7 Şubat 2025 Cuma

Üsküdar

üsküdar asyadır çine kadar
her kış
bıraksa da köpük saçlı kızlarını
kıyıya
öfkeli bir yağmurla iner rüzgâr

mihrimâh güneş saati
yanından
ince dar bir merdiven uzar
soğuk
ve dönmez bir kilit çocuk kütüphanesi
önünde insanlar yürür ve susar

şemsipaşa
ceviz bir cami, demirinden
yan gözle cihangire bakar
demişti ki tanpınar
üsküdar uçarsa gider istanbul
yürüyemez sokaklarında çocuklar

üsküdar asyadır çine kadar

Ömer Erdem


"Bu göçün hikâyesi Tuna kıyılarında başlar, bu kenar mahallede biterdi."

    "(...) Bizim mahallemiz bir göçmen mahallesiydi. Kırım'dan Dobzuca'dan, Tuna kıyılarından, zaman zaman harpler, katliamlar içinde kopup gelen göçmen sellerinin artıkları, yüz elli, iki yüz yıldan beri hemen daima yenilen ordular, daima gerileyen sınırlarla beraber adım adım çekilerek buralara kadar sürülmüşlerdi.
    Bir zaman bir imparatorluğun, o geniş Osmanlı devletinin başşehri olan Edirne, şimdi artık bir sınır kalesiydi.  Şehrin kenarını çeviren bağlık tepelerde yer yer tabyalar, istihkâmlar sıralanıyordu. Eski imparatorluğun yeni sınırları ise, şehrin kuzey ufkunda görülen alçak dağlar üzerinde Doğudan Batıya uzanıp gidiyordu. 
    Halbuki, Edirne bir devlete başşehir olduğu zamanlar, buralarda oturup dünyanın yarısına; Almanya'dan İran içine, Hint denizine, Podolya'dan Ukrayna'dan Habeşistan'a kadar hükmetmiş olan padişahların saray harabeleri, bizim kenar mahallemizin hemen karşısında, şimdi kurumaya yüz tutmuş bir nehrin iki kolu ile kucakladığı yeşillik kenarında yatıyordu...
    Bizim göçmen mahallemizin, her biri bir başka yerden göçüp gelen her ailesinin, konup göçtüğü yerlere ait ayrı bir hikâyesi vardı. Sınırların ötesinden sızan yeni göçmenlerle mahallenin halkı gün geçtikçe artardı. Bu yeni gelenler yuvalarını, topraklarını doğdukları yerlerde bıraktıktan sonra, zahire, kap kaçak, yorgan döşek namına ne alabilirse iri öküzlerin çektiği ağır arabalara atarlar, yollara dökülürlerdi. Kadınlarla çocuklar bu yüklerin üstüne bindirilirdi.
    Bu perişan kafileler, eski istilâ ordularının Balkanlar'da, Tuna'da ve daha ötede yerleşip, köy, şehir, kale kuran eski fatihlerin geri dönen artıklarıydı.
    Şahin atlar üstünde Avrupa'ya giden ataların bu çocukları, şimdi her tarafından torbalar, bakraçlar sarkan bu gıcırtılı arabalarla asırlarca süren bir egemenliğin ellerinde kalan bu hazin artıklarını geriye doğru taşıyorlardı. 
    Zaten yakın olan sınırlardan bu yana geçmekle, muhacir kafilelerinin kenar mahallemizi çeviren çayırlığa çökmesi bir olurdu. O çayırlar ki vaktiyle, bu dönenlerin dedelerinin uzak ülkelere, Balkanlar'a, Tuna'ya ve daha ötelere yayılmak için yola çıkarken toplandıkları, saflarını düzdükleri geçitlerini gösterdikleri meydanlardı.
    Kenar mahallemizin sokaklarında zaman zaman : 
    - Çocuklar! Muhacirler gelmiş!
diye sesler dolaşırdı. Mahallenin çocukları hep birden çayırlığa koşardık. Bu çayırlık, belki yüz, yüz elli yıldan beri göçmenler için bir konak yeri olmuştu. Burada arabalar halka halka dizilirdi. Öküzler, mandalar bunların etrafına çökerlerdi. Uçları araba kanatlarına tutturulmuş kilimlerden, çarşaflardan odacıklar kurulurdu. Yataklar serilirdi. Ateşlerde tencereler kaynardı.
    Yeni gelen göçmenlerin çocuklarıyla bizim kenar mahallenin küçükleri arasında hemen arkadaşlık başlardı. Çünkü yeni gelenlerin söyledikleri kasaba, köy isimlerini biz daha önce işitmiş olurduk. Hattâ aramızda onlarla hemşeri, komşu çıkanlar da bulunurdu. Çünkü bizim de ailelerimiz vaktiyle oralardan kopmuştu. Onların geçtiği yollardan geçmişti. Şimdi onların konakladıkları bu çayırda konaklamışlardı. 
    Yeni gelen göçmenlerin, hemen ertesi gün, kimisi hükümete başvurur, kimisi hanlarda, kahvelerde, eski gelen hemşerilerinin dağıldıkları, yerleştikleri köyleri, kasabaları soruştururlardı. Ondan sonra kafilenin çözülüşü başlardı. Bir kısmı yakın yerlere dağılırdı. Bir kısmı yeniden yollara düzülürlerdi. Arta kalanlar kenar mahallenin bir ucuna yerleşerek mahalleyi genişletirlerdi. Bu yerleşme için, kırlardan kara çalı, böğürtlen, yahut güvem dikeni, bataklıklardan saz demetleri taşınırdı. Sonra etrafı çitle çevrilen bir avlunun ortasına, üstü sazla örtülü küçük bir kerpiç, hattâ çit kulübe yaparlardı. 
    Böylelikle daha birkaç gün geçmeden mahallede yeni bir baca tüterdi. Onun da dumanı mahallenin dumanlarına karışırdı. O evinde çocukları mahalle çocuklarının aralarına girerlerdi.
    Ben de bir göçmen çocuğuydum. Bu göçün hikâyesi Tuna kıyılarında başlar, bu kenar mahallede biterdi. Hikâye oldukça basitti. (...)"

Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, S.19-21


Aşkın Gülüşü

işte sana geliyorum
yumuşakbaşlı rüzgârların kanatlarında bir yer bul bana
suyun ışıltılı sesleri aksın bir yanımızdan,
bir yanımızı defneler sarsın...
demir kollarının yumuşaklığında uyanayım sabahları
zeytin ağacının gözlerinde büyürken bir çekirdek
senin olayım

sakızağacının kokularına bürünsün saçlarımız
diri gövdemiz yürüsün kuşlara doğru
unutulmuş şarkılar bulsun...
gülüşün badem ağacının çiçek açmış dalları
ölümü alsın elimizden.

bir gemi getirdim kapına: birlikte gidelim.
sen içli, uzun geceli kadınlar için yaratılmışsın,
uzun sabahlar için
buğday tarlaları, usulbaşlı geyikler, yollar için...
göğsüne düşür beni: yeryüzünün şarkılarını dinleyeyim orada
gecikirsek alıp başını gider aşkın usul ırmağı -küskün-
dönmez bir daha

Leyla Şahin


Kardeş Payı

Bana ekmeğin kabuğu
Sana steak sana fusion sana dünya mutfağı

Sana fitness sana ozon odalarında sağlık
Bana sokaklarda can havli bana biber gazı

Sana maldivler cote d'azur top ten holiday
Bana iş dönüşü nayrobi dolmuşu

Senin parmağına pırlanta, senin yüzüne tuscany ışığı
Alnıma kömür karası benim. Alnıma kara yazı

Sana sessiz sakin deniz orman manzarası şehrin içinde
Bana ev diye dört duvar çatı diye çınlayan bu ne

Sana şimdi, sana her gün, sana saturday night fever
Bana sonra bana sonra bana sonra

Demir beton cam çelik kafes senin
İçinde kardeşim bülbül benim

Bana sivri şeyler bu dünya, etimi delsin
Seni öldürmeyen allah hiç öldürmesin

Sana sunshine sana diamond göz alan
Bana her gece tepemde göz kırpan floresan

Bana demli bir çay, uzun efkar, geniş keder
Sana smoke sana malt viskiler sana rezerv

Sana dünya yetmez sana gökyüzüne merdiven
Bana ter için bu ten, bana bu can haybeden

Diyeceğim;
Tüm bedesten senin
olsa ne fayda benim

Birhan Keskin, Fakir Kene, Metis Yayınları, S.30-31


5 Şubat 2025 Çarşamba

Yeniden Hüzünle

İşte yine can sıkıntısı
bana bir şiir yazdıracak.
Tırnaklarım uzamış,
İçimde yaralı bir aşk.

