12 Aralık 2010 Pazar

Çocuklar Gibi

Bende hiç tükenmez bir hayat vardı
Kırlara yayılan ilkbahar gibi
Kalbim her dakika hızla çarpardı
Göğsümün içinde ateş var gibi

Bazı nur içinde, bazı sisteydim
Bazı beni seven bir göğüsteyim
Kah el üstündeydim, kah hapisteydim
Her yere sokulan bir rüzgar gibi

Aşkım iki günlük iptilalardı
Hayatım tükenmez maceralardı
İçimde binlerce istekler vardı
Bir şair, yahut bir hükümdar gibi

Hissedince sana vurulduğumu
Anladım ne kadar yorulduğumu
Sakinleştiğimi, durulduğumu
Denize dökülen bir pınar gibi

Şimdi şiir bence senin yüzündür
Şimdi benim tahtım senin dizindir
Sevgilim, saadet ikimizindir
Göklerden gelen bir yadigar gibi

Sözün şiirlerin mükemmelidir
Senden başkasını seven delidir
Yüzün çiçeklerin en güzelidir
Gözlerin bilinmez bir diyar gibi

Başını göğsüme sakla sevgilim
Güzel saçlarında dolaşsın elim
Bir gün ağlayalım, bir gün gülelim
Sevişen yaramaz çocuklar gibi

Sabahattin Ali


11 Aralık 2010 Cumartesi

Kılıcımı düşüren kılıcın değil, geçmişin!

Alman Edebiyat Ustalarından Hermann Hessenin "Siddhartha" sını okuyanlar bilirler. Budistliğin ulvi elçilerinden olan Siddhartha karakteri, oğlunun annesi olacak bir “f.a.h.i.ş.e.y.e” aşık olduğu için günahkardır. Bu nedenle, cematince yadsınır ve yok sayılır.

Günün birinde Siddhartha, “fahişe” nin bebeğini taşıdığını bilmeden aniden “estirerek” atıldığı cemaatten bağımsız ulviyetini kendi içinde yaratmayı isteyerek “fahişe” yi terk eder.

Ayrılık, “fahişe” nin kendisinden daha arınmış bir yolda, oğluyla var olma çabalarında karşılaşmalarına değin sürer. Karşılaşma anı önemlidir, çünkü “fahişe” artık hasta bir kadındır ve çocuğun O’nun oğlu olduğunu söyleyemeden Siddhartha’nın kollarında can verir.

Bir yüz yıla damgasını vuran ve Budizm adına çok önemli öğretilere konu olan kitabı, günümüz ilişkilerine evirmektir niyetim. Çünkü, tüketim müebbetine mahkum hayatlarımızda, sorarım size, ne kadar mutlusunuz?

Mutluluk hayatın genelinde yaşanılan küçük anların yüzdelik oranıdır sevgili okurlar. Kimilerinin mutluluk öznesi bir kadın / adam, iş, arkadaş ya da çocuk olur. Gönlüm, bu mutluluğu bir kadın ya da adamla yaşamanızdan yana olsa da, aşağıda sunacağım sebeplerden dolayı özne hedefinin zaman zaman şaştığı görülür.

Eğer mutluluk özneniz bir kadın ya da adamsa, aşkın henüz emekleme evrelerinde “Kılıcımı düşüren kılıcın değil, geçmişin” sorgulaması yaşanır.

Bu tümdengelimi salt “kadın”a mal edecek olursak, kadının geçmişindeki evlilik, çocuk, ilişki ve hatta flört dahi, mutluluğu ıskalamanıza dair verdiğiniz kararda önemli bir etkendir bey efendiler!

Eğer hayatınıza dokunan ve sizi mutlu kılan kaynağınız bir kadınsa; Ona, sadece O olduğu için sımsıkı sarılmanızı öneririm. Ancak, geçmişi “içinize sinen” bir mutluluk kaynağı aramaksa derdiniz; bu ön yargının size maliyeti, hayatınıza dokunan mutluluk öznesinin bir kadından ziyade iş, arkadaş ve çocuk olmasına evrilebilir.

Evliliklerin neredeyse yarısının boşanmayla sonuçlandığı günümüzde, kültürümüzün hala kabul edemediği “dul” luk mezhebi (ne demekse !) bir tabudur. Dul kadınla ancak sevişilir, evlenilmez. Hatta “eğlenilecek” ve “evlenilecek” kadın mevzusu şarkı sözleriyle dillerdedir.
Hele bir de çocuğu varsa şayet, olay çok daha çetrefilleşir.

Evet beyefendi, açıkça niyetim; önce senin sonra da seni yetiştiren annenin önyargılarını bir nebze de olsa kırmaktır.

Unutma ki, “sen” i sadece “sen” olduğun için kabullenecek bir kadını sadece “O” olduğu için kabullenebilirisin. Ancak mutluluğu, çevrenin çoktan seçmeli teste tabi tuttuğu birinde ararsan, içinde bulunduğun duruma üzülmekten başka birşey yapamam. Çünkü Antropolog olarak kültür kalıplarının zamanla evrilmeye mahkum olduğunu ve şu anda “cıs” olan birçok olgunun önümüzdeki yüzyıllarda mübah sayılacağı müjdesini vermeliyim.

Unutma ki, çevrenin sana öğrettiği “yolundan çıkma” nasihatları “yoldan çıkmak güzeldir” e evrilince yaşadığın hayatın mutluluk kaynağına sadece “O” olduğu için dokunabilirisin.

Hayatının mutluluk kaynağını ıskalamaman dileği, sevgi ve saygılarımla.

Evrim Gözener
Sosyal Antropolog

Yağ damlası


Siz hepiniz deniz -fırtınalı ve büyük-
Ben o denizin içinde.

