21 Kasım 2022 Pazartesi

Boynumuzun Tanıklığı

Aşka çağıran yerimiz, boynumuz
Boynumuz yok sürekli asılmaktan
Böyle olduğu için o günden beri
Gökyüzüne bir dağ diye çizilir.
 
Herkes yolcudur ilk asılandan sonra
Bir kıyı denizini bırakır, martıları gider
Güvercinleri ölür
Buğday satan çocuğun sevincini kör eder.
 
Bir buluşma değil bu sevgiyle karılan
O günden sonradır yaşanan bu titreşim
Akan bir suyun biçimini alarak
Buharlaşırken bıraktığı boşluk
Toprağına ulaşır ve durmadan gömülür
İpek olanın, pas düşer bıçağına.
 
Kulaktan kulağa fısıltıyla söylenir
Merak edilir yanyana iki el
Devamlı yalnızlık bir sır diye yaşanır,
Eskimez hiçbir zaman
Tenha bir kasabada ölmenin sesi,
Uzaklık yaşlanır ama
Yanmakta olan bir kent gibi durur.
 
Tarih, yalancı tanık
Neler oluyor bilmek istersem, ipek yırtılır.
 
Veysel Çolak
(Adam Sanat 97, Aralık 1993)

Sadece Ses Kalıcıdır

 

Ne için durmalıyım? Ne için?

Kuşlar çoğul maviliği aramaya gitmişler
Ufuk dikeydir,
Ufuk dikeydir ve hareket fıskiye gibi
Görünümde ışıklı yıldızlar oynuyor
yeryüzü, yükseklikte kendini tekrarlıyor
Ve gökyüzü kuyuları ilişki bağlantılarına dönüşüyor
Ve gündüz öyle geniştir ki
gazetenin küçük beynine sığmıyor.

Ne için durmalıyım?
Yol hayatin kılcal damarları arasından geçiyor.
Çevrenin niteliği tüm kokuşmuş hücreleri öldürecek
Ve şafağın kimyasal atmosferinde
Sadece ses kalacak,
Zaman zerreciklerine bağlanan ses.

Ne için durmalıyım?
bataklık; kokuşmuş böceklerin çoğaldığı yerden
başka ne olabilir?
Morgun benliği ölülerin şişmiş cesetlerinden ibarettir.

Ve ateş böceği... AH
Ateş böceğinin konuştuğu an
Karanlıktaki alçak adam koflanan
erkekliğini gizliyor

Ne için durmalıyım?
Kurşunlu harflerin işbirliği boşunadır
ve kurşunlu harflerin işbirliği
bu değersiz düşünceyi kurtarmaz.

Ben ağaçların soyundanım
Ve bu "bayat" havayı solumak kederlendiriyor beni,
Ölen bir kuş uçuşu unutmamayı öğütledi bana
Tüm güçlerin sonu güneşin gerçeği
ve ışığın bilinciyle birleşmekten ibarettir,
birleşmek.

Yel değirmenlerinin çürümesi doğaldır,
ne için durmalıyım?
Ben yeşil buğday salkımlarını
göğsüme alarak, sütle besliyorum,
Ses,ses, sadece ses,
su akışının sesi
ve dişi toprak kabuğu üzerine
yıldız ışığının düşüş sesi ve aşkın yayılma sesi
Ses, ses, sadece ses kalıcıdır.

Cücelerin ülkesinde
Sıfır üzerine dolaşıyor ölçü mihenkleri
Ne için durmalıyım?
Ben dört unsura itaat ediyorum
Ve yüreğimin yasalarını
körlerin yerel hükümeti düzenlemiyor.

Böceğin etle sarılı boşlukta, yararsız dolaşımı ve
vahşice ulumalar
beni ilgilendirmiyor.

Beni çiçeklerin kanlı soyu yaşamaya sorumlu kılmış
biliyor musun? Çiçeklerin kanlı soyu.

Furuğ Ferruhzad

Çeviri: Cavit Mukaddes


Bütün Güneşleri Yalnızlıklar Doğurur

 

Şubat ortasında ılık bir gece
Gecenin ortasından Nil geçiyor yumuşacık
Zaman gibi aktığı görünmeden
Sonsuz gökte tek yıldız kocaman

Senin aklında hiçbişey
Benim aklımda herşey sandığım tek şey Yanyana ama can cana değil
Ne denli uzaklaşmışız birbirimizden

Dürbünün iki ucundan bakıyorum
Bu çöl gecesinde küçüle küçüle yitiyorsun
Bir de bakıyorum şiirime doğmuş bir güneşsin
Artık biliyorum bütün güneşleri yalnızlıklar doğurur 

Aziz Nesin (Varlık 1032, Eylül 1993)

"Her şeyi anlamak zorunda değilsiniz."


“Her şeyi anlamak zorunda değilsiniz. Anlamak yalnızca dünyayla ilişkimizin bir düzeyinden ibarettir; tümü değil.” 

