17 Aralık 2010 Cuma

'Sınıfın Ozanı' Rıfat Ilgaz

Rıfat Ilgaz' ın ilk kitabı Yarenlik'in birinci baskısı önümde duruyor: "1943 İstanbul Sebat Basımevi". Otuz beşinci sayfasındaki "Böyle mi olacak ölümüm" şöyle başlıyor:

"Sanıyorum fazla beklemeyeceğim / tekaüt kahvelerinde ecelimi./ Soğuk algınlığını bahane ederek / el etek çekildiği zaman ortalıktan / başımı alıp gideceğim."

Hiç de sessiz gitmedi Rıfat Hoca. Yaşamı boyunca kovuşturuldu. Öğretmenlikten atıldı, hücrelere konuk oldu, yazıları gazetelere sokulmadı, nefes alışı bile izlendi, sonra bu çelişkiler ülkesinde ölümü televizyonlara haber oldu, neredeyse devlet töreniyle uğurlanacaktı. Oysa ne tören bekledi, ne övgü sözleri. O bir "40 kuşağı şairiydi".

"Ne varsa yitirdiğim / Bütün bulduklarım şiirde / Kafiyeden önce gelen / Sevgilerimiz mi sade / Sürgün de var / Hapis de" diyen oydu.

Rıfat Ilgaz'ı tanıdığımda 'Hababam Sınıfı'nın yazarıydı benim için. Oyunun dorukta olduğu günlerdi. Kimselerin şairliğinden söz etmediği günler. Hemen o günlerde "Karakılçık" yayınlandı. Ama benim Rıfat Ilgaz' ı "şairlerimin" arasına katışım birkaç yıl sonra "Uzak Değil" ile oldu.

'Hababam Sınıfı' gündemdeydi diyordum. Ülkede ne kadar sahne varsa hiç değilse bir kez oynanmış olmalı. Oysa Rıfat Ağabey otelde kalıyor, oyunun geliri kime gidiyorsa gidiyor, o ünüyle yetiniyordu. Arada yakınıyordu ama ümidi kesmiş gibiydi telif haklarından. Tam o günlerde oyun bizim mahalledeki yazlık sinemaya geldi. Ulvi Uraz' lı Zeki-Metin' li ilk kadro oynadığı kadar oynamış, oyuncular ünlenmiş, şimdi nöbeti yeni bir kadro almıştı. Tulum Hayri rolünde Ali Poyrazoğlu vardı. Diğerlerini anımsayamıyorum. Turnenin izini yakalayınca oturup bir mektup yazdı Rıfat Ilgaz. Ben de götürüp oyun gecesi verdim tiyatroculara. Sonuç yok tabii.. Hayat devam ediyordu. Rıfat Hoca evlenecekti. Önünde ise beklenmeyen büyük bir engel: Nüfus kâğıdı Piyer Loti Oteli'ndeydi. Otele borcu olduğu için gidip alamıyordu. Altıncı mı, yedinci mi evliliğini yapan bir büyüğüme başka ne yapabilirdim. Gittim otele. Danışmadaki gence "Rıfat Ilgaz' ın nüfus kâğıdını ver !" dedim. Genç ne sandıysa çıkarıp verdi. Koşar adım döndüm Öncü Kitabevi' ne. Rıfat Ilgaz nüfus kâğıdını alınca bir sevindi ki, "Artık evlenebilirim" dedi sanki başka bir şey gerekmiyormuş gibi. Nüfus kâğıdına baktık. Evlenme ve boşanmalardan boş yer kalmamıştı. Ne güzeldi o çok sayfalı nüfus kâğıtları. İlkokula giriş, ekmek vesikası, askerlik, evlilikler, boşanmalar. Şimdi adı kimlik oldu. Her seferinde değiştiriyorlar. Geçmişimizle bağımız kopuyor.

Rıfat Hoca, her ne kadar "Anlaşıldı kara günler için doğmuşuz. / İçli dışlı olmuşuz acılarla. / Aydınlığın dar kapılarından / Geçemeyiz güle oynaya / Bayram kaçağıyız." dese de hayatı neşeli tarafından alıyordu. En sıkıntılı günlerini "Nasıl sevmezsin Heybeli' yi / Herkesin bağı bahçesi ayrılmış / Denizde kotrası yalısı / Ayırmış ayıran hastanesinde / Bizim de yatağımızı" diye tiye almasından belli değil mi.

