31 Mayıs 2023 Çarşamba

Sunu

I

Güneşi hiç görmedim penceremde
Ne ay doğdu geceme ne bir yıldız
Hem sıkış sıkış hem çöl kadar ıssız
Beş yıldır bir şeyler soluyor içimde

II

dal olsun diye kuşa uzattımdı kolumu
omuzlarıma kadar ekmek ufaladımdı
yanılıp da bir kez bile konmadı
inip üç adımda bitirdim yolumu

evet üç adımdabir tokat
gibi çarptı yüzüme duvar
dibine çöküp avuçlarımı açtım fakat
hangisine sapsam ne çok yol var

el eli çoğaltmayınca bir yerde
uçurumlaşıyor avuç çizgisi de
tek başıma yürüsem şimdi
barbaros bulvarı'ndan beşiktaş'a
bir vapura binsem ya da motora
-kaptan dümen kır üsküdar'a-
düşteki gibi ansısam birden
koyun gibi yatırılıp kazınmış saçımla
ayakkabısızlığım.. pantolonsuz bacaklarımla
içinizde aykırı bir yaşamım ben
ihbar polis filan.. güvertede tutuklanmadan
balığın üstüne martının altına
yarı yolda kaldırıp gövdemi atsam
bulurdum kendimi ayaklarımın dibinde
beş yıldır bir şeyler sürükleniyor içimde

yıllarca mektupsuz kitapsız bırakıldım
bir elimle yazdıklarımı
okudum diğer elimle
beş yıldır beş koca yıldır
bir şeyler kopuyor içimde

III

şortum ve şıpıdık tokyalarımla gördünüz
beni haydarpaşa hastane girişinde beklerken
güneş yanığı teninize renk renk giysilerinize bakarken
uzun zincirlerle bağlı kollarımı süzdünüz

imgeleminiz hemen de devindi
—deli bu deli—
yüzdeki buruşmadan
duymasa da anlıyor insan
biraz kötücül biraz acımaklı
baktınız yüreğimi şaşırdım
dürterek birbirinizi
gizliden fısıldaştınız

sıkıca kavranıp kollarımdan
özenle geçirildim aranızdan
—sizi mi koruyorlardı beni mi bilmem—
çocuklarınızı kaparak çamurmuşum
gibi sıçradınız iki yanıma
ama soru sorandır çocuk-baba
anne kim neden bu amca...
bir çift dikenli tel yumağıydı gözlerim
ağlayamadığımca ağladım yanıtınıza

IV

gün batınca çocuklar erkenden
masallarını dinlemeden derin bir uykuya
bir yunus dalıp çıkıyormuş gibi suya
kalkıyorlar gözlerinde yıldız gülerken

bendim öpen bendim silen
anne diye üşüyen korkularını
ellerimle şafak yangını yıldızları
bendim gözlerine koyup giden

sabah mahmurluğunda bir parça da 
anneler beni öpüyorsunuz
bilmeden tadımı taşıyorsunuz
günboyu sıcacık dudaklarınızda

yaslandığınız ağaçta benim sırtım
çiğniyorsunuz sokakta ayak izlerimi
kokladıkça açan güzelim çiçeği
ansıyın bir zaman yakama taktım

geçerken kulaklarınıza uğultular geliyordur
evet siz de vardınız taksim alanı'nda
hepten unuttuğunuza inanmıyorum mutlaka
omzunuzda omzumun sıcaklığı duruyordur

V

duysanız anlasanız bir kez beni
böyle tek başıma geceleri
çığlık çığlığa kalkmazdım
ellerimin arasında kanayan alnımla
çatlak bir duvar gibi bakmazdım

bir elime ateş ötekine barut
çizgi çizgi ben mi kazıdım
değmesin diye bağlasa mıydım
açlık ve ölümle yağarken bulut

gençliğimi kakıp durmayın başıma
bugünden yarına akardım
bir bilseniz neler yaşadım
yüzyıl bebek kalır yanımda

VI

asıldım yüreğinizin kapısına
acıyı sevince bölerim
su gibi yaprak gibi gülerim
çıkmayın dokunmadan bana

bir orman gibi yürüyüp elbet
varacaksınız ortasına yolun
ben yatarım bin müebbet
siz çiçeklene-dallana durun

Nevzat Çelik, Ocak 1985





Doğru ile Yalan

Her doğruyu söylemeye gelmezmiş, birtakım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekmiş… Peki ama, bir doğruyu söylemek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek sürmesine bırakmaya hakkınız var mıdır?… Bu yalanlar kutsalmış, onlara dokunmaya gelmezmiş… Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına inanmıyoruz demektir; bunun için “kutsal yalan” sözü bir şeyin hem köşeli hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. Ama duygularını birer düşünce saymaktan çekinmeyenler böyle saçmalarla kolayca bağdaşabiliyor.

Birtakım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik (aristocratie) -aristokrat- düşüncenin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!… Öyledir kişioğlu: kendisi için ille birtakım ayrıcalıklar ister. Eski acunun kibarlığı, aristokratlığı yıkıldı ama onun yerine aydınlar türedi…

Bir kişi olarak ilk ödevimiz, yalan olduğunu anladığımız düşüncelerden benzerlerimizi yani bütün kişileri kurtarmaya çalışmaktır. “Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur.” diyen kimse, öğrendiği anladığı doğrulara layık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: Bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu. Ancak kendisini düşünür, büyük görmek için bir yol arar.

Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalan yayıyoruz demektir.

Nurullah ATAÇ
"Öğrencilerin mükemmel bir öğretmene ihtiyacı yok. Öğrencilerin, okula gelmek ve öğrenme sevgilerini büyütmek için onları heyecanlandıracak mutlu bir öğretmene ihtiyaçları vardır."

Richard Phillips Feynman

30 Mayıs 2023 Salı

Yakınında

Zaman aka koka geçiyor kıyımdan gümbür telaş. Suda sektirdiğimiz
kaygan, becerikli taş. Neresinde mahareti? Fırlatanın çevikliği, 
kusursuz yüzeyi? Emin değilim bundan ve hiçbir şeyden emin 
olamam. İşte geçiyor sekerek yanımdan, neresinde batıp 
neremizden çıkacağını ezbere bilen zaman.

Beni benden almayacakları aşikâr. Bakın bundan eminim ve 
kendimle çelişirim. Benmişim gibi kalacağım, ruhumun yakınında.
Sense geceleri hep ilk güzelliğinde. Her gece o giziyle baktıracak
sana beni.

İkindi henüz. Öğlenin uçurumundan yuvarlanıyor, yatağında 
uzayarak dünya. Kucağını açıyor sadra şifa dağıtan pazar hikâyeleri.
Bunlar tercihen Güney Amerikalıdırlar. Suyu, toprağı ve havayı,
oldukları gibi karşılarlar. En gözde tefrikalar, can alıcı fısıltılar. Yerel
düş kıpırtılarıyla hayatı bileğinden kavrar. Okuma günüdür pazar,
vakti malum ki ikindi.