Ulus Baker

 


Sarı Mızıka


Kısa yaz geceleri ne iyidir
Ay ışığında balkonlar çiçeklere yürür
Leylak sesi caddelere
Kuşlar uçar giderim hızla geçer otobüsler
Üstümde bol dökümlü rengârenk bir gömlek
Ben bazan yepyeni bir adam olurum

Sonra balıklar gider kuşlar açar
Dünya çalışan insanlarıyla güzeldir

Ben bazan yenilenir iyi bir adam olurum
Ablalarla, çocuklarla, kuşlarla 
Ölgün ışıklarını yakan şehir alır yüzümü
Yürürüm yolun sonuna kadar
Yüzümde bir kitabın sondeyişini
Bitirmiş mutlu adam hali

Ay yenilenir aşk uçar büyük insanlığa
Bir sardunya balkonda 
Büyük insanlık sur dibinde uyumaktadır
Gide gide bütün şehir uyumaktadır
Dopdolu bir geceyi, derin denizleri
Ben yürürüm cebimde bir şişe konyakla

Ben bazan duru bir adam olurum
Bir Kafka’yım Kayseri’de, gece infazlarını önlemeye çalışan
Şu son doğan ay otel tentelerini tazelerken 
Sabahçı kahvelerine bir yol uğrayan
Delifişek yazdan bir kuş
Sivas’tan bu yana uçup gelen
Yakılan Metin Altıok’un huthut kuşu
Behçet Aysan’ın horon ve sirtaki seyreden kuşu
Asım abinin külrengi kuşu
Kuşlar kıyısız bir temmuza akabilir kardeşim

Ay ışığında faytonlar yok istasyonda
Ben bazan gecenin dönemecinde istasyonu bulurum
İçimde rengârenk mevsimlerin birikimi
Yaprak yaprak dökülür 
Yürürüm ağzımda sarı bir mızıka 

Ahmet Ada  (Yeni Biçem, 7 Kasım 1993)

Nurhan Orhon (Resim, Suluboya)

18 Kasım 2022 Cuma

Saklı Kalan


Günlüğü eksik tutulan güz
usulca çekilmiş de kıyıya
bütün gürültülerden uzakta
eğiriyor suların köpüğünü
Belli ki duymuyor dağların
uğuldayan yalnızlığını

Bekleyişin ve acıların
uğultusudur yalnızlıklar
Kimi kez kuşatabilir büsbütün
doğayı, aşkı ve yaşamı
Ama kayalıkların karanlıklarına
hiç sığar mı bir dağın yalnızlığı

Bir çiçek bile doldurabilir
uçurumların derin oyuklarını
Oysa o bir çatlaktan fışkırıp
bir yangın gibi büyüyendir
Belli ki duymaktadır kalbinde
aşkın saklı yalnızlığını

Anımsanan ne varsa şimdi
biraz acıya dönüktür yüzü
ve solgun bir gülümseyiş
gibi sararken sessizliği
taşır bekleyişin gizinde
aşkın saklı yalnızlığını

Günlüğü eksik tutulan güz
eğirirken suların köpüğünü
ey alıngan susuşundan üzünç
gibi öfkesinden kan sızan
kalbini suların göğsüne bastır
duyacaksın kalbimizin atışlarını

Ahmet Telli

17 Kasım 2022 Perşembe

Horus


Tanrı Kneph sarsıyordu evreni titreyerek:
Ana İsis, o zaman doğruldu yatağından,
Baktı şöyle yabani kocasına bir zaman,
Ve parladı öfkesi yeşil gözlerinde pek.

"Bakın, dedi ana, densiz yaşlı, uyuyor pek,
Bütün kışları dünyanın geçmiş onun omuzundan,
Tutun ayağını, görmeyin gözünü aman,
Volkanlar tanrısı, kışlar kralı bu, gerçek!

Savuşup gitti kartal, düşüncem dedi bana,
Onun için sarındım Cybèle'in fistanına...
Pek sevilen oğlu bu Hermes'le Osiris'in."

Gitti tanrıça yaldızlı sedefi üstünde,
Denizler gönderdi o cânım gölgesini de,
Pul pul donandı gökler kuşağıyla İris'in.
Gérard De Nerval
Çeviren: Abdullah Rıza Ergüven
*Horus: Antik Mısır mitolojisinde gök tanrısıdır. Osiris ve İsis'in oğludur.

16 Kasım 2022 Çarşamba

Hasan Beyin Kitabı Çıktı !..

 


Eğer işiniz yazarlık değilse, o akşamki sevincimi anlamanız zordur. O gün akşama kadar biyerlerden üç beş kuruş gelir diye bekledim, gelmedi. Romanımın tefrika edildiği gazeteye gittim. Bütün paraları kağıda yatırmışlar. Hikâye yazdığım dergiye gittim.

- Bugün para ödeme günümüz değil, dediler.

Fıkra yazdığım gazeteye uğradım.

- Bir sürü avans çekmişsin. Veremeyiz! dediler.

Kitabımı basan yayınevine uğradım. Orada da para yok.

Gün, Haliç'in batak kokulu sularında sönerken, benim de son umudum erimişti. (Şiir gibi laf ettiğimi lütfen kabul buyurun!)

Ankara caddesinden aşağı inerken,

- Hay şu parayı icat edenin... diye sövüp sayıp duruyordum kendi kendime.

Arkamdan biri,

- Hasan Bey! diye seslendi.

Adını, sanını, neyin nesi olduğunu bilmediğim biriydi ama sık sık görürdüm. Selâmlaşırdık da...

- Kaç gündür sizi arıyordum, dedi.

Arayan polis, savcılık, icra memuru, alacaklı olmazsa, aranmak güzel şeydir.

- Bir dergi çıkaracağız, sizden de yazı rica ediyoruz.

İçimde nasıl bir umut ışığı yandı anlatamam. Hemen yol üstünde, şişkin çantamı bir dizime dayadım. Çantamdan çıkardığım tomarla yazılarımı övmeye başladım.

- Nasıl bir yazı istiyorsunuz? Bunlar aşk üzerine... bunlar macera yazıları... bunlar oturaklı yazılar. Hikâye isterseniz, birkaç hikâyem var, "şaheser" vallahi... Yoksa şiir mi istiyorsunuz? Şiir de var. Eğer edebiyat dergisiyse eleştirme vereyim. Yok bir fikir dergisiyse inceleme yazılarım da var. Yoksa magazin mi çıkarıyorsunuz? Öyleyse size seksoloji üzerine bir yazı vereyim.