Altmışlarda umut havası esiyordu. Henüz 12' lerden eser yoktu. Otellerde de kalsa yüreği umut dolu, neşesi yerindeydi. O günlerde en eğlenceli maceralarından biri Orhan Kemal ile yaptığı röportajdı. Orhan Kemal' in hastaneden yeni çıktığı bir dönemde, röportajı fotoğraflarla da süslemek için poz poz resmini çekmişti. Orhan Kemal, "Yorgunum, halsizim" dedikçe, "Ayağa kalk, otur, elini kaldır, şu tarafa bak" diye canını çıkarmıştı. Filmi fotoğrafçıya verirken de uzun uzun tembihlemişti, "Büyük bir yazarın fotoğrafları var. Aman iyi banyo et" diye. Filmi almaya gittiğinde fotoğrafçı "Bu kocakarılar yazardır ?" diye sormuş. Filmin başında üç beş poz aile resmi. Sonrası bomboş. Diyafram açılmamış. "Utana sıkıla gidip 'bir resmini versene' dedim" diye gülüyordu.

Öyle seviyordu ki yurdunu, insanlarını; öğretmen oldu, şair oldu, her şeye göğüs gerdi, "gülmece yazarı" ve "veremli" sanlarına bile. Saygı duyulacak direnci ile "Ara ki bulasın sayfalarda / Şair Rıfat Ilgaz' ı" günlerini de atlattı. Kitap fuarlarında uzayıp giden bitmek bilmeyen imza kuyrukları bilmem unutturabildi mi geçmişin ayıbını ?

Bir şair öldü. Geride dizeleri kaldı: "Rahat günlerin işçisi olacaktık / Güzel günlerin şairi / Bir çift sözümüz vardı / Nar çiçeği gül dalı üstüne / Dudaklarımızda kaldı."

Ergin Koparan
(Temmuz 2003 - Tersakan)


16 Aralık 2010 Perşembe

Lumumba

Aldandın sen Lumumba
Aldandım ben.
Aldattılar aklı ve özgürlüğü.
Bilmem gerekliydi ya, bunu
Ben kurtuluş savaşı çocuğu
Tanımalıydım bu eski yüzü
İzmir'den Ankara'ya yangınlar alazında
Çocukların çığlığından, anaların acısından.

Aldattılar seni Lumumba
Aldatıyorlar beni.
Aldanıyoruz düpedüz
Tutsak halkların sunduğu tepsi
Belçikalı sofralara (amanın adı özgür ekonomi)
Bakır uranyum ve altın madeni
Kauçuk tarlalarında sömürge şapkaları
En ucuz zenginlik el emeği.

Aldandın sen Lumumba
Aldandım ben.
Aldatıyorlar gazetelerle, televizyonlarla.
Batı - O, Eflatunda kaldı - Batı? neymiş Batı?
Anamalın sömürgeci saltanatı,
Veren bir elle, alan bin elle
Bağımsızlıklar satılan çarşılar Çombelerle
Ve kanlı yumruğu bekçilik edenlerin
Tefeci konaklarına Batılı Brükselin.

Aldattılar seni Lumumba
Aldatıyorlar beni.
Güçlüdür o yargıçlar yargılıyız aldanmaya
Bankalardan uçaklarla roketlerle geliyorlar
Uyandığını duydular mı halkın gerinerek
İniveriyorlar ossaat tepesine
Tutulmuş paralı askerlerle.
Kongo bir halk ormanı değil artık
Kanlı sürgün avı doyumsuz çıkarların.
Vurdular seni Lumumba
Vururlar bizi.
Vuruyorlar o karanlık ırmaklarda
Ormanları delip geçen namuslu hançer ışıltıyı
Kara sıcak senin kanın akar Afrika gecesinden
Yağlı pırıl pırıl yüzleriyle iş adamları
Çil paralar atıyorlar dünya radyolarından
Düpedüz dilini tutmuş insanlığa.

Güçlüdürler, güçlü onlar: Kongo zengin,
Ezilmişlikle yoksulluk her yerde dilsizdir,
Dilsizdir fakir beyazlar ve zenci milyonlar
Aldanıyoruz durmadan, elimizde ne var?
Asyada, Afrikada, Güney Amerikada,
Perulu kızlar, Viyetnamlı oğullar
Ve sen Lumumba
Bedeni delik deşik zenci baba !

Ceyhun Atuf Kansu

Fotoğraf: Patrice Lumumba




Öldüğünü Kimse Bilmiyor


Yeşilçam Hitchcock’una, gençliğime !

