22 Kasım 2010 Pazartesi
20 Kasım 2010 Cumartesi
Sağ direk
Öğretmen dahil kimse bana, o yumruğu neden attığımı sormadı. Üstelik ilk deniyordum bunu. 'Demek ki yanıtını biliyorlar' diye düşündüm. Sonradan kimsenin kendi doğrusu dışında doğru bir yanıtı olmadığını anladım.
Bu yüzden; anlatmaya lisanı yetmeyen bir çocuğun, hayata kattığı her fiili görgüye ve pabucunu yolda bıraktığı her eyleme saygı duyarım..
Hüseyin Murat Çinkılıç
Dışarıda Üşüyen Haziran Kalbimde Hazan
Dünya sığmıyor insana Havel,
yüzlerdeki, yüreklerdeki maske,
parada kir, suda klor, havada nem,
yüksek borsa, alçak basınç
ve kanun hükmünde ihanetler, sahtekâr jestler.
/İnsan, sığmıyor insana Havel! /
Ve her şey:
Şey!
Mesela o takvimler, o günler
her biri şimdi kim bilir neredeler?
Yalancıdır aynalara gülümseyen o muhteşem gençlikler;
bir yaz yağmuru gibi çabucak geçecekler.
Bize kalan kurt kapanı sözleşmeler
ve iş akdi kıvamında morarmış evlilikler.
Oysa insanı büyüten yalnızlık mıdır Havel?
Biz bu kentlerde,
bu ömürlerin gecelerinde çürüsek bile,
şimdi eski dağlarda vakur bir şafak yırtılmaktadır
ve dışarıda üşüyen bir haziran;
kalbimde yılların tufanından artık bir hazan.
(Kalbimde hazan
ve şairdir elbet
sözcüklere rus ruleti oynatıp yazan!)
Dışarıda üşüyen bir Haziran.
Kanımda nikotin cehennemi;
Kısa kibrit, uzun duman:Yaan!
Yine yaan… Yine yaaaan!
Yan ki yangınlar bile yansın;
haklıdır içindeki abdal bırak ağlasın...
Bırak ağlasın, artık gündüzlerin ışığında aşk,
gecelerin sularında yakamozlar yok
ve kuşlar konsun diye gerilmiyor balkonlara
çamaşır ipleri;
duyuyorsun işte şiir de yazıyorlarmış iğfal şebekeleri!
Dışarıda üşüyen bir Haziran.
Dışarıda aşksız aşk, Aids, Hepatit b,
dışarıda hormonlu sevinçler, kokmayan güller.
Dışarıda dostluğun, puştluğun kolunda gülümsemesi;
ama öğrendim karanlıklardan ışık destelemeyi
ve baka baka irkilmiş gözlerine hayatın:
İnatla…İnatla gülümsemeyi;
öğrendim içimdeki abdalı hünerle gizlemeyi...
(Herkes fanusuna asmış kendini;
bu yüzden beklemiyorum farklı kıyametleri...)
D ı ş a r ı d a ü ş ü y e n b i r H a z i r a n.
D ı ş a r ı d a ö l d ü i n s a n.
Ö l d ü i n s a n…
H i ç b i r k i t a b a y a k ı ş m a d a n!
Ben de yaza yaza çürütüp dünlerimi;
her gün bu cehennemden çalıyorum kendimi…
Bu yüzden her şey:
Şey!
Havada hava, günlerinde gün, evlerde sarmısak soğan;
hepsi bu işte basit, olağan.
Her şey şey’dir;
inandıklarımızdır belki de yalan.
Abarttığımızdır,
kül’dür herkesin payına kalan...
Yılmaz Odabaşı
17 Kasım 2010 Çarşamba
Evde Yoklar
Girdiğim çıktığım kapılar.
Trenim gecikmeli, yüreğim bungun,
Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.
Dolanıp duruyorum ortalıkta.
Kedim hımbıl, yaprak döküyor çiçeğim,
Rakım bir türlü beyazlaşmıyor.
Anahtarım güç dönüyor kilidinde,
Nemli aldığım sigaralar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.