Malın bu kadar bolluğu karşısında adam şaşırdı. Akşam pazarı diye çantamı dolduran bütün yazıları on liraya verebilirdim. O bir mâcera hikâyesi seçti. Ayaküstü hikâyenin konusunu bir anlattım ki adam heyecanlandı. Bu anlattığımla hikâyenin ilgisi var mı, yok mu bilmiyorum. Ne olursa olsun ben on lirayı cebime koymuştum.

Beni asıl sevindiren iş bundan sonra oldu. Köprüye gelince, bir de baktım bütün gazete satıcıları bar bar benim adımı bağırıyorlar. Doğrusu bu, bir yazarın hoşuna gider. Bir yazarın adının bağırıla bağırıla kitabının satılması ne demek! "Satılması" mı dedim? Kitabı satmak için gazete satıcıları bağırıp duruyor ama, kimsenin bir tek kitap aldığı yok. Ne kitap alıyorlar, ne de aldırış ediyorlar.

- Hasan Yazman'ın kitabı çıktı!

Köprünün Kadıköy iskelesindeki bütün gazeteciler böyle bağırıyorlardı.

Dudaklarımı tutamadım. Birden ağzım yayıldı, genişledi. Sonra, birisi beni böyle görür de tefe koyar diye kendimi toparlamaya çalıştım ama, elde mi? Kulaklarıma varan ağzımı bitürlü toparlayıp, dudaklarımı birleştiremiyorum. İki dudağım, sanki yedi beygir kuvvetiyle gerilmiş, birbirinden ayrılmış. Dudaklarıma söz geçiremeyince, hiç olmazsa ele güne karşı dişlerimi gizlemek için elimle ağzımı kapadım.

Beni kınar mısınız bilmem. Sizin de bir kitabınız çıksın, gazeteciler adınızla bağırıp kitabınızı satmaya çalışsınlar da bakalım ne oluyorsunuz? Hoşunuza gider mi, gitmez mi? Uzaktan bakıp insanlarla alay etmek kolay.

Gazeteci kulağımın dibinde direk direk bağırıyor:

- Hasan Yazman'ın kitabı çıktıııı...

Sesi de beter mi beter ama bana dünyanın en yanık, en içli sesiymiş gibi geliyor.

- Hasan Yazman'ın kitabı çıktı.

Her yandan kendi adımın, kitabımın adının bağırıldığını duyuyorum. Sanki akşamın o saatinde Köprü iskelesindeki kalabalık arasında değilim de, ılık esintili bir ormandayım. Dört bir yanımdan altın sesli bülbüller şakıyor:

- Hasan Yazman'ın kitabı çıktı...

Durup dinliyorum, durup bakıyorum. Sarhoşluk diye işte ben buna derim. Ama yavaş yavaş şu insanlara kızmaya başladım. Şunca kalabalığın içinden biri, gazetecilerin çığlıklarına kulak asmıyor, ne dersiniz? Başlarına bile çevirmeden geçip gidiyorlar. İçimden ortaya fırlayıp

- Sağır mısınız? Duymuyor musunuz? diye bağırmak geliyor.

Bre Tanrı kulları, içinizden bir kişi de, "Şu Hasan Yazman neler yazmış bakalım..." diye bir kitap almaz mı!

Vallahi almıyorlar. Haydi Hasan Yazman'a acımıyorsunuz, demindenberi bağırmaktan damakları kuruyan gazetecilere de mi acımıyorsunuz? Kişioğlunun yüreğinde bir çimdiklik acıma duygusu kalmışsa yuh olsun bana. İnad etmişler, almıyorlar işte...

Gazetecilerin ağzından adımı, duymaktan büyülenmişim de oradan bitürlü ayrılamıyorum. Bir tanıdık beni böyle görüp, alay edecek diye de çekiniyorum.

Efendim, biz okumuyoruz. Okumayınca ne olur? Memleket ilerler mi? İlerlemez elbet... İşte ilerlemiyoruz. İskele öyle kalabalık ki bir adım bile ilerleyemiyoruz. Şurdan bir kitap alsanız ne olur sanki... Batar mısınız? Yok, yok, biz okumuyoruz. Okumayınca da sonumuz kötü. Neye ilerlemediğimiz şimdi anlaşıldı. Birtakımları, tutulan balıkları beceriksizliğimizden satamayıp denize döküyoruz da ondan bitürlü ilerliyemiyoruz, diyor. Üniversiteye muhtariyet verilmediği için ilerliyemediğimizi söyleyenler de var. Kimisi de çöpleri sokağa attığımız, yollara tükürdüğümüz için bitürlü ilerliyemediğimiz düşüncesinde. Bana kalırsa, ilerlemeyişimizin nedeni ne denize dökülen balıklar, ne üniversite muhtariyeti, ne de yollara tükürmemiz. Okumuyoruz da ondan. İnsan şuradan bir kitap almaz mı yahu?

Gazetecilerin bağırmalarına dayanamadım, içim acıdı. Yavaşça birine sokuldum, iki lirayı uzattım.

- Ver şu Hasan Yazman'ın kitabından, dedim.

Gazeteci,

- Bir tane mi? dedi.

Param olsa hepsini alırım ama, bende o şans nerede? Bir yazar, adının şöyle rezil olmasındansa, en iyisi kendi kitaplarını kendisi satın almalıdır.

Gazeteciden aldığım kitabı kimse görmesin diye hemen çantama attım. Bir bildik görürse, yarın Babıâli'de, "Kendi kitabını satın alıyor enayi!" diye davul çalar.

Ben bir kitap alınca gazeteci coştu. "Yangın var! İmdat!" diye bağırır gibi,

- Hasan Yazman'ın kitabı çıktı! diye bar bar bağırıyor, iskeleyi çın çın öttürüyor.