Sinemalar nasıl da nefisti o zamanlar
ben bu izzet-i nefisle geldimdi oralardan
kadınlar leke leke geldimdi sinemalar lime lime kaldımdı
laf aramızda Garbo nefisti Gardner nefisti
Deneuve nefisti Janet Leigh nefisti
filmlerden kaçma gençlik arkadaşımdı Errol Flynn
Hollywood’a niyet Hitchcock’u Londra’da yakaladığımda
gençliğime çok cennet bi’güzel purosunu ateşledimdi
:Alpay hariç!
bütün mustafalar biraz deliydi o zamanlar

Sinemalar nasıl da arzuydu o zamanlar
ben bu sine-i arzu geldimdi oralardan
memelerinden sevdiğim kadınlar
memeuçlarımdan içime girerdi
Arzu Feri Mine dudaklarından kasıklarına
birer geniş göktüler - bileklerimde birer kesik şimdi her biri !
Doğuştan günaha meyilliydim ya
kinim de kirim de beyazperdeydi
gidip kendimi kadınlarda temize çekerdim
ben de bilirdim ki neyim var neyim yok hepsi kabahat
kin ve kirden pirüpak bir yalandı cennetim: adı Nebahat
: Alpay dahil !
bütün mustafalar çokça deliydi o zamanlar

Ben mi demiştim biri mi demişti
"bir ölüden alır herkes bir ölümü"
o eski hastalık hangi galaya gitsem şimdi
kendim dahil herkesin yüzü kem kıyamet
sen öldün, sinemaların öldü, sen de bir ölüsün diyorlar
sinema veremlisi iki gizli ikizdik biz doğuştan
:Alpay-Tolgay
ikimiz de hep iki şeyden düşerdik: kadından ve veremden
ikimizden biri düşse annemizin sesini duyardık
"oğlum, kardeşin düştü kaldır içi kanayacak !"
Beyoğlu’nda bir otel odasında bir ölüden
kalıbıma göre giyindiğim bir ölüm şimdi bu
ben değil sinemalar söylüyor: üç ay olmuş ben öleli
yalnızca afişleri değiştiren bir çocuk sesi tek duyduğum
sinemalar göz parkıdır, sinemacılar ölmez diyor
Metin Erksan dahil öldüğümü kimse bilmiyor

Hüseyin Alemdar (Beyoğlu - 22.02.2006)



14 Aralık 2010 Salı

Düello

Yenilirsem yenilirim, ne çıkar yenilmekten?
Seninle çarpışmak kişiliğimi pekiştirir benim.
Ayak bileklerime kadar bu deredeyim işte,
Yerin yassı taşları tabanımın altında,
Alnımda birleşmekte güneşin raylarından
Hışırtıyla geçen kartalların sesleri.
Unuttuğum bir bitkinin yaprakları gibi
Göğsüme değerse kurşunların, ne çıkar?

Bilmem nişancılığı, tabanca kullanmadım;
Ama karşıma alıp seni horoz düşürmek de,
Seni vuramamak da yüreğimi pekiştirir benim.
Ölürsem güzel bir ölü olurum,
Saçlarıma yuva kurar bir anda kirpiler,
Kar, örtemeye kalkışır gökkuşağını,
Ve onurlu, yoksul böceklerin gazetecisi
Ben gülümserken resmimi çeker.

Ülkü Tamer


narcissus kendine aldanmadı düş(l)erken
balıkları gördü 
ol hikâye böyleydi 
nergisler ısıtsın içimizi.. 

hüseyin murat çinkılıç

Devrim



Gövdemin böyle ulu bir
okyanus olduğunu bileydim 

Kimileyin de
dilde tefe konduğumu

Sığar mıydım 
iki hecelik sözcüğe... 

Nazım Mutlu

Fotoğraf: İspanya İç Savaşı' ndan.  Barcelona’daki Hotel Colon’un çatısında 17 yaşındaki gazeteci ve milis Marina Ginestà.  

12 Aralık 2010 Pazar

Keder Üzerine

Bu duyguyu hiç bilmiyorum, ne seviyorum, ne de değer veriyorum. Oysa insanlar sanki her şeyi önceden biliyormuş gibi bir tavırla kedere özel bir yer ayırmayı alışkanlık haline getirmişler. Kederi, akılla, erdemle, bilinçle donatıyorlar. Ne aptalca ve çirkin bir süsleme ! İtalyanlar akıllıca düşünüp ona "kötülük" demişler. Çünkü kederli olmak, her zaman zararlı, her zaman delice bir var oluş tarzı. Stoacılar da kederi alçakça ve korkakça buldukları için öğrencilerine bu duyguyu yasaklamışlardır.

Mısır Kralı Psammenite (1), Pers Kralı Kambiz (2) tarafından yenilgiye uğratılıp esir düştüğünde hizmetçi kıyafetleri içinde su taşımaya gönderilen kızını gördü. Yanındaki bütün arkadaşları sızlanıp ağlarken o gözleri yerde, sakince oturuyordu. Oğlunun işkenceye götürüldüğünü gördüğünde de aynı şeyi yaptı. Ama tutsaklar arasında hizmetçilerinden birini görünce korkunç acısını göstermek için kafasını duvara vurdu.

