11 Ağustos 2024 Pazar

"Anarşiden sonra gelen ilk doğal aşama despotluktur."

"Anarşiden sonra gelen ilk doğal aşama despotluktur, zira egemenlik ve boyun eğmenin içgüdüsel mekanizmaları despotluğu kolaylaştırır; aile,devlet ve iş yaşamı bunun örnekleriyle doludur. Eşit işbirliği despotluktan daha zor olduğu gibi içgüdüye de o kadar uygun değildir. İnsanlar eşit işbirliğine kalkıştıkları zaman boyun eğme dürtüleri rol oynamayacağından, herkesin ötekiler üzerinde tam bir egemenlik kurmak için çaba harcaması doğal bir sonuç olarak ortaya çıkar."

Bertrand Russell, İktidar / Çeviri: Mete Ergin, Remzi Kitabevi


"Toplu heyecan, insana sağduyu, insanlığı, hatta kendini koruma duygusunu bile unutturan, iğrenç kırımlara girişilmesini mümkün kılan, kahramanca şehit olmayı göze aldıran, tatlı bir sarhoşluktur." 

Bertrand Russell, İktidar / Çeviri: Mete Ergin, Remzi Kitabevi, S.28


"Hatiplerin istediği kalabalık, düşünmekten çok heyecanlanmaya yatkın, korkular ve bu korkuların sonucu nefretlerle dolu, derece derece uygulanan, ağır işleyen yöntemler karşısında sabırsızlık gösteren, hem iyice çileden çıkmış hem de hâlâ bir umut besleyen kalabalıklardır."

Bertrand Russell, İktidar / Çeviri: Mete Ergin, Remzi Kitabevi, S.29


"Var olan her şey hareket ve oluşum içindedir."

"Var olan her şey hareket ve oluşum içindedir. Mücadelenin adalet olduğunu bilmek gerekir ve her şey zorunluluğun ebedi kanununa göre mücadele içinde doğmaktadır. Dünya ne bir tanrı ne de insanca yaratılmıştır. Dünya belli kanunlara göre yanan ve sönen, sonsuza değin sürecek canlı bir ateştir."

Herakleitos, M.Ö. 6.yy

"Doğru dürüst yaşlananlar kişisel mutluluk gibi pespaye bir amacı gütmezler."

Şimdi gene geri dönelim esas konumuz olan yaşlılığa yaşlılığın nimetlerine: On yedinci yüzyılın başlarında yaşayan Alman mistiklerinden Jacob Boehme, "cehennemde yanan sadece benliktir" der. Hiç de mistik olmayan Albert Einstein da, bir insanın kendi benliğinden ne kadar sıyrılabilirse, o kadar değerli sayılabileceğini söyler: "The true value of a human being can be found in the degree to which he has attained liberation from the self."

Yaşlılar - yani doğru dürüst bir biçimde yaşlananlar demek istiyorum -  huzursuzluklarının ve mutsuzluklarının başlıca kaynağı olan benliklerinden sıyrılmaya başlarlar zamanla. Onların asıl ilgi alanı kendileri değil, başkalarıdır artık. Kişisel duygularını bir yana bırakıp; yeni, ilginç ve heyecan verici bir yanı zaten kalmayan, kendi özel yaşamlarını değil, çevrelerindekilerin yaşamını düşünmeye başlarlar. Aynalara bakarken -çok ender bakarlar aynalara- kendi yüzlerini değil, başkalarının yüzlerini görürler. Kendi dertlerine değil, başkalarının dertlerine çare bulmak için uğraşırlar. Kişisel mutluluk gibi pespaye bir amacı gütmekten vazgeçerler.