İçimde yaralı bir aşk
ve  birkaç piyes ölüsü,
birkaç gözyaşı kırıntısı,
intihar gelgiti birkaç.

Sırtüstü uzandım dünyaya,
odamın ampülüne bakıyordum,
ampulün bağlı olduğu borunun
tavanda kıvrılışına.

Tavanda kıvrılışına
birkaç damla gözyaşının
birkaç damla tentürdiyot,
kalbim ağrıyordu, bir yaz-
günü düştüm sokaklara,
karanlık sokaklara düştüm,
bir yaz gecesiydi galiba,
ürpererek indikçe bayırlardan,
kimsesiz ve boş alanlara,
çaresiz, bomboş bir cesettim,
bir suyla dolu bir kova
olarak kalmışım dünyada.
Herkes kim bilir nerdedir-
şimdi? sevgilim...Kim bilir-
nerdesin?
Kalbim -ki bir gün durur-
var mıydı acaba?
Ölümü ve tuzlu 
fıstıkları unutmadım,
bayat tuzlu fıstıkları.
Sarhoşlar kusardı bir de
ben varken orda. Dünya'da.
1965 yılında.
Bir savaş ve hüzün korkusuyla
kahvelere dolardı insanlar
Sevgilim! Sevgilim!
"Kanayan yerim benim"
çürük yumurta, bayat pastırma
ve
bamya yenilen bir lokantada
mareşal fevzi çakmak, koca yusuf
dünya güzeli fatma
dostumdular.
Ben o şehirde yalnızdım
bunu kimseler bilemez
gidip gidip rıhtıma
dururdum.
Kör bir dilenci vardı, o da-
dostumdu, beni-
evlendirmek isterdi kızıyla.
Ben içimde bir acıyla
boyna bir resim yapardım.
Sarı kurdeleli kızlara-
hikayeler anlatırdım hatta
uzak dünyalar ve
albert aynştayn hakkında.
Onlar
uzun uzun susarlardı.
Güzelim kızlari Hürriyet-
gaztesi okurlardı
Ses ve Hafta.

Her şey o kadar birbirinin
aynıydı, hayat-
akıp gidiyordu sıkıntıyla.
Domino taşlarına ve
bir nehrin akışına benzeyen
cesur ve genç hayat. Akıp giden.
Kitapçı vitrinlerini
ve
alanları hızla eskiten-
hayat, bazen-
beni heyecanlandırırdı.
Yağmurlu, ıhlamur ağaçlı bir yolda
kocaman, eflatun, bir güneş
tıkanırdı gırtlağıma
onu karnıma sokardım.
Güneşi, göğsüme ve karnıma.
Akşam-
beni bulurdu bir koyda.
Kırlara doğru
koşardım bir bağırtıyla.
Az önce ıslanmış kırlara,
serin ve bereketli,
her zaman bağışlayan,
o taze, ve hüzün-
anası kırlara...

Sevgilim! Sevgilim
Gece-
yürüyor,
Dünya-
yürüyor ordularla.
Kitaplarla ve matbaacı-
çıraklarıyla. İçimde-
bir dağ çeşmesi akıyor...
Sabah oldu oluyor anında-
eski, külüstür, kömür-
yüklü sarı bir kamyonla
yanında durmuştuk, orman-
battaniyeliydi hala.
Bir hastane odasında-
sabaha karşı, yaralı-
bir onbaşı gibi uyuyordu.
Sabaha-
karşı bir hastane odasında-
aklıma çanlar geliyor.
Bir adam-
kesik çocuk başları satıyor.
Yeniden
hüzünle başlıyorum bir 
romana...

Ataol Behramoğlu, Bir Gün Mutlaka, 1965


Şu Giden Atlıya Türkü

Ben demedim mi
Hazırlandılar
Onların yüz bin kolları var
Kırbaçları sert, yamçıları sağlam, atları kavi
Yeğin git kese sür atınla birleş
Ben demedim mi

Ben demedim mi
Tekin değil koyaklar, dağ yamaçları
Yağmur yağar ki sis basar ki kurt iner ki
Ay bulanığında gümüş rengi çakallar
Ben demedim mi
Yalnız gitme demedim mi

Çiğdeme sor, çeşmeye sor
Tek açan menevşeye sor
Ayrılık getirir ayrılıklar
Birleş demedim mi
Ben demedim mi

Gülten Akın


Haikular

Gördüm yüzünü
Terk edilmiş yaşlı kadının
Ay tek tesellisi.