Ben o denizin içinde bir yağ damlası
Katışık ve üvey

Ben yağ damlası
Hülyalı -dalganın yüzeyinde-

Siz hepiniz deniz -fırtınalı ve büyük-
Deniz yüreğimin içinde

"Zahrad: tarih dışı kılınanın tarihi"

Zareh Yaldızcıyan ya da bilinen adıyla Zahrad 21 Şubat 2007 günü İstanbul' da yaşamını yitirdi. Onun şiiri, tarih dışında duranın şiiridir..
Yurtdışında Çağdaş Türk Şiiri hakkında konferans vermek üzere davet edilmiş bir şairimize, yöneltilen sorulardan bir Zahrad' la ilgili olmuş. Kendisine İran şiiriyle ilgili bir sorunun neden yöneltildiğini anlamamış. Zahrad isminde dolayı böyle düşünmüş olsa gerek. Ona, Zahrad' ın İranlı değil, İstanbullu Ermeni bir şair olduğunu söyledim. Zahrad, 21 Şubat 2007 günü İstanbul' da yaşamını yitirdi. 1924 İstanbul doğumlu olan Zahrad' ın asıl adı Zareh Yaldızcıyan' dı. İstanbul Tıp Fakültesini yarıda bırakmış. Özgeçmiş adlı şiirinin G bölümü bu yıllarına ilişkindir: "Fakültede / Neşter attık kadavraya / inceden inceye / sinir sıyırdık / damar ayıkladık / ve lime lime / kas ve kemik ayrıştırdık / Fakat-ben / insanı tam tanıyamadım ki / -çaktın- dediler / sınav sonrası" Zahrad, askerlik görevini 1949'da yedek subay olarak tamamladıktan sonra, ilaç deposunda, kâğıtçıda, noterde, tıbbı malzeme kuruluşlarında çalışmış. Kravat ticaretiyle, kemer imalatıyla, musluk ve zincir ticaretiyle uğraşmış. Türkiye' de tanınmasa da... İlk şiiri, 1943'de yayımlanan Zahrad'ın ilk şiir kitabı Büyük Şehir 1960'da basılmış. Renkli Sınırlar (1968), İyi Gökyüzü (1871), Yeşil Toprak (1976), Bir Taşla İki Bahar (1989), Eğri Oturalım Gigo Konuşalım (1994), Ucu Ucuna (2001), Su Duvardan Yukarı (2004) Zahrad'ın diğer şiir kitapları. Zahrad'ın şiirleri 25 dile çevrilmiş. 1971'de Fransızca bir seçki, 1978'de Büyük Şehir kitabından bir seçki Rusçada yayımlanmış, İngilizceye çevrilmiş iki kitabı bulunuyor: Gigo Poems ve Selected Poems. Türkçede, karikatürist Ohannes Şaşkal tarafından tercüme edilmiş üç seçkisi yer alıyor: Yağ Damlası (İyi Şeyler Yayınları, 1993), Yapracığı Gören Balık (Belge Yayınları, 2002), Işığını Söndürme Sakın (Adam Yayınları, 2004).
Zahrad'ın uluslararası pek çok ödülü ve daveti var. Bu cümledeki 'uluslararası' ifadesinin aslında tanımlayıcı bir rolü yok. Şiirlerini anadilinde yazmış, Türk şiiri ortamında hemen hemen hiç tanınmayan ama kendi sınırlarını aşmış bir şair için, ulusal veya uluslararası ifadesinin açıklayıcı bir anlamı yok. Türkçedeki en geniş seçkisi olan Işığını Söndürme Sakın' ı oluşturan şiirlerin tinsel evreninin neliği açısından bakıldığında bu tanımların pek anlamı yok aslında. Zahrad'ın şiirini, Türk şiirinin temel özelliklerinden olan, ilerleme fikriyle ıralı bir tarih nosyonu ile toplumsal birini dile getiren sosyolojik bir atmosferle tanımlamak olanaklı değil. Zahrad' ın şiiri, tarih dışında duranın şiiridir. Zahrad, tarih dışında dururken, sadece ulus-devlet düşüncesinin yarattığı toplumsal değişim ve iktidar statülerinin dışında durmuyor, aynı zamanda gündelik hayatın modernleştirilmesi fenomeninin de dışında duruyor. Buna, tarih dışı kılınanın, tarihi, tarih dışı kılması da denilebilir. Bunlar, onun şiirine ait 'özne'nin sözlerinden çıkarılan sözler değil elbette. Burada özne tırnak içinde; çünkü, Zahrad'ın şiirinde konuşan anlatıcı ben bir özne değil, bir kişi. Bu şiir kişisinin sözleri, insanın varoluşuna, bu varoluştaki yalnızlığa ilişkin. Örneğin 'Yağ' şiiri: "Siz hepiniz deniz fırtınalı ve büyük- / Ben o denizin içinde / Ben o denizin içinde bir yağ damlası / Katışık ve üvey / Ben yağ damlası / Hülyalı dalganın yüzeyinde / Siz hepiniz deniz fırtınalı ve büyük- / Deniz yüreğimin içinde" Ama, bu şiiri, Zahrad'ın yukarıda özetlediğimiz biyografisini hesaba katarak okuduğumuzda, bu şiir, insanın tarih dışı kılınmasının veya tarih dışında kalmasının imgesini dile getirmektedir. Aşırı yorum denilebilir buna ama 'şairin hayatı şiirine dâhil' değil ise. Bu şiir, bir kavga şiiri değil zaten. Politik veya ideolojik bir şiir değil Zahrad'ın şiiri. Böyle bir çabası ve kaygısı zaten yok. Dolayısıyla Zahrad'da öne çıkan zaman değil, mekân. Bu mekân ise İstanbul'dur. Zahrad bir İstanbul şairidir. Test şiirinin ikinci bölümü şöyle: "Sahilinden geçecek olsanız Kumkapı'nın / a) leziz bir balık yemeyi düşlersiniz / b) deniz üstünde yürüyüp gitmek istersiniz Adalar'a / c) yaşam ne çabuk geçti diye düşünürsünüz / d) hatırlarsınız beş lira borcunuz olduğunu Agop' a" Bu şiirin tinsel evrenindeki İstanbul, modernleşmeden veya politik ve tarihsel olanın görünümü olan değişimleri devre dışı bırakmış, sanki sadece kişinin kişisel biyografisinde mevcut olan İstanbul'dur. Velet şiirinin giriş bölümü şöyle: "Mahallenin velediyim / -zillerinizi çalarım / ve siz açıncaya dek kapıyı / pırr... ben kirişi kırarım- / bakarsınız kimse yok" Şiirindeki ironi Zahrad'ın şiiri ironik bir şiirdir. Ancak bu ironinin ne Garip şiirinde olduğu gibi mizahi bir yönü vardır ne de Can Yücel'de olduğu gibi politik bir yönü. Zahrad'ın şiirindeki ironi, mantıksal karşıtlıklarla veya söz oyunlarıyla kurulan bir ironi değil, yaşamanın doğasından veya varoluşun kendisinden gelen çatışmanın, paradoksun açığa çıkmasından kaynaklanan bir ironidir. Dolayısıyla, trajik durumlarla bağlantılıdır bu ironi ve kaçınamadığımız, kaçınmamamız geren durumları dile getirir. Şöyledir Kurban şiiri: "Dört koyundular / İlkini kestiler önce / İkincisini haklarlarken tam / Kaçmayı denedi üçüncüsü / On metre gitti gitmedi / Enselediler / Ben o üçüncüsünün etinden yedim / Yaşam tadı vardı"
Burada yapılan alıntılardan anlaşılacağı gibi, Zahrad'ın şiiri, bir ruh durumu şiiri değil, bir öykü durumu şiiridir. Öykü değil, öykü durumu. Başı ve sonu olan bir hikâye söz konusu değil burada. İnsanın varoluşuna ilişkin kader belirleyici anın ortaya çıktığı bir durum söz konusu. Öykü durumu derken kastettiğim bu. Bu öykü durumu, yaşamın ortaya çıkma /çıkamama anını duymak için, duymayı dile getirir. Zahrad'ın şiirinin hemen hemen temel problemi, denilebilir ki, yaşamın ortaya çıkma /çıkamama anını yakalamanın değerini dile getirmekle ilgilidir. Bu problem Zahrad'ın şiirindeki köklü felsefi temelini dile getirir aynı zmanda. Ama yaşam derken, Zahrad'ın şiirinde işaret edilen bedir? Zahrad'ın şiirinin temel problemi olan yaşam kavramını tanımlamamızda, Spinoza'nın conatus kavramı bize yardımcı olabilir: "Her şey, kendinde olduğu ölçüde, kendi varlığında sürmeye çabalar." Her bireysel varlık, kendi varlığını dile getirir ve, kendi doğasından gelenden başka bir şey yapamaz. Spinoza, buna conatus der: Kendi varlığını sürdürmek için çabalamak. Bu çaba, haz ve neşe verir. İşte, Zahrad, yaşamının bütün dönemlerindeki, kendi varlığını sürdürme çabası içinde olan insanı ve onun cesaretinin sınırlarını gösterir bize. Gece Şarkısı adlı şiiri, bu konuda sadece fikir verici değil, aynı zamanda oldukça etkileyici ve keder verici bir şiirdir. Tamamını alıntılıyorum: "Bir kez harcamayagör / Çabuk tükenir sayılı aşk / Suyunu çeker / Sen bir zamanlar sanmıştın / Ki aşkın sınırı yok- / Oysa var/ Ve o/ Sınır sensin / Şimdi / Iskarmozları söküp götürmüşler / Nasıl kürek çekeceksin/ Yaşama? / İskorpitleri / Kim toplayacak? / Deniz bir uçurumdur / Ağzınla kadar su"
Zahrad' ın şiiri bir deneyim şiiriydi. Şairin yaratıcı doğasını, bu yaratıcılığın onun varoluşunda nasıl açığa çıktığını dile getiren Un Çuvalı şiiri de bunlardan biri. Bu şiirle bitirmek istiyorum: "Şair bir dostun varsa eğer / Ki yakınır durur / bitip tükendiğinden / tek satır yeni bir Kulak asma / şey döktüremediğinden / Adamakıllı sars hergeleyi / Sars ve silkele / Bir odun al ve indir / -Adam değil- herifçioğlu un çuvalı / Sarsıp silkeledikçe / İndirdikçe / Amma yeni heceler dökülür / Amma yeni dizeler / -Şaşakalırsın bu işe / Gel gör ki / Gece yalnızken / Dert edersin kendine / -Onunla aranda farklı olan ne?- / Uyku girmez gözüne" 