Kimi zaman çocuğum,
Bir müzik kutusu başucumda
Ve ayımın gözleri saydam.
Kimi zaman gardayım
Yanımda bavulum, yılgın ve ihtiyar.
Ne zaman bir dosta gitsem
Evde yoklar.
Bekliyorum bir kapının önünde,
Cebimde yazılmamış bir mektupla.
Bana karşı ben vardım
Çaldığım kapıların ardında,
Ben açtım, ben girdim
Selamlaştık ilk defa.
Metin Altıok
Yorum: Mümtaz Sevinç
16 Kasım 2010 Salı
Hitler Paris' te

İşgalden önce Fransızlar tarafından asansörün kabloları kesildiği için Hitler tepeye merdivenle çıkmak zorundaydı bu nedenle aşağıda kalıp poz vermekle yetindi. Fransa’yı ele geçirmişti ama Eiffel’i değil. Birkaç Nazi askeri tepeye kadar tırmanıp Gamalı Haç’ı oraya asmışlardı. Fakat bayrak çok büyüktü. Birkaç saat sonra uçup giden bu büyük bayrağın yerine daha küçük olanı asıldı. Tahmin edileceği üzere kısa süre sonra bir Fransız da çıkıp yerine Fransa bayrağını asmıştı.
Ağustos 1944’te İtilaf Devletleri Paris’e yaklaştıklarında, Hitler Paris askeri ataşesi General Dietrich von Choltitz’e şehri ve kuleyi yok etmesi emrini verir. Fakat general kuleye kıyamaz.
1887-89 yılları arasında Fransız Devrimi’nin 100. yıl kutlamaları için inşa edilen ve daha sonra şehrin mimari dokusuna zıt bir görüntü oluşturduğu için eleştirilen kule, o dönemin ileri gelen sanatçıları tarafından başlatılan bir kampanyayla yıkılmak istenmişti. Hatta yapılırken bile sadece 20 yıl için izin alınmıştı. Süresi dolunca sökülecekti.
Fakat halen ayakta.
Özgür Atak Öztürk
(Fotoğraf Neyi Anlatır)
Yalnızlık
Kapınızı anahtarınızla açıyorsanız… içinize yaptığınız yolculukları uzatıp duruyorsanız… ve kırlangıçlar göç etmişse boşluklara…
Duvara uzak tuğlalar gibi… aynadaki yüz… kilitsiz anahtar… sahipsiz mektuplar…
“Yalnızlığın mis kokmalı” der Bedri Rahmi Eyüboğlu. Ve “yalnızlığın kadarsın…”
Herkesin gittiği vakitler… başım ellerimin parantezinde… siyah beyaz bir ekrandan üstüme üstüme gelen bedelsiz renkler… kursağıma takılan hüzünler…
Samsun’a bakıyorum Kalemkaya’dan. Valhalla Ağacı* gibi görünüyor şehir, akşamın alacasında soluk, yorgun siluetiyle… Bir sevgili gibi biraz uzak ama tüm dallarıyla içimde... tüm kollarıyla sarıp sarmalıyor beni. Her ne kadar budasalar da geçmişini… ve yamalarla kapatsalar da daracık sokaklarını… kıyısında köşesinde sevgili beklediğim sessiz salıncağım, ana kucağı gibi…
Nereye baksam mavi düzyazı… yaralı anılarıma tuzlu bir gökyüzü gibi kapanıyor…
Gemiler geçiyor… Gemiler yüreğimden geçiyor… göğsünde uyuduğum gemiler… bir yanı sende bir yanı bende kalan, Turgut Uyar’ ın “içimizden kaldırdığı” saklambaç oynayan gemiler… alıp gidiyor altını çizdiğim özlemlerimi… yalnızlığım bana kalıyor.
"...koştum geldim ta sınırına değin.burdan ötesi suskunluk, zaman”…
Melih Cevdet Anday’ın, sevgilisinin gözlerinden uzaklığını anlatmak için yazdığı bu dizeler, küçük bir mektupla gönderdiğim boşluğunu doldurmuyor. İki ateş arasındaki ürkekliğimle kapı aralığında kalıyorum soru işareti gibi. Boşluğunla dolup taşıyorum.