Çünkü herkesin ara sıra yoğun mutluluk anları vardır ama, sürekli olarak kişisel mutluluk peşinden koşmak, bir kepazelikten başka bir şey değildir. Böyle bir dünyada, bunca felâket, bunca yoksulluk, bunca haksızlık ortasında, ancak inekler kadar kafasız ve duyarsız olanlar -yani gerçekten insan sayılamayacak yaratıklar-kişisel açıdan mutlu olabilirler. "Bana ne dünyanın şurasında burasında, hatta kendi ülkemde kanlı savaşlar varsa; benim evimde yok ya" derler böyleleri. "Bana ne Afrika'da çocuklar açlıktan ölüyorsa; benim çocuklarım açlıktan ölmüyor ya" derler böyleleri. "Bana ne ülkemin yoksulları oğullarını kızlarını okutamıyorsa; benim oğullarım, benim kızlarım en pahalı okullara gidiyorlar ya" der böyleleri. Ve dünyaya, hatta en yakın çevrelerine kulaklarını tıkayarak, gözlerini kapatarak-o ne biçim bir mutluluksa-mutlu olurlar böyleleri. "Her koyun kendi bacağından asılır,", "gemisini kurtaran kaptan","köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı de", "bükemediğin eli öp", "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" gibi, iğrenç bulduğum bazı deyişleri, kendilerine hayat felsefesi yapmıştır bunlar. Başkalarını sokan yılanın günün birinde onları da sokabileceğini hiç düşünmezler bu geri zekâlı "bana ne"ciler.

Mina Urgan, Bir Dinazorun Anıları, Yapı Kredi yayınları, S.58-59

Resim: Mina Urgan Orhan Veli ile birlikte Bayezid Küllük kahvehanesinde.

10 Ağustos 2024 Cumartesi

"Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü"

"Devletin sonsuza uzanan gücü, skandalların üzerine kurulmuştur. Çünkü güçlülerin gücünü korumak, güçsüzlerin de öfkesini pörsütmek için skandal iyi bir yoldur."

Dario Fo, Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü, Remzi Kitabevi, S.97
Çeviri: Yücel Erten


"Demokratik işçi hareketlerini durdurmak nasıl olacaktı. Terör yaratılacak, terör artınca vatandaşın korkusu da artacak. Demokratik taleplerini askıya alıp, güçlü devlet diye dövünmeye başlayacak. İşte İtalya üzerine yazılan senaryo buydu."

Dario Fo, Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü, Remzi Kitabevi, S.91
Çeviri: Yücel Erten


"Ağacın kötü kaderi kurumak değildir"

"Ağacın kötü kaderi kurumak değildir; yapraklarının döküldüğünü, filizlerinin solduğunu görmektir."

Moa Martinson (Helga Maria Johansson)

Resim: Pal Szinyei Merse, Meyve Ağacı


9 Ağustos 2024 Cuma

"Yabancılara duyulan nefretin, daima, insanın kendisine duyduğu nefretle bir ilişkisi vardır."

"Yabancılara duyulan nefretin, daima, insanın kendisine duyduğu nefretle bir ilişkisi vardır. Eğer insanların, neden başka insanlara acı çektirip, onları aşağıladığını anlamak istiyorsak, önce kendi içimizdeki tiksindiğimiz şeylerle uğraşmalıyız; çünkü bir başkasında gördüğümüzü sandığımız düşmanı, ilk olarak kendi içimizde aramamız gerekir. İçimizdeki bu parçayı, bize onu hatırlatan yabancıyı yok ederek susturmak isteriz."

Arno Gruen, İçimizdeki Yabancı, Çeviri: İlknur İgan, Çitlembik Yayınları, S.9



İdrak Treni

Biz bu istasyonda birkaç kişiyiz; zalimleri saymazsak
Gecikmeleri anons ediyor çinko çınıyla zaman
Çatı altında, yağmursuz yanında beklemek peronunun
Bir de köpek var; adı Korkak

Neden sonra bir kahve molasındaymış gibi birbirini anlayan çalışanların sesi
Ak bir kedinin hafif ayaklarıyla üstüme bastılar, uyandım
Masada değildim, her yerindeydim beklemek peronunun
Köpek kaçtı, babam öldü, tren gelmedi

Birazdan nasılsa ay doğacak İstanbul Hanım
Göz göze bakışacağız, bir tren kalkmış gibi birbirimize
Siz silkinip gidersiniz, biz nereye gideceğiz?
Daha çok bekleyeceğiz, şarkı söyleyeceğiz

Bütün başkanlara hayır!

Hüsnü Arkan

Resim: Fikret Mualla


Gül ve Gönül

Bir ince ruh, genç kızlıktan aldığı hakla ona aitti
her sabah o ruha karışmak için bu ruh nelerden geçti
zar kadar ince etlerin üstünde teni dişleri kadar ak
benimkiyse bir hayvanın kırılmış boynuzu gibi
yağlı gri, ikisi de ayrı canlının köşeleri
tek varoluşa ait olup da bu kadar ayrı, ne kadar hazindi

İlk kez yaşlı olduğumu anladım onu görünce
incecik bir bıçak gibiydi ruhu çelik renginde
tırnağıma gitti gözüm, parmakların bakalit gibiydi sathi üstlerinde
bir kabuk kadar zor duruyorlardı ellerimin ucunun da ucunda
ve ellerim ağacın kuru dalıyken yaşamın da dışıydı sanki düşlerimde

Üstüme eklenen bir sıcaklık vardı capcanlı onu görünce
yakıcı ve siyahtı tehlikeli bir geceden çıkmış gibi
karımdan çok başkasıydı o
derisi kaygan, ürkütücü bir uysallık, denizkızıydı koynumda
inan o kadar, ürperirdim yarısı balık

Sonra birden açık kafa bir zıpkın suları yırtarak geldi
kollarımdayken pul pul parçalandı yarısı kız o balık, sularıyla halik
beni boğmaya uğraştı ardından, yaptığı değil miydi kara sakal bir
korsanlık, onun ölümünden başka hiçbir şey öldürmedi o kadar beni
en öldürücü şeydi kendi ölümüyle öldüren bir balık

İbrahim Tığ

Resim: Laurits Andersen Ring, Kahvaltıda, 1898, Tuval Üzerine Yağlıboya


"Kaos'un Kutsal Kitabı"

"Entelektüellerimizin tek bildiği oyun oynamak, tinselcilerimizin tek bildiği de yalan söylemek, hiçbiri dünyayı yeniden düşünmek üzerine kafa yormuyor, hiçbiri bize gerçekliği ölçüp biçme imkânı vermiyor, hepsi de kariyer peşinde; görgü kurallarını asla incitmeden birbirlerinin gözlerini oyma sanatındaki ustalıkları hayranlık verici! Giderek daha tutucu oluyoruz, en yıpranmış ve en utanç verici köhnelikteki düşünceleri sürdürmeyi başarıyoruz, bizim devrimlerimiz yalnızca laftadır..."

Albert Caraco

"Kaos'un Kutsal Kitabı Versus Yayınları, İstanbul, Çeviri: Işık Ergüden, İkinci Basım: Temmuz 2007, sayfa 25"


8 Ağustos 2024 Perşembe

yalnızca ilkbahar ve yazlar hiç geri gelmiyordu

bir gong çaldı ormanda
koca ağaçların yüreğine dek salarak titreşimini
yankısı uzun uzun denizin üstüne yayıldı
dinlence aylarının sonuydu
ve insan kendi kendine bile
itiraf etmekten çekiniyordu

yalnızca ilkbahar ve yazlar hiç geri gelmiyordu

bir tavşan durdu bir an
gözünde insanca bir gözyaşı parlıyordu
sonra yürüdü gitti eskisi gibi tavşan
çalılıklar tarlalar arasından

kadın kadehi kaldırdı
gün batımı pınarın buz gibi suyunda yalazlandı

bir çığlık tıkandı kaldı
bacaklarının kemer gibi üstünden aştığı
büyüleyici istekler koyağında

içiyordu şimdi
erkekse dizüstü dudaklarını yosunlara dayamıştı

dağların suyu boğazını dondurarak onun da içinden geçiyordu
bir ara dilinin ucuyla bir alabalık kaçışına dokunur gibi oldu
oynak su ve pul kokuları arasında

ilk yıldız dimdik yükselen kolun ucundaki kadehe düştü

erkek kalkmıştı ve dudak dudağa
ama kavga ateşinden sonra bir dağ boğazının
gölgeliklerinde unutulmuş öç alıcı kılıcın çeliği kadar
soğuktu sevgilinin dudakları

bir bekleyiş uçurumunun kenarında
gözleri yarı kapalı kıpırtısız duruyordu kadın

hangi istek soymuştu onu
beyaz taş yontu geceye meydan okuyordu

dudak dudağaydı soluğumuz ve göz göze
aynalarımız içinden birbirimize uzanmış
deniz hafifçe sallıyor sessizliğin dibinde sözlerimizi
ve dalga alıp götürüyordu son anıyı
geçip giden ay görüverirse gecesinde
çakıl çarşaflarda yatan şu bitkin gövdeleri

ne çok yürüdük o gece
gözlerimiz ayın görkemli parlaklığında

ilerliyorduk
ne bir yankı ne bir gölge yolun billuru üstünde
ilerliyorduk yine
ne bir çığlık ne bir korku aşağıda sel boğazlarında
ne bir yankı ne bir tehlike yukarıda kayaların çatısı altında
yürüyorduk durmaksızın
ve hep o yok olmuş ses devinim koku vardı
karşımıza çıkan masalda destanda
donup kalmış tarih öncesi ordularına benzer ormanlarda

ne çok yürüdük o gece gözlerimiz ayın görkemli parlaklığında
güneşin sonsuza dek sürecek yokluğu boyunca

ne çok baktık birbirimize gülümseyerek
kesinliğin kılıcı bir anıt gibi dururken aramızda
ve başımızın üstünde o tek gökyüzü
çaresiz bir sevinç çölüne benzer kumu bile boşalmış
kuşları uçmuş

pencerede çıplak yakalıyordu seni şafak
ve işte o zaman çayırların mutlu gölgeliğinden
güneş tayları ayaklandırıyordu gözlerin

benim için hep dingin bir coğrafya oldu bedenin
uysal deniz suyunun gökkuşaklarıyla çevrili
ve sert rüzgarlarına adanmış kız kadırgaların
bin yıllık kepezlerin açığından yelkenler fora
aşıp geçen yıldızların ulu burnunu

eski buluşma yerine geri dönmek istedi
yeniden o koca
gözyaşı damlası mavi bir göz gibi duvarın bir taşı
üstünde yeniden o ayakta ve kanlı çığlık patikada
ve başka bir yerin rüzgarında tek başına

her zaman sarmaş dolaş mercan düşleyenlere dönüşmüşlerdi
kıpırtısız ahtapotların uykusu nöbet tutarken uzun denizlerin dibinde

bu kez iyice yitirdiler birbirlerini
biri öteki oldu ve o anda tersi de
şaşırtıcı biçimde gerçekleşti

bilmiyorlar daha
hiç bilecekler mi

farkında olmadan bırakıp gittiler yatağı odayı yeri göğü
sınırlar ötesindeler şimdi
iç içe sarmaş dolaş
biraz da telaşlı
serüvene kapılmış yürekleri

sonra da bir geceyarısı güneşinin apansız çarpması
tenlerinin en uzak ucunda

birbirlerini bulduklarında
bulabilecekler mi
o iki ayna gibi olacaklar yakın
yüz yüze
alabildiğine dingin

sana doğru iniyordum ve sen bana doğru yükseliyordun
her akşam bizi yaklaştıran boşlukta
o adını anmaya çekindiğimiz şeyin gölgesi ve ışığı vardı yolun üstünde
zaman güneşin kayığının tartımıyla yalpalıyordu
ineğin memelerinin altında

ne kaldı
kasemde o süt maviliği

ve kehanetlerini hiç tüketmeden içebileceğim yüzün
belirgin izi o kırlangıç çığlığı başımın üstünde
ve önümde batan o güneş o yüzyıllardan güçlü şafak
dirençle yükselirken insan sırtımın gerisinde

beller saban demirleri traktörler
koyaklar yamaçlar ovalar boyu
denizde gemi provalarına benzer
çiziyorlardı gökyüzüne yeni burçlar kuşağını

böcek hiyeroglifleri tozda
suyun ve kabukların filigranı
otlarda kuş damarları
havada duvar karalamaları

sabahın içinde yürüyecektik o benzersizle birlikte
ve her gün yeniden biçimlenecekti yüzümüz
açıklanan gizin yasalarına göre

Andre Verdet

Resim: Aslı Akyüz, Mavi Gökyüzünün Altında, Yağlıboya 50x70 cm.


Evimiz neresi?

Ben Kapadokyalıyım. Anadolu’nun ortasında bir yerdir Kapadokya. Eski adı Evenez ya da Venessa olan Avanos isimli küçük bir kasabada doğdum. Altı yaşımdayken, evlerimiz su ve nem yüzünden oturulamaz hale gelince mahalleler afet bölgesi ilan edildi ve birçok aile gibi biz de Ötegeçe’ye, Avanos’un yeni kurulan bahçeli evlerine göç ettik. 

İlk göçümü demek ki çocuk yaşlarımda yaşamışım. Babamla vefat etmeden önceki konuşmalarımızda ailemizin köklerini sorduğumda annesinin yani ebemin kasabamıza yakın Cemel isimli bir köyden gelin geldiğini, dedelerinin devecilik yaptığını, köyün adının da burdan geldiğini söylemişti. Belli ki köklerimiz Türkmenistan, Suriye ya da Irak gibi bölgelere dayanıyordu. Uzak atalarım oralardan göçüp gelmişlerdi. Elbette yaşamak ve ayakta kalabilmek için. Ya bir kuraklık, ya bir salgın hastalık ya da Moğol istilası büyük büyük dedelerimi Avanos’a kadar getirmişti. 

Gerçek evimiz neresiydi acaba? Ya da "gerçek ev" diye bir mekân var mıydı? Çok uzun yıllar sonra nakliyecilik yapan abim kamyonuyla Irak Türkmen bölgesine yük taşıdığı günlerin birinde yolda yürüyen bir adamın arkasından koşup "baba!" diye bağırarak durdurduğunu anlatmıştı. Adam adeta ikizi gibi babama benziyormuş. Abim ihtimal çok eski akrabalarımızdan birisiyle karşılaşmıştı. Annem dağa, taşa, toprağa, bahçedeki domatese, akan suya, benim ders notlarıma bile dualar okuyan inançlı bir insandı. Ama çocukluğumuzun en keyifli ve unutamadığım günlerinden birisi yılın belli haftasında annemin renkli yumurtalar kaynatmasıydı. Yıllar sonra öğrendim ki bunlar paskalya yumurtalarıymış ve ihtimal Müslüman olmayan komşularımızdan bize kalan bir kültür ve lezzetmiş.

Evet, o topraklardan 1922-23 yıllarında bir gecede komşularımızı "artık burası sizin yurdunuz değil" diyerek bir başka ülkenin topraklarına göç etmek zorunda bıraktık. “Bizi nereye gönderiyorsunuz, bizim evimiz burada” diye ağlayan komşularımızı. Benzer bir uygulama da gittikleri ülkenin topraklarında yüzlerce yıldır sakin ve mutlu bir biçimde yaşayan Müslüman bir topluluğa dayatıldı. Onlar da göç ederek eski komşularımızın boşalttıkları evlere yerleştiler. Adına "mübadele" denen bu acımasız değiş tokuştan çocukluğumuzun renkli paskalya yumurtaları kaldı. Unutulmaz dostluklarını bırakarak göçe zorlanan komşularımızsa gittikleri ülkenin yeni göçmenleri olarak yaşamlarını sürdürmeye çalıştılar. Geldikleri köy ve kasabaların ismini verdikleri yeni köyler, kasabalar kurdular ve adına ‘’rebetiko’’ denilen dünyanın en güzel ve hüzünlü müziğini yaratarak çalıp söylediler.