Yücel Kayıran (02.03.2007 Radikal)

İstanbul

Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle
Uzaktan seni düşünürüm İstanbul
Binbir direkli Halicinde akşam
Adalarında bahar
Süleymaniyende güneş
Hey sen güzelsin kavgamızın şehri

Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Bakışlarımda akşam karanlığın
Kulaklarımda sesin İstanbul

Ve uzaklardan
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul

Plajlarında karaborsacılar
Yağlı gövdelerini kuma sermiştir.
Kürtajlı genç kızlar cilve yapar karşılarında
Balıkpazarında depoya kaçırılan fasulyanın
Meyvesini birlikte devşirirler
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul

Et tereyağı şeker
Padişahın üç oğludur kenar mahallelerinde
Yumurta masalıyla büyütülür çocukların
Hürriyet yok
Ekmek yok
Hak yok
Kolların ardından bağlandı
Kesildi yolbaşların
Haramilerin gayrısına yaşamak yok

Almış dizginleri eline
Bir avuç vurguncu müteahhit toprak ağası
Onların kemik yalayan dostları
Onların sazı cazı villası doktoru dişçisi
Ve sen esnaf sen söyle sen memur sen entellektüel
Ve sen
Ve sen haktan bahseden Ortaköyün Cibalinin işçisi
Seni öldürürler
Seni sürerler
Buhranlar senin sırtından geçiştirilir
İpek şiltelerin istakozların
ve ahmak selameti için
Hakkında idam hükümleri verilir

Haktan bahseden namuslu insanları
Yağmurlu bir mart akşamı topladılar
Karanlık mahzenlerinde şehrin
Cellatlara gün doğdu
Kardeşlerin acısıyla yanan bir çift gözün vardır
Bir kalem yazın vardır
Dudaklarını yakan bir çift sözün vardır
Söylenmez

Haramiler kesmiş sokak başlarını
Polisin kırbacı celladın ipi spikerin çenesi baskı makinesi
Haramilerin elinde
Ve mahzenlerinde insanlar bekler
Gönüllerinde kavga gönüllerinde zafer
Bebeklerin hasreti içlerinde gömülü
Can yoldaşlar saklıdır mahzenlerinde

Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bulutların ardında damla damla sesler
Gülen çehreleri ve cesaretleriyle
Arkadaşlar çıktı karşıma
Dindi şakalarımın ağrısı

Bir kadın yoldaş tanırdım
Bir kardeş karısı
Hasta ciğerlerini taşıdığı çelimsiz kemikli omuzları
Ve hüzünlü çehresiyle bebelerini seyrederdi
Cellatlara emir verildiği gün haramilerin sarayında
Gebeliğin dokuzuncu ayında
Aç kurtların varoşlara saldırdığı
Tipili bir gece yarısı
Sırtında çok uzak bir köyden indirdi
Otuzbeş kiloluk sırrımızı
Zafer kanlı zafer kıpkırmızı

Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle
Ve bir kuruşa Yenihayat satan
Tophanenin karanlık sokaklarında
Koyunkoyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanatını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın

Vedat Türkali

10 Aralık 2010 Cuma

Saate Bakmak

Varsın her şey sonraya kalsın
Sonraya, en sonraya
Sözgelimi iki bin altı yüz kırk bir mil. Bir papatya ne kadar uzağı görebilirse
O kadar yakın kalplerimiz birbirine
Ölü bir denizi bile bir tartışmaya çevirdik
Kayaları taş devrine göre ölçtük biçtik
Kalemlerimizi kesilmiş çiçek sapları gibi attık
Kapıları açarken birbirimize ağladık.

(Ne kadar da çok severmişiz birbirimizi
Sahi ne kadar da çok severmişiz
Yıllarca, yüzyıllarca öpüştük
Sigaralar tuttuk, içkilerin en iyisini sunduk
İstersen bu gece burada kal, dedik
Sağlığımızı sorduk, bir sürü ilaç adları saydık
Sık sık görüşelim, olmaz mı dedik
İyi bildiğimiz ne varsa yaptık, ayrıldık
Ortada
Her zamanki gibi bir karanfil kaldı.)

Köşedeki tütüncü silaha çevirdi sigaralarını
Ödemesi çok güç sigaralara
Manav yarı anlamlı güldü biz geçerken
Eriklerden, çileklerden, o canım kirazlardan bile utanmadan
Hani o çocukluk küpesi olan kirazlardan
Hani rengi içimize göre değişen: mor, mavi, pembe, sarı
İlk defa merhaba dedi bir balıkçı
Çırparaktan elindeki suyu ölgün bizlere
Sigarası dudağında:merhaba!
Ya peki biz ne dedik, ne dedik
Yoldaki bir taşı şöyle bir kenara koyduk
Yakamıza rastgele bir çiçek iliştirdik
Su satılan dükkanlara baktık, yüzümüz cam cam ışıdı
Ve leylak kokuları gibi kendi kokumuza uzandık
Köşeyi döndük, bütün köşeleri hızla döndük
Su birikintilerinin ağaçlandığı eski bir sokağın tarihinde
Şöyle yazdı:
Her şey sonraya kaldı.

Ey ayaklarımızın dibindeki yoksul gül
Gölgesi yüreklerimizin
Öfkemiz sevgiye benziyor şimdi, sevgimiz öfkeye
Ve tartışmaya çevirdiğimiz deniz ölüler bırakıyor
Çıplak ölüler
Birbirine kenetlenmiş ölüler halinde.

Bir otobüse biniyoruz, sahiden biniyor muyuz
Söyle, nerde “Göğe bakma durakları”, nerde
Birinin elinde gazete ve süt
Gazete mi, evet gazete
Bütün manşetler tutsaklığı ve yenilgiyi çağrıştırıyor
Paramızı veriyoruz, üstünü alıyoruz, bozuk paralar
Cebimizde nikel
Cebimizde sarılmış ölüler halinde.

Her şey bir hızlı adım olmamaya
Ama dün gibi taşıdığımız bir umut gözlerimizde
Saatlerimize bakıyoruz hiç yoktan
Çok uzaklara bakmaktır, diyoruz, durmadan saate bakmak
Yemyeşil bir su takılıyor akrebe, bir çavlan
Yüzü akide gibi parlayan bir gün takılıyor yelkovana
Anılardan anılardan çoktan vazgeçtik
Yaşadığımız bugün nasıl
Güzelliğimiz hangi güzellik.

Biliyor muyuz, hayır, bilmiyoruz da
Acılarımızdan bir yaz kurduk onarıyoruz
Belki bir hazırlık bu başka yazlara
Yakın yazlara, uzak yazlara
Çünkü her şey eskiye kaldı, anılar bile
Her şey, ama her şey eskiye kaldı
Vakit yok bir daha yemyeşil eylül tramvaylarına

Edip Cansever 



9 Aralık 2010 Perşembe

"Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz."

Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kim zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine; sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutmağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, “- Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur,” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın..

Yusuf Atılgan "Aylak Adam"dan Alıntı, Yapı Kredi Yayınları


4 Aralık 2010 Cumartesi

tut ki gecedir

tut ki gecedir
karanlık sıvaşır ellerine camlardan
birden kırmızıya döner
trafik ışıkları
kükürtlü dumanlar yükselir
korkuya batmış
camkırığı adamlardan
tehlikeye büyür sakalları

tut ki gecedir
ihbarlar birer sansar
bir telefondan bir telefona atlar
yeraltı örgütleri tetik üstünde
adres değiştirmiş silah kaçakçıları
fahişeler birbirinden kuşkulanıyor

tut ki gecedir
katiller huzursuz
hırsızlar sinirli
hainler ürkekçedir
elleri telefona kendiliğinden uzanıyor
ihanete gece müthiş bir gerekçedir
ihbarlar birer sansar
bir telefondan bir telefona atlar

ihanet bir bilmecedir


Atillâ İlhan





Bir Kitap: Zehirlenen Çocuk

Sue Palmer' ın İletişim yayınları'ndan çıkan kitabı modern dünyanın çocuklar üzerindeki zararlı etkilerini anlatıyor.

20.yüzyılın ikinci yarısından beri içinde yaşadığımız modern dünya, bir yandan hayatlarımızı hiç olmadığı kadar renklendirip kolaylaştırırken diğer yandan inanılmaz derecede hızlanan temposuyla bizi strese sokuyor.

Yetişkinler olarak yaşadığımız toplumsal değişimin farkında olsak ve dizginleri tamamen elimizden bırakmamaya çalışsak da, korumayı unuttuğumuz bir şey var: çocuklar. Yüzyılın son çeyreğinden beri, başta gelişmiş dünya ülkeleri olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde, davranış sorunları ve duygusal sorunlarda büyük bir artış gözleniyor. DEHB ve disleksi gibi rahatsızlıklarda adeta patlama yaşanırken depresyon, dürtüsel davranış ve öğrenme güçlükleri giderek hız kazanıyor. Peki neden?

Otuz yıl boyunca öğretmenlik ve eğitim danışmanlığı yapmış olan Sue Palmer bu önemli ve çarpıcı kitabında, modern hayatın birbirinden ayrı tutulamayacak unsurlarının bir araya gelip toksik bir karışım oluşturarak çocuklarımızı nasıl zehirlediğini ortaya koyuyor. Sağlıksız ve düzensiz beslenmeden ebeveynlerin tecrübesizliklerine, elektronik aletlerden niteliksiz çocuk bakımına uzanan geniş bir yelpazede modern çocukların sorunlarını ele alıyor. Palmer Zehirlenen Çocukluk'ta, çeşitli disiplinlere mensup uzmanlardan edindiği verilerden yararlanıyor ve dünyanın birçok yerinde yapılan en son araştırmaları sunuyor. Her bir sorunu ayrı ayrı açıklayıp bunların nasıl üstesinden gelineceğine dair öneriler getiriyor.

Zehirlenen Çocukluk, anne-babalar, öğretmenler ve gelecek neslin modern sorunlarına çözüm arayan herkes için değerli bir kaynak.

....

Kitap Alıntı: "2004 yılında Amerikan Pediatri Akademisi her 6 çocuktan birine gelişim bozukluğu ve/veya davranış sorunu teşhisi konduğunu duyurmuştu. Dünya Sağlık Örgütü ise 2020’de çocuklardaki nöropsikiyatrik bozuklukların diğer sağlık sorunlarına oranla %50 artacağını öngörüyor. Çocuklarda artan oranlarda odaklanma, kendini kısıtlama, diğer insanların ihtiyaç ve çıkarlarını göz önüne alma ve öğrenme sorunları gözleniyor.
Peki çocuklara neler oluyor?

Toksik çocukluk sendromu etkisi altındalar. Çözümü ise çocukları detokslamak. Peki nasıl?
1. Abur cubur beslenmeden, yiyecek ve içeceklerin pazarlama mesajlarından, aşırı şekerli beslenmeden uzak kalarak yani yeme biçimimizi değiştirerek
2. Açık havada bol vakit geçirerek egzersiz, aktivite ve serbest oyun miktarını artırarak
3. Sağlıklı uyku alışkanlıkları geliştirerek
4. İletişimi detokslayarak -Teknolojiyle kesilmeyen göz teması kurarak, etkin dinleyerek, kaliteli sohbet ve paylaşımlar yaparak
5. Aile hayatını detokslayarak- Oyun oynayarak, aile gezileri, aile yemekleri, ortak hobiler gerçekleştirerek
6. Çocuk bakımını detokslayarak -İş-çocuk bakımı dengesini kurarak, kreş-okul’da kalma süreleri ve bakıcı kalitesine dikkat ederek
7. Eğitimi detokslayarak -Notlar yerine öğrenmeye odaklanarak, okulların değer ve inanç sistemlerini inceleyerek, okulla beraber çalışarak
8. Tüketici kültürünü detokslayarak -Reklamlar üzerine konuşarak, izledikleri içerikleri kontrol etmek, para harcamaya ilişkin kurallar oluşturmak, rol modelleri detokslamak
9. Elektronik köyü detokslamak -Teknoloji kullanımında içerikleri ve süreleri sınırlandırmak
10. Davranış biçimini detokslamak -Ebeveynlik tutumları"

Künye:

Adı: Zehirlenen Çocukluk
Alt Lejant: Modern Dünyanın Çocuklar Üzerindeki Zararlı Etkileri
Orjinal Adı: Toxic Childhood. How the Modern World is Damaging Our Children and What We Can Do About it
EAN: 9789750508189
Fiyat: 23,50 TL
Yayın No: İletişim - 1528
Dizi: Psykhe - 2
Sayfa: 400
Baskı: 1.Baskı Ekim 2010, İstanbul
Yazar: Sue Palmer
Çeviren: Özge Çağlar Aksoy
Dizi Editörü: Bahar Siber
Editör: Begüm Güzel
Kapak: Suat Aysu
Uygulama: Nurgül Şimşek
Düzelti: Dila Güngör
Dizin: Özgür Yıldız
Baskı ve Cilt: Sena Ofset

Kaynak: İletişim Yayınları

3 Aralık 2010 Cuma

Gümüş Saat

Hastalık bende babam öldüğü gün başladı. On bir yaşındaydım. Babamı çok severdim. Zaten başka kimsem yoktu. Analığım da onu severdi ya ! Ama ben, ancak babam eve girince yaşadığımı hissederdim. O sabahleyin evden çıkarken birdenbire etrafım kararır, insanlardan kaçar, korkardım.