Şükrü Erbaş’ın dizeleriyle ters yüz oluyorum:
“senin uzaklığın benim dönüp geldiğim;bu kadar yalın boşluğun tanımı"
Gerçekten bu kadar yalın mı boşluk? Edip Cansever’in “sonuçsuz, belki’li, kaygan." ve “sevilmemiş” dediği boşluğu alıp gidebilir miyiz taşındığımız yere?
Ludwig Wittgenstein, ‘üzerine konuşulamayan konusunda susmalı’ cümlesiyle bitirdiği eserinde özellikle yarım sayfalık bir boşluk bırakır. Sessizce karşılanıp sessizce uğurlanan ve tüm sayfada sadece beş harf bulunan metin tüm evrende yapayalnızdır.
Bu gün: Hiç, boşluk ve yalnızlık yeterince kalabalık.
Can ADALI
* Valhalla Ağacı: Kuzeyli Adam mitolojisinde Valhalla dağından bakıldığında görünebilen yalnızlık ağacı. Cesur olanların Valhalla'ya ulaşmak için tırmanmaya çalıştıkları ve söylentiye göre birçok yiğidin çıkmaya çalıştığı, ancak pek azının başarabildiği; başaramayanların herhangi bir dalında sonsuza dek yalnız kalmaya mahkum edildiği, dallarını ölüm ya da aşkın kırabildiği büyük ağaç.
14 Kasım 2010 Pazar
İstanbul' u dinliyorum
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Önce hafiften bir rüzgâr esiyor,
Yavaş yavaş sallanıyor,
Yapraklar ağaçlarda.
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları,
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken,
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık,
Ağlar çekiliyor dalyanlardan,
Bir kadının suya değiyor ayakları,
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşı,
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa,
Güvercin dolu avlular,
Çekiç sesleri geliyor doklardan,
Güzelim bahar rüzgârında ter kokuları,
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski âlemlerin sarhoşluğu,
Loş kayıkhaneleriyle bir yalı,
Dinmiş lodosların uğultusu içinde.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geçiyor kaldırımdan,
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar…
Bir şey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı…
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde,
Alnın sıcak mı, değil mi, bilmiyorum,
Dudakların ıslak mı, değil mi, bilmiyorum,
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından,
Kalbinin vuruşundan anlıyorum,
İstanbul’u dinliyorum…
13 Kasım 2010 Cumartesi
kıyısız kuşlar
Tokluk, açlık kadar müşfik değildir..
Hüseyin Murat Çinkılıç
12 Kasım 2010 Cuma
Temiz, İyi Aydınlatılmış Bir Yer (A Clean, Well - Lighted Place)
“Niye?”
“çaresizlikten”
“Nesi varmış?”
“ Hiç”
“Hiç olduğunu nereden biliyorsun?”
“Çok parası var”
Kafenin kapısının yanında, duvara bitişik bir masada oturuyor ve rüzgarla hafif hafif sallanan ağaçların gölgesinde oturan yaşlı adam hariç tüm masaların boşaldığı terasa bakıyorlardı. Caddeden bir asker ve kız geçti. Elektrik direğinin ışığı askerin yakasındaki rütbeyi aydınlattı. Kızın başında bere yoktu ve adamın yanında hızlı hızlı gidiyordu.
Bir garson “devriyeler yakalayacak” dedi.
“ Adam istediğini elde ettikten sonra ne fark eder?”
“Caddeden sapsa iyi eder, devriyeler yakalayacak, beş dakika önce geçtiler”
Gölgede oturan yaşlı adam bardağıyla tabağa vurdu. Genç olan garson adamın yanına gitti.
“Ne istiyorsun?”
Yaşlı adam ona baktı “bir brandi daha” dedi.
Garson “sarhoş olacaksın” dedi. Yaşlı adam ona baktı, garson gitti.
Arkadaşına “bütün gece oturacak” dedi. “uykum geldi, hiçbir zaman saat üçten önce yatmıyorum, geçen hafta kendisini öldürmeliydi”
Garson brandi şişesini ve tezgahın içinden bir başka bardak altlığı alıp yaşlı adamın masasına doğru gitti. Tabağı koydu ve kadehi ağzına kadar brandiyle doldurdu.