Artık kendimi zor tutuyorum. Neredeyse,

- Yurttaşlar! diye bağıracağım. Şu gazetecilerin çığlık çığlık Hasan Yazman diye bağırdıkları adam, işte benim. Bu kitabı da ben yazdım!

İskeledeki gazete satıcılarının arkasından fırfır dönüyorum. Yanılıp da bir insanoğlu da benim kitabımdan alacak mı diye kolluyorum. Hayır, almıyorlar. Artık buna dayanılır mı? Bu sefer başka bir satıcıdan bir kitap daha istedim. O da,

- Bir tane mi? diye sormasın mı!

Şuna bak hele... Bulmuş da bunuyor. Şurda benden başka kitap alan var mı? Toptan kaldıracak değilim ya...

Ben kitabı alınca satıcı öyle bir aşka geldi ki, bağırmasından insan sağır olacak.

Derken iskelenin kapısı açıldı, vapura dolduk. Gazete satıcıları da bizimle birlikte vapura girdiler.

- Hasan Yazman'ın yeni kitabı çıktı... diye bar bar bağırıyorlar.

Dört bir yanıma baktım, tanıdık kimse yok, yavaşça bir kitap daha satın aldım. Hani ben kitap alırsam, gazete satıcıları büsbütün bağırınca başkaları da alacakmış gibi görünüyor. Ne gezer... Benimkisi avuntu.

Vapur bir kalksa, satıcılar da vapurdan iskeleye doğru atlarlar, ben de bu sıkıntıdan kurtulurum. 

Efendim, en iyisi yazar dediğin zengin olacak. Kitaplarını bedavaya dağıtacak. Okuyanlara da ayrıca para verecek, ya da birer hediye alacak. Şu gazete satıcıları da bu kadar bağırıp çağırdıktan sonra bir kitap satılmazsa, artık ne yapsan satılmaz.

Vapur bitürlü kalkmıyor. Ellerinde benim kitabım, salona gazete satıcılarının biri girip biri çıkıyor. Bir kitap daha alacağım ama, üst üste kitap aldığımı görenler kitabı benim yazdığımı çakacaklar. En iyisi yer değiştirip, başka bir yerde kitabı satın almak. Güverteye çıktım, Orada da,

- Hasan Yazman'ın kitabı çıktı! diye bağırıyorlar.

Her yerde adım geçiyor diye sevindim. İster satılsın, ister satılmasın, satıcılar adımı bağırıyorlar ya. Bir kitap da güvertede aldım. Hem ben neye kaygu çekiyorum kuzum? Bu benim kitabım hiç satılmasa gazeteciler boyuna adımı bağırırlar mı böyle? Elbette satılıyor. ama terslik olacak, satıldığını ben göremiyorum. Birisinin aldığını bir görsem, hemen atılıp,

- Satın aldığınız o kitabın yazarı benim, adınıza imzalayayım... diye elinden alacağım. Ama bitürlü kitabımı alanı göremiyorum.

Cebimde de sattığım yazıdan ancak bir kitap daha alabilecek para kaldı. Gazete satıcılarından birinin arkasına düştüm. Bakalım, bir tane olsun satabilecek mi diye izliyorum. Kimse görmesinde diye de köşeleri siper alıyordum.

Düdük öttü, vapur kalkmak üzere. Son paramla bir kitap daha alıp hiç olmazsa satıcıyı sevindirmek, hem de coşturmak için ona doğru giderken, iki gazete satıcısı karşılaştı. Ben makine bölmesini siper almıştım. Biri öbürüne,

- Sattın mı? diye sordu.

Öbürü de,

- Bırak yahu, dedi. Ben böyle cimri yazar görmedim. O kadar bağırdım da topu topu bitek kitap aldı.

- Benden hiç almadı ya...

- Ben yazar diye Rıza Bey gibisine derim. Kitabı çıkınca onar onar alır.

İskele çekilirken vapurdan atladılar.

Köprüdeki gazete satıcılarının bütün yazarları tanıdıklarını ben nereden bileyim? O günden sonra kitabım çıktı mı Köprünün Kadıköy iskelesine bir ay uğramam. Kendi kitabımdan onar onar alacak param olmuyor da ondan. Hiç olmazsa gazete satıcılarının yanında iki paralık olmayalım.

Aziz Nesin

Deliler Boşandı. S.57-63  (Tekin Yayınevi, 5.Basım, 1975)





14 Kasım 2022 Pazartesi

"Bir Fotoğrafı Anlamak"

 

"Fotoğraf görülmüş olanı kaydederken daima ve doğası gereği, görünmeyene de işaret eder." 

"Gösterdiği şey, gösterilmemiş olanı akla getirir."

"Buz güneşi, keder trajediyi, tebessüm hazzı, beden aşkı, yarışı kazanan at katıldığı koşuyu çağrıştırır."

John Berger,  "Bir Fotoğrafı Anlamak"  adlı kitabından

13 Kasım 2022 Pazar

 



"Bilgelikle mücehhez olmuyorsa bilgi, aslında, yükten ve çöpten farksızdır."