Bu durum geçenlerde bizim prenslerden birinin başına gelen olayla karşılaştırılabilir. Önce aile içinde şerefli bir yeri olan ağabeyinin, ardından da küçük kardeşlerinden birinin öldüğünü öğrendiğinde örnek bir tavır sergiler, çok sabırlı davranır. Ama birkaç gün sonra adamlarından biri ölünce kararlılığını bırakıp kendini acıya ve kedere verir. Prensin özellikle talihin bu son darbesinden etkilendiğini düşünenler var ama aslında prens öyle kederliydi ki en son gelen küçücük bir darbeyle bir çırpıda yıkılmıştı.

Başka bir karşılaştırma yapmak için bir önceki hikâyeye ekleme yapmam gerekiyor sanırım. Cambyse, Psammenite' e kızının ve oğlunun başına gelenlere neden hiç şaşırmadığını ama arkadaşını o halde görmeye dayanamadığını sorunca Psammenite şöyle cevap verir: "Yalnızca bu son acı, gözyaşlarıyla gösterilebilir, kızımın ve oğlumun acısı ifade edilebilecek herşeyin ötesindedir."

İşte bu yüzden şairler, önce yedi oğlunu, hemen ardından da yedi kızını kaybeden zavallı Niyobe'nin (3) böyle bir acıya katlanamayıp sonunda, başımıza gelen kazalar dayanma gücümüzü aşarak bizi bunalttığında kapıldığımız o sağır, dilsiz, donuk aptallığı ifade etmek için "acıdan taşlaşmış" bir kayaya döndüğünü söylerler.

Aslında acının en uç noktasına ulaşmak için, acının bütün ruhu kaplaması ve ruhun hareket özgürlüğünü elinden alması gerekir. Çok kötü bir haber aldığımızda bu yüzden felç olmuş gibi en ufak bir hareket yapmadan yerimizde kalırız. Hemen ardından kendimizi gözyaşlarına ve yakınmalara bıraktığımızda ruh kendini özgürleşmiş, bağlarından kurtulmuş ve rahatlamış hisseder.

"Acısı en sonunda ses verdi." Virgilius (4)


1) Firavun Amasis' in oğlu. Amasis' in yönetiminden sonra hemen hemen bütün Asya, Perslerin eline geçmiştir. Lidya ve Babylon' u da ele geçirdikten sonra Pelusium' da Mısır ordusuyla karşılaşan Pers ordusu burada da galip gelir. Pers ordusunu engelleyemeyen Psammenite esir düştükten sonra kendini öldürür. Mısır bu tarihten sonra Pers imparatorluğunun basit bir sınır eyaletine dönüşür.

2) Mısır' ı da ele geçirerek (M.Ö. 525) doğudaki fethini tamamlayan büyük Pers kralı.

3)Yunan mitolojisinde Tebai kralı Amfiyon' ın karısı. Homeros' un efsanesine göre Niyobe, doğurganlığıyla övünür, altı kız ve altı erkek çocuğa sahip olduğu için Apollo ve Artemis' in annesi ve Zeus' un karısı olan Leto' dan üstün olduğunu düşünür. Niyobe' nin kibrini cezalandırmak için Apollo erkek çocuklarını, Artemis de kız çocuklarını öldürür. Niyobe çok üzülür, çok gözyaşı döker. O kadar ağlar ki sonunda kayaya dönüşür. Sözü geçen bu kaya Manisa' nın Spil Dağı eteklerinde bulunmaktadır. Uzun saçlı bir kadın başına benzeyen kayada, gözleri andıran bölgeden su sızar.

4) Latin şair (M.Ö. 70-19). Doğayla uyumu ve çalışmayı öven felsefi destan Georgiques ile çağının en büyük şairi olduğunu kanıtlamıştır. Homeros' un İlyada' sından etkilenerek yazdığı Aeneas en önemli eseridir. Eserleriyle bütün Batı edebiyatını etkilemiştir.


Montaigne (Denemeler)
Resim : Velaquez (İspanyol Ressam 1599-1660)

Çocuklar Gibi

Bende hiç tükenmez bir hayat vardı
Kırlara yayılan ilkbahar gibi
Kalbim her dakika hızla çarpardı
Göğsümün içinde ateş var gibi

Bazı nur içinde, bazı sisteydim
Bazı beni seven bir göğüsteyim
Kah el üstündeydim, kah hapisteydim
Her yere sokulan bir rüzgar gibi

Aşkım iki günlük iptilalardı
Hayatım tükenmez maceralardı
İçimde binlerce istekler vardı
Bir şair, yahut bir hükümdar gibi

Hissedince sana vurulduğumu
Anladım ne kadar yorulduğumu
Sakinleştiğimi, durulduğumu
Denize dökülen bir pınar gibi

Şimdi şiir bence senin yüzündür
Şimdi benim tahtım senin dizindir
Sevgilim, saadet ikimizindir
Göklerden gelen bir yadigar gibi

Sözün şiirlerin mükemmelidir
Senden başkasını seven delidir
Yüzün çiçeklerin en güzelidir
Gözlerin bilinmez bir diyar gibi

Başını göğsüme sakla sevgilim
Güzel saçlarında dolaşsın elim
Bir gün ağlayalım, bir gün gülelim
Sevişen yaramaz çocuklar gibi

Sabahattin Ali


11 Aralık 2010 Cumartesi

Kılıcımı düşüren kılıcın değil, geçmişin!

