27 Nisan 2025 Pazar
"İlyada’nın en dokunaklı yerlerinden biri Hektor’un, karısı Andromakhe’ye vedasıdır."
13 Temmuz 2024 Cumartesi
Önsöz / Anadolu Efsaneleri
«Yüzyıllar boyunca Anadolu» diye Anadolu’da diyar diyar gezeyim, her yerin eski efsanelerinden tutup da günümüze kadar gelmiş tarihsel olayları yazayım dedim. Ne var ki; Anadolu’nun çeşitli ekonomik, toplumsal ve filozofik kargaşalığının içinden çıkabilene aşkolsun! Örneğin bir yerden bir yere giderken insan attığı bir tek adımda felsefenin en baş durdurucu bir doruğuna fırlar; atılan ikinci bir adımda ise estetiğin derin bir uçurumuna tepe takla dalar. Örneğin Çanakkale’ye doğru yürüyorsunuz değil mi? Helle adındaki kızın orada denize düşüp boğulduğu için boğazın Hellespontos adını aldığından, Helle’nin annesi Nephele'den, Altın Post'u arayanların Argo kayığından, kayığın nasıl geçtiğini görmek için beline kadar denizden çıkan, deniz tanrıçası Thetis’in beyaz memelerini gören Argo kürekçilerinden, bunların arasında Peleus adlısının tanrıçaya hemen âşık olduğundan, onların düğün şöleninde «en güzele!» diye atılan elmadan, ilk güzellik kraliçesi seçiminde Aphrodite’nin birinci gelişinden, Hititlerin Çanakkale'lilerden İllium diye söz ettiklerinden, göklerdeki yedi Ülker yıldızından, Troya kentinin kuruluşundan ve oradaki savaştan, Artreus hanedanının dedesi İzmirli Pelops’tan, bu adamın adını Peloponez diye Mora yarımadasına verdiğinden, Olympia’da ilk önce Pelops uğruna oynanan olimpik oyunlarından, Aiaks’tan ve onun bir de Akhilleus ile Amazonlar kraliçesi Penthesilea'nın Çanakkale'deki tümülüslerinden, (büyük toprak yığını biçimindeki mezar) başlangıçta Minoen Giritlilerin Boğaz’larda kurdukları deniz üssünden, Fenikelilerin oraya bir süre egemen olduklarından, Boğaz’ın karşılıklı Sestos ve Abydos kentlerinde oturan biri Aphrodite tapınağı rahibesi Hero ile biri de Leandros'un her gece Boğaz’ı yüzerek biribirine kavuştuklarından, İngiliz ozanı Byron'un da topal bacağı ile Leandros gibi orada yüzdüğünden, o dönemde, yani Sappho zamanında, Sestos kentinin Midilli'ye, Abydos kentinin de Miletos’a (Filozof Thales o zaman Miletos'ta yaşıyordu) ait olduğundan, İran kralı Darius'dan, Kserkses'ten ve onun Boğaz sularını kamçılattığından, erkek üreme organının tanrısı Priapos’a ilk tapınağın orada kurulduğundan, Yunanistan’dan sürülen Themistokles'in uzun süre orada yaşadığından, Büyük İskender'e orada uzun süre ders vermiş olan filozof Epikuros’tan, oradan geçmiş olan Roma’nın büyük kayserinden, oradaki Athena tapınağındaki çok tuhaf göreneklerden, oradan İtalya’ya göçeden Aeneas'tan ve oranın Skamandros ırmağından, Romalıların can düşmanı Pontos kralı Mithridates’den, Büyük Konstantin'in ilk önce orasını Roma İmparatorluğu başkenti yapmaya kalkışmasından, Türklerin Çanakkale’yi nasıl geçtiklerini anlatan Machiavel’den, papaya yazdığı mektupta Hektor'un intikamını almaya çalıştığını yazan Fatih Sultan Mehmet'ten sözedeceksiniz... Ve yalnız bunlardan değil, ama şimdicik hatır ve hayale gelmeyen daha birçok şeylerden de...