Ercan Kesal

Mücehhez: 1- Donanmış 2- Hazırlanmış, hazırlıklı (Sıfat)

23 Ekim 2022 Pazar

Zıtların Kalabalığı



Hiçbir fark yoktur dinimde itikadımda
Ağlayanın feryadıyla şarkı söyleyenin terennümü arasında 

Ölüm habercisiyle müjdeleyicinin sesleri de 
Birbirine benzer her yerde eğer kıyaslanırsa 

Şu güvercin ağlıyor mu şakıyor mu
Şu ağacın eğik dalında 

Adımlarını yavaş at, sanmıyorum ki 
Cesetlerden başka bir şey bulasın toprakta 

Ataları babaları çiğneyip geçmek ne çirkin 
Üzerlerinden nice çağlar geçmiş olsa da 

Kulların naaşları üzerinde kurum satmaktansa 
Yürü yürüyebiliyorsan eğer semada 

Ne lahitler defalarca şahit oldu 
Kahkahalar atıldığına zıtların kalabalığında 

Hayat biteviye zahmetli bir iştir 
Gariptir ki onu arzulayanlar durmadan artmakta 

Ölüm anında hissedilecek tek bir hüzün 
Kat kat sevinçlere bedeldir doğum anında 

Mahlukatın hayretten hayrete düşüyor 
Ruhsuz bir şeyden üretilmiş hayvan karşısında

Ebul-Alâ el-Maarri 

Çeviri: Prof. Dr. Mehmet Hakkı Suçin

21 Ekim 2022 Cuma

Amerikan Rüyası İçin Ödenen Bedel: Orta Amerikalı Göçmenlerin Meksika Deneyimi


Dünyanın pek çok yerinde insanlar, ekonomik ve siyasal krizler, iç savaş, şiddet ve doğal afetler nedeniyle doğup büyüdükleri, yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda kalıyorlar. Göç, özgür irade ile verilmiş bireysel bir kararın çok daha ötesinde zorunlulukların baskın geldiği; göç edeni, geride bıraktığı yakınlarını ve toplumu ilgilendiren uluslararası bir sorun alanı olarak karşımıza çıkıyor. Göçün ekonomik, toplumsal ve siyasal çok boyutlu yapısı, göçü pek çok disiplinin konusu haline getirdiği gibi insan hayatına dokunduğu ölçüde farklı türden sanat eserlerinde de kendine yer buluyor. Sinema, insan yaşamını derinden etkileyen göçe ilişkin pek çok görüntü, pek çok hikaye ile konuyu izleyiciye aktaran önemli bir araç. Charlie Chaplin’in The Immigrant (Göçmen, 1917) filminin üzerinden geçen bir asırda, göçmenlerin göç yollarında karşılaştıkları zorluklara her yıl yenileri eklenirken, beyaz perdedeki izdüşümleri ile göç daha da görünür kılınıyor.

Bu yazı, dünyanın en önemli göç koridoru Meksika’da, en çok göç vermiş eyaleti Zacatecas’ta Orta Amerika’dan başlayıp ABD’de tamamlanması umut edilen göç yolculuğunun Meksika durağındaki genel özelliklerini çıkarmak üzere iki sinema filmi, –Sin Nombre (İsimsiz, 2009), La Jaula de Oro (Altın Kafes, 2013)- ve üç belgesel –Los Invisibles (Görünmeyenler, 2010), La Bestia (Canavar, 2010), Llévate Mis Amores (Al Tüm Sevgimi, 2014)- seçilerek kaleme alındı. Aylarca kitap ve makalelerden Meksika’dan ABD’ye göçü, transit göçmenlerin karşılaştıkları tehlikeleri okuduktan sonra izlediğim ilk göç filmi bunca ay çalıştığım konuyu, göçün zorluklarını, her sabah gün ağarmadan tüm şehirde duyulan yük treninin sesinin göçmenler için ne anlama geldiğini benim için daha anlaşılır hale getirdi.

Göç Yolları

Orta Amerika ülkeleri Guatemala, Honduras, El Salvador’daki yoksulluk ve şiddet birçok kişiyi göçe zorlamaktadır. Guatemala Meksika arasında sınırı oluşturan Suchiate nehrinden geçerek başlayan göç yolculuğu ortalama bir ay sürmekte,[1] bu yolculuğun önemli bir kısmı yük trenleriyle kat edilmektedir. Meksika üzerinden ABD’ye uzanan göç, Akdeniz rotası ile birlikte göçmenler için en tehlikeli yolculuklardan biridir. Yolculuğun biçimi ve zorlukları farklılık göstermekle birlikte, her iki rotada da devletlerin göçe yaklaşımları nedeniyle düzensiz göçmenler hayatlarını riske ederek güvenli olmayan bir yolculuğa çıkmakta, sınırları geçmeye çalışmaktadırlar. Dikenli teller ve duvarlar göç ve sınırlara ilişkin sıklıkla zihinlerde beliren imgelerdir. Oysa Meksika’dan ABD’ye uzanan yolda sadece kuzey ve güneydeki devletler arasındaki resmi sınırlar değil, koridordaki haydutlar, çeteler, güvenlik kuvvetlerinin şiddeti, açlık, susuzluk, yürüyerek katedilmesi gereken uzun yollar, iklim şartları ve çöller gibi farklı sınırlar da aşılmalıdır.

Bu tehlikeli yolculuğu konu edinen ilk film, İsimsiz (Sin Nombre, 2009), yönetmen Cary Fukunaga’nın yaklaşık iki yıl boyunca Orta Amerikalı göçmenlerle yürüttüğü çalışmanın sonucunda izleyici karşısına çıkmış. Film, babası daha önceden ABD’ye göç eden ve neredeyse onu tanımadan büyüyen Sayra adlı Honduraslı genç kızın, babası ve amcası ile başladığı yolculuğu konu ediniyor. Sayra ile yolları göçün önemli araçlarından biri olan yük treninde kesişen Casper ise, Meksika ve Orta Amerika’da barbarlıkları ile ün salan çetelerden birine mensup Meksikalı bir gençtir. Kendi çetesinden kaçan Casper ile babası ve onun yeni ailesiyle ABD’de yeni bir hayat kurmak üzere yola çıkan Sayra’nın hikayesi üzerinden Orta Amerikalı göçmenlerin Meksika’dan ABD’ye “Amerikan Rüyası”nı gerçekleştirmek için hayatları pahasına katlandıkları zorluklar resmedilirken; filmin Casper ile ilgili kısmı ise çetelerin işleyişini, kendi aralarındaki dili ve göçmenlere yönelik saldırılarını naklediyor.