Tuhaf ve kıvrak çalımlarını basıyor zaman. 'Gol!!!' sesleri, paslar
buluyor hedeflerini. Bütün gölgeler tek bir ruhu işaret ediyor
çöldeki. Hatta denizleri kapsayan renk oyunu cümbüşleri. Bütün
bunlara rağmen ben bende, bütün bunlara rağmen ben sende, 
kalmaya talibim, tuhaf.

Şiir ya bitiyor ya da biteceğini sanarak kısalacak. İkindi devrilecek, 
akşam güneşine yanaşacak. Yakın bir evden esiyor müzik, aralık
pencereden - kaçamak. Bittiğini zannediyor. Kısalttığı yerinde
kendini şiir.

Ogün Kaymak, Hüzündeki Mavilik, S.70-71, Dize Yayınevi



Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi

O akşam işimden erken çıkabilmiştim. Şöyle Beyoğlu'na kadar bir uzanayım, dedim. Köprüden, saatlerdir pis hava ile dolmuş ciğerlerimin teneffüs hakkını vererek, Haliç’i ve Boğaziçi’ni selamlayarak geçtim.

Bir zamanlar oturduğum semtlerin vapurları yine hep o hareket telaşı içindeydiler. İşte Kadıköyü’ne kalkacak 6 vapurunun zili çalmaya başladı. İşte Boğaz’ın Anadolu sahilini yapacak 6,5... Bir zamanlar saniyeleri bile kıymetli olan bu kâh küsurlu, kâh küsursuz rakamlar şimdi benim için eski ehemmiyetlerini ne kadar kaybetmişler! Zil istediği kadar acılaşabilir, memur demir kapıyı kapamak tehdidini istediği kadar ileri götürebilir; ben artık o vapurların yolcusu değilim, benim oralarda artık kimsem kalmadı. Yüksekkaldırım'dan istediğim kadar oyalana oyalana çıkabilirim. Tünel’e varınca tramvay bekliyormuş gibi üzüntülü bir hal alarak tramvaya binenleri seyreder, sonra yayan gitmeye karar vermiş bir insan tavrıyla etrafı seyrede ede Galatasaray'a, Taksim'e kadar yürüyebilirim.

Karşımdan insanlar geliyor, arkamdan insanlar geliyor. Arkamdan yürüyenler nihayet beni geçiyorlar, karşımdan gelenlerin bazılarıyla bir an bakışıyoruz; bazıları beni görmüyorlar, benim de görmediklerim oluyor, bana sürtünenler, çarpanlar oluyor. Erkekler, kadınlar, uzun boylular, kısa boylular, yaşlılar, gençler, güzeller, çirkinler, zenginler, fakirler... Kocalı kadınlar, henüz nişanlılar, yalnızlar, kolunda sevgilisi olanlar, anneleri yanında yürüyen küçük çocuklar var. Cahit Sıtkı'nın, bir şiirinde "gün hazinesi" dediği bacaklarını uzun konçlu şosonlarda hapsetmiş bir ömür hazinesi genç kızlar var. Yalınayak çocuklar da var. Ayakları muhafazalıların arasında seğirtip gazete satmaya çalışıyorlar. Fakat ayakları üşümüyor gibi, herhalde alışmışlardır, diyorum. Hem onlar da kunduralılardan daha az mesut görünmüyorlar. Onlardan gazete alan zenginler, verdikleri paranın gerisini istemiyorlar. Bu onların sevincini bir kat daha artırıyor.

İki yanımda bu insanları, giydirmeye, doyurmaya, eğlendirmeye, bir kat daha mesut etmeye mahsus dükkanlar, mağazalar, salonlar var. Onların camekanları önünde durmaktan, hayale dalmaktan kendimi alamıyorum. Şu oda takımı ne güzel! İnsan yemekten sonra şu geniş koltukta kimbilir ne kadar rahat eder! Şu abajur, elindeki örgüsüne dalmış karısının yüzüne kimbilir ne tatlı bir pembelik verir. O zaman koca, gazetesini bırakarak karısının seyrine dalar... Şu masa, karşıki mağazada satılan radyolar için bilhassa yapılmış gibi, tam uygun gelecek. Radyonun üstüne de şu ileride, antikacıdaki biblolardan biri...

Şehrin en büyük mobilyacısı bütün bir yatak odası takımı teşhir ediyor. İki kişilik karyola, atlas yorganı serilmiş, başucunda komodinine, üstündeki gece lambasına, yerde küçük halısına, pencerelerdeki tül perdelerine varıncaya kadar düşünülmüş, tam bir yatak odası... Perdeleri arasında da bir kış dekoru gözüküyor. Bütün oda kızıl bir aydınlık içinde, sahiplerini beklemekten sabırsızlanıyor gibi...

Fakat bütün bu eşyayı nereye taşımalı? Şu kat kat apartmanların hangi katı benim olabilir? İlerliyorum...

Ya şu mağazadaki mavi kolye. Tanıdığım kızlardan şu en mavi gözlüsüne ne kadar yaraşacak! Fakat o kız benim sevgilim değil ki!

Bir kunduracının camekanında yanlara doğru kaçışmış gibi duran, kimi kapalı, kimi daha dekolte, bütün mahremiyetleri ile kadın terlikleri, bütün bir ev hayatını hayal ettiren terlikler...

Ah şu kadın eşyaları, çamaşırları, elbiseleri satan mağazalar... Düşünüyorum ki, bütün o çamaşırlardan, elbiselerden, tayyörlerden, mantolardan istediğim kadar alacak param olsa da, onları kullanabilecek, onları giyebilecek, "bütün bunlar senin için" diyebileceğim kimsem yok.

Sanki bütün bu mağazalar, bütün şu insanlara, saadet satıyorlar. Şu manavdaki renk renk, türlü türlü yemişler, meselâ şu iri, sarı kabuklular portakal değil, bir sofra saadetini tamamlayacak bir başka lezzet, koku ve serinlik saadetidir. Şu satıcılar avaz avaz bağırarak, şu sattıklarımızdan da alın, daha çok mesut olun, demek istiyorlar. Hele şu köşede, ta Vefa'dan getirilmiş boza şişeleri. Bu, yemekten birkaç saat sonra, bir babanın, ailesi efradına, üzerine tarçın ekerek, leblebiler koyarak yudum yudum tattıracağı bir nev'i şahsına münhasır saadet değil de nedir?