Eseri birkaç parçaya ayırmaya ve ilk ciltte Anadolu’nun yalnız eski efsanelerini anlatmaya, karar verdik. Bu efsanelerin nelere delâlet ettiklerini ve ne sonuçlar verdiklerini ise tarihsel çağlar için basılacak olan sonraki ciltlerde bildirmeyi tasarladık. Bu yöntemin bir sakatlığı vardır. Bir yerin mitolojik çağına ait olan bir şeyinin etkisi, çok sonralara, tarihsel çağlara, giderek günümüze kadar sürer. Oysa ilk ciltte anlatılmış olan mitolojik olayı okuyucu üçüncü cilde gelinceye kadar unutmuş olabilir. Örneğin Hazreti Peygamber'den çok önce Anadolu’nun büyük bir tanrıçası Kybele Mekke’ye götürülerek tapınılmak üzere Kabe’ye konmuştu. Namaz kılınırken «Kıble» sözü Anadolu tanrıçası Kybele'nin adıdır. Doğallıkla erken çağlarda Çin ve Hindistan’da olduğu gibi Anadolu’da da matriyarkal (yani ana ve kadınların egemen oldukları bir toplum) bir toplum vardı *
(* Çünkü yalnız
kadınların dünyaya insan getirdikleri görülüyordu. Bu işte erkeğin etkisi doğumdan dokuz ay önce
olduğu için, erkeğin doğumla, yani yaratmak işiyle ilgisi bulunmadığı
sanılıyordu. Erkek kadının önemsiz ayrıntılarından sanılıyordu.)
Patriyarkal (yani baba ve erkeklerin egemen oldukları) bir toplum
gelince, bu iki anlayış ve din arasında,
karşılıklı fedakârlıklar oldu. Matriyarkal
toplumun Anadolu büyük tanrıçası Kybele'ye patriyarkal toplumun tanrılar
tanrısı Zeus’u (veya Jüpiter’i) Girit’te doğurmak şerefi
verildi. (Zaten herkesi kadınlar doğuruyordu ya). Böylece Kybele, tanrının
anası oldu. Anadolu’da Efesos'ta tapılan Artemis ise daha henüz Yunanistan’ın Olympos'lu bir tanrıçası
haline dönüşmemiş bir Kybele idi. Bundan ötürü Efesos'lular onu tanrı anası
olarak tanıyorlardı. İsa'dan Sonra
431 yılında kilisenin büyükleri, Meryem
Ana'nın özelliklerini tayin için
Efesos’ta toplandıkları zaman Efesos'lular Meryem Ana’nın Artemis gibi tanrının
anası sayılmasında direndiler. Baskı o kadar şiddetliydi ki; Hazret-i Meryem'in
Tanrı anası değil, Hazret-i İsa anası olduğunu iddia eden Patrik Nestorius hemen afaroz edilerek Hazret-i Meryem'e Tanrı
analığı vasfı verildi.
Kitapta Kybele’yle ilgili efsanelerden sözederken onun binlerce yıl sonra tarih çağında Efesos’taki etkisinden sözetmeyeceğiz. Okuyucunun daha önce yazılanı hatırlaması gerekecek, yoksa kitaplar tekrarlarla dolar.
Sonra Anadolu’nun hiç de lirik olmayan, ama sonraki etkilerinden ötürü önemli olan efsaneleri vardır. Bunları efsanelere ait olan bu ciltte kuru kurusuna da olsa sıralayıp yazmak zorundayım. Çünkü bu katı ve kuru kabuklar kırılıp da ayıklanmadıkça, sonraki ciltlerde, içlerindeki daneleri vermenin imkânı olmayacak.
Ege Bölgesinin bir kısım efsaneleri Yunanistan’a, ama çoğu Anadolu’ya aittir. Bu efsanelerin Batılılarca hemen hepsi Yunanistan’a mal edilmiştir. Biz bu eserde Kuzeydoğu Anadolu'dan başlayarak batıya doğru geleceğiz,
oradan da güneye ve sonra Güneydoğuya doğru giderek her yerin
kendisine ait efsanesini anlatacağız.