Diego Quemada-Díez’in yönetmenliğini üstlendiği, La Jaula de Oro (Altın Kafes, 2013) göçmenlere yönelik şiddeti ve ırkçılığı gözler önüne seren, göç yolculuğuna dair ikinci film. Katıldığı festivallerde dikkat çeken, Meksika yapımı ödüllü film, ABD’ye uzanan göç yolunda karşılaşılan sorunları üç gencin hikayesi üzerinden aktarıyor. Sara ile Juan Guatemala’nın yoksul bir mahallesinden yola çıkıyor. Meksika topraklarına vardıklarında, Chiapas’ta, hiç İspanyolca bilmeyen yerli Chauk ile karşılaşıyorlar ve aynı rüyanın peşinde, kimi zaman yürüyerek kimi zaman yük treninin tepesinde kuzeye yol alıyorlar. Film göçle birlikte yerlilere yönelik ayrımcılığı Juan’ın nefreti ve polislerin tavırları üzerinden aktarıyor.

Yukarıda sözü edilen yük trenleri, Meksika’dan ABD’ye göç açısından tipik bir nitelik taşır. Sin Nombre’de babası ve amcası ile gece yarısı acele ve endişeyle trene tırmanan Sayra’nın görüntüsü, tren yollarında sıklıkla karşılaşılan durumu yansıtmaktadır. Göçmenler, ölüm treni ya da İspanyolca canavar anlamına gelen bestia diyor trenler için. Sayra’nın yüzündeki korku ve endişe meşhur canavarı ilk kez görüyor olmasıyla açıklanabilir belki de. Yük trenleri göçmenlerin hayatına mal olan tehlikeli bir ulaşım aracı Meksika’da ve kendisi de ABD’de göçmen olan Meksikalı gazeteci Pedro Ultreras’ın La Bestia isimli uzun metrajlı belgeseli, göçmenlerle birlikte güneyden kuzeye yolculuğun acımasız gerçeklerini aktarıyor izleyiciye. Yolculuğun rotasını çıkaran belgesel, göç duraklarında Orta Amerikalı göçmenlerle yapılan görüşmelere yer verdiği gibi, göçmenlerin akıbetini de paylaşıyor.

Uluslararası Af Örgütü’nün desteklediği ve yapımcılığını Marc Silver ve Gael Garcia Bernal’in üstlendiği kısa metrajlı dört bölümlük belgesel Los Invisibles (Görünmezler, 2010) ise, hem Meksika’da belgesiz olmaları hem de konuya ilginin azlığı nedeniyle Orta Amerikalı göçmenlerin görünmezliğini vurgulayan bir isimle hazırlamıştır. Belgesel, göçün nedenlerini,transit göç sürecinin tehlikelerini anlatmak üzere göçmenlerin kişisel hikayelerinden, onların tanıklıklarından yararlanıyor. İnsan hakları ihlalleri karşısında korunmasız kalan göçmenlerin “Amerikan Rüyası”nın nasıl karabasana dönüşebildiği izleyiciye aktarılıyor. Yoksulluk nedeniyle tekinsiz bir rotada ilerleyen göçmenler, kaçırılma, soygun, yaralanma, tecavüz ve öldürülme risklerini bilerek, geride kalanları için daha iyi bir gelecek sağlayabileceklerini düşünerek göçe başlıyorlar.

Trenle ya da yürüyerek katedilen yollarda, çetelerin şiddeti, güvenlik güçlerinin baskınları arasında yorgunluk, açlık ve susuzlukla da mücadele eden göçmenlerin kabusa dönüşen göçünde, çölde vaha olarak nitelendirilebilecek iki örgütlü oluşumdan söz etmek mümkün. Birincisi Katolik Kilisesi’nin örgütlediği göçmen evleri, ikincisi de Las Patronas (Azizeler) olarak bilinen yoksul kadınların Veracruz’da göçmenlere yiyecek ve içecek dağıttıkları oluşumdur. Sonuncu belgesel, Arturo González Villaseñor’un yönetmenliğini üstlendiği, Llevate Mis Amores (2014) La Bestia’nın güzergahındaki aç ve susuz göçmenlere demiryolunda poşetlerle yiyecek ve içeçek fırlatan kadınların hikayesini anlatmaktadır. İnsan Hakları ödülü alan bu kadınlar, kendileri gibi yoksul olan göçmenlere yirmi iki yıldır karşılıksız, tüm sevgileri ve emekleriyle her gün yiyecek hazırlıyorlar.

Yukarıda sözü edilen film ve belgeseller birbirini tekrarlayan ve tamamlayan yanları ile, Orta Amerikalıların Meksika üzerinden transit göçünün karakteristik özelliklerini çıkarıyor. Buna göre, yük treni La Bestia göçmenlerin kuzeye erişimi için en önemli ulaşım araçlarından biridir. Meksika’da devlet demiryollarının özelleştirilmesi sonrası bölgede sadece yük trenleri işlemektedir. Karayolu taşımacılığının görece pahalı olması nedeniyle de göçmenler bu trenleri kullanmaktadırlar. La Bestia’da anlatıldığı gibi, yüzlerce göçmen Meksika’nın güney sınırından geçtikten sonra yaklaşık 275 kilometrelik yolu on günde yürüyerek katetmekte ve Arriaga’dan ya da hat üzerinde herhangi bir yerden trene atlayarak, tehlikeli bir yolculuk yapmaktadır. Yolculuğun tehlikesi yalnızca hareket eden bir trenin tepesinde olmakla kalmamakta, çetelerin ya da güvenlik kuvvetlerinin taciziyle yolculuk daha da tehlikeli hale gelmektedir. Demiryolu boyunca bekleyen çeteler, yolcuların ellerinde ne varsa almakta, giysilerine, ayakkabılarına el koymaktadır. La Jaula de Oro filminde ise yerli Chauk ile Juan’ın ayakkabılarına el koyan çeteler değil, güvenlik güçleridir. Ayakkabıları olmadan gitmelerine izin verilen bu gençler uzun bir yolu yalınayak gitmek zorunda kalmışlardır. Yürümekten ayak tabanlarının şişmesi, derisinin yüzülmesi ise hem Sin Nombre’de, hem de La Bestia’da işlenmektedir.

