Yüz binlerce ak ve cilalı çiçekleriyle güneşte ya da ay ışığında, pırlantalara bezenmiş gibi pırıl pırıl ışıldayan bir mandalina ya da portakal ağacını gözünüzün önüne getirin. İşte o ağacın üzerinde yüz binlerce düğün yapılmaktadır!.. Ağaç, dev gibi bir düğün evine dönmüştür. Çünkü her çiçek -hangi çiçek olursa olsun-, bir zifaf odasıdır. Orda güveyler, gelinlerle balaylarını yaşarlar. Çünkü hemen hemen her çiçek bal yapar...
Bahar olunca, ağacın damarlarında akan yeşil ateş, çiçeğin ortasında büyük bir sevgi alevi halinde parlar. Bir gelin, bütün aklığının leke götürmez saflık ve doğruluğuyla, orada ayakuçlarına kalkar, korkuyla titrer. Ölümden değil, ölümden de kuvvetli olan hayat ateşinden korkmaktadır. Gelinin çevresini sarı papa başlı adaylar, alev dilleri gibi sarmaktadır. Bunlardan birisi gelini öper. Gelin, kavuşmadan sonra, doğan yeni gün gibi taze, kuvvetlidir... Çünkü bağrında yeni bir hayat taşımaktadır. Ondan bir ateş küresi, bir can bombası, doğan güneş gibi tostoparlak bir portakal doğacaktır.
Sözgelimi yeşil yaprak kilimini yere serip, rüzgârda ince beliyle dans eden bir menekşeyi alınız. Onun rengi, o kopkoyu eflatunluğuyla kokusu kadar hazin ve yaslıdır. Neden? Çünkü orda gelin, dimdik duruşuyla, o yapyalın ve upuzun gövdesiyle en kesin bir bikrin, ufak tefek çapkınlıklara ve duygulara tenezzül etmez üstünlüğünü ve kapalılığını göstermektedir. Onun yolunda can vermeye razı olan damat adaylarının hali yamandır! Çünkü gelinin ballı dudakları, ona abayı yakanların yetişemeyeceği yükseklik ve uzaklıktadır. Karasevdalılar umutsuzdurlar, boyunlarını, dudaklarını uzatırlar. Ama mavi yüksekliklerde, ışığa ve göklere gülümseyen güzel dudaklara yetişmek için kanat gereklidir. İşte onun için adaylar, aşkla yanıp kül olmak üzeredirler. Mecaz değil ha! Birkaç saat içinde kendi hacimlerinden beş on misli fazla oksijen yakarlar.
Adayların özleyiş ve sevgilerinin ateşi, onları kendilerince dile getirir. Gelin, sevginin ve sevgilinin ateşini dimdik duran tepesinden tırnağına dek, boy bosunca dinler. O sevgi, bağrına siner, kanı ısınır. Gönlü ona akar. Çünkü çiçeklerde büyük merhamet vardır. Kokuları, sevgi ve merhametleridir galiba!
İki âşık, kendilerini ölümden kurtaracak olan öpüşte öylece dudak dudağa kalırlar.
Ne var ki; bazen gelin başka, güveyiler de başka çiçeklerde olur. O zaman adaylar, kopup uçmak ve geline ulaşmak özleyişiyle rüzgârda hırçın hırçın çırpınıp dururlar. İnsanoğulları şiirlerinde, sevgililerine, kendilerinden muştular (müjdeler) götürsün diye rüzgârlara, kelebeklere ve kuşlara yalvarırlar. Çiçeklerdeyse, rüzgârların, kelebeklerin ve kuşların muştu taşıyıcılıkları bir gerçek olur! Çırpınan adayların havaya saçtıkları milyarlarca öpücükleri rüzgârlar, arılar, kuşlar ve kelebekler gelinlere taşır. Gelinlerin dudaklarındaki bal, bitki dilinde "kabulümdür" anlamına gelir...
Gece çiçekleri de gündüzkileri tamamlar. "Akşamsafası"nı örnek alalım:
Işığa cevap veremeyecek kadar sıkılgan ve utangaçtır. Gündüz gözlerini yumar, fakat sular karardıkça, kayıp kayıp gelmekte olan loşlukların yumuşak okşayışını duyar.
Fakat gece çiçeği denince asıl, kara çiçekler kastedilir. Onlar, çevre alacakaranlıklaştıkça usul usul kara kirpiklerini aralamaya koyulurlar. Tam karanlık olunca, kara çiçek koyu renkli bir ipeğin üstüne damlatılan esansın lekesi gibi büsbütün açılır. Sanki karanlık içinde, o karanlıktan çok daha derin bir çukur peydahlanmıştır. İşte o zaman gece çiçeği, geceyi geceyle yanıtlamaya koyulur.
Geceleyindir ki; gece çiçeklerinin gelinleri, güzel kokuları ve sevimlilikleriyle karanlıkları araştırmaya koyulurlar. Yıldızlarından bin kat daha derin olan gecelerde, güzellerine, aşkın ve taşkın sevgileriyle yanan zavallı sarı başlı adayların halleri yamandır. Geline yetişebilmeleri için bir mucize yaratmaları gereklidir. O mucizeyi sevgileri başarır. Sevgililer, bakışlarının derin ve karanlık koyunlarında gizledikleri ateşi, yeryüzüne nur iniyormuş gibi meydana verirler. Hani bazen, taş duvarlı bir kulübe içinde, giysilerinden sıyrılan bir kadının ateş aklığı kulübeyi bir fener gibi aydınlatmakla kalmayıp duvarları geçer ve dışarıları da ağartır ya... Çiçek de öyle... Kendisi kapkara kalmakla birlikte, yumuşak bir nur salar. Gece ortasında parlayan bir göz olur.
İşte o zaman, karanlıkta birbirini arayan eller gibi, öpücükler buluşur...
Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı), Çiçeklerin Düğünü, Bilgi Yayınevi