Bu caddeye ne kadar da çok fotoğrafçı toplanmış, şimdiye kadar kaç tanesinin önünde resimleri seyre daldım. Bütün bu mesut insanlar buralara da saadetlerini tespit ettirmek için koşuşmuş olacaklar. Bu resimlerde, yaşayacaklarından daha uzun zaman tebessümleri devam edecek. Şu gelin, demin gördüğüm kocalı kadın değil mi? Şu pembe yüzlü, çift örgülü saçlı küçük çocuk, daha demin sıçrayarak yanımdan geçen genç kız değil mi? Belli belli! Bu fotoğrafhanelerde hiç ölülerin resmi yok. Zaten en yakın mezarlık buraya kilometrelerce uzakta. Bu caddede ancak mesut dolaşılabilir. Yalnız bu caddede bulunmak insanı mesut etmeye kafidir.

Yaşadığımı, ben de saadetimi düşünmeliyim. Şu kadar dükkanın içinde elbette beni de mesut, hiç olmazsa memnun edebilecek şeyler satanlar da yok değil ya! Şuracıkta kunduralarımı boyatabilirim. Şu kravatı pekala satın alabilirim. Yeni gelmiş şu şiir kitabı bana pekala zevkli saatler geçirtebilir. Ben de pekala şu mesut insanların fotoğraflarını çıkarttıkları fotoğrafhanelerden birine girebilir, ben de mesudum, benim de resmimi çekebilirsiniz diyebilirim. Fotoğrafçı da itiraz edemez, sizin kimseniz yok, fotoğrafı ne yapacaksınız, diyemez. Sorarsa, elbette günün birinde benim de bir sevgilim olabilir. Sizin çekeceğiniz bu en güzel fotoğraf onun çantasının gizli bir köşesinde, güzel kokular içinde yatabilir, derim.

Sonra, beni sevecek kimse çıkmasa bile, haberiniz yok mu, yeni bir şiir kitabım intişar etti, bu kitap pekala bana şair dedirtebilir ve kimbilir, zaman gelir, edebiyat tarihçisi, bu kitap intişar ettiği zamanki fotoğrafımı arayabilir. İstikbalin nefis kağıtlı bir edebiyat tarihinin sayfaları arasından bütün gençliğimle tebessüm edebilirim. Evet, evet, hiç olmazsa genç değil miyim, ağarmış saçlarımla, biraz bezgin duruşuma bakmayın, nüfus tezkerem yanımda, buyurun, ben daha genç sayılırım. Ve sırf genç olmam, benden isteyeceğiniz tebessümü dudaklarımda yaratabilir.

Bir fotoğrafhanenin önünde bir otomobil durmuş ve etrafında bir meraklı kalabalığı hasıl olmuş. Yaklaşıyorum, otomobilin içi, camların kenarları bütün çiçeklerle süslü. Demek gelinle güvey fotoğrafhanedeler. Ben de bu fotoğrafhaneye girer, hem fotoğrafımı çıkartmış olur, hem de hayatlarının en mesut zamanlarından birini yaşatmakta olan bu çifti, kapıdan çıkmak üzere iken olsun, bir defa selamlarım.

Bütün duvarları fotoğraflarla kaplı holde bekliyorum. Bütün fotoğraflardaki insanlar tebessüm ediyorlar. İşte, yeni rütbesinin verdiği gurur ve emniyetle istikbaline gülümseyen genç subay. Büyük bir lastik topu dünyanın en büyük hazinesi imişçesine sıkı sıkı tutmuş, yanaklarından sıhhat fışkıran gürbüz çocuk. Bir fakültenin mezunlar hatırası: Hocalar, memnunluk ve iftihar içinde; yeni mezunlar da hocalarının etrafında, sırtlarından bir yükü atmış, uzun bir yolu bitirip bir ağaç altına oturmuş insanların saadetiyle gülüyor, hep gülümsüyorlar.

Sonra, yeni evliler, yan yana dururlarken, sevinçten, hazdan titredikleri adeta hissedilen, çiçekler içinde yeni evliler. Bütün şu delikanlılar hep evlenmişler, saadet duymuşlar ve mekteplerini bitirdikleri zaman fotoğraflarını çekmiş olan fotoğrafçıya koşup, işte evlendik, bu sefer de evlenme saadetini tadıyoruz, yeni fotoğrafımızı çekin, demişler.

Sonra, pürüzsüz, uzun bir evlilik hayatının en güzel bir noktasında, belki bu izdivacın bir senei devriyesinde, birkaç yaşına gelmiş çocukları ortalarında resim çektiren eski evliler. Kadın biraz şişmanlamış, erkeğin alnından doğru saçları seyrekleşmeye başlamış, karşı duvarda asılı bir yeni evliler fotoğrafına bakarak gülümsüyorlar. Burada her şey, herkes birbirine gülümsüyor. Hiçbir ihtiyar, hiçbir çirkin, hiçbir düşünceli insan resmi yok. Sanki bu fotoğrafhaneye sevinçsiz hiçbir insan ayak atmamış. Yahut fotoğrafçı, bir muvaffakiyet sırrı olarak, makinesinin karşısında candan gülümseyemeyecek müşterisinin fotoğrafını çekmemiş.

Ben böyle düşünürken, birden atölyenin kapısı açıldı, gelin, elindeki çiçeklerden daha beyaz beyazlar içinde, yanında genç kocası, bir bahar havası bırakarak, bir bahar rüzgarı gibi önümden geçtiler, kendilerini bekleyen otomobile bindiler. Fotoğrafçı onları selametledikten sonra bir müddet daha eşikte kalarak otomobili gözleriyle takip etti, sonra geri döndü, yarattığı eserden memnun bir sanatkar haliyle kendi kendine gülümseyerek, beni görmeden bulunduğum tarafa birkaç adım attı. Neden sonra varlığımı fark edip, tatlı bir rüyadan uyanır gibi, bakışlarıyla ne istediğimi sordu.

- Fotoğrafımı çektirmek istiyorum. Güzel olmasını arzu ettiğim bir fotoğraf çektirmek istiyorum, dedim. Ben konuşurken adam da beni baştan aşağı süzüyor, yüzü deminki memnunluk halini yavaş yavaş kaybediyor, adeta endişeli bir ifade alıyordu:

- Buyurun atölyeye, dedi.

Ben önde, o arkada, çiçek ve lavanta ile karışık bütün bir saadet kokusunun dalgalandığı atölyeye girdik. Gösterdiği sandalyeye oturdum. Makinenin arkasına geçti, örtünün altında yüzü kayboldu, yalnız ara sıra sesini işitiyorum:

- Tabii durun!

- Kendinizi sıkmayın!

- Buraya fotoğraf çektirmek üzere gelmiş olduğunuzu unutun!

- Güzel sevinçli şeyler düşünün!

Bunu ihtar etmesine hacet yoktu, ben buraya zaten sevinçli düşüncelerle gelmiştim. Şimdi burada çekilecek fotoğrafı belki bir gün sevgilim çantasında taşıyacak... Belki bu resim...