Çetelerin para ya da diğer eşyalara el koymasının yanında sıklıkla göçmenlerden ABD’ye gittiklerinde iletişim kuracakları kişilerin telefon numarası fidye için talep edilmektedir. La Jaula de Oro, bu gerçeğe değinirken, La Bestia’da görüşülen göçmenlerden biri çetelerin istenenleri vermeyen bir göçmenin burnunu kesip attığını anlatmaktadır. Saatler süren yolculukta aç, susuz, yorgun ilerlerken uyuyakalmak, çetelerin ve güvenlik güçlerinin tehditleri göçmenlerin trenden düşmelerine, uzuv ve can kayıplarına neden olmaktadır. Sin Nombre’de Sayra’nın babası, güvenlik güçlerini görüp telaşla bir vagondan diğerine atlarken hayatını kaybeder. Belgesel La Bestia’da yönetmen Ultreras ise, sıklıkla karşılaşılan bu olguyu aktarmak üzere, trenle ilk göç girişiminde kolunu yitirmiş Honduraslı Jose Guardado ve iki bacağını yitirmiş bir kadın göçmenle görüşme yapmış. Jose, altı çocuğuna tek başına bakmak zorunda olduğunu, ülkesinde otobüslerde dilencilik yaptığını, şimdiki hedefinin Los Angeles’ta kendisine bir protez kol almak ve çocuklarına para göndermek olduğunu belirtiyor. Ancak belgeselin çekim süresi içinde göçmenin yolculuktan vazgeçtiği ve ülkesine dönmeye karar verdiği bildiriliyor. Gece trenden düşerek iki bacağını kaybeden Eva Garcia Suazo ise saatlerce gün ağarana kadar demiryolunun kenarında bir başına kaldığını, sonradan yardımına gelenlerle hastaneye kaldırıldığını anlatıyor.

Los Invisibles ve La Bestia belgesellerinde görüşülen göçmenler, borçlar, işsizlik ve yoksulluk nedeniyle göç kararı aldıklarını aktarıyor. Geride bıraktıkları ailelerinden, çocuklarından bahsederken göçmenlerin çoğunun duygusallaştığı gözleniyor. ABD’de kazanılacak para ile birikmiş borçlar kapatılacak, inşaatı yarım kalan evler tamamlanacak, çocukların okul masrafları karşılanacak… Honduraslı José, göç yolunda hayatını yitirenler ve haber alamayan ailelerle ilgili olarak “gitti, kendine yeni bir hayat kurdu, bizi de unuttu diye düşünüyorlar, oysa bilmiyorlar ki burada (Meksika’da) gömülüyüz.”

Kadın göçmenlerin kaçırılmaları, tecavüze uğramaları ve kendilerinden bir daha haber alınamaması da göç yolundaki zorlu gerçeklerden biridir. Los Invisibles, her on göçmen kadından altısının taciz ya da tecavüze uğradığı belirtiliyor. Gönüllü psikolog Maria, kadınların tecavüz sonrası hamile kalmamak için göç yoluna çıkmadan önce uzun süre etkili korunma iğnelerinden yaptırdıkları anlatıyor. Sayra’ya trenin tepesinde onlarca göçmenin şahitliğinde saldırmaya kalkışan çete lideri, yalnızca filme özgü bir kurgu değil, Meksika’daki gerçekliğin bilinen bir parçasıdır. Filmdeki anlatı, belgeseldeki bilgilerle birlikte düşünüldüğünde kız çocuklarının, kadınların maruz kaldığı şiddetin boyutunu çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. La Bestia belgeselinde, trene binmeye çalışırken bir kadının bebeğinin rayların arasında kalmasına ve başka bir kadına trenin tepesinde dokuz çete mensubu tarafından tecavüze uğramasına tanık olan bir erkek göçmen, kadınların bu yolculuğun kahramanları olduğunu belirtiyor. Göçmen kadınlara yönelik şiddet nedeniyle La Jaula de Oro filminde 16 yaşındaki kız çocuğu Sara saçlarını kesiyor, göğsünü düzleştirmek için bandaj kullanıyor, erkek gibi giyiniyor ve kendine bir erkek ismi belirliyor. Bir hayatta kalma stratejisi olarak cinsiyetini gizliyor.