Alman Edebiyat Ustalarından Hermann Hessenin "Siddhartha" sını okuyanlar bilirler. Budistliğin ulvi elçilerinden olan Siddhartha karakteri, oğlunun annesi olacak bir “f.a.h.i.ş.e.y.e” aşık olduğu için günahkardır. Bu nedenle, cematince yadsınır ve yok sayılır.

Günün birinde Siddhartha, “fahişe” nin bebeğini taşıdığını bilmeden aniden “estirerek” atıldığı cemaatten bağımsız ulviyetini kendi içinde yaratmayı isteyerek “fahişe” yi terk eder.

Ayrılık, “fahişe” nin kendisinden daha arınmış bir yolda, oğluyla var olma çabalarında karşılaşmalarına değin sürer. Karşılaşma anı önemlidir, çünkü “fahişe” artık hasta bir kadındır ve çocuğun O’nun oğlu olduğunu söyleyemeden Siddhartha’nın kollarında can verir.

Bir yüz yıla damgasını vuran ve Budizm adına çok önemli öğretilere konu olan kitabı, günümüz ilişkilerine evirmektir niyetim. Çünkü, tüketim müebbetine mahkum hayatlarımızda, sorarım size, ne kadar mutlusunuz?

Mutluluk hayatın genelinde yaşanılan küçük anların yüzdelik oranıdır sevgili okurlar. Kimilerinin mutluluk öznesi bir kadın / adam, iş, arkadaş ya da çocuk olur. Gönlüm, bu mutluluğu bir kadın ya da adamla yaşamanızdan yana olsa da, aşağıda sunacağım sebeplerden dolayı özne hedefinin zaman zaman şaştığı görülür.

Eğer mutluluk özneniz bir kadın ya da adamsa, aşkın henüz emekleme evrelerinde “Kılıcımı düşüren kılıcın değil, geçmişin” sorgulaması yaşanır.

Bu tümdengelimi salt “kadın”a mal edecek olursak, kadının geçmişindeki evlilik, çocuk, ilişki ve hatta flört dahi, mutluluğu ıskalamanıza dair verdiğiniz kararda önemli bir etkendir bey efendiler!

Eğer hayatınıza dokunan ve sizi mutlu kılan kaynağınız bir kadınsa; Ona, sadece O olduğu için sımsıkı sarılmanızı öneririm. Ancak, geçmişi “içinize sinen” bir mutluluk kaynağı aramaksa derdiniz; bu ön yargının size maliyeti, hayatınıza dokunan mutluluk öznesinin bir kadından ziyade iş, arkadaş ve çocuk olmasına evrilebilir.

Evliliklerin neredeyse yarısının boşanmayla sonuçlandığı günümüzde, kültürümüzün hala kabul edemediği “dul” luk mezhebi (ne demekse !) bir tabudur. Dul kadınla ancak sevişilir, evlenilmez. Hatta “eğlenilecek” ve “evlenilecek” kadın mevzusu şarkı sözleriyle dillerdedir.
Hele bir de çocuğu varsa şayet, olay çok daha çetrefilleşir.

Evet beyefendi, açıkça niyetim; önce senin sonra da seni yetiştiren annenin önyargılarını bir nebze de olsa kırmaktır.

Unutma ki, “sen” i sadece “sen” olduğun için kabullenecek bir kadını sadece “O” olduğu için kabullenebilirisin. Ancak mutluluğu, çevrenin çoktan seçmeli teste tabi tuttuğu birinde ararsan, içinde bulunduğun duruma üzülmekten başka birşey yapamam. Çünkü Antropolog olarak kültür kalıplarının zamanla evrilmeye mahkum olduğunu ve şu anda “cıs” olan birçok olgunun önümüzdeki yüzyıllarda mübah sayılacağı müjdesini vermeliyim.

Unutma ki, çevrenin sana öğrettiği “yolundan çıkma” nasihatları “yoldan çıkmak güzeldir” e evrilince yaşadığın hayatın mutluluk kaynağına sadece “O” olduğu için dokunabilirisin.