Sallanıp durur
sarmaşıkların sardığı köprü
Hayatımız gibi.

Donmuş pirinç tarlalarında
Yavaşça ilerlerken ben
Sürünür gölgem.

Denizler kararır
Ve yaban ördeğinin kederli ağlayışı
Dönüşür soluk beyaza.

Kış yağmurları
Maymun bile
Yağmurluk arıyor.

Şu büyük meşe ağacı
Açan çiçeklere kayıtsız
Daha soylu.

Matsuo Başo (1644 - 1694)

Çeviri: Cevat Çapan



Uyumaya Gidiyorum

Çiçeklerin dişleri, çiylerin saç filesi,
Elleri şifalı otların,
Sen, mükemmel ıslak hemşire,
Hazırla benim için dünyevi çarşafları
Ve kuştüyü yorganını yolunmuş yosunların.
Uyumaya gidiyorum hemşirem,
Yatağa yatır beni.
Baş ucuma bir lamba koy;
Bir yıldız kümesi; ya da nasıl istersen;
Her şey olur; birazcık kıs ışığını.
Yalnız bırak beni:
Duyuyorsun tomurcukların yarılıp açıldığını….
Göksel bir ayak sesi sarsıyor seni yukarıdan
Ve bir kuş çiziyor bir izleği senin için.
Öyleyse unutacaksın…..
Teşekkürler.
Ah bir isteğim var senden
Eğer o adam telefon ederse yine
Söyle ona gittiğimi,
Bir daha aramasın…

Alfonsina Storni (1892 - 1938)

"Alfonsina, yakın arkadaşı olan Quiroga'nın 1937 yılında intihar etmesinden sonra, göğüs kanseri ve yalnızlık ile boğuştuğu bir döneme girdi. Storni son şiiri olan Voy a dormir (Uyuyacağım) eserini Ekim 1938'de La Nación gazetesine yolladı. 25 Ekim 1938 tarihinde gece yarısından sonra Arjantin'deki Mar del Plata'da yer alan La Perla kıyısına geldi. Ertesi sabah iki işçi yazarın cesedini sahile vurmuş halde buldu. Ancak biyografi yazarlarına göre sanatçı bir dalgakırandan denize atlayarak deniz derinleşip boğulana kadar denizde yürüyerek intihar etti.[1]

Ölümü Ariel Ramírez ve Félix Luna'ya esin verdi ve onları Alfonsina y el Mar (Alfonsina ve deniz) adlı şarkıyı bestelemeye itti. Bu şarkı Mercedes Sosa, Tania Libertad, Nana Mouskouri, Mocedades, Andrés Calamaro ve diğer birçok şarkıcı tarafından seslendirildi.

Bunun dışında ölümünden elli yıl sonra da Latin Amerikalı ressam Aquino'ya, yaptığı birçok resimde ilham kaynağı oldu."  Vikipedi









4 Şubat 2025 Salı

Şair Herkes İçin Söyler Türküsünü

I.
İşte herkes orda, bakarsın geçişlerine.
Nasıl can atarsın, aralarına karışmak tanımak için onları.
Yüreğindeki çılgın kasırgadır çıldırtan seni.
Acının depreştirdiği kalabalık,
içine işlemiş susku,
ha deyip karar verirsin. İşte, geçiyorlar.
Herkes. Çocuklar ve kadınlar. Durmuş oturmuş erkekler bile.
Acı apaçık bakışlarında.
Ve bir tek kalabalık, tek bir varlık gibi geçer.
Ve sen, daralmış yüreğin, tek başına kalan acının kudurganlığıyla,
son bir çabayla kalabalığa karışırsın.
Kendini bulursun, kendini tanırsın böylece.
Dingin dalgalara bırakıp kendini, ağır ağır açılırsın.
Yumuşak itişlerle gidersin, yumuşacık sallanışlarla.
Ve yoğun bir mırıltı duyarsın, alçak sesle söylenen bir ilahiyi andıran.
Binlerce yürek tek bir yürekte çarpar, sürükler seni.

II.
Seni sürükleyen tek bir yürektir. El etek çeker
kendi acın, daralmış yüreğin ferahlar.
Tek bir yürek olursun, şakaklarında duyarsın atışını,
seni sarar, göğsünü kabartır,
yürüdükçe güç verir kollarına.
Ve eğer dikelirsen, bir an yükseltirsen sesini,
bilirsin ki bir türküdür söylediğin,
karanlık ve uçsuz bucaksız bütün bedenlerin derininden kopup gelen
aydınlıktır bu
ve bedenlerde, ruhlarda senin haykırışınla borcunu ödeyendir,
sana destek olanların sesidir, içinde sen de varsın,
senin sesin, şaşırarak kendini tanıdığın güçlü ve gerçek ses.
Darmadağın olmuş yüreklerin sesidir bu, gırtlağından fışkırıp gökleri
saran ses, sade ve açık.

III.
Herkes için yükselir bu ses, bak bütün insanlığın kulağı sende.
Kendilerini duyarlar, kendilerini bulurlar bir tek seste.
Söylediğin türkünün gücü kuvveti onlardır, bir ırmak gibidirler.
Irmağın dalgalarına karıştın, dağılır gibi, insanları birbirine bağladın.
İşte onları sürükleyen ses, titreşir ve bir yol gibi uzar.
İnsanların adımları üstünden geçer onun, onlar
çiğner ve bedenlerinden izler bırakırlar.
Ses dağılır, verir kendini ve kalabalık akar, akar,
yüreğe ulaşır, bir yoldur bu, bir dağ gibi.
Tepeye kadar varır. Güneşin rengi alınlarda solar.
Herkes türkü söylemeye koyulur aydınlık zirvede.
Sesin onların sesi, ortak ve yüce.
Ve kuvvetin ve gerçeğin maviliği
yankılar insanların sesini. Görkemle.

Vicente Aleixandre (1898 - 1984)

Çeviri:  Aydın Hatipoğlu - Eray Canberk


İnce Bir Sızıyla Uyanıyorum

Gidelim.
bizi çağıran gündüze
dağları, denizleri,
ve bir heybeyi ceket yaparak,
Gidelim.

O anamdı, ip eğirmesini bilirdi.
bir merakı yenemeyerek, sinemalarda
geçen güz öldü.
sırtında,
Pirinçlerin ve pancarların suladığı bir kol

Neler düşündürdü bunca yıl
bir ezikliği alıp içimden
neler düşündürdü
Kılıfından çıkan bir geceyi susturan
ferman.

artık büyüdüm.
işte geçiyorum,
tütün mağazalarının açtığı devirden
elimde iş bulma ilanları
Üzümcüler,
Yemişçiler.
Fabrikatörlerden dev bir soluğu yırtarak
geçiyorum.
yıllarca penceremi örten o büyük karları.

işte geçiyorum,
yüreğimdeki korkuyu yırtarak
elimde ahlat ve ardıçlardan bir silah
yüksek bir tepeden doyarak
elimde sigaram,
Bir gün keyifle çekeceğim,

ölümün çizdiği gül resimlerinden
gövdem.
Bunca yılın çakısıyla vurduğu
Göz yaşlarımdan bir ırmağı,
akıtarak avuçlarıma
ağladığımı, ama niçin
kimse sormadı...
sevincim defnedilmesi güç bir ölü

işte geçiyorum
korkuyu bir ter yaparak avuçlarıma
dağları ve denizleri
göğü dolduran sesimle
varım.

yüreğimde ince bir sızı
ölüm sancılı anam
Sevinçten bir tülbentle sarıyor yaramı
     Varım...

Ender Sarıyatı

Ölüme Direnen Şiirler, Ender Sarıyatı
Yayıma Hazırlayan: Ahmet Günbaş, Klaros Yayınları, 3.basım, Aralık 2024


3 Şubat 2025 Pazartesi

Kaçak

            -Cezayir Kurtuluş Savaşı'nda ölenleri anarak-

Efendi misiniz, kodaman mısınız ne,
bir mektup yazıyorum size,
bilmem vaktiniz var mı
okumaya bu mektubu.

Az önce verdiler elime
askerlik kâğıtlarımı,
savaşa çağırıyorlar beni,
diyorlar yola çık en geç çarşamba akşamı.

Efendi misiniz, kodaman mısınız ne,
dövüşmeye hiç istek yok içimde,
insancıkları öldürmeye gelmedim ben,
gelmedim ben bu yeryüzüne.