Onun ölümüyle beraber başlayan sinir hastalığım; bayılmalarım, titremelerim doktorları bile aldatmıştı. Sahiden hasta olduğumu sanıyorlar, tebdili hava tavsiye ediyorlardı. Ama ben, kendim çok iyi biliyordum ki hasta değildim. Nasıl becerirdim ? Bilmem. Tiril tiril titrer, hayaletler görür gibi haykırır, düşer bayılırdım. Baygınlığım sırasında bütün sözleri işitir, doktorun nabzımı tuttuğunu bilir, ama dudaklarımı kenetler, ısırır, köpükler saçardım: Hepsini biliyorum. Bunu niçin yapardım. Bilir misiniz ? Babamın ölüsünü kıskanırdım da ondan. Herkes onun ölümüyle alâkadardı. Komşulardan tutun da kahvedeki arkadaşlarına kadar. Ne hakları vardı ? Onu yalnız ben seviyordum. O halde ben düşünüp üzülmeliydim. Onlara ne oluyordu ? İşte, etrafımı saranların babamın ölümünü benimle alâkadar olup unutmaları oyunlarına başlamıştım.

Zayıf, kansız bir oğlandım. Nihayet analığım, beni köye göndermekten başka çare bulamadı. Uzak akrabamızdan bir köylü gelip beni aldı.

Köyde ölesiye canım sıkılıyordu. Kimseden en küçük bir alâka görmüyordum.

Onlar için varlığım yokluğum müsaviydi. Ne yapsam kimsenin dikkatini çekemiyordum. Bana karşı o kadar lâkayıttılar ki var mıydım, yok muydum farkında bile değillerdi. Meselâ bir ağaç altında otların arasına saklanır oturur, öğle yemeğine gitmezdim. Bütün aile öğle vakti koşa koşa eve girer, mutfakta, kapı önlerinde bir şeyler atıştırırdı.

Ben iki saat sonra eve döndüğüm zaman kimse gelip de bana “Sen öğleyin yoktun. Karnın zil çalıyordur. Bir lokma bir şey ye” demezdi. Hasisliklerinden yapsalar ziyanı yoktu. Hayır hasisliklerinden değil, benim, kendimin farkında değildiler.

Bütün tesellim saatimdi. Bu babamdan kalmış bir gümüş saatti. Analığım köye gelirken bana vermişti. Onu gündüzün kimse bulmasın diye nerelere saklardım? Gece yatağıma girer girmez çıkarır, avucuma alır, kulağıma kor, dinler, sanki bir sevgiliyle, seninle imişim gibi Zehra, dünyalar benim olurdu. Azıcık ta sevinçten ağlardım.

Saatle ben, birbiri için ateşe atılmağa hazır, birbirinden ayrılmaz iki arkadaştık. Gündüzüm; geceleyin sarmaş dolaş ocağımızı, birbirimize hikâyeler anlatacağımızı düşünüp hiç konuşmayan iki arkadaştık.

Gece, köyde çakallar ulurdu. Korkardım. Saatimle büzülürdük. Yorgandan kafamı çıkarır, o avucumda, saatlerce çakal seslerini dinlerdik. Bir sabaha karşı yine çakal sesleriyle uyanmıştım. Odamın, tek penceresinde iki büyük ve parlak göz bana bakıyordu. Saatimle ben korktuk. Yorganı üstümüze çektik.

Ama bu gözlerin ne gözü olacağını merak edip dayanamadık. Yavaş yavaş pencereye yaklaştık. Odamıza bakan bir baykuştu. Sabaha kadar artık uyuyamadık. Çakallar sabaha kadar uludu. Baykuş sabaha kadar camdan bize baktı. Ortalık ağarırken köyden kaçtım.. Trenlere, tramvaylara, otobüslere bindim. O kadar zayıf, o kadar küçüktüm ki hiç bir biletçi benden bilet sormadı. Yolculardan birinin dört beş yaşındaki çocuğu sandı.

Yazdı. Şehir kocamandı. Her kovukta yattım. Geceleri çoğunca deniz kenarına iner, bazen surlarda, bazen odunlar arasında, bazen da hava çok sıcaksa sıcak kumlar, içinde yatardım. Gıdamı süprüntü tenekelerinde kedilerle beraber temin ederdim. Oralarda kendime ne ziyafetler çektim Zehra. Benim şirin, benim güzel Zehram!

Bir sabah, bir memur beni deniz kenarında uykumdan uyandırdı. Aldı götürdü. Kim olduğumu söyledim. Analığım ta Erzurum' lara gitmiş. Uzak akrabadan bir komşu beni yanına almak lûtfunda bulundu. Ona teslim ettiler. Yine eski mahallemize yerleştim. Ama iyi çocuk değildim galiba Zehra, kimse beni sevmiyordu. Ben de herkesten, nefret ediyordum. En çok çocuklar benim düşmanımdı. Beni görünce üzerime saldırıyorlar, dövüyorlardı. Zorları neydi ? Bilmem. Herhalde onlarla hiç konuşmadığım için. Benim onların konuşmasına ihtiyacım yoktu ki. Saatim benimle konuşurdu. Ben saatimle konuşurdum. Birbirimizi seviyorduk. Başka bir üçüncü arkadaşa ihtiyacımız yoktu. Çocuklar beni görünce saldırır­lardı: “Sıska, deli, saralı sıska...” diye.

İşte o günlerde karşıma sen çıktın Zehra. Futbol sahasının kenarında düşmanlarımı seyrediyordun. Ben gelip ta yanıbaşında durdum. Canım iki örgülü kalın saçını tutup çekmek istiyordu. Dönüp bana öyle bir baktın ki saatin hatırıma geldi. Sen güldün evvelâ, sonra ben güldüm. Yanıma sokuldun. Hemen saatimi çıkarıp sana gösterdim. İçindeki çarkları, kırmızı taşları, üstündeki şimendifer resmini beraberce seyrettik. Sen de benim saatim, gibi bir şeydin. İnsanın insandan bir saati olması da güzel bir şey diye düşünmüştüm. Sen gümüş saatimi almış, pembe kulağına götürmüştün. Futbolcular topu bırakıp etrafımıza birikmişti. Ben işi anlamıştım. Sen gider gitmez hücum edecekler, saatimi elimden alacaklar. Koca pabuçlarıyla kıracaklardı. Her şeyi, her şeyimi alabilirlerdi: İçimden midemi, kalbimi, ciğerlerimi, kafamdan aklımı, ama saatimi asla ! Onu futbolculara vermedim. Ömrümde ilk defa saat için çılgın gibi döğüştüm. Ellerinden kurtulunca soluğu evde aldım. Saatimi çıkardım. Artık işlemiyordu. Yatağımda sabaha kadar ağladım. Sabahleyin uzak akrabam çoluk çocuk odama doldular. Onlara da “Üstünde çalınmış bir saat var” diye haber gitmiş. Her tarafı aradılar. Bulmalarına imkân mı vardı? Ben işin böyle olacağını geceden düşünmüş, onu saklamıştım.