Efsane, masal veya mitlere eskiden «esatir» denilirdi. Bellerine kadar insan, bellerinden aşağısı keçi olarak tasavvur edilen düşsel yaratıklara «satir» denilirdi. Esatir sözü onlardandır. Bu sözü kullanmayacağız. Bu efsaneler çeşit çeşittir. Bazıları, rast gelinen hayvanları ya da işitilen bir bülbül ötüşü gibi sesi hayal gücüyle abartarak anlatmaya kalkışır. O çağda insanlar karşılaştıkları canlı ya da cansız cisimleri insanlaştırmaya uğraşırlardı. Bunlardan başka tarihsel olaylardan, örneğin savaşlardan ve kahramanlıklardan gelişen masallar vardı. Bunların kuru yanları çıkartılarak renkli yanlarına değer verilirdi. Salt insanların ilgilerini çekmek, onları eğlendirmek için düzenlenen efsaneler ve bir de yukarıdan beri saydığımız çeşitleri biribirine karıştıran mitler vardı.
Pek eski arkaik çağlarda olaylar çoğu kez resimlerle kaydedilirdi. Aradan zaman geçince resimlerin başlangıçta anlattıkları şeyler, temsil ettikleri olaylar unutulur ve onlar o günün merakını giderecek biçimde yorumlanırdı. Bir de gezginci ozanlar vardı. Bunların söyledikleri şiirler yazı ile tespit edilemezdi. Şiirlerin kimi yerlerini unutan ozanlar, oraya başka bir şiirin bir parçasını yamalarlardı. Böylece, mitler değiştirilmiş olurdu. Masalların değişmesinin bir başka nedeni de dinsel inançların değişmesiydi. Örneğin matriyarkal bir toplumda saygı gören İzmirli Tantalos, patriyarkal bir toplumda doğallıkla kâfir sayılır ve hayal gücüyle cehennemde işkenceye mahkûm olur.
Günümüzde bir şeyi, piktografi (yani resimlerle anlatma yöntemi) tamamıyla unutulmuş değildir. Birçok duvar ve gazete ilânlarında ve fuarlardaki pavyonlarda endüstri, tarım, adalet ve özgürlüğün şahıslandırıldığını ve biribirleriyle el sıkışır ya da yanyana oturur durumda gruplandırıldığını görürüz. Ne demek istediğimizi iyice açıklamak için bir örnek verelim:
Bugün bizde de partiler arasında tartışmalar, çarpışmalar vb. oluyor. Sözgelimi, yakalarında altı ok rozetli birçok Halk Partili, Sultanahmet meydanında toplanmış (Her ne kadar böyle bir kayd gereksizse de, bu örneğimizde hiçbir partiyi amaç edinmediğimizi yazalım). Partililer arasında Oğuz oğlu Bay Arif, Demokratların kendilerine Demirkırat sıfatını vermiş olduklarına kızarak onlara karşı ateş püskürmüştür. Manisalı Alpoğlu Murat adında bir gazete röportajcısı, bağlı bulunduğu Haber adındaki gazetesine bu olayı bildirmiştir. Şimdi bu havadisin İsa'dan yirmi otuz yüzyıl önce piktografi ile temsil edildiğini düşünelim. Isa'dan bir iki yüzyıl önce yaşamış olan bir Apollodorus ya da bir Higinus bu resimleri şöyle yorumlardı:
Verimli ve sulak Magnesia'nın yeşil ve engin ovasında başkent tutmuş olan çağımızın en başta gelen ditiramboscularından tanrısal lir sahibi Apollon oğlu kahraman Muradius, mavi ve kara gözlü fettan ve fingirdek kızlarıyla, hatta bütün tanrıların başlarını topaç gibi döndürmüş olan köhne Bizans'ın, Aphrodite memelerinden sulandığı söylenen Sultanahmet ovasında kahramanlar arasında olan büyük bir savaşı şöyle anlatır:
«Oğuz veya Zagreus ya da Zeus oğlu Bay Arifikos, kalkanlarında altı ok işaretini taşıyan savaşçılarını
Edirnekapı denilen, fakat Tartaros’un,
yani Etna yanardağının kapısı olduğu muhakkak bulunan yerden, Sultanahmet
ovasına yürüttü, işte oradadır ki, kır atlarına binmiş olan düşman süvarilerine
rasgeldi. Bu büyük savaş üzerine mitler çeşitli anlamlara gelebilir. Doğruluğu
kesin olan bir şey varsa o da, Arifikos’un savaşçılarının taşıdıkları yuvarlak
kırmızı kalkanlarındaki altı ok, o kahramanın babası Zeus’un yeryüzü devleriyle
savaşırken o çağda Beyoğlu diye
anılmış olması melhuz olan Etna yanardağında demirci tanrı Hephaistos (Vulkan) tarafından çırakları Kiklop'lara dövdürülen altmış altı bin altı yüz altmış altı oktan başlıca
devlerin altısını yere seren ünlü altı oklar olsa gerektir. O korkunç
mücadelede düşmanın demirden yapılmış kır atları, kahraman Arifikos'un yekbaşına
olarak ağzından püskürttüğü alevlerle erimiş ve herhalde Zeus’un buyruğuyla
Tartaros'a (cehenneme) akmış olacaktır. Çünkü Magnesia’lı ditiramboscu Apollon
oğlu Muradius’un eserlerinde bu savaşa değgin başka bir bildiriye rasgelmiyoruz.»
Ne var ki, o eski zamanda da şimdiki gibi ciddi bilgi âşıkları olduğu kadar ukalâ dümbelekleri de vardı. Bunlar, Apollodorus ve Higinus'dan daha bilgili olduklarını ispat için mutlaka şöyle bir yorum daha koşarlardı:
«Her ne kadar
Apollodorus gibi cihan allâmesi olanların derin bilgilerinin ezelden hayranı
isek de, bu önemli sorunları incelemekte her nedense yapılmış olan küçük bir
ihmalin, araştırıcı gözlerden kaçmasına imkân olamazdı. Bilginlerin en
cahilleri bile gereği gibi bilirler ki, Zeus ve Apollon söz konusu olunca
yalnız çiçekli ve hoş kokulu Sipilos (Manisa
dağı) Magnesia'sı (asıl bildiğimiz Manisa kenti) değil, fakat çapraşık akışlı Maiandros (Menderes nehri) Magnesia'sı
da göz önünde tutulmalıdır. Asıl sorun Muradius'un Sipilos Magnesia’sından mı,
yoksa Maiandros Magnesia'sından mı olduğu noktasındadır. Muradius’un dolaşık
sözlerine bakılırsa, kendisinin çapraşık akan Maiandros nehri tanrısının öz ve
öz evladı olduğu anlaşılır. Altı oku taşıyan kalkanlara gelince, bunlar ok
olmayıp özgürlük, adalet ve eşitlik gibi adlar taşıyan altı fettan
kızkardeştir. Bunların aşkları insanların yüreklerine ok gibi saplanıp
insanları şişkebabı gibi yaktıktan sonra, bu sokuculuk ve yakıcılıklarını göstermek
için kendileri Zeus tarafından altı yıldıza gönderilerek Akrep burcuna kuyruk
diye takılmıştır.»
Bu efsaneler, bu dağlara taşlara sinmekle kalmamış, bütün insanoğullarının gönüllerine de sinmiş ve onların hemen hemen kültürel bir yurdu olmuştur. Oysa bizim fiilen yurdumuz olan bu yerlerin bizden başka insanoğullarına esinlediklerini biz yadırgıyoruz. Bu yadırgayış bize bir şovenlik ve bir hoyratlık veriyor; onu bugünkü yaşamımızın hemen hemen her dalında görmekteyiz.
Haritalarda Anadolu hiçbir zaman tarihte oynadığı başrolü belirtecek biçimde gösterilmez. Anadolu sadece Asya’nın batıya doğru uzanan bir köşeciğidir. Klasik çağlar tarihinde Anadolu sırasıyla İran, Makedonya ve Roma imparatorluklarının bir eyaleti olarak gösterilir. Oysa Anadolu Asya, Avrupa ve Afrika’nın, yani üç büyük kara parçasının birleştikleri yerde, bu kıtaların birinden ötekine geçenlere köprülük etmiş bir yerdir. Göçeden insan yığınları ve istilâ için yürüyen fetih orduları, hep Anadolu'nun üzerinden geçtiler. Buldukları halkı öldürmediler ama, hep onlara karıştılar. Son olarak biz Türkler geldik ve onlara karıştık. Öyle ki, biz Amerikalılardan bile daha melez olduk, bundan ötürü vakit vakit Anadolu’ya gelmiş ve bu yurda kısa ya da uzun bir süre sahibolmuş ne kadar insan varsa damarlarımızda hepsinin de kanı vardır. Her ne kadar kültür sorunu bir kan sorunu değilse de, yabancımız sayarak yadırgadığımız şeylerin biz hem fiilen, hem de hukuken mirasçısıyız.
Tanzimat devrinde artık Doğu’nun geri etkisinden kurtularak Batı'ya dönmeye uğraşıldı. Cübbeler ve kavuklar kaldırıldı, istanbulinler ve fesler giyildi. Öyle ki. Alexandre Dumas, o zamanki atalarımızı ağızları kırmızı balmumuyla kapanmış kapkara şarap şişelerine benzetti. Daha sonra Servetifünun edebiyatında Tevfik Fikret’in söylediğine göre, irfanımız tâbiyet değiştirerek, artık Batı'ya bağlı olacaktı. Batı irfanı denilince yabancı bir irfan sanıldı, oysa Batı kültürünün beşiği Anadolu’dur. Batı çocuklarına okutulanların çoğu Anadolu’nun eski efsaneleridir. Biz burada o kültürü yaratmış olan insanların çocuklarıyız. Oysa günümüzden elli altmış yıl önce -yani Batı uygarlığına bağlanıyoruz dediğimiz sıralarda- Milo Aphrodite’i, Semendirek zaferi, Efesos Artemisium'u, Bergama'nın Zeus altarı ve Halikarnas Mausoleum'u gibi o kültürün eserleri kazılıp kazılıp Memalik-i Osmaniye'den götürüldü. Buna karşı biz batıklaştık diye başımıza fes ve sırtımıza istanbulin geçiriyorduk. Batının çiçeklerini alıp artık kurumuş olan eski ağacımızın dallarına pamuk ipliğiyle bağlamaya ne hacet vardı? O çiçekleri açan gövde ve kökler bizim topraklarımızdaydı.
Bu Anadolu Efsaneleri’ni yazarken Anadolu’yu gezmiş olan insanların, yani seyyahların, arasında hangisinin izini kovalayayım diye düşününce, aklıma ilk gelen yurttaşım — Anadolulu— Halikarnassos’lu (Bodrum’lu) Herodotos oldu. Bu önsözün birkaç sözünü de ona ayırmayı bir ödev biliyorum. Değil yalnız Anadolu’nun, ama bütün dünyanın ilk ve en büyük turisti oydu. Onu salt tarih babası diye bilenler bu iddiamı bir skandal sayarlar. Ama onun seyahatnamesine koyduğu «historia» yani «araştırma» ya da «inceleme» adının, «tarih» anlamına alınmasında tarih babasının hiç suçu yoktur. O durmamacasına geziyordu. Bugün Anadolu'nun enine boyuna işleyen otobüsler, trenler, vapurlar ve uçaklar olduğu halde yine Anadolu’da seyahat güçtür. Seyahat eden de azdır. Bir de Herodotos zamanında, yani günümüzden iki bin dört yüz yıl önceki taşıt araçlarının kıtlığı ve başkaca seyahat araçlarının güçlüğü düşünülsün. O çağda Anadolu’da Herodotos gibi çıldırasıya sevinerek seyahat edebilmek için insanda aşk derecesine varmış bir öğrenme ve görme özleyişi gerekti. Elverir ki, bir yeni yer görebilsin ve orada yeni şeyler öğrenebilsin, Herodotos'un karşılaşmasına razı olmadığı sıkıntılar, tehlikeler zorluklar yoktu. O zaman Anadolu'da krallıklar o kadar küçük ve sık idi ki, onlar günümüzde olsalar, insan bir krallıkta uyumak üzere uzanınca, ayaklarına pasaport alması gerekecekti! Herodotos Karadeniz kıyılarıyla birlikte bütün Anadolu'yu, bütün Doğu Akdeniz adalarını, Yunanistan'ı, Mısır’ı, Arabistan'ı, Sicilya’yı gezmiş, kısacası o zamanın bilinen dünyasının en uzak sınırlarına dek varmıştı.
Gezileri sırasında Herodotos krallarla, imparatorlarla, kâhin ve
papazlarla, köylülerle, yük taşıyan Anadolulu kadınlarla, dağ patikalarında
eşeklerini süren sürücülerle, çam ormanlarının gölgesinde ağaç biçen
tahtacılarla konuşmuştu. İhtiyarlayınca her âşık gibi parası tükenerek, pek
fukara kalmıştı, işte o zaman kalemi eline alıp görünüm dünyasına değgin belleğinde
topladığı bin bir hoş olayı, kardeşleri insanoğullarına müjdelemeyi
tasarlamıştı. Hindistan’da koyun yününden çok daha beyaz ve yumuşak bir yün
yapan ağaçlardan (pamuk fidanı), İlliryalı
kızların nasıl evlendirildiklerinden (güzel kızlar çarşı meydanında arttırma
usulüyle satıldıktan sonra, onlardan biriken parayla çirkinler eksiltme
suretiyle elden çıkartılıyordu. Yani bir çirkin kız onu en az para ile kabul
edene veriliyordu), göl kıyısı insanlarının, çocuklarının göle düşmemesi için
ne gibi çarelere başvurduklarından, Mısır'da sivrisineklere karşı nasıl
cibinlik yapıldığından. Iran krallarının seyahat ederken yalnız kaynamış su içtiklerinden,
Andromakid hanedanının nasıl pire
tuttuğundan, Lydia kralı Kandaules’in karısını çırıl çıplak
gösterdiğinden ötürü taç ve tahtından olduğundan, Lidya'da en çok kocalı
kadınların nasıl en çok itibar gördüklerinden, İskitlerin nasıl kısrakları sağdıklarından sözetti. Kitabı eski
çağda pek ilgi çekici bir röportaj oldu.
uluorta hakaret etmekten çok daha ağır bir cinayet sayılırdı. Herodotos
bu iddiasıyla kutsallığın ta özüne tecavüz ediyordu.
*
Herodotos’un yukarıdan beri sıraladığımız düşünceleri kendisinin ne keskin bir yargı gücüne sahip olduğunu, ama buna karşın pek hoşgörülü ve insansever bir
adam olduğunu gösterir. Bu böyle olduğu halde Herodotos insanları hiç idealize etmedi. Hattâ Plutarkhos, Herodotos’un kahramanlarının gerçek kahramanlar gibi değil, fakat alelâde insan imişler gibi hareket ettiklerinden yakınır. Herodotos’un kahramanlara pek inanı yoktu. Kahramanları pek kahraman değillerse de, alçak tipleri de büsbütün alçak değildi. Kendisi, «Benim görevim söylentilerin hepsini yazmaktır. Ama yazdıklarımın hepsine inanmak zorunda değilim» diye yazıyordu. Herodotos'un yazılarında ne Ksenophanes'in yazdıklarındaki açıklık ve kesinlik ve ne de Tukhydudes’in yazılarında rastlanan felsefî incelemeler vardır. Ama onda bunlardan çok daha öte şeyler vardır.
Madem ki Herodotos’tan söz ediyoruz, onun yazış biçimine de
değinelim. Herodotos, bir insanı andı mıydı mutlaka onun bağlı olduğu
kabileden, kabilenin dinsel törelerinden sözeder. Bu konu bitince, onu
anlatmazdan önce sözü Sardis'te mi ya da Troya'da mı nerede bıraktıysa oraya
döner. Ondan sonra İran şahı Sirus’un
yaptığı savaşlara geçer, o savaşın bir veya iki ay süren dönemlerini anlatırken
birdenbire yolda rastladığı bir sürücünün eşeğinden ya da orada kulağına
çalınan bir efsaneden sözetmeye koyulur. Öyle ki, eşekten yine Sirus’a dönünce
insan bir eski ahbapla yine karşılaşmış gibi olur, sevinir. Herodotos yazmış
olduğu gibi yazmakla, günümüzün serbest yazı tekniğini iki bin dört yüz yıl önce
icadetmiş sayılır. Şunu da unutmamalı ki Herodotos’un kitabı dünyada yazılan
ilk düzyazı eseridir. Demek ki, dünyanın ilk büyük epik şiiri — yani İlyada— Anadolu'da gün yüzü
gördüğü gibi, dünyanın ilk düzyazısı da Anadolu'da çıktı. Bundan başka,
Herodotos’un yurttaşı Halikarnaslı ozan Dionysos’un
söylediği gibi, bir düzyazı cümlesine ilk olarak bir şiir dizesinin bütün
gücünü veren ilk adam da yine Herodotos’tur.
Şubat 1954
Halikarnas Balıkçısı