Şu Danimarkalının anlattığına bak, çıkmış sahneye bize hayalet öyküleri anlatıyor. Kocaman ak ak çarşaflara sarınırlarmış da, sonra başlarına puşuya benzer örterlermiş de, böyle kollarını kaldıra indire bir çıkıverirlermiş korkutacakları kişinin önüne, kişi bu hayaleti görünce ödü bilmem neyine karışırmış... Ama öyle hayaletle insanları korkutma deyip geçmemeliymiş, bu konuda ülkelerinde iki kitap yazılmış, "Hayaletler Var mıdır - Yok mudur?" İkinci kitap da "Hayalet Görenler." Bu ikinci kitap çok ilginçmiş, içinde yüzden fazla kişinin anıları varmış, bu kişiler gördükleri hayaletleri, yeriyle zamanıyla anlatıyorlarmış, bazıları da tanık gösteriyorlarmış, 'Falanca da yanımdaydı", "Karım da yanımdaydı" diyerekten. Bu bakımdan Danimarkalılar hayalet öykülerine bayıldıkları için birbirlerini hayaletle korkuturlarmış. Uyumayan çocuklara, "Bak şimdi seni hayalete veririm" derlermiş, o zaman çocuk şıp diye uyurmuş.
Sahnedeki Danimarka sözcüsü, ülkesindeki son hayaletle korkutma olayını anlattı, işin içine elektronik de girmiş artık, öyle yalnızca çarşaflara bürünme devri kapanmış, sözcünün dediğine göre, çarşafa bürünmek babasının zamanındaymış, oysa ki şimdi bir hayalet hazırlamak için çok önceden çalışmaya başlamak gerekiyormuş. Sesidir, devinimleridir, çıkardığı ışıklardır, insanın bir yığın zamanını alıyormuş, ama kim böyle elektronikle donatılmış bir hayalet görürse, mutlaka altına kaçırıyormuş.
Sahneden bir inişi var Danimarkalının, utku işaretini şimdiden veriyor taraftarlarına... Taraftarları da, salondakilerin sararmış yüzünden güç alarak bir alkışlıyorlar ki yarışmacılarını, "Sen salondakileri bile korkuttuktan sonra, birincilik ödülü senindir" diye bağıran bir Danimarkalı inek bile vardı.
Varsın bağırsın, ödül benimdir, bir sıra gelsin hele bana...
Şu Fransızın anlattığına bak, yok anlatmasına gerek yok zaten, kendi hortlak gibi... Belki de onun için katılmış bu yarışmaya. Adam hortlağa benziyor, salondakileri hortlakla korkutmaya çalışıyor. Yani korkutmaya çalışmıyor da, ülkesindeki korkuyu anlatıyor. Kim kimi korkutmak istese, hemen usuna hortlakla korkutmak gelirmiş Fransa'da. Ne de olsa teknolojisi gelişmiş ülke, onlarda da Danimarka gibi gelişmiş bir hortlakçılık varmış. Işıkta yanan sönen fosforlu boyalardan tutun da, mezarlık efektine dek hepsinden yararlanılırmış. Mezarlık efekti deyip geçmemeliymişiz, böyle kürek sesleri, çam hışırtısı, papazın sesi, arada bir baykuşun sesi puuuu diye girdi miydi efektin içine, işte hortlağı gören o anda edermiş şeyinin içine. Hele bir de hortlak birden böyle donuk donuk tabutun içinden doğrulup kalkmaya başlarsa, o zaman bunu gören kişinin ödü hopuna karışırmış... "Şimdi gözlerinizin önüne getiriniz sayın dinleyiciler, önünüzde bir tabut, yolun ortasında, böyle birdenbire önünüze çıkıveriyor ve sonra yavaş yavaş tabutun kapağı aralanıyor, içinden bir hortlak yavaş yavaş doğruluyor, sonra alev alev yanan gözlerini size dikiyor, düşünün ne olursunuz..."
Şu Fransıza bak, ne olacak, hortlağın ardına bir tekme takır tukur, yüklen tabutu kimse görmeden dosdoğru eve, al tahtayı eline, kır parçala, oh mis gibi sobalık, soba tutuşturmalık ki, bu hıyarın o tutuşturmalığın kilosunun benim ülkemde kaça olduğundan haberi yok.
Bilmem dinleyicileri ama, ben hiç korkmadım Fransızın anlattıklarından. Ama o da taraftarlarının alkışlarıyla çok böbürlendi, çok umutlandı, hatta sahneden inerken oradakilere önerdi, "Siz de birini korkutmak istiyorsanız, mutlaka hortlakla korkutun.
Olur beyim, emredersin...