Sağır adama “geçen hafta kendini gebertmeliydin” dedi. Yaşlı adam parmağıyla işaret ederek “biraz daha koy” dedi. Garson biraz daha brandi koydu öyle ki, içki kadehin sapından iç içe konmuş bardak altlığı yığının en üstündekine kadar taştı. Yaşlı adam “teşekkür” dedi. Garson şişeyi kafeye götürdü. Tekrar masaya arkadaşının yanına oturdu.
“Sarhoş oldu”
“Her gece sarhoş”
“Niye kendini öldürmek istemiş?”
“Nereden bileyim?”
“Nasıl yapmış?”
“Kendini iple asmış”
“Kim kurtarmış?”
“Yeğeni”
“Niye kurtarmışlar?”
“ Günaha girmesinden korkmuşlar”
“Ne kadar parası var?”
“Çok parası varmış”
“Seksen yaşında filan vardır”
“Bence de seksen var”
“Keşke evine gitse hiçbir zaman saat üçten önce yatağa girmiyorum, yatılacak saat mi bu?!”
“ Gitmiyor çünkü oturmak hoşuna gidiyor”
“O yalnız ama ben yalnız değilim yatakta beni bekleyen bir karım var”
“Vaktiyle onun da karısı varmış”
“Şimdi karısı olsa da ona faydası olmazdı”
“Bilemezsin, bir karısı olsa daha iyi olabilirdi”
“Yeğeni bakıyormuş işte, ipten aldığını söyledin”
“Biliyorum, ben bu kadar yaşlanmak istemem, yaşlılar pis oluyor”
“Hepsi değil, bu yaşlı adam temiz pak biri, döküp saçmadan içkisini içiyor, şimdi sarhoşken bile öyle, baksana”
“Bakmak istemiyorum, keşke evine gitse, çalışmak zorunda olanlara hiç saygısı yok”
Yaşlı adam bardağının arkasından meydana sonra da garsonlara baktı.
Bardağını göstererek “bir brandi daha” dedi. Acelesi olan garson yanına geldi.
Aptalların sarhoşlarla veya yabancılarla konuşurken yaptığı gibi tamamlanmamış cümleler kurarak “bitti” dedi. “bu gece başka içki yok, kapandık”
Yaşlı adam “Bir tek daha” dedi.
Garson bir bezle masanın kenarını sildi ve başını salladı “Yok, bitti”
Yaşlı adam ayağa kalktı, yavaşça tabak altlıklarını saydı, cebinden deri bir cüzdan çıkarttı ve yarım pesata bahşiş de bırakarak hesabı ödedi. Caddeden aşağı giderken garson onu izledi; sallana sallana ama vakurla yürüyen çok yaşlı bir adam.
Acelesi olmayan garson “ Kalıp biraz daha içseydi niye bırakmadın?” dedi. Kepenkleri indiriyorlardı. “saat ikibuçuk bile olmadı”
“Evime yatağıma gitmek istiyorum”
“ Bir saatten ne olur ki?”
“Onun için olmaz ama benim için çok fark eder”
“Bir saat bir saattir”
“Sen de yaşlı adam gibi konuşuyorsun, bir şişe alıp evde de içebilir”
“Aynı şey değil”
Karısı olan garson “evet değil” diye ona hak verdi. Haksızlık yapmak istemiyordu sadece acelesi vardı.
“Ya sen? Her zamankinden önce eve gitmekten korkmuyor musun ya?”
“Sen bana hakaret mi ediyorsun?”
“Hayır yoldaş, sadece şaka yapıyordum”
Acelesi olan garson metal kepenkleri kapatırken “Hayır, ben kendime güveniyorum, kendimden eminim”
Yaşlı olan garson “gençsin, kendine güveniyorsun ve bir işin var, her şeye sahipsin”
“Ya senin neyin eksik?”