Birden fotoğrafçının sesi, bu sefer biraz daha asabi, yükseldi:

- Lütfen, zorla gülümsemeyin!

Evet, zorla tebessüm ne kadar çirkindir! Zaten benim zorla gülmeye ihtiyacım yok. Şu adesenin arkasından bütün bir ebediyet bana bakıyor demektir, ben de bütün o ebediyete, bana hayran kalacak bütün o müstakbel nesillere büyük bir şair gibi biraz mağrur, biraz yüksekten, sadece tebessüm edebilirim.

Çok mu fazla kendini beğeniş? Çok büyük, hatta gülünç bir iddia mı? Doğru! Benim esasen hayatta hiçbir iddiam olmadı ki!.. Bu çıkacak fotoğrafımın daha küçük, daha mütevazı bir vazifesi olabilir. Belki, dinimin bana vaat ettiği en yüksek mertebeye erişir, belki bir gün şehit düşerim. Belki o zaman bu fotoğrafımı, bazı mecmualar, diğer şehitlerinkilerle beraber, basarlar. Belki mektebim, verdiği şehitler arasında benim de bu resmimi müzesinin bir köşesine asar. Belki sadece ölüp giderim. O zaman da bu fotoğrafım hayatta kalmış birkaç akrabamın, birkaç vefalı arkadaşın beni anmalarına vesile olur. Onlara, şimdiden şükran ve dostluk tebessümlerimi göndermeliyim.

Dışarıdan gelen şu hayat gürültüsüne dalarak, şu odaya sinmiş beyaz gelin kokusunu teneffüs ederek, şu karşı binanın saçaklarında gagalarıyla öpüşen güvercinleri gözümün önüne getirerek, o delikanlı mezunlardan biriymiş gibi, genç subay gibi, bir gün şahadet mertebesine erişebileceğimi düşünerek, elimde sevgilimin eli varmış gibi, ortalarında çocuklarıyla fotoğraf çektirmiş olan evlilerin o rahat tebessümüyle... Fakat şimdi niçin böyle uğraşıp duruyorum? Niçin kendi kendimi aldatmaya çalışıyorum? Benim asıl mesut zamanlarım ne oldu? Niçin asıl o zamanlar resim üzerine resim çıkartmadım? Niçin her hafta fotoğrafçıya uğramadık? Neden bugün buraya tek başıma geldim?

Fakat şimdi böyle şeyler düşünmenin de sırası mı ya! Dünyada her insan az çok bir felakete uğramış olabilir. Bunun için büsbütün kötümser olunur mu?.. Felaketler yerine saadetleri, ölmüşler yerine doğacakları, geçmişler yerine gelecekleri düşünmeliyim. Hem...

Birden, fotoğrafçı siyah örtüsünü başından atarak doğruldu. Yüzü hatta biraz terlemişti, ümitsiz bir tavırla:

- Beyim mazur görün, sizin fotoğrafınızı çekemeyeceğim, dedi.

Ziya Osman Saba, 1944

Mesut Kimdir?

Sokağa tasasız, genç, renkli, sıhhatli, neş’eli bir yüz görürüm diye çıktı. Böyle bir insan yüzüne rastlamakla kendi tasası, ihtiyarlığı, sarılığı, hastalığı ve neş’esizliği geçecek değildi. Belki büsbütün ye’ise, umutsuzluğa düşecekti. Amma istiyordu. Hem de bulamayacağını umarak dolaşıyordu. Kararı, kitabı açmadan kitap hakkında hükmünü vermiş münekkit fikri idi. Hiçbir münekkit elleri titriyerek, zevkten bayılırcasına bir kitap açamaz. Bu zevk yalnız okuyucu kalanlarda vardır. İşte o sokağa çıkarken sokak kütüphanesinin her kitabında bir kusur bulacağını biliyordu. Hiçbir genç insan bir yaşında bir tay gibi güzel olamaz, bir yaşında bir tay gibi kişneyemez, hiçbir tasasız sahibini görmüş bir köpek gibi sevinemezdi dünya yüzünde. Bu kaytan bıyıklı, saçları pırıl pırıl, üstü başı tertemiz, cebinde kendine âşık yedi kız resmi gezdiren Üniversitelinin bir tasası vardı. İnanamıyordu. Ne sağa, sola, ne şarka, garba, ne imana, imansızlığa, ne sulha, ne harbe… Tasaların en büyüğü onda idi.
Şoför Hasan’a rastladı.
– Dün akşam hiç uyumadım, dedi, kafam kazan gibi. Radyoyu açmağa canım çekmiyor. Günde 15, 20 kazanıyorum. Su gibi gidiyor. İçmeden edemiyorum.
Bir sokak çocuğu çiklet satıyordu. Neşeliydi arkadaşiyle. Hafiye ile hırsızın Alkazar sinemasındaki döğüş sahnesini arkadaşına anlatırken gözünün altı seğriyordu. Mavi ve kırmızı gözlerinin altında bir düziye uykusuzluk çırpınıyordu.
Şu güzel kadın aldatılmış, bu yakışıklı adam parasızdı. Bu zengin böbreklerinden hasta idi. Bu kocası zengin, her şeysi tamam kadının içine bir koca aldatmak deliliği düşmüştü. Bunu yapamıyordu da…
Kahvede oturmuş, insanlara neş’esizlikler, tasalar uydururken yanındaki masadan birisi arkadaşına:
– Şu adamı görüyor musun? dedi.
– Hangisi.
– Şu başı açık. Sinemanın önünde. Şimdi önümüzde olacak.
– E ne var!.
– Bir milyonu var.
– Vay enayi vay. Otomobilsiz geziyor.
– Var, otomobili de var.
– Kimbilir ne dertsizdir.
– Var birader, onun da bir derdi vardır elbet.
– Ne derdi olacak yahu? Genç, yakışıklı…
Öteki sıraladı:
– Güzel bir karısı var. Rus metresi var, şeker mi şeker, sıhhatli, nüfuzlu…
– E?…
– Ama bir derdi var.
– Nedir?
– Ben, benim gibi birkaç kişi.
– Amma yaptın ha?
– Elbet, cemaziyülevvelini biliriz. Bizi görünce end bend olur.
– Bak şu herife dünya umurunda değil.
Onu da ben tanıyordum. Gülüp güldüren bir sahne artistiydi. Hem de çok iyi bir artistti. Verem ciğerlerini kemiriyordu ama yine şendi. Para ve zaman kazanmıştı. Onun derdi de arkadaşlarıydı. Kıskanırlardı. Kulağına gidecek, onu küçük düşürecek lâflar ederlerdi. Çok hassastı. Bu sözler ciğerine veremden çok işlerdi.
Öğle yemeğini neş’e içinde yedim. Bugün insanlar dertli idi Dertsize öğleden sonra rastladım.
Bu genç bir şairdi. Bir şiiri metelik etmezdi. Kendine Allaha inanan bir mümin gibi inanmıştı. Günde 700 mısra yazıyordu. Meteliksizdi. Muhayyel sevgilileri vardı. Muhayyel saraylarda otururdu. Muhayyel sofralarda yemek yerdi.
– Nasılsın büyük şair? dedim.
Koluma girdi. Ezberden yetmiş mısra okudu. Bir tek beytinde bir tek şiir kıvılcımı yoktu.
– Mesutsun şair, dedim.
Bana bakarken gözleri pırıl pırıl yanıyordu. Birden ona acır gibi oldum. Sonra o ilâve etti:
– Bir de, dedi, şu siyatiğim olmasa…
O zaman anladım ki hepimiz, Üniversiteli, şoför, garson, milyoner, çikletçi, müteahhit, yazıcı, iyi şair, kötü şair hepimiz içimizde bir kötü mesut şair taşıyorduk. Muhayyel soflarda muhayyel şaraplar, muhayyel topraklarda muhayyel çiftlikler, hep muhayyel şıkır şıkır altınlarla hepimiz, hepimiz mesuttuk.