Sizi kandırmak değil niyetim,
ama söylemeden de edemem,
savaş ahmakların işi, 
hem insanlar ondan hanidir bıktı.

Doğduğum günden bu yana
ölen çok babalar gördüm,
gidip dönmeyen kardeşler gördüm,
çocuklar gördüm iki gözü iki çeşme.

Ya analar ne çekti, ya analar,
bir yanda işi tıkırında bir avuç insan
bolluk içinde rahat yaşar,
bir yanda ölüm, çamur, kan.

İnsanlar tıkılmış dört duvar içine,
çalınmış neleri var neleri yok,
karıları, eski güzel günleri bütün.

Gün doğar doğmaz yarın
kapatacağım şırak diye kapımı
ölmüş yılların suratına,
alıp başımı yollara düşeceğim.

Aşacağım karaları, denizleri,
ne Avrupa'sı kalacak, ne Amerika'sı, ne Asya'sı,
dilene dilene hayatımı
şunu diyeceğim insanlara:

Üstünüzden atın yoksulluğu,
durmayın bakın yaşamaya,
hepimiz kardeşiz, kardeşiz, kardeş,
ey insanlar, ey insanlar, ey.

İllâki kan dökmek mi gerek,
gidin dökün kendi kanınızı,
size söylüyorum bunu da,
efendi misiniz, kodaman mısınız ne.

Adam korsunuz arkama belki de,
unutmayın jandarmalara demeye:
üzerimde ne bıçak var,  ne tabanca
korkmadan ateş etsinler bana,
korkmadan ateş etsinler bana.

Boris Vian,      Çeviren : A. Kadir



Bir Dahi: BORIS VIAN 2 


Asabi bir adamdı.

Toplum ve düzen karşıtı bir kişiliği vardı.

Gerçeği ya da düşmanı algılayabilmek ve başkalarına da algılatabilmek ister.

Fransız Kara Romanı’nın öncülerinden sayıldı. Bu romanları için mekan olarak ABD’yi seçti; şiddeti ve cinselliği yoğun kullandı.

Fransızların Cezayir’i işgaline tepki gösteren aydınlardan biriydi.

68’in devrimcileri için bir mite dönüşmüştü.

Polisiye üslubunu çok iyi kullanan Vian, Amerikalı polisiye roman yazarı Vernon Sullivan müstearını kullanarak dört roman yazdı. Bunlar, resmi kesimler tarafından yasaklandı. Bu romanlar, Mezarlarınıza Tüküreceğim, Bütün Ölülerin Derisi Aynıdır, Ve Bütün Çirkinler Öldürülecek, Çıtırlar Farkında Değil idi.

Çoksatar, skandal ve başarı onun için yan yana gelmeye başladı.

Kendi adını kullanarak yazdığı Günlerin Köpüğü, Pekin’de Sonbahar, Yürek Söken ve Kızıl Ot romanları yüksek edebiyat kategorisinde görüldü. Bu romanlarında düşünceyi, gerçeküstü ve simgesel olanı daha ön plana çıkarttı.

Temel derdi, saygısızlığı, onursuzluğu ve ikiyüzlülüğü alaya almaktı.

En belirgin tavrı, savaşın anlamsızlığını savunmaktı.

1940’ların savaşla yoğrulmuş ortamı hemen tüm eserlerinde ön plandaydı. Ama, kara bir tablo çizmedi, esprili bir söylem tuttururdu.

Trajikomik ögeler kullanarak eleştirilerini yapardı.

Savaşla, savaşın görünmeyen sebepleriyle dalga geçtiği Generallerin Beş Çayı adlı oyununda, anne hükümranlığından kurtulamamış bir genelkurmay başkanı, her biri birbirinden basiretsiz kuvvet komutanları, ekonomik krizin düzelmesinin tek çaresi olarak savaşı gören bir başbakan ile olayların tamamen dışında ama altta ezilen bir askeri canlandırır.

Kahramanlarının (antikahramanlarının), hepsinin yaşamla bir sorunu vardı.

Dünyada olabilecek her değerin alaya alınabileceğini düşündü. Her eserinde toplum tarafından tabulaştırılmış bir değer seçti, onun ciddiye alınışını gülünçleştirdi.