“İşten başka her şey”
“Benim sahip olduğum her şeye sen de sahipsin”
“Hayır benim kendime hiç güvenim yok hem genç de değilim”
“Hadii, saçmalamayı bırak da kapıyı kilitle”
Yaşlı garson “Ben şu geç saate kadar kafede oturanlardanım dedi.
“Yatağa gitmek istemeyenlerden, geceleyin ışık yanmasını isteyenlerden”
“Ben eve gidip yatağa yatmak istiyorum”
Yaşlı garson “seninle öyle farklıyız ki” dedi. Eve gitmek üzere giyinmişti. “Bu bir gençlik ve kendine güven meselesi değil, gerçi ikisi de güzel şeyler. Her gece kafeyi istemeye istemeye kapıyorum gelmek isteyen biri olabilir diye”
“Arkadaşım tüm gece açık olan yerler var”
“Anlamıyorsun, burası temiz ve güzel bir kafe, iyi aydınlanıyor, ışık çok iyi, hem ayrıca ağaçların gölgesi de var”
Genç garson “iyi geceler” dedi.
Öteki “iyi geceler” dedi. Işığı söndürüp kendi kendisine konuşmaya devam etti. Işık da mühimdi tabii ama yerin temiz ve güzel olması da gerekir. Müzik istemez. Kesinlikle müzik istemez. Bir barın önünde vakarla oturamazsın ama burada saatlerce bunu sağlayabiliyoruz. Neden korktu? Bu korku ya da ürkme değil. İyi bildiği bir hiçlikti. Hepsi bir hiç. adam da bir hiç. Tüm istediği temiz ve iyi aydınlatılmış bir yer, belli bir temizlik ve düzen, bazıları bunun içinde yaşar ama fark etmez, ama o hepsini biliyor, Cennet'teki hiçimiz, bize hiçliğimizi ver, günlük hiçliğimizi ver, bu dünyada da öteki dünyada da hiçliğimizi ver, hiçliklerimizi hiç et, bizi hiç gününden kurtar ve bizi hiçten koru Gülümsedi ve parlak bir kahve makinasının olduğu bir barın önünde durdu.
Barmen “siz ne istediniz?” diye sordu.
“Hiç”
Barmen “ kafayı yemiş biri daha” deyip gitti.
Garson “küçük bir fincan” dedi.
Barmen bir fincan doldurdu.
Garson “ışık bayağı parlak ve hoş ama tezgah cilalanmamış” dedi.
Barmen ona baktı ama cevap vermedi. Sohbet etmek için çok geç bir saatti.
Barmen “bir bardak daha ister misin?” diye sordu.
Garson “Hayır teşekkürler” dedi ve gitti. Barları ve meyhaneleri sevmezdi. Temiz, iyi aydınlatılmış bir yer çok farklı bir şeydi. Artık daha fazla düşünmeden evine, odasına gidecek, yatağına uzanacaktı. Ve ancak sabaha karşı uyuyacaktı. Kendi kendine sadece uykusuzluktan olmalı, çoğu kişi bundan muzdarip dedi.
Mum (The Candle)
11 Kasım 2010 Perşembe
Karanfil
çoktandır hiçbir yerdeydin
ne kadar değişmemişsin
ellerin ne kadar kalabalık
gözlerin ne kadar ansızın
seni böyle değişmemiş görmedim hiç
demek geldin
bu kent burada her zamanki ilkesizliğini yaşıyor
bir çarşı her gün ölüp ölüp diriliyor
radyoda iyi ayarlanmamış bir istasyon
gibi insanın sinirine dokunan sesiyle
bu kent burada her zamanki ilkesizliğini
demek geldin
çoktandır hiçbir yerdeydin
sen denize bakıyorsun ya
ben sana aşkları anlatmak istiyorum
unutulmuş masalları
unutulmuş masallardaki aşkları anlatmak istiyorum
sen denize yürüyorsun ya
ben sana herkesten önce özgür olmak için
mahkum ranzalarındaki çentiklerden çalıp
kendi çentiklerime kattıklarımı
anlatmak istiyorum
çarpıp duran bir pencere kanadı gibi
çarpan kalbimi
sen denize gömülüyorsun ya
bir karanfil kalıyor
girdabında
Salih Bolat