Sait Faik Abasıyanık
Yedigün, Sene 16, No. 13, 12 Haziran 1948

29 Mayıs 2023 Pazartesi

"Ciddiye Almak"

"Bir şeyi ciddiye almak demek; titizlenmeyi, ölçüp biçme kaygılarını, olası sonuçlardan duyulan korkuyu da beraberinde getirecek olduğundan, yaşamsal katı kısıtlamaları zorunlu kılar. Çembere alır ve daraltır. Aslına bakarsanız, yaşam fazlası ile topa gelişine vurmaktır; her vuruş aynı olmayacağından, tekrarlanan vuruş deneyimleri bizi bilinç derecesinde gelişmelere götürür. Her kalkışma vuruşa dönüşmese de, zaman zaman isabetli vuruş kaydetsek de, vuruşlar amaçlandığı gibi olmasa hedefi bulmasa da, asıl olan; topun yol alma estetiğidir. Gökdoğan ölümlüdür ama uçuşuna paha biçilmez.

İnsanlık tarihinde ölümlere yol açan acımasız savaşların ve diğer olguların hatırlanması bile, aslında yaşamın ciddiye alınmasını kusurlu hale getirmez mi?

(...)

Yaşamak pek öyle dendiği gibi ciddiye alınacak bir şey de değildir hani... Öylesine, olasılıklardan olası bir an gelmiş ve oluvermişsinizdir! Var olmanın size katacağı, elde ettiklerinizi biriktirmenin yeni baştan bir yerlerde işinize yarayacağını sanıyorsanız yanılıyorsunuzdur aslında! Bir ikinci fırsat yoktur hiçbir zaman ve sonraki olan bir sonrakine de benzemeyecektir, bir öncekinden farklı olduğu gibi..."

Mehmet Ali Canikli

Siyah Beyaz Düştü Sevdalar, S.90-91-94, Roman, 2022

Fotoğraf: Sarah Moon, Now and Then




26 Mayıs 2023 Cuma

Ekmek Kavgası

Sabah, öğle, akşam karavanalarından artan yemeklerin döküldüğü toprak, kalın ve besili solucanların hazla kıvrıldığı zifirden bir bulamaç halindeydi. Yalınayak çocuklarla ihtiyar kocakarılar, paslı teneke kutuları ağız ağıza dolu, uzaklaşırlarken, erkek köpekler sıhhatten gerilmiş karınlarını güneşe devirip uyuklarlar, sarkık memeli dişiler de, peşlerinden tonton enikleriyle dolaşırlardı.
Daha sonra meydan karga sürülerine kalırdı. Simsiyah kanatlarında mavi ışıltılarla kargalar “Gaak, Gaak!” diye sekerek karınlarını doyururlarken, yırtıcı kuşlar geniş kanatlariyle havada daireler çizmeğe başlayınca, karga sürülerinde ürkeklik artardı. Arada, yırtıcı kuşlardan birisi, tam tepede, asılı gibi durur durur, sonra birdenbire, şimşek hızıyla toprağa iner, gagasında kalın bir solucanla tekrar havalanırdı.
Gün geldi, Alay, memleketin güvenliğini daha iyi sağlayabileceği, daha önemli bir mevkie kalktı, yerini bir “Oto bölüğü” aldı… Mutfakta karavana kaynıyordu. Lakin Alay zamanındaki bolluk nerede…
Yalınayak çocuklarla kocakarılar paslı kutularını daha önce doldurabilmek için çekişiyorlarsa da, köpekler arasında esaslı bir savaş başlamıştı. Ordaki kancık köpeklerden birini kokladı diye, yabancı bir hovardayla boğuşuluyor, hovarda sınır dışı edilinceye kadar uğraşılıyordu.
Gün geldi bu “Oto bölüğü” de kalktı. Artık mutfakta esaslı şekilde yemek pişmiyordu. Nöbetçi birkaç er için küçük tencerelerde pişiyor, arsaya hemen hemen hiçbir şey dökülmüyor, pek pek, birkaç kemik, biraz ekmek içi filan…
Mevsim kışa doğruydu. Bol yağmurlar, yazın çatlayan toprakları adamakıllı yıkamıştı. Sırtlarında çalı çırpıyla kocakarılar, yalınayak çocuklar, köpek sürüleri gene geliyordu. Erkekler daha sinirli, daha kavgacı olmuşlardı. Kancıkların peşlerindeki enikler de palazlanmışlardı, lakin zayıftılar. Bazan ufacık bir ayak dolaşıklığı yüzünden erkek köpeklerden biri gazaba geliyor, anayı enikleri birbirine karıştırıveriyordu… “Zavallı bir kancığı boğmak isteyen” erkek köpekse, birer kenarda hırsla bekleşen öteki erkek köpekleri çileden çıkarıyor, bir anda meydancık birbirine giren köpeklerin yaygaralarıyla doluyordu.
Bazan bir kemik parçası yüzünden insanlarla köpekler arasında da kavgalar oluyordu. Dumanı tüten yağlı bir kemik parçasını teneke kutusuna sokmağa uğraşan bir kocakarının yanına sinirli bir erkek köpek usullacık sokuluyor, usta bir pençe vuruşuyla kemiği düşürüyor, kocakarı dönene kadar, ağzında kemik parçasıyla fırlıyor, kocakarıysa, dişsiz ağzıyla karanlık karanlık uluyordu:
– Allah kahretsin e mi! iki gözün kör olsun e mi!
Yahut, bir parça ekmek içine doğru bir kocakarı, değneğine dayana dayana giderken, aynı ekmek içi yalınayak bir oğlan tarafından da görülmüş oluyordu… Oğlan kocakarının değneğini çekiverince, kadın yuvarlanıyor, beriki koşup ekmeği kapıyordu.
Kocakarı gene uluyordu:
– Sürüm sürüm sürün e mi! Allah belanı versin e mi!..
İlkbahara doğruydu… Bol güneşli havalar… Karlı dağlardan soğuk rüzgârlar esiyor, hafif beyaz bulutlar telaşlı koşuşuyorlardı.
İki kocakarı alay mutfağının arkasındaki arsada, ıslak toprağa karşılıklı oturmuşlardı… Teneke kutuları bomboştu. Yanıbaşlarında birkaç erkek köpek, birbirine geçmiş böğürleriyle, sinirli sinirli soluyarak uyukluyorlardı. Güneş sıcaktı… Kocakarılar, yama yama üstüne vurulmuş, kalın hırkalarını çıkardılar. Sivrilmiş omuz başları, içleri boşalmış kuru memeleri… Koltuk altları güneşte tatlı tatlı gidişti, uzun uzun kaşındılar… Sonra, hırkalarının kıvrımlarına saklanmış bitleri bulup bulup kırmağa başladılar. Sivri çenesinde üç siyah kıl fırlamış olanı:
– Bet bereket vardı anam… dedi, bet bereket vardı… Yiyeceğin sözü mü olurdu? O canım fasulyalar, nohutlar, böğrülceler… Ya pirinç pilavları?
Ötekinin bir gözü kördü.
Doğru… diye başını salladı. Bet bereket vardı o zaman…  İnsan karnını doyururdu da, doldurur konu komşuya bile götürürdü…
– Ya karpuz kabukları! Nasıl kemirirdik?
– Eeeeh, o günler de günmüş. Allah bundan geri komasın, zere beterin beteri var!
Bu askercikleri de ne demiye alıp götürürler sanki burdan?
– Harp varmış harp! Moskof gene kafa kaldırmış diyorlar!
Bir müddet korkuyla bakıştılar. Körü:
– Kafa kaldırmış ha? diye başını salladı, gözlerini karşı dağlara kaldırdı. Aklından, Balkan harbinin araba tekerlekli topları geçti; ölmüş askerler, buğday çuvalları, yüklü bir arabanın tekerleği altında kafası ezilmiş bir çocuk cesedi…
– Allah sen gösterme Yarabbi!
İkisinin yüreğinden de aynı korku, aynı açlık korkusu geçti. Hemen hemen aynı zamanda söylendiler:
– Bundan geri koyma Yarabbi!
Tepelerinde bir çaylak, geniş daireler çizerek dolaşıyordu.

Orhan Kemal

25 Mayıs 2023 Perşembe

“Köylü eğitilmeden, işçiye iş verilmeden, herkesin toprağı olmadan demokrasi gelmez. İki çeşit demokrasi vardır. Gerçek demokrasi için halk sıkı eğitimden geçirilir. Biz ise Amerikan demokrasisini seçtik. Bir sandığa kağıt attık. Bunun adı demokrasi oldu.”

İsmail Hakkı Tonguç

"İnsanlar neden popülist liderleri seçer?"

“Çünkü bu bilinen en eski numaradır: Böl ve yönet! Bir diktatörü güçlendirecek şey toplumu bölmek ve vatandaşlar arasındaki güveni sarsmaktır.

Çünkü demokrasinin çalışması için vatandaşların birbirine güveni gerekir. Demokrasilerde diğer partilerle aynı fikirde olmasam da hatta onların aptal olduğunu düşünsem de, kötü olamazlar. Bana zarar vereceklerine inanmam. Demokrasinin temeli budur.

Ve seçimleri kaybetsem bile sandıktan çıkan sonuca saygı duyarım. Ama diğer partilerin benim rakibim değil de düşmanım olduğunu düşünürsem, benim yaşam tarzımı yok etmek isteyeceklerine ve benim özgürlükleri yok edeceklerine inanırsam işte o zaman seçimleri kazanmak için yasal ya da yasadışı her şeyi yaparım. Ve kaybettiğimde seçim sonuçlarını tanımam. Böyle bir durumda iç savaş çıkar ya da bir diktatörünüz olur.

Bir diktatör halkın birbirine güvenmesini istemez, aslında tam tersini ister. İnsanlar birbirinden korkar ve nefret ederse, diktatörden kurtulmak için birlik olamazlar. Diktatörlük bu açıdan yabani ot gibidir. Her yerde büyüyebilir. Demokrasi ise narin bir çiçek gibidir. Yeşermesi için bazı şeylere ihtiyacı vardır. O şeylerden birisi, halkın farklı kesimleri arasındaki güvendir. Dünyadaki popülist yöneticiler ise aynı numarayı uygular. Farklı kesimlerin hassasiyetlerini kaşıyarak halkın bölünmesini sağlarlar. Bu yaraları iyileştirmek yerine, parmaklarını sokup genişletirler. Böylelikle halkın arasındaki güven duygusunu yok ederler. Ve sonra bu diktatörler bu gruplardan birinin liderliğini üstlenirler. Halk artık uyumlu bir topluluk değildir; birbiriyle kavga eden gruplara bölünmüştür. Ve belli bir grubun lideri olarak diğer grupları yok edeceğinin sözünü verirler.”

Yuval Noah Harari

24 Mayıs 2023 Çarşamba

"Bir insanın kaderi, dağdaki patika gibidir"

“Bir insanın kaderi, dağdaki patika gibidir: bazen çıkar, bazen iner, bazen de dibi görünmeyen bir uçurumun başına gelip durur. İnsan tek başına böyle bir yolda ilerleyemez ama birleşenler, birbirine omuz verenler her engeli aşarlar.”

Cengiz Aytmatov, Toprak Ana



20 Mayıs 2023 Cumartesi

Düşünmenin Büyüsü

Suya düşen ışığı tenzih
Toprağını sevmiş ağaçları
Tebrik ederim

Suya değmenin onuruyla
Başım göğe ermiş gibi dik!

Evimi suyun kıyısına kurdum.
Benliğimi eğiten şiirin adabıyla
Her gün hamarat bir ev kadını
Yıkıyor beni suda.

Lekesiz bir bakışla basıyorum taşa...
Yeşeren çimlere aşk olsun!

Sudan içeri esiyor rüzgâr!

Canımı yakan ateş nasıl sahiciyse
Suyun buz tutmasını ciddiye,
Buharlaşmasını hafife alıyorum.

Gülümseyen suda elsiz engelsiz
Düşünmek koşmak istiyorum.

Varsın zaman aksın su gibi zekice,
Niyetim büsbütün dalıp gitmek suya!

Mümkün olsa
Bir bilinç düzeyinden
Yüze yüze geçsek karşı kıyıya...

Cemal Öztürk

Fotoğraf: Nurcan Azaz   

19 Mayıs 2023 Cuma

Modern Yalanın Siyasal İşlevi

"Yalan söylemenin hiçbir zaman günümüzdeki kadar yaygın olmadığını, yalanın hiçbir zaman bu denli büyük çapta ve topyekûn bir karaktere sahip olmadığını iddia etmekteyiz. Günümüzde, basın ve radyo gibi tüm yazılı ve sözlü iletişim teknikleri, yalanın hizmetine sunulmuştur. Modern insan - genus totalitarian- yalanın içinde yüzer, yalan solur, varoluşunun her anında yalanın esiri olur. Bunun yanında modern yalanın entelektüel niteliği, hacmi arttıkça bozulmaktadır. Modern yalanın ayırt edici özelliği, kitlesel tüketim için seri imalat olmasıdır. Ve kitlelere yönelik tüm üretim, bilhassa entelektüel üretim, düşük standartlara boyun eğmek zorundadır... Totaliter rejimlerin resmi felsefeleri, herkesçe kabul edilmiş, herkes için geçerli olan tek bir nesnel hakikatin absürt varlığına ilişkin fikri işlemektedirler. "Hakikat'in ölçütü gerçeklik ile uzlaşma değil, bilakis ırksal, milli ya da faydacı olan, bir ırk, millet veya bir sınır ruhu/tini ile uyum içerisinde olmaktır... Totaliter rejimlerin resmi felsefeleri, hakikatin biyolojik, pragmatist, aktivist teorilerinin sınırlarını zorlayarak düşüncenin doğasında bulunan değerleri reddederler. Onlar için, düşünce ışık değil, silahtır. Onun işlevi, gerçeği olduğu gibi keşfetmek değil, gerçeği bizi gerçek olmayana doğru yönlendirmek için değiştirmek ve dönüştürmektir. Böylesi bir durumda mit, akla hitap eden kanıta tercih edilir, tutkulara ağırlık verdiği ölçüde bilim ve retoriğe yeğdir..." 

Alexandre Koyre 

Çeviri: Tuncay Şur

Linç Rejimi

Türkiye toplumu tarihsel olarak linç kültürü üretiyor. Bir takım vatandaş tepkisi, hassasiyet, karşıt görüş, tahrik ve provokasyon gibi kavramlarla kodlanan bu linç kültürü, her toplumsal olayda kendini yeniden üretiyor. Bu linç rejimi resmi tarih anlatısından milli eğitim müfredatına kadar derin bir ideolojik kaynaktan besleniyor. Bunun spesifik olarak bir şehirle ilgisi yok. Bugün Erzurum Cumhuriyet Meydanında yarın Sakarya Çark Caddesinde, öbür gün Konya Zafer Meydanında veya Trabzon Kunduracılar Caddesinde... Kendi gibi düşünmeyeni "öteki" olarak algılayan, toplumsal ön kabulleri ve ezberleri olan kitleler, hakikatle yüzleştiğinde fikir üretmek yerine kolayca şiddet aygıtına başvururlar. Bu şiddet "toplumun hassasiyetleri" üzerinden meşrulaştırılır. Bu noktadan sonra artık örgütlü ve sıradan bir kötülük hali ortaya çıkar. Bu kötülüğün sıradanlaşması ancak daha fazla ekonomik refah, özgürlük, demokrasi, şeffaflık, hoşgörü, fikir üretme-tartışma, hakikatle yüzleşme ve hukuk gibi evrensel değerlerle çözülebilir. Aksi halde Hannah Arendt'in ifadesiyle: "Gerçeklikten bu kadar uzak ve bu kadar fikirsiz olmak, belki de insanın bünyesinde bulunan bütün şeytani içgüdülerin vereceği zarardan daha büyük bir yıkıma yol açabilir."

Doç.Dr.Deniz Özyakışır


"Linç, en aşikâr medeniyet kaybıdır. Linçin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infiâl uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitirir.”

Tanıl Bora, Türkiye'nin Linç Rejimi, İletişim Yayınları

 

4 Mayıs 2023 Perşembe

“İnsanların kitap okumaması çok ciddi problemlerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Kelimelerin bilinçli iletişimin en temel aracı olduğu yerde, kelimesi olmayan insanlar ne yapabilir? Beyinlerinin ihtiyaç duyduğu itici gücü nereden bulur? Bu yetersiz uyarım sorunu olduğu kadar duygusal bir sorundur aynı zamanda. O insanların duyguları var fakat onları ifade edecek kelimeleri yok. Karmaşık bir deneyimi ifade etmek için kelimeleri yan yana getirebilme eksikleri var. Dolayısıyla hayatlarının bir boyutunu kaybederek müthiş bir memnuniyetsizlik sorunu yaşıyorlar. Eğer siz onlara, siz duygularınızı ifade edecek kelimelere sahip olmadığınız için memnuniyetsiz ve mutsuz insanlarsınız, derseniz, onlar da sizin kafayı yediğinizi düşüneceklerdir.”

Ingmar Bergman, Sinematografi İnsan Yüzüdür, s.153

Çeviren: Selim Özgül



1 Mayıs 2023 Pazartesi

nereye geldim böyle

yeryüzü soğuk ve kimse 
yaşamamış burada daha hiç 
korkum var diyorum
atlılar ve soluğunu tutanlar
yürüdü bir adım öne: bizi 
yarattı ol rivayet kandan önce

bin nüsha dağıldık evrene 
bin nüsha ve bir ağaç olarak dediler
elen huylu erkekler kalbimi 
sınamak için ceketime rozet
bir de el yazıma; simya öldü
geriye dön resmi çizdiler

o kan revan birinci yılımızdı
üç mum yaktılar o geceye ve
hiç bahsi geçmeyen ayıp yerlerime

korkumu tartıyorum burada
yalnızım, yalnızız bu soru yumağında
ömrüm kördü herkes gemiyi terk
ederken, bir kefenden daha kısa 
daha sefilce, şimdi merve düşünsün 
bunu, sefa ile git gel kasık arasında

kimsesiz ve soğuktu yeryüzü
bir türlü dolmuyor düzayak geçtiğimiz 
yollar ve bir ülke kuruluyor
haritası yaprağın yaşıyla eski
biten her şey için diyorum: şu yağmur 
uzun bir dündür, yarı düş yarı resmi

nereye geldim böyle 
beşikten evlerin eşiğine
öyle bir güz ki, sokağın üzüntüsü 
doğma büyüme buralı 
benden önce

Ömer Turan, Ocak 2018


Sarhoş

Kanuni Kamil, bahçe sahibinden yevmiyesini aldıktan sonra bir saat kadar daha orada kaldı. Hanende Muhsine adamakıllı sarhoştu, tam balta olacak sıraydı. Zaten Kamil de burnunun ucunu görmüyordu.