Uyuşturucu kartelleri, yerel çeteler ya da örgütlü olmayan silahlı saldırganların hedefindeki göçmenler, Meksika topraklarından belgesiz geçtikleri için yetkililere karşılaştıkları saldırıları aktarmaktan kaçınmakta, dolayısı ile kayıtlarda saldırılar görünmemektedir. Ancak 24 Ağustos 2010 tarihinde Tamaulipas eyaletinde yetmiş iki belgesiz göçmenin uyuşturucu kartelleri için çalıştırılmak üzere kaçırılmaları ve ardından işkence ile öldürülmeleri, göçmenlere yönelik şiddetin katliam boyutlarına ulaştığını göstermektedir. Bu katliam sonrası, Meksika hükümeti transit göçü, ülke topraklarındaki yabancıların haklarını düzenleme amacıyla ülkenin ilk Göç Yasasını 25 Mayıs 2011 tarihinde yürürlüğe koymuştur. Seçilen her iki filmin kahramanları da reşit olmayan yoksul çocuklardır. Bu da göçün karakteristik özelliklerden birini yansıtmaktadır. 2014 yılında Orta Amerika’dan ABD’ye yalnız yola çıkan çocuk sayısındaki artış, Obama Hükümetini harekete geçirmiş, Meksika’dan gerekli adımları atması talep edilmiştir. Ulusal ve uluslararası kamuoyunun transit göçmenlerin insan hakları ihlallerine duyarlı olunması yönündeki baskısıyla, aynı yıl Meksika hükümeti Guatemala ile ortaklaşa, göçü düzenlemeye yönelik Güney Sınır Programı’nı (Programa Frontera Sur) uygulamaya başlamıştır.

Tüm bu sayılan olumsuzluklar içinde, kilisenin örgütlediği göçmen evleri göçmenlerin yaklaşık bir ay süren yolculuklarında dinlenebildikleri, güvende oldukları yerlerdir. En fazla üç gün konaklamalarına izin verilen bu evlerde, göçmenler dinlendikten sonra yollarına devam etmektedirler. La Bestia’da güneyden kuzeye katedilen yolda, yaklaşık on, on beş tren değiştirmeleri gerektiği belirtilen göçmenlerin güvenliklerini sağlamaya çalışan göçmen evlerinin devletin üstlenmesi gereken pek çok görevi yerine getirdiği bilinmektedir. Hermanos en Camino (Yoldaki Kardeşler) yurdunun direktörlüğünü yürüten rahip Alejandro Solalinde, Meksika’da göçmenlerin insan haklarını savunan önemli isimlerden biridir. La Bestia ve Los İnvisibles belgesellerinde görüşlerine yer verilen rahip, neoliberal kapitalizmin neden olduğu bu toplum sorunun önemini vurgulamaktadır.

Göçmenlere kilisenin örgütlediği göçmen evleri dışında kimi bölgelerde yerel halk da yardım etmektedir. Demiryolunda bekleyenler, hazırladıkları kumanyaları trendekilere fırlatarak aç susuz yola devam edenlere destek olmaktadırlar. Seçilen filmlerde de bu sahneleri görmek mümkün. Bunun dışında, Llévate Mis Amores, kumanyaları 1995 yılından bu yana her gün göçmenler için hazırlayan kadınların sevgisini, emeğini konu ediniyor. 2013 yılında İnsan Hakları Ulusal Komisyonu’nun İnsan Hakları Ödülü’nü alan bu kadınların hiç tanımadıkları göçmenlere gönülden verdikleri destek, göç yoluna ilişkin karanlık tablonun en aydınlık kısmını oluşturmaktadır. Norma Romero’nun evine süt ve ekmek götürürken trenden seslenenlere torbasındakileri vermesi ile başlayan ve bugün yaklaşık on beş kadının emeği ile devam eden yardımlar insanlığa dair umudu da canlı tutmaktadır. Göçmenlerin “sağol, anne” demeleri ya da yüzlerindeki mutluluğu görmenin onlara yettiğini belirten kadınlar, kolektif çalışmalarını Meksika dışında da duyurmayı başarmışlardır.

Göçü tamamlamak için kuzey sınırını rehbersiz, tek başına geçmek zor, neredeyse imkansızdır. Bu nedenle pek çok göçmen coyote (çakal) olarak bilinen insan kaçakçılarına ihtiyaç duymakta, onlarla yaptıkları pazarlıkla sınırın öbür tarafına geçmeye çalışmaktadır. Her iki filmde de kahramanların sınırı geçmek için coyotelerle anlaştıkları görülmektedir. Sınır güvenliğinin artması sebebiyle yıllar içinde insan kaçakçılarının talep ettiği ücret artmakta, kimi zaman parası olmayan göçmenler ABD’deki yakınlarından borç istemektedirler. Göç sürecindeki tehlikelerle mücadelenin bir yolu olarak göçün coyote/rehber eşliğinde sürdürülmesi kadın göçmenlerce tercih edilmekte, ülkeden geçiş süresini de kısaltmaktadır.[2]

La Jaula de Oro, “Amerikan Rüyası”nın göçmen işçiler için ne anlama geldiğini, tek bir sözcüğe yer vermeden Juan üzerinden gösteriyor izleyiciye. La Bestia’da El Salvadorlu Julio Monjibar ise öfkelenerek, köle gibi çalıştığını, evden işe, işten eve gittiğini, mahpus gibi yaşadığını söylüyor. Soygun, kaçırılma, tecavüz, yaralanma, öldürülme gibi şiddetin pek çok türüne maruz kalma, yük treninin tepesinde günler süren yolculuk, açlık ve sevdiklerini geride bırakmanın kederi, ABD’de kayıtdışı ekonomiye güvencesiz, ucuz işgücü olarak girebilmek için ödenen ağır bedeli özetler nitelikte.

DİPNOTLAR

[1] ITAM (2014) Migración Centroamericana en Tránsito por México hacia Estados Unidos: Diagnóstico y Recomendaciones, Hacia una visión integral, regional y de responsabilidad Compartida, Mexico: ITAM.

[2] Reyes Miranda,A. (2014) Migración Centroamericana Femenina en Tránsito por México hacia Estados Unidos, La situación demográfi ca de México 2014, Mexico: Consejo Nacional de Población.

Elif Tuğba DOĞAN

Ayrıntı Dergisi, 11 Ağustos 2017

https://ayrintidergi.com.tr/amerikan-ruyasi-icin-odenen-bedel-orta-amerikali-gocmenlerin-meksika-deneyimi/

İzleyiciler