgüleme üstümden. 
 

Usulca girecek, bir yere ilişeceğim
Bir zaman, karanlıkta, bakacağım yüzüne.
Görüntün doyasıya dolacak gözlerime
Seni kucaklayacak ve çıkıp gideceğim.

Nikola Vaptsarov,  Çeviri: Ataol Behramoğlu

Derdim Başka


Sanma ki derdim güneşten ötürü;
Ne çıkar bahar geldiyse ?
Bademler çiçek açtıysa ?
Ucunda ölüm yok ya.
Hoş, olsa da korkacak mıyım zaten
Güneşle gelecek ölümden?
Ben ki her nisan bir yaş daha genç,
Her bahar biraz daha âşığım;
Korkar mıyım ?
Ah, dostum, derdim başka...

Orhan Veli Kanık

İzleyiciler