60’lı yılların sonunda Türkiye’den Almanya ve başka Avrupa ülkelerine işçi göçü başladı. Tarımda makinalaşma sonucunda Anadolu toprakları kendi insanlarını doyuramaz olmuş, yoksul ve işsiz insanlar İstanbul’daki fabrikalarda ucuz işçi olmak ya da Almanya’ya misafir işçi olarak gitmek için göç etmek zorunda kalıyorlardı. Akrabalarımın çoğu Almanya, Hollanda ve Fransa’da uzun yıllar işçi olarak çalıştılar. Dönenlerin çoğu yorgun, hasta ve mutsuzdu. Çocukluğumun en önemli işlerinden birisi de Almanya’ya işçi olarak giden akrabalarımın buradaki okuma yazma bilmeyen yakınlarına gönderdikleri mektupları okumak ve onların cevabını yazmaktı. İki yılda bir ancak on beş gün kadar Türkiye’ye dönebilen ve yanlarında getirdikleri naylon gömlek, çukulata ve filtreli sigaralardan kim oldukları anlaşılan "Alamancı" işçilerden geriye kederli eşlerinin onlar için yaktığı türküler kaldı:

"Almanya acı vatan, adama hiç gülmeyi, nedendir bilemedim, bazıları gelmeyi,
Üçü kız iki oğlan kime bırakıp gittin, böyle güzel yuvayı ateşe yakıp gittin…"

Ama, Türkiye’ye dönmeyen üçüncü ya da dördüncü kuşak gençlerin Almanya’nın kültürel hayatında aldıkları yer ise adeta bir mucizeydi. Bugün edebiyat, müzik ve sinemada birçok Türk asıllı sanatçının ismini gördüğümde bu hikâyeler ve türküler gelir aklıma.

Büyüdüm İzmir’e göçtüm, okudum doktor oldum, mecburi hizmet için Anadolu’nun ortasında bir kasabaya tayin ettiler. Yine "göç etmiştim" işte.

Kasabada sağlık ocağı hekimliği yapıyordum. Bir gün eskiyen ayakkabılarımı bir kundura tamircisine götürdüm. Bir hafta sonra yenisinden bile güzel hale gelmiş ayakkabım beni bekliyordu. Ayakkabıcıya şaşkınlıkla sormuştum: "Ne güzel olmuş! Sen bunu kimden öğrendin ustam?" Ayakkabıcı, 'Ustam bir Ermeniydi, çok iyi bir ustaydı, ondan öğrendim' dedi. “Sonra ne oldu ustana?' sorusunun cevabı 'Ne olacak, göç ettiler, çekip gittiler' olmuştu. Giden ayakkabı ustaları yaşamlarını sürdürebilmek ve bir başka yerde daha iyi ayakkabılar yapabilmek için göç etmek ve belki de göç yollarında hayatlarını kaybetmek zorunda kalmışlardı. Ankara ve kasabalarında uzun yıllar hekimlik yaptıktan sonra 1990 yılında İstanbul’a göçtüm. Daha iyi yaşamak, istediğim gibi hekimlik yapmak ya da iyi bir sinemacı olmaktı hayalim. Senaryolar yazıp filmler çekmek istiyordum. Hekimdim, işsizlik diye bir problemim belki yoktu ama daha iyi yaşam koşulları için gelmiştim İstanbul’a. Hastalarım da benim gibi Anadolu’dan ekmek parası için, çoluk çocukları için, geçim derdiyle gelmişlerdi. İstanbul’un etrafında küçük Anadolu kentleri örülüyordu ve adına iç göç denilen bu hareketin bir tek amacı vardı: Yaşamak… Daha iyi yaşamak…

İstanbul’un kenarına konuşlanmış Anadolu’dan göçmüş hemşehrilerimle buluştum. Onların evlerine, derneklerine, düğünlerine, cenazelerine gittim. Poliklinikler, sağlık merkezleri ve hastane kurdum. Öyle ya da böyle, hepimiz de İstanbul’un yeni göçmenleri olarak kendimize yer yurt edinip, güç sahibi olup bir biçimde ayakta kalmaya çalışıyorduk.