Hayatının mutluluk kaynağını ıskalamaman dileği, sevgi ve saygılarımla.

Evrim Gözener
Sosyal Antropolog

Yağ damlası


Siz hepiniz deniz -fırtınalı ve büyük-
Ben o denizin içinde.

Ben o denizin içinde bir yağ damlası
Katışık ve üvey

Ben yağ damlası
Hülyalı -dalganın yüzeyinde-

Siz hepiniz deniz -fırtınalı ve büyük-
Deniz yüreğimin içinde

"Zahrad: tarih dışı kılınanın tarihi"

Zareh Yaldızcıyan ya da bilinen adıyla Zahrad 21 Şubat 2007 günü İstanbul' da yaşamını yitirdi. Onun şiiri, tarih dışında duranın şiiridir..
Yurtdışında Çağdaş Türk Şiiri hakkında konferans vermek üzere davet edilmiş bir şairimize, yöneltilen sorulardan bir Zahrad' la ilgili olmuş. Kendisine İran şiiriyle ilgili bir sorunun neden yöneltildiğini anlamamış. Zahrad isminde dolayı böyle düşünmüş olsa gerek. Ona, Zahrad' ın İranlı değil, İstanbullu Ermeni bir şair olduğunu söyledim. Zahrad, 21 Şubat 2007 günü İstanbul' da yaşamını yitirdi. 1924 İstanbul doğumlu olan Zahrad' ın asıl adı Zareh Yaldızcıyan' dı. İstanbul Tıp Fakültesini yarıda bırakmış. Özgeçmiş adlı şiirinin G bölümü bu yıllarına ilişkindir: "Fakültede / Neşter attık kadavraya / inceden inceye / sinir sıyırdık / damar ayıkladık / ve lime lime / kas ve kemik ayrıştırdık / Fakat-ben / insanı tam tanıyamadım ki / -çaktın- dediler / sınav sonrası" Zahrad, askerlik görevini 1949'da yedek subay olarak tamamladıktan sonra, ilaç deposunda, kâğıtçıda, noterde, tıbbı malzeme kuruluşlarında çalışmış. Kravat ticaretiyle, kemer imalatıyla, musluk ve zincir ticaretiyle uğraşmış. Türkiye' de tanınmasa da... İlk şiiri, 1943'de yayımlanan Zahrad'ın ilk şiir kitabı Büyük Şehir 1960'da basılmış. Renkli Sınırlar (1968), İyi Gökyüzü (1871), Yeşil Toprak (1976), Bir Taşla İki Bahar (1989), Eğri Oturalım Gigo Konuşalım (1994), Ucu Ucuna (2001), Su Duvardan Yukarı (2004) Zahrad'ın diğer şiir kitapları. Zahrad'ın şiirleri 25 dile çevrilmiş. 1971'de Fransızca bir seçki, 1978'de Büyük Şehir kitabından bir seçki Rusçada yayımlanmış, İngilizceye çevrilmiş iki kitabı bulunuyor: Gigo Poems ve Selected Poems. Türkçede, karikatürist Ohannes Şaşkal tarafından tercüme edilmiş üç seçkisi yer alıyor: Yağ Damlası (İyi Şeyler Yayınları, 1993), Yapracığı Gören Balık (Belge Yayınları, 2002), Işığını Söndürme Sakın (Adam Yayınları, 2004).
Zahrad'ın uluslararası pek çok ödülü ve daveti var. Bu cümledeki 'uluslararası' ifadesinin aslında tanımlayıcı bir rolü yok. Şiirlerini anadilinde yazmış, Türk şiiri ortamında hemen hemen hiç tanınmayan ama kendi sınırlarını aşmış bir şair için, ulusal veya uluslararası ifadesinin açıklayıcı bir anlamı yok. Türkçedeki en geniş seçkisi olan Işığını Söndürme Sakın' ı oluşturan şiirlerin tinsel evreninin neliği açısından bakıldığında bu tanımların pek anlamı yok aslında. Zahrad'ın şiirini, Türk şiirinin temel özelliklerinden olan, ilerleme fikriyle ıralı bir tarih nosyonu ile toplumsal birini dile getiren sosyolojik bir atmosferle tanımlamak olanaklı değil. Zahrad' ın şiiri, tarih dışında duranın şiiridir. Zahrad, tarih dışında dururken, sadece ulus-devlet düşüncesinin yarattığı toplumsal değişim ve iktidar statülerinin dışında durmuyor, aynı zamanda gündelik hayatın modernleştirilmesi fenomeninin de dışında duruyor. Buna, tarih dışı kılınanın, tarihi, tarih dışı kılması da denilebilir. Bunlar, onun şiirine ait 'özne'nin sözlerinden çıkarılan sözler değil elbette. Burada özne tırnak içinde; çünkü, Zahrad'ın şiirinde konuşan anlatıcı ben bir özne değil, bir kişi. Bu şiir kişisinin sözleri, insanın varoluşuna, bu varoluştaki yalnızlığa ilişkin. Örneğin 'Yağ' şiiri: "Siz hepiniz deniz fırtınalı ve büyük- / Ben o denizin içinde / Ben o denizin içinde bir yağ damlası / Katışık ve üvey / Ben yağ damlası / Hülyalı dalganın yüzeyinde / Siz hepiniz deniz fırtınalı ve büyük- / Deniz yüreğimin içinde" Ama, bu şiiri, Zahrad'ın yukarıda özetlediğimiz biyografisini hesaba katarak okuduğumuzda, bu şiir, insanın tarih dışı kılınmasının veya tarih dışında kalmasının imgesini dile getirmektedir. Aşırı