Mezarlarınıza Tüküreceğim, Bütün Ölülerin Derisi Aynıdır, Ve Bütün Çirkinler Öldürülecek ırkçılığı; Çıtırlar Farkında Değil cinsiyetçiliği; Yürek Söken dini; Kızıl Ot ile hiyerarşiyi kara mizah malzemesi yaptı.

Metinlerinin ve kahramanlarının teatrallikleri önemli özelliklerinden biriydi.

Tüm kurgularında diyaloglar büyük yer tutuyordu.

Metaforları ve fantastik ögeleri çok başarılı bir şekilde birleştirdiği için Büyülü Gerçekçilik ile irtibatlandırılmıştı.

Eserlerinde, müzisyenliğinden gelen ritim duygusu önemli rol oynardı.

Söz oyunlarından yararlanabilmesi şairliği sayesindeydi.

Alaycı, gerçekçi ve acılı bir üslubu vardı.

Korkunun, korkulanın, bilinçaltı kaygılarının üstüne gitti.

Vian için sarsmak, etkilemek, huzursuzluk yaratmak önemliydi.

“Kurallara bağlı her türlü çalışma iğrençtir, kusursuzdan uzaklaştırır.”

Füsun Kavrakoğlu





Homeros

    Ne bir şey vardı, ne de hiç kimse. Hayaletler bile yoktu. Sadece dilsiz taşlar ve kalıntıların arasında otlayacak yeşillik arayan koyun vardı.
    Ancak kör ozan artık orada bulunmayan büyük şehri görmeyi başardı. Onun surlarla çevrili olup körfezin üzerindeki tepede yükseldiğini gördü ve onu yerle bir etmiş olan savaşın naralarını ve kılıç şakırtılarını duydu.
    Ve bunları bir şarkıyla dile getirdi. Bu Truva'nın yeniden kuruluşu oldu. Truva, yok oluşunun üzerinden dört buçuk asır geçtikten sonra, Homeros'un sözleriyle hayat bulup yeniden doğdu. Ve unutulmaya mahkum olan Truva Savaşı bütün savaşların en ünlüsüne dönüştü.
    Tarihçiler onun bir ticaret savaşı olduğunu söylüyorlar. Truvalılar Karadeniz'e doğru açılan geçidi kapatmışlardı ve buradan geçiş için çok paralar alıyorlardı. Yunanlılar Truva'yı Çanakkale Boğazı'ndan Doğu'ya doğru giden bir yol açmak için yakıp yıktılar. Zaten dünya tarihindeki bütün -ya da neredeyse bütün- savaşların nedeni ticaridir. O halde kendine özgü çok az bir özelliği olan bu savaşı 
hatırlanmaya değer kılan ne? Truva'nın taşları doğal süreçlerini tamamlayarak tamamen kuma dönüşmek üzereydiler ki Homeros onları gördü ve dinledi.
    Onun söylediği şarkılar sadece bir hayal ürünü müydü acaba?
    Bir kuğu yumurtasından doğmuş olan Kraliçe Helena'yı kurtarmak üzere oluşturulan bin iki yüz gemilik donanma sadece bir hayal ürünü müydü?
    Akhilleus'un, mağlup ettiği rakibi Hektor'u atların çektiği bir arabanın arkasına bağlayıp kuşatma altındaki kentin surlarının etrafında defalarca dolaştırdığını Homeros mu uydurdu?
    Peki, Paris kaybetmek üzereyken Afrodit'in onu sihirli bir sis tabakasına sararak kurtarması, bir sanrının ya da sarhoşluğun eseri olmuş olamaz mı?
    Peki Apollon'un öldürücü okunu Akhilleus'un topuğuna nişanlaması?
    Truva'ları kandıran devasa tahta atın yaratıcısı -diğer adı İlyada olan- Odysseus destanları mıdır acaba?
    On yıl süren bu savaştan karısı tarafından banyoda öldürülsün diye dönen muzaffer Agamemnon'un sonu ne kadar gerçektir?
    Bize son derece kıskanç, intikamcı, hain gözüken bu kadınlar ve bu erkekler, bu tanrıçalar ve bu tanrılar, var oldular mı acaba?
    Kim bilir, hiç var oldular mı?
    Emin olduğumuz tek gerçek var olmayı bugün hala sürdürdükleri.

Eduardo Galeano, Aynalar, Sel yayınları, S.53-54     Çeviri: Süleyman Doğru




İzleyiciler