1995 yılında tüm bunlardan vazgeçip sinema için Fransa’ya göçmeye karar verdim. Sadece yapmak istediğim bir işi en iyi burada yapabilirim inancı değildi, hayallerimin arzularımın da dayatmasıydı bu. Sorbon’a dil eğitimi için kayıt yaptırdım. Okula başladım. 

Paris’te 1980 faşist askeri darbesinden kaçıp gelmiş, yani zorunlu göç etmiş mülteci bir arkadaşımın evinde kalıyordum. Uzun yılların Türkçe hasreti belki benim Fransızca öğrenmemi engelliyordu ama en azından memleketten getirdiğim rakının yanında olmazsa olmaz beyaz peyniri evin yanındaki Ermeni bakkaldan alabileceğimi hemen keşfetmiştim. Bizden daha önce göç etmek zorunda kalmış Anadolulu bir Ermeniyle yine ortak bir kültürde buluşmuştuk. Renkli Paskalya yumurtalarına beyaz Ezine peyniri de eklenmişti.

Artık İstanbul’dayım. Yaklaşık dört beş sene önce İstanbul’a yeni göçmenler geldi. Bu kez yaşadığımız dış göçtü. Savaşın dehşetinden kaçan Suriyeliler çoluk çocuklarını alarak yanı başımıza kadar göç edip gelmişlerdi.

Bir akşam hastanenin önünden yüzlerce çocuğun geçip gittiğini gördüm. Bu kadar çocuk nerden çıkmıştı, çok şaşırmıştım. Yakınımızda eski bir apartmanın Suriyeli göçmenlerin kurduğu bir dernek tarafından çocuklar için okul haline getirildiğini söylediler. O bina epey önce yine bir iç göçle Doğu illerimizden gelen Kürt vatandaşlarımız tarafından çalıştırılan bir tekstil atölyesiydi. İşleri kötü gidince bırakıp gitmişlerdi. Eski tekstil atölyesi Suriyeli çocukların yeni okulu olmuş. Merak edip gittim okula. Bir Türk rehber yardımcı oldu konuşmamıza. Okulun idarecisi olan öğretmenlere "bir ihtiyaçları olup olmadığını" sordum, "hastane olarak, hekim olarak yardıma hazır olduğumuzu" da söyledim. Önce kuşkuyla karşıladılar beni."Neye ihtiyacınız var?" diye ısrar ettim. Para, sağlık hizmeti vs. Bir süre sustuktan sonra içlerindeki en yaşlısı konuştu: "Bizim güvene ihtiyacımız var" dedi. Güven… Anlayamamıştım. Alınır, satılır somut bir şey değildi çünkü istedikleri. ”Neden’ der gibi baktım yüzüne.

“Buraya geldikten sonra, bugüne kadar beş küçük kızımızı çaldılar' dedi. Bir eşya gibi bir paket gibi bir nesneden söz eder gibi ama derin bir acıyla konuşuyordu. O günlerde yazdığım bir yazıda, ‘’çocukların çalındığı, alınıp satıldığı bir dünya bize artık cehennem değilse nedir?’’ diye sormuştum. 

Bu cehennem hepimizin. Böylesi bir cehennemde sayıların ya da paranın ne önemi olabilir?

Şu kısacık yazıda bile göç kelimesini ne kadar çok kullanmak zorunda kaldığımı fark ettim, ne yazık!

Lévi Strauss’tan ödünç alacağım bazı kavramlar olacak şimdi: 

'‘Kültür belli bir uygarlıktaki insanların dünyayla kurduğu ilişkilerin toplamıdır. Toplumsa bu insanların birbirleriyle kurduğu ilişkilerdir. Kültür düzen yaratır. Toprağı ekip biçer, yollar, şehirler yaparız. Nesneler icat eder, imal ederiz. İnsanların yeryüzüyle kurduğu ilişkiden kültür doğar. Böylelikle bir düzen yaratılır, birikim sağlanır ve hafıza oluşur."

