9 Şubat 2025 Pazar

"Anavarza kayalıkları gün ışığı altında sırça saraylar gibi ışıldadı."

    Yalnızağaçtan ta Anavarzaya kadar çeltik tarlaları. Çeltikler sarı başaklarını dolu, verimli saçaklamışlar. Irgatlar bellerine kadar çemrek, tarlaların ortasında, binlerce. Kimi çeltik biçiyor, kimi biçilenleri sırtlanarak harman yerine götürüyor.
Irgatlar çamura batmış bir karınca katarı gibi harman yerinden tarlaya, tarladan harman yerine çekiliyorlar. Tarlalarda traktörler, batoslar. Batoslar bir yandan tane, bir yandan sap kusuyorlar. Kerem önce merakla bu tarlaları dolaştı. Bir kedi merakıyla batosu, traktörü, kamyonları, harmanı, ırgatları yokladı. Öğle oldu, sıcak kızdırdı. Sonra Kerem acıktı. Bir arkın göleğinde, göleği çepeçevre sarmış salkımsöğütlerin altında çocuklar oynuyorlardı. Kerem güvenli bir içgüdüyle
çocukların yanına gitti.

    Karakol köyün dışında tek başına kalmış yayvan, han gibi bir toprak damdır. Önünde, içinde yalnız kadife çiçekleri dikili, o da toz içinde kalıp yarı yarıya kurumuş bir bahçesi vardır. Bayrak gönderinde iyice solup bozarmış, ayı yıldızı belirsizleşmiş bir bayrak dalgalanıp durur. Anayol köyle karakol arasından geçer. Yol, karakola elli adımdır. Yolun kıyısında tek tük cilpirti çalıları nasılsa kalmıştır. Cilpirti çalısı topluluklarını böğürtlenler, yabanıl otlar sarmıştır. 
    Yağmur yağıyordu. Kerem cilpirti çalısının içine sinmiş, gözlerini de karakolun kapısına dikmişti. En küçük bir devinimi kaçırmıyordu. Karnı da çok açtı. Karakola elleri biribirine kelepçelenmiş bir delikanlıyla bir kız getirdiler. Kızın yüzü ıpıslaktı.
Saçları darmadağın biribirine dolanmıştı. Delikanlı candarmaların önünde başı yerde karakola girdi. Az sonra karakoldan kızın bitip tükenmeyen çığlığı duyuldu. Kerem ürktü. Buradan kaçıp gitmeyi birden istedi. Ama şahin... Şahini gönlünde bir havalandı, geri Çukurovanın düzüne indi. Anavarza kayalıkları gün ışığı altında sırça saraylar gibi ışıldadı. Kerem öyle gördü. Çok yılan varmış şu Anavarza kayalığında da, diye düşündü. Yılanların başı orada yaşarmış. Yılanların başı  üstüne bir hikâye anımsamaya çalıştı ama olmadı. Bölük pörçük bir şeyler geçti
gözlerinin önünden ama, birden silindi. Candarmalar yaşlı, erkeği çok şişman, kadını çok uzun, zayıf, savanlara sarınmış iki insanı yüzlerine tükürerek dama soktular.
    Keremin birden gözleri acıdı, boğazı kurudu:
    "Aaah, dedem," diye inledi. "Aaah, soylu dedem, kim bilir neredesin şimdi. Ya kara toprağın altında, ya da hastasın. Ya da bu alçak Çukurovalı yatırmıştır seni sopanın altına dövüyordur."
    Dedem ağlamaz. Hiç mi hiç ağlamaz. Onun gözünden yaş geldiğini kimsecikler yüz yıldır görmemiştir. Dedem, Haydar Usta, ulu Haydar Ustanın torunu... Keşki benim adımı da Haydar koysalardı. Ulu Haydar Usta, dedemin dedesi ta Horasandan gelmiş. Avşarlının koca Beyi, üç tuğlu vezir dedemin kapısında bir kılıç almak için tam bir yıl beklemiş. Büyük Haydar Ustanın kılıcını kullanırlarmış şahlar, padişahlar. Yaaa, işte öyle.
    "Şimdi de benim dedemi karakollara sokup iyice döverler. Kan işetirler. Ama dedem sağlamdır. Horasan toprağıdır, ölmez."
    Demirciler Ocağı bizim ocağımız. Bu ocağa gelip de eşiğine yüz sürene kurşun geçmez, kılıç işlemez. Olur mu? Olur ya, Allah böyle yapmış. Beyler, padişahlar, yiğitler, paşalar, şahlar gelmiş eşiğimize yüz sürmüş. Her gelen, eşiğe yüz sürmeye her gelen kişi, bize, eşiğimize yeşil gözlü, yaaa, yemyeşil, zümrüdü
yeşil gözlü, boynu uzun, kulakları kalem, soylu Arap atlar getirirmiş. Atın en soylusu yeşil gözlü olur. Yeşil gözlü at bulunmaz. Bulunursa şahin gibi olur. Öyle uçar. Çadırımızın kapısında don don bir at yılkısı... Dedem her gün birisine biner.

Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi, Yapı Kredi Yayınları, S.133-134


Hiç yorum yok:

İzleyiciler