Şu Maltalının anlattıklarına bak, çuvalla korkuturlarmış birbirlerini, kim kimi korkutmak istiyorsa, girermiş çuvalın içine, olurmuş bir eciş bücüş, yalnız çuval kara olacakmış, kara olunca şeytanı andırırmış, zaten korkunun adı "Şeytan Korkusu"ymuş. Böyle kara çuvallıyı görenin dili tutulur, çok sonra açıldığında "Önüme şeytan çıktı" dermiş, ama ancak kimi üç günde, kimi bir haftada bunu diyebilirmiş, çünkü gecenin karanlığında kara çuvallıyı görmek çok korkunç olurmuş, hele adamının elinde. Örneğin çuvalın içine giren balet, balerin yeteneğindeyse, eh artık korkutulan kişinin hapı yutması işten bile değilmiş... Kara çuval yerlerde eğiliyor, bükülüyor, kıvrılıyor, kısalıyor, uzuyor... Görenin kanı donar, yüz derecelik kaynamış suyu başından aşağı dökseniz kanı çözülmez, yılan görmüş eşekler gibi zınk diye durur, ne bir adım ileri, ne bir adım geri gidebilirmiş. Ola ki, korkutan insafa gele de, yumak yumak oradan uzaklaşa... Adamın tansiyonunu da, yürek atışını da yükseltirmiş bu korkutma...İşteymiş... Hemen ışıklar söndü, bir gösterici perdede kara şeytanı göstermeye başladı, aman ha korkmayaymışız, izleyicilerin içinde hamile kadın var mıymış, yok muymuş, bu kara şeytan aslında şeytan değil, kara çuvala girmiş, ülkenin en ünlü balerini Susan'mış mış mış...
Şu denli korktuysam; besbelli çuval, içinde de kıvrak mı kıvrak, civelek mi civelek bir kadın var, nerden anladım, çuvalın kıvrımlarından... Ah önüme böyle bir kara çuval çıkıverse şu gurbet elde tuttuğum gibi atsam omzuma, "Ah anam şeytan daha önceleri neredeydin?" desem ve...
Maltalı alkışlar arasında indi. taraftarları alkışa boğdu Maltalıyı, Maltalı öyle şımardı ki, yerine otururken, az önceki çuvallı gibi devindi, tombalaklar attı, hopladı zıpladı. Son sözü de, "Kara Şeytanla korkutun siz de insanları" oldu.
Hintli çıktı, "Yalancı Yılanlar"dan söz etti. Öyle ki, orada da teknoloji hayli gelişmiş, öyle yılanlar yapılıyormuş ki korkutmak için, bir sokması eksik, çıngırağı; hışırtısı, ıslığı, kıvrılması, açılması, yaylar çize çize kaçması, hatta soğukluğu bile... Kim kimi korkutmak istiyorsa, şöyle geçerken uzaktan boynuna yalancı yılanı atıverdi miydi, artık o kişi tamam, böyle yüreği selanik, beyni şok ve panik, hemen dili ve damağı kurur, olduğu yerde kıvranmaya başlarmış, yılan ha soktu ha sokacak... Öyle ki, teknoloji ilerleyince şimdi bu yılanların uzaktan kumandalıları bile yapılıyormuş... Salıveriyormuşsun kapının altından, yeter ki sen korkutmak istediğin kişinin ev yapısını bil, uzaktan kumandalı yılan merdivenleri çıkıyormuş, kapılarda bekliyormuş, zamanı gelince yatak odasına dalıp hanımın veya beyin koynuna giriyormuş... Eh o zamanı şöyle bir gözümüzün önüne getirmeliymişiz, karı koca mışıl mışıl uyuyorlar, yılan yavaş yavaş karyolaya tırmanıyor, kadının sıcacık ayaklarına bumbuz gövdesiyle yapışıyor, sarılıyor, sıkmaya başlıyor...
"İmdaaat!" Önümdeki bir kadın bağırdı, yahu yoksa birinciliği bu Hintli hınzır mı alacak, yılan anlatmıyor, yatak odasında zifaf gecesi anlatıyor, bir de ballandırıyor ki, bir de meddah yetenekli ki... Bir de alkış aldı ki, bir de taraftarları adamı omuzlarına aldılar ki...
Yoksa bizim birincilik gitti mi?
Yok canım, daha sen anlatmadın ki... Ama hak ver oğlum, bu Hintli gibi anlatamazsın, çünkü ondaki yetenek sende yok.
İkinci anlattığı "Yeni Evliler" ve "Yılan" sahnesi çok etkiledi dinleyicileri ve seçici kurulu...
Ama hayır, birinciliği ben alacağım, belki ikinciliği bu Hintli alır, birincilik benim. Ah biraz da taraftar olsa, şöyle sahneden inerken beni alkışlasalar, bir kişi bile yok ki, oracıkta, bir başıma ülkemi temsil ediyorum. Ama evelallah birinciliği hiç kimseye kaptırmayacağım, ülkemin alnına leke sürdürmeyeceğim... Ulan hangi pehlivan demişti, "Ben her güreşimde ardımda milletimi düşünürüm" diye? Neyse boş ver, pehlivanın biri demişti işte...
İngiliz çıktı, uuu bumbuz... Anlattıklarından bizim altı yaşındakiler bile korkmazlar; adam kendi anlatırken kendi korkuyor, dudakları titriyordu... Yo, adamın anlattıklarını bile baştan anlatmaya değmez.