Hafızanın beyinle bir ilgisi yoktur. Hafızanın evi insanın kalbidir. Hafızasız bir toplum kalpsiz bir toplumdur. Hafıza vicdan demektir ve galiba vicdansız olmakla malulüz artık.

“Toplumlar ise entropi üretirler. Güçlerini dağıtır, toplumsal çatışmalar, siyasi mücadeleler ve bir yerlerde yarattığı ruhsal gerilimlerle kendi kendilerini tüketirler. Baştaki temel alınan değerler yozlaşır. Toplumlar çatılarını git gide kaybeder, darmadağın olur ve bireylerin yerini kimliksiz atomlar alır."

Bugünlerde tüm dünyanın yaşadığı gibi. Tekrarı ve provası olmayan bir hayatı hakkıyla yaşayıp gitmekten başka bir seçeneğimiz yok, bundan eminim. Dünyanın ömrü bizim kaderimizden uzundur çünkü!

“Yaşam, var olmak için kendine koyduğu hedeflere uygun bir ruh geliştirmesi için insana tanınmış bir süreden başka bir şey değildir. İnsan bu gelişimi gerçekleştirmek zorundadır."

Bu yaşam denilen bilinmez yolculukta kendimize ve diğer insanlara olan sorumluluğumuzu yerine getirmeliyiz. İnsanın vicdanı buna bağlıdır ve onunla var olur.

Hepimiz insan kalabalığının bir parçasıyız. Ama Kabil ya da Habil olmak bizim tercihimiz.

Devletlerin ve politikacıların büyük ve süslü cümlelerin arkasına saklayarak yarattıkları insan trajedilerinin suç ortağı olmamalıyız. Onlar için basit sayılar gibi telaffuz edilen insanların, kadın, erkek ve çocukların bir parçası da biziz çünkü.

Yeryüzü bizden önce de vardı, bizden sonra da var olmaya devam edecek. Bir büyük sofranın tesadüfen bu çağda yerini almış misafirlerinden başkası değiliz. Sadece yaptıklarımızdan değil yapmadıklarımızdan, olan bitene sessiz kaldıklarımızdan da sorumluyuz. Birbirimizi bizi sayılar olarak gören yöneticilerin gözleriyle görmekten vazgeçmeliyiz.

Biz bir aileyiz.

Hiç birimizin göçmen kuşlardan bir farkı yok! 

Göçmen kuşlar binlerce yıldır oradan oraya göç ediyorlar, onlara soruyor musunuz nereye ve niye göç ediyorsunuz, eviniz neresi diye!

Çünkü, tüm dünya evimiz bizim…

Ercan Kesal

(Bu yazı, Ercan Kesal'in 13 Kasım 2019 tarihinde Paris/Sorbon'da düzenlenen "Migrations et Langues" başlıklı toplantıda yaptığı konuşmanın kısaltılmış halidir.)



Bağ Kuyusuna Su Salınınca

Olay, Orta Anadolu'da geçer. Oralarda bağ kuyuları vardır. Su deposudur bu kuyular. İlkbaharda dağlardan gelen kar suyuyla doldurulur. Yazın bağa gelinince su sıkıntısı çekilmez. Geçenlerde "Mehmet Efendi" bağa gitti. Kar erimeye başlamıştı. Dağdan sular geliyordu. Önce kendi kuyusunu doldurdu. Sonra baktı su boşa akıp gidiyor. "Hacı Emminin de kuyusunu doldurayım" dedi ve saldı suyu. Akşam şehre gelince, Hacı Emminin dükkânına uğradı. Hacı Emmi piyasanın kuvvetli bakkallarındandı:
"Hacı Emmi bugün bağa vardım!"
"İyi yapmışsın oğul!"
"Kuyuyu doldurdum!"
"Aman ne iyi!"
"Hacı Emmi senin kuyuya da su saldım!"
"Ulan yere batası yaktın beni!"
Mehmet Efendi, ne bilsindi Hacı Emminin bağ kuyusuna şeker stok ettiğini!

Hasan Pulur, Olaylar ve İnsanlar/2 1973-1978, Bilgi Yayınevi, S.198


İzleyiciler