yorum denilebilir buna ama 'şairin hayatı şiirine dâhil' değil ise. Bu şiir, bir kavga şiiri değil zaten. Politik veya ideolojik bir şiir değil Zahrad'ın şiiri. Böyle bir çabası ve kaygısı zaten yok. Dolayısıyla Zahrad'da öne çıkan zaman değil, mekân. Bu mekân ise İstanbul'dur. Zahrad bir İstanbul şairidir. Test şiirinin ikinci bölümü şöyle: "Sahilinden geçecek olsanız Kumkapı'nın / a) leziz bir balık yemeyi düşlersiniz / b) deniz üstünde yürüyüp gitmek istersiniz Adalar'a / c) yaşam ne çabuk geçti diye düşünürsünüz / d) hatırlarsınız beş lira borcunuz olduğunu Agop' a" Bu şiirin tinsel evrenindeki İstanbul, modernleşmeden veya politik ve tarihsel olanın görünümü olan değişimleri devre dışı bırakmış, sanki sadece kişinin kişisel biyografisinde mevcut olan İstanbul'dur. Velet şiirinin giriş bölümü şöyle: "Mahallenin velediyim / -zillerinizi çalarım / ve siz açıncaya dek kapıyı / pırr... ben kirişi kırarım- / bakarsınız kimse yok" Şiirindeki ironi Zahrad'ın şiiri ironik bir şiirdir. Ancak bu ironinin ne Garip şiirinde olduğu gibi mizahi bir yönü vardır ne de Can Yücel'de olduğu gibi politik bir yönü. Zahrad'ın şiirindeki ironi, mantıksal karşıtlıklarla veya söz oyunlarıyla kurulan bir ironi değil, yaşamanın doğasından veya varoluşun kendisinden gelen çatışmanın, paradoksun açığa çıkmasından kaynaklanan bir ironidir. Dolayısıyla, trajik durumlarla bağlantılıdır bu ironi ve kaçınamadığımız, kaçınmamamız geren durumları dile getirir. Şöyledir Kurban şiiri: "Dört koyundular / İlkini kestiler önce / İkincisini haklarlarken tam / Kaçmayı denedi üçüncüsü / On metre gitti gitmedi / Enselediler / Ben o üçüncüsünün etinden yedim / Yaşam tadı vardı"
Burada yapılan alıntılardan anlaşılacağı gibi, Zahrad'ın şiiri, bir ruh durumu şiiri değil, bir öykü durumu şiiridir. Öykü değil, öykü durumu. Başı ve sonu olan bir hikâye söz konusu değil burada. İnsanın varoluşuna ilişkin kader belirleyici anın ortaya çıktığı bir durum söz konusu. Öykü durumu derken kastettiğim bu. Bu öykü durumu, yaşamın ortaya çıkma /çıkamama anını duymak için, duymayı dile getirir. Zahrad'ın şiirinin hemen hemen temel problemi, denilebilir ki, yaşamın ortaya çıkma /çıkamama anını yakalamanın değerini dile getirmekle ilgilidir. Bu problem Zahrad'ın şiirindeki köklü felsefi temelini dile getirir aynı zmanda. Ama yaşam derken, Zahrad'ın şiirinde işaret edilen bedir? Zahrad'ın şiirinin temel problemi olan yaşam kavramını tanımlamamızda, Spinoza'nın conatus kavramı bize yardımcı olabilir: "Her şey, kendinde olduğu ölçüde, kendi varlığında sürmeye çabalar." Her bireysel varlık, kendi varlığını dile getirir ve, kendi doğasından gelenden başka bir şey yapamaz. Spinoza, buna conatus der: Kendi varlığını sürdürmek için çabalamak. Bu çaba, haz ve neşe verir. İşte, Zahrad, yaşamının bütün dönemlerindeki, kendi varlığını sürdürme çabası içinde olan insanı ve onun cesaretinin sınırlarını gösterir bize. Gece Şarkısı adlı şiiri, bu konuda sadece fikir verici değil, aynı zamanda oldukça etkileyici ve keder verici bir şiirdir. Tamamını alıntılıyorum: "Bir kez harcamayagör / Çabuk tükenir sayılı aşk / Suyunu çeker / Sen bir zamanlar sanmıştın / Ki aşkın sınırı yok- / Oysa var/ Ve o/ Sınır sensin / Şimdi / Iskarmozları söküp götürmüşler / Nasıl kürek çekeceksin/ Yaşama? / İskorpitleri / Kim toplayacak? / Deniz bir uçurumdur / Ağzınla kadar su"
Zahrad' ın şiiri bir deneyim şiiriydi. Şairin yaratıcı doğasını, bu yaratıcılığın onun varoluşunda nasıl açığa çıktığını dile getiren Un Çuvalı şiiri de bunlardan biri. Bu şiirle bitirmek istiyorum: "Şair bir dostun varsa eğer / Ki yakınır durur / bitip tükendiğinden / tek satır yeni bir Kulak asma / şey döktüremediğinden / Adamakıllı sars hergeleyi / Sars ve silkele / Bir odun al ve indir / -Adam değil- herifçioğlu un çuvalı / Sarsıp silkeledikçe / İndirdikçe / Amma yeni heceler dökülür / Amma yeni dizeler / -Şaşakalırsın bu işe / Gel gör ki / Gece yalnızken / Dert edersin kendine / -Onunla aranda farklı olan ne?- / Uyku girmez gözüne" 

