2 Şubat 2023 Perşembe

Nesini Söyleyim Canım Efendim


Nesini söyleyim canım efendim
Gayrı düzen tutmaz telimiz bizim
Arzuhal eylesem deftere sığmaz
Omuzdan kesilmiş kolumuz bizim

Sefil ireçberin yüzü soğuktur
Yıl perhizi tutmuş içi koğuktur
İneği davarı iki tavuktur
Bundan gayrı yoktur malımız bizim

Reçberin sanatı bir arpa tahıl
Havasın bulmazsa bitmiyor pahıl
Tecelli olmazsa neylesin akıl
Dördü bir okkalık dolumuz bizim

Benim bu gidişe aklım ermiyor
Fukara halinden kimse bilmiyor
Devletin sikkesi selam vermiyor
Kefensiz kalacak ölümüz bizim

Evlat da babanın sözün tutmuyor
Açım diye çift sürmeye gitmiyor
Uşaklar çoğaldı ekmek yetmiyor
Başımıza belâ dölümüz bizim

Zenginin sözüne beli diyorlar
Fukara söylese deli diyorlar
Zemane şeyhine velî diyorlar
Gittikçe çoğalır delimiz bizim

Sekiz ay kışımız dört ay yazımız
Çalığından telef oldu bazımız
Kasım derken buz tutuyor özümüz
Mayısta çözülür gönlümüz bizim

Tahsildar da çıkmış köyleri gezer
Elinde kamçısı fakiri ezer
Yorganı döşeği mezatta satar
Hasırdan serilir çulumuz bizim

Zenginin yediği baklava börek
Kahvaltıya eder keteli çörek
Fukaraya sordum size ne gerek
Düğülcek çorbası balımız bizim

Serdarî halimiz böyle n’olacak
Kısa çöp uzundan hakkın alacak
Mamurlar yıkılıp viran olacak
Akıbet alınır öcümüz bizim 

Aşık Serdarî

Resim: Neşet Günal (1923-2002)





1 Şubat 2023 Çarşamba

Mösyö Seguin'in Keçisi

Sen hiç değişmeyeceksin, zavallı Gringoire (Grenguar)’cığım ! Nasıl olur ? Sana Paris’ in tanınmış bir gazetesinde köşe yazarlığı teklif ediyorlar da sen bunu reddetmeye kalkışıyorsun ! Kendine bir baksana, zavallı çocuk ! Şu delik deşik mintanına, şu hapı yutmuş pantolonuna, şu açım diye haykıran sıska suratına bir baksana! Güzel kafiyeler uydurmak ihtirası, bak seni ne hale soktu? Apollon cenaplarının hizmetinde on senedir sâdıkâne verdiğin emek, bak sana neye mal oldu… Hâlâ da mı utanmıyorsun ?

Köşe yazarı olsana, budala! Köşe yazarı olsana! Çil çil liracıklar kazanırsın, Brebant lokantasında karnını doyurursun, külahına yepyeni bir tüy takarak tiyatroların ilk temsil akşamlarında boy gösterirsin.

Nasıl ? İstemiyor musun ? Sonuna kadar, keyfine göre serbest yaşamak mı istiyorsun? Peki öyleyse. Mösyö Seguin’in keçisi hikâyesini bir dinle bakalım. Dinle de serbest yaşamak arzusu insana ne kazandırır, öğren.

Mösyö Seguin’in, keçilerinden yana hiç talihi yoktu. Hepsini de, aynı şekilde elinden kaçırırdı. Bir sabah ipini koparan dağa yollanır ve orada kurda yem olurdu. Ne sahibinin okşayışı, ne kurt korkusu bir tek keçiyi bile vazgeçirememişti. Bunlar, herhalde ne pahasına olursa olsun açık havayı ve başıboş gezmeyi seven, hürriyet âşığı keçilerdi. Hayvanlarının huyundan pek anlamayan zavallı Mösyö Seguin, çok kederliydi: Anlaşıldı, diyordu. Keçilerin burada canı sıkılıyor. Artık istemem, keçi beslemeyeceğim.

Yine de ümitsizliğe düşmedi. Altı keçisi aynı şekilde kaybolduktan sonra, tuttu, bir yedincisini satın aldı. Yalnız bu sefer, alışması kolay olsun diye kart değil, körpe keçi almaya dikkat etti.

Ah, Gringoire, bilsen Mösyö Seguin’in keçisi ne güzeldi! Baygın gözleri, küçük zabitlerinki gibi didon sakalı, pırıl pırıl ayakları, çizgili boynuzları, üstünde harmani gibi uzun beyaz tüyleriyle o kadar güzeldi ki! Neredeyse Esmeralda’nın oğlağı kadar şirindi, hatırlıyorsun değil mi Gringoire? Sonra, yumuşak başlı, sokulgandı. Sağılırken kımıldamaz, ayağını süt kabının içine sokmazdı. Velhasıl, cana yakın bir keçiydi.

Mösyö Seguin’in evinin arkasında, etrafı ak dikenle çevrilmiş bir ağılı vardı. İşte yeni kiracısını buraya yerleştirdi. Onu, çayırın en güzel yerinde, bir kazığa bağladı. Ama ipini de uzun bıraktı. Arada sırada, rahatı yerinde mi diye yoklamayı ihmal etmiyordu. Keçi mutlu görünüyor ve öyle keyifli otluyordu ki, Mösyö Seguin’in ağzı kulaklarına varıyordu. Adamcağız kendi kendine: "Nihayet," diyordu, "burada canı sıkılmayan bir keçi bulabildim." Mösyö Seguin aldanıyordu, keçisinin canı sıkıldı. Bir gün dağa bakarak, kendi kendine: "Kim bilir," dedi, "oraları ne güzeldir! Boynumun derisini yüzen şu uğursuz ip olmasa da, fundalıkların içine bir dalsam! Ne