Öğleden sonra deniz, kenarına indim, Balıkçı Hasan Çavuş' a yalvardım. Biraz gezeyim diye sandalı aldım. Açıldım açıldım. Sonra durdum. Bozuk saatimi çıkardım.. Kapağını açtım. Kırmızı taşlarının üstüne senin o gün bana verdiğin papatyayı koydum. Kapağını kapadım. Sonra suyun üstüne yavaşça saatimi bıraktım. Döne döne batmaya başladı. Uzun zaman arkasından baktım. O görünmemeğe başladığı zaman bile hâlâ bakıyordum. Gözlerimden, yaş boşanıyordu. Şimdi artık saatim de yoktu. Ama sen aklıma geliyordun Zehra!

Bekledim... Bekledim... Denizin tâ dibine saatimin vardığını, orada, karanlıklar içinde, kimsenin onu bulamayacağı bir yerde yattığını hissedince küreklere asılarak döndüm.

Sait Faik Abasıyanık

(Hazırlayan: Muzaffer Uyguner, Balıkçının Ölümü, Yaşasın Edebiyat, Bilgi Yayınevi, Ankara 1977, s.116-120)


30 Kasım 2010 Salı

Dünya'nın gördüğü her büyük başarı, önce bir hayaldi. En büyük çınar bir tohumdu, en büyük kuş bir yumurtada gizliydi.


Haydarpaşa Garı

Haydarpaşa Garı yangınından pay çıkarmak için Mimar Taner Orhon' un 2005 yılında kaleme almış olduğu bu yazıyı okumak gerekiyor..
Anadolu coğrafyasının İstanbul' a varış noktası olarak nitelenen Haydarpaşa Garı, kendi çevresini de içine alan ve yaklaşık 1.000.000 m2'lik alanı kapsayan 'Dünya Ticaret Merkezi ve Kruvaziyer Liman' adı altında yapılaşmaya açılıyor. Basına yansıdığı kadarıyla, inşa edilecek yedi adet gökdelen, turizm, kongre, iş ve kültür merkezi gibi birimleri kapsarken, Haydarpaşa Garı otel, Kadıköy ve Harem' i de içine alan sahil kesimi yat limanı ve marinaya dönüşüyor. Gerçekleştirilmek istenen proje, İstanbul' un son 25 yıllık kentleşme tarihinde yaşanacak en ağır mekânsal dönüşümü öngörüyor. 17.09.2004 tarihli ve 5234 sayılı kanunun geçici 5. maddesiyle, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kadıköy Belediyesi'yle Üsküdar Belediyesi'ni devre dışı bırakarak, bölge ile ilgili her ölçekte imar planı yapmaya, yaptırmaya, değiştirmeye, re'sen onaylamaya ve ruhsat vermeye Bayındırlık ve İskan Bakanlığı'nı yetkili kılıp, kesinleşen planların uygulanması zorunludur hükmüyle projeyi gerçekleştirmek isteniyor. İstanbul coğrafyası kuşkusuz bu tür müdahalelerle ilk defa karşılaşmıyor, fakat gerçekleştirilmeye çalışılan proje büyüklüğü ve kapsadığı alan ile bir ilk olma özelliği taşıyor. Bu özellik onu, toplumsal gerçeklikle ilişkilendirirken, farklı bir bütünsellikle ele almayı zorunlu kılıyor. Buradaki 'bütünlük' kavramı, toplumsal olguların ve gerçeklerin ilişkilenmiş biraradalığını ifade ediyor. Bütünün kendisini var eden parçalarla ve parçaların kendi aralarında kurdukları ilişkilerle birlikte oluşan toplumsal gerçeklik, kentsel yapılı çevreye yapılan müdahalelerin çözümlemesini, sadece 'yer' in ontolojik özelliklerinden hareketle yapabilme rahatlığını da ortadan kaldırıyor. Kent coğrafyasının, 'yer'in ontolojik özelliklerinden hareketle kavranışı, onu ait olduğu toplumsal ilişkiler sisteminden kopartıp, tarihsel, kültürel, doğal ve hatta etnik özellikleriyle değerlendirmeye tabi tutuyor. Örneğin, Suudi prense satılan Sevda Tepesi, Mısırlı Yalısı' nın bahçesi ve koruluk alan olma özelliği ile gündeme gelirken, Park Otel ve Gökkafes' e muhalefetin merkezinde, İstanbul'un bozulan silueti yer alıyor. 1.000.000 m2 alan söz konusu olduğunda ise yerin kendisine ait özellikler iyice silikleşirken, dönüşümü değerlendirmek başka bir kavramsal çerçeveyi zorunlu kılıyor.
Küresel pazar
Bu çerçeve, yapılı çevrenin dönüşümünü, kapitalist sermaye birikimi ile ilişkilendirip, onu içinde barındırdığı siyasallaşmayla birlikte kavramaktır. Kapitalizm, son 30 yılda biriktirdiği krizini, kendisini var eden hegemonik ilişkileri 'küreselleşme' adı ile mikro ölçekten makro ölçeğe kadar yeniden tanımlayarak aşmak istiyor. Azgelişmiş ülke ekonomileri, yapısal uyum programları aracılığı ile uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere, pazar haline getiriliyor. Küresel pazarda yer bulabilmek, küresel rekabeti artırabilmek ve yabancı sermayeyi ülkeye çekmek kamu hizmetlerinden ve sosyal devlet politikalarından vazgeçmeyi gerektiriyor. Kalkınma ve kamu yararı kavramlarının yerini yükselen piyasalar alıyor. Borsa-faiz-kur üçgeni toplumsal yaşamın merkezine yerleşiyor ve bu noktadan sonra küreselleşme, kapitalizmin kendi nesnelliğinin zorlamasıyla birlikte, onun sahibi sınıfın öznel tercihleriyle yüklü ideolojik bir saldırıya dönüşüyor. Küresel sermayeye eklemlenme amacıyla gerçekleştirilen dönüşümler, sadece üretim alanıyla sınırlı kalmayıp toplumsal yaşama ve kent coğrafyasına da sıçrıyor. Küreselleşme ideolojisinin azgelişmiş ülkelere dayattığı planlı projesinin ayakları üretim alanında, 'post-fordizm', kültürel alanda 'post-modernizm', kentsel alanda 'yarışan yerellikler' ve 'küresel kentler ağı' olarak şekilleniyor. Yarışan yerellikler kuramı, kapitalizmin eşitsiz gelişimine uğramış mekânsal birimlerinin, sermayenin kârlılığını artıracak şekilde yeniden yapılanmasını öngörüyor. Yeniden yapılanma sürecine giren coğrafyalar ikili bir değişime uğruyor. İlki, tekrar ilk paragrafa dönersek, mekânın 'ontolojisi', yer olma özellikleri tamamen ortadan kalkıyor, tarihselliğinden, yaşanmışlığından ve kullanım değerinden soyutlanan mekân, sadece değişimin nesnesi haline gelip kârlılığı maksimize etmenin aracına dönüşüyor. Diğer değişim, söz konusu yerellikteki artı değer sömürüsünün de maksimuma çıkarılmasını, yani, işçi ücretlerinin sermayenin o mekânı tercih etmesini gerektirecek kadar düşük tutulması sayesinde gerçekleşiyor. Diğer yandan, mekânda aniden yoğunlaşan sermaye de eşitsizlikleri körükleyici bir etki yapıyor. Küresel sermayenin isteklerine cevap veren herhangi bir yerellik, bir başka yerelin ortaya çıkıp çıtayı yükseltmesine kadar gündemde kalıyor. Peki tüm bunlardan sonra ne oluyor? Küreselleşme ideologlarının öngördüğü şekilde, kentsel çevreye yapılan yabancı sermaye yatırımı kalkınmanın bir aracı olup verimliliği artırıyor mu? Siyasal iktisadın tanımlarıyla kesinlikle hayır. Çünkü kalkınma, işgücünün verimliliğinin artması, bunun için de çok yüksek düzeyde üretim araçları kütlesinin kullanılması gerekiyor. Diğer ifade ile yatırımın, ticaret ve finans sektöründen çok sanayi sektörüne yapılması gerekiyor. Peki sanayi sektörüne yapılan yatırım sonucu elde edilen gelirin, mekân gelişmesinde oynadığı rol nasıl ortaya çıkıyor? İşte buradaki ayraç, siyasi öznenin üretim sonucu oluşan katma değeri nerede, nasıl ve kimin için kullanacağı konusunda vereceği karar oluyor. Bilinen ise şu; katma değerin üretildiği coğrafi mekânlar değil, kullanıldığı mekânlar gelişiyor ve değişime uğruyor.

Nüfusun yoksullaşması Haydarpaşa ve çevresinde gerçekleştirilmek istenen değişime, yukarıda anlatılan kavramsal çerçeve ile yaklaşırsak, karşımıza, sermayenin, birikim krizini aşma doğrultusunda, küresel kentler ağına yarışan yerellikler kavramı üzerinden eklemlenme isteği çıkar. Bu amaçla Haydarpaşa Garı ve çevresi küresel kentin ayırıcı görünümü olan, kongre, turizm, iş merkezi liman ve eğlence merkezine dönüştürülür. Süreç, iletişim ağlarıyla emperyalist merkezlere bağlanan Singapur, Manila, Beyrut gibi kentlerde gerçekleştiği şekliyle işlemeye başlar. 1.000.000 m2 alan kamuya kapatılır. İnşai faaliyetler çok büyük bir iş gücünü azgelişmiş bölgelerden merkeze doğru çeker, yapım esnasında ve sonrasında sunulacak hizmetler sermayenin diğer sermayelerle ve emeğin emekle rekabeti nedeniyle minimum maliyetlerde olmak zorundadır. Minimum maliyet küresel rekabette gücünü koruyabilmenin olmazsa olmazıdır. Ancak bu rekabet, kent nüfusunun hızla yoksullaşmasıyla sonuçlanır. Diğer yandan, arazi spekülasyonu ve ondan elde edilen rant sonucu oluşan konut fiyatları merkezde yaşayan işgücünü çevreye doğru iter. İkinci sonuç, çevrede oluşan kaçak yapılaşma veya gecekondulaşmadır. Metropolde yaşayanların gündelik yaşamı da değişime uğrar, merkezden uzaklaşma, emeğin yeniden üretiminde gerekli iş dışı yaşamın azalmasını, onun yerine ulaşıma ayrılan sürenin uzamasını gerekli kılar. Küresel kent, metropolün bütününde değil, kısıtlı bir parçasında toplumsal, ekonomik, mekânsal değişimin yaşandığı yerdir. Haydarpaşa Garı ve çevresinde yaşanacak süreç de bu gelişmelerden azade olmayacaktır. Dolayısıyla, liman ve çevresinin yapılaşmaya açılması karşısında geliştirilecek bir projenin, 'yer' in ontolojik özelliklerini (tarihsel, kültürel, doğal) değil, küreselleşme ideolojisinin siyasal dinamiklerini ve onun mekâna etkilerini kavrayan ve ona karşı duruşu içeren bir bakışı oluşturması gerekiyor. Sermayenin mekân üzerinde rahatça hareketinin temel belirleyeni, kendi iç dinamiklerinden daha çok, toplumsal sınıfların siyasal mücadeleleri sonucunda ortaya çıkan siyasal dengeler oluyor.

Taner Orhon (Mimar)

İzleyiciler