Yücel Kayıran (02.03.2007 Radikal)

İstanbul

Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle
Uzaktan seni düşünürüm İstanbul
Binbir direkli Halicinde akşam
Adalarında bahar
Süleymaniyende güneş
Hey sen güzelsin kavgamızın şehri

Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Bakışlarımda akşam karanlığın
Kulaklarımda sesin İstanbul

Ve uzaklardan
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul

Plajlarında karaborsacılar
Yağlı gövdelerini kuma sermiştir.
Kürtajlı genç kızlar cilve yapar karşılarında
Balıkpazarında depoya kaçırılan fasulyanın
Meyvesini birlikte devşirirler
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul

Et tereyağı şeker
Padişahın üç oğludur kenar mahallelerinde
Yumurta masalıyla büyütülür çocukların
Hürriyet yok
Ekmek yok
Hak yok
Kolların ardından bağlandı
Kesildi yolbaşların
Haramilerin gayrısına yaşamak yok

Almış dizginleri eline
Bir avuç vurguncu müteahhit toprak ağası
Onların kemik yalayan dostları
Onların sazı cazı villası doktoru dişçisi
Ve sen esnaf sen söyle sen memur sen entellektüel
Ve sen
Ve sen haktan bahseden Ortaköyün Cibalinin işçisi
Seni öldürürler
Seni sürerler
Buhranlar senin sırtından geçiştirilir
İpek şiltelerin istakozların
ve ahmak selameti için
Hakkında idam hükümleri verilir

Haktan bahseden namuslu insanları
Yağmurlu bir mart akşamı topladılar
Karanlık mahzenlerinde şehrin
Cellatlara gün doğdu
Kardeşlerin acısıyla yanan bir çift gözün vardır
Bir kalem yazın vardır
Dudaklarını yakan bir çift sözün vardır
Söylenmez

Haramiler kesmiş sokak başlarını
Polisin kırbacı celladın ipi spikerin çenesi baskı makinesi
Haramilerin elinde
Ve mahzenlerinde insanlar bekler
Gönüllerinde kavga gönüllerinde zafer
Bebeklerin hasreti içlerinde gömülü
Can yoldaşlar saklıdır mahzenlerinde

Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bulutların ardında damla damla sesler
Gülen çehreleri ve cesaretleriyle
Arkadaşlar çıktı karşıma
Dindi şakalarımın ağrısı

Bir kadın yoldaş tanırdım
Bir kardeş karısı
Hasta ciğerlerini taşıdığı çelimsiz kemikli omuzları
Ve hüzünlü çehresiyle bebelerini seyrederdi
Cellatlara emir verildiği gün haramilerin sarayında
Gebeliğin dokuzuncu ayında
Aç kurtların varoşlara saldırdığı
Tipili bir gece yarısı
Sırtında çok uzak bir köyden indirdi
Otuzbeş kiloluk sırrımızı
Zafer kanlı zafer kıpkırmızı

Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle
Ve bir kuruşa Yenihayat satan
Tophanenin karanlık sokaklarında
Koyunkoyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanatını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın

Vedat Türkali

İzleyiciler