Garsonlar yavaş yavaş radyom(1) lambalarını söndürüyorlardı. Bir bekçiyle iki polis, kenardaki salkım söğüdün altına yıkılıp kalan bir kunduracı çırağını kaldırmışlar, dışarı çıkarmaya çalışıyorlardı. Gazino sahibi o tarafa koşup hesap isteyince, sarhoş çırak bir daha yıkılır gibi oldu. Ağzını bir tarafa eğerek anlaşılmaz laflar mırıldandı. Fakat gazinocu pek dolma yutar soyundan değildi. Yakasına yapışıp başından kasketini alınca oğlan ayılır gibi oldu. Pantolon cebinde bir hayli arandıktan sonra parayı verdi, polislerin kolunda, çıkıp gitti.
 
Gazinocu büfeye döndü. Kamil’le Muhsine büfeden vuran aydınlığa bir masa çekmişler, karşı karşıya oturuyorlardı. Önlerinde ufak bir şişe rakı vardı. Kamil önüne bakıyor, kız kendi kendine hafif şarkılar mırıldanıyor ve sonra durup dururken gülüyordu. Bu, daha ziyade yüz sinirlerinin acayip bir gerilmesine benzeyen bir gülüştü.

Kamil düşünüyordu:

Gazinocu, Muhsine’yi alıp otele kadar götürmeden defolmuyor; ne yapmalı da bu akşam beraber gitmeli? Sonra asıl mühimi: Bizimkini ne yapmalı?.. Geceyarısı sokaklara fırlar, karakolları ayağa kaldırır. Ne şirrettir o… Sıska, sarı yüzüyle karısı gözünün önüne geldi: Şimdi otelde oturmuş, pencereden sokağa bakıyor, beni bekliyordur, diye düşündü. Ürktü ve elini yüzüne götürüp gezdirerek şaşkın bir hareket yaptı.

Bu sırada gazinocu geldi. Muhsine’ye: -Hadi bakalım!- dedi. Muhsine kalktı. Kamil de beraber… Bahçede yürüdüler. Yollar kumluydu ve gıcırdıyordu. Kamil kolunun altında sıkı tutmaya çalıştığı siyah kılıflı kanununu birkaç defa ağaca çarptı, yıkılacak gibi sallandı.

Yolda beş on adım gittikten sonra bir araba geçti. Gazinocu eliyle işaret etti, araba durdu; evvela Muhsine bindi, gazinocu, kızın arkasından binmek isteyen Kamil’i eliyle iterek içeri atladı ve araba yürüdü.

Kamil yolun ortasında bir müddet sallanıp durarak düşündü. Hemen hemen her akşam bu böyle olduğu için kızdığı falan yoktu. Yalnız, her akşam böyle arabaya ayağını atarken itilip sokakta yalnız kalınca bir müddet düşünmek adetiydi. Sonra sallanarak kendi oteline doğru yürüdü.

Dört katlı otelin en üst penceresinden beyaz bir gölge sarkıyordu.

Kamil ürperdi.

Yukarıdan kısık bir ses bağırdı:

-Çingene!.. Alçak Çingene!.. Bahçe dağılalı bir saat oluyor. Gene o Muhsine dedikleri kaltağın peşindeydin değil mi?-

Kamil başını yukarı kaldırdı, muvazenesini kaybederek yere yuvarlanıyordu, kanunu destek gibi kullandı ve ayakta kaldı. -Ne bağırıyorsun gece yarısı be!.. Hesap görüyorduk…-

-Hesap mı? Arabanın peşinde köpek gibi dolaştın, görmedim mi sanıyorsun? Dinsiz, imansız Çingene!..-

Yukarıdan doğru ağlayan bir çocuk sesi duyuldu. Kamil okkalı bir küfür savurdu. Fakat kendini tutamadı, yere yuvarlandı. Siyah torbalı kanunu yerden kaldırıp koltuğunun altına sıkıştırırken yukarıda bütün sokağı çınlatan bir feryat koptu. -Gelme buralara alçak… Sokmam seni içeri… Gelme!..-

Beyaz baş içeri çekilmek istedi, fakat hızla çekilirken pencereye çarptı, pencerenin kenarındaki değnek düştü. Ağır çerçeve bütün yüküyle kadının başına indi. Kamil yalnız bir cam şangırtısı işitti.

Merdivenleri hızlı hızlı çıktı, otel hizmetçisi, alışkın olduğu için, fazla ehemmiyet vermedi. Don gömlekle yatağından kalkıp kapıyı açmıştı, tekrar yerine koştu.

Kamil söylene söylene odaya geldi. Kanunu bir duvar kenarına dayadı.

Ortada, karyolanın ayak ucundaki demirle pencere arasında, bir salıncak sallanıyordu.

İki yaşlarında kadar bir çocuk salıncakta oturmuş katılırcasına ağlıyordu.

Kamil cam şangırtısını unuttu. Çocuğun yanına gitti. -Sus iki gözüm, sus anam babam!-

Salıncağın yanına diz çökerek çocuğu sallamaya başladı, bu sırada yayvan yayvan ninni söylüyor, karmakarışık şeyler mırıldanıyordu:

-Ah o anan olacak karı… Ah… Nereden başıma sardım bu sıska kaltağı… Senin de başının derdi, benim de… Eeee… Uyu bakayım… Hadi uyusana… Ninni… Ninni…- Sonra makamla söylemeye başladı:

-Bir gün İstanbul’a gitsek, niiiinni…

Şu karıyı başımızdan savsak, niiiinni,

O zaman sen de kurtulursun ben de, niiiinni.-

Birdenbire durdu; odadaki sessizlik onu şaşırttı. Karısı bağırmıyor, gelip saçını başını yolmuyordu… Garip bir korkuyla yerinden doğruldu… Odada gözlerini gezdirdi. Çocuk da susmuştu… Karısı hala pencereden dışarı bakıyordu. Kamil bunu görünce kısık bir kahkaha attı:

-Ne bakıyorsun be?..- dedi, -Ne var dışarda?.. Mahalleyi nasıl ayağa kaldırdığını mı seyrediyorsun?- Yarı kapalı gözlerini açmaya çalışarak bir kahkaha daha attı. Fakat bunu yarıda kesti. Gözleri büsbütün açıldı. Bir adım kadar ilerledi.

Karısı pencerenin önünde diz çökmüş, başı dışarıda, duruyordu. Kamil kırılan ve aşağı düşen camın farkına varmadı. Fakat yerde biriken kanları gördü. Bu kanlar pencerenin kenarından başlıyor ve duvarda bir nehir gibi kıvrıntılar yaparak iniyordu. Kamil hiç sesini çıkarmadı; yavaş yavaş geri çekildi, içinde kirli çamaşırlar bulunan bir sepetin üstüne oturarak o tarafa doğru uzun uzun baktı… Sabaha kadar öyle oturdu ve baktı…

Sabahattin Ali, Değirmen, 1933

(1) Radyum Lambası. Elektriğin yaygın olmadığı zamanlarda kullanılmaktaydı.


İzleyiciler