İtalyan çıktı, öh hööö... Havada uçan kazıkmış da, bu kazık uçarmış da, bu kazık çok korkunç bir kazıkmış da, kazıkların elektronikleri varmış da, yok beyim yok, biz korkmayız ondan bundan...
İşte artık sıra bana geliyor; bir kişi kaldı önümde, vızvız mı vızvız, vezvez mi vezvez, ah be bitir be, yeter be, yeter sıra bana gelsin be!.. Adam uzattıkça uzatıyor, yo yo uzatsın, iyi, onun ardından benim, şöyle birkaç cümle ile anlatmam, iyi iyi... Aman anlat dayı anlat, hay senin o kır saçlarını seveyim, anlat neşemizi bulalım...
Çıt çıt, pıt pıt... Böyle adama, böyle anlatma, böyle korkuya, böyle alkış işte, havada iki sinek çarpışmış gibi, çok bile...
Sıra bende... Mikrofona yapıştım, adamlar selama saygıya öyle doymuşlar ki benden öncekiler selamlamışlar da selamlamışlar, hemen söze girdim:
"Baylar bayanlar, bizim ülkemizde kim kimi korkutmak isterse, sabaha karşı, ama özellikle daha gün ağarmamışken kapısının ziline basar. Kimin kapısının o saatte ziline basılmışsa, o evdeki yaşlı kalp krizi geçirir, ilkokuldaki kızın dili tutulur, annenin nabzı iki yüzü bulur, baba beyin şoku geçirir, evde genç varsa, beşinci kattan kendini sokağa atar."
Salonda homurtular ki, salon değil aslan kafesi, ham hum hom... "Nasıl olur yahu, niye yahu, kapının ziline basmakla yahu, zil fobisi mi var yahu, zehirli zil mi yahu, elektromanyetik dalgalarla insanları etkileyen yeni buluş mu yahu?"
Yahu yahu yahu, yaaa!... Patlamayın, söyleyeceğiz nedenini, niye gün doğmadan olduğunu, niye karanlıkta olduğunu...
"Baylar bayanlar, çünkü o saatte ülkemde ancak polisler kapı çalar."
Aauuuu, yaaaayuuuu, buuuu buuuu!...
Noldu, yani polis istediği saatte insanın kapısını çalamaz mı, çalar...
"O saatte ülkemde kimse kimseye konukluğa gitmez, o saatte zil butonuna dokunan el, ancak polis eli olabilir..."
Vaaa yaaaa şaaaa baaaa!...
Şaştınız değil mi, hiç korkunç değil, değil mi, yo yo korkunç değil ya, niye korkunç olsun ki, o saatta polis kapınızın zilini çalmışsa, size herkesten önce günaydın demek içindir... Bayılır bizim polislerimiz herkesten önce birisine günaydın demeye...
"Söylüyorum baylar bayanlar, bizde polisin gözaltı süresi bellisizdir, sizi alıp götürdü müydü, ne zaman bırakacağı belli olmaz, bilinmez... Dayak atabilir, elektriğe tutturabilir, başınızı suyun içine sokabilir, sizi baş aşağı ipe asıp sallandırabilir, tuzlu suyun üzerinde parçalanmış ayakla yürütebilir..."
Aaa aaaa aaaa aaaa!
Tarzan mı kesildiniz, yaa işte, öyle yılan mılan, hortlak mortlak, hayalet mayalet, çuval muval ne ki?
"Onun için baylar bayanlar, bizim ülkemizde kim kimi korkutmak istiyorsa, sabah karşı gider onun kapısının ziline üç kez sert sert basar. Hele kapının önünde ayakkabısının topuklarını da takur tukur ettirdi miydi üç beş kez, anasının karnındaki çocuk bile korkar, oradan şap diye düşer, çıkar..."
İlkin bir iki alkış, ardından aman ne alkış, ne alkış, selam üzerine selam çakıyorum, alkışlar durmuyor ki, başımı sallıyorum alkış, kolumu kaldırıyorum alkış...
Birinciyim... Ah, bir de taraftarlarım olsaydı ya, birincilik ödülünü aldım, amma boynum bükük, hiç olmazsa bir tane taraftar... Amanın bir el, omuzuma dolandı, aha dilimden konuştu, aha kara kaş kara göz, benim gibi, amma niye kutlamıyor beni, niye kaşları çatık öyle, ben ülkemin yüzünü ağarttım, birinci oldum... Aboov, adamın kaşları çatıldıkça çatılıyor, adam oluyor ekşi koruk, sıkmış ki kolumu, mengene homurdanıyor, "Seninle ülkeye geldiğinde görüşürüz!" diyor böyle homur homur.
Muzaffer İzgü
'Azrail Nasıl Rüşvet Yedi' adlı öykü kitabından
Bilgi Yayınevi, Olgaç Basımevi, Birinci Basım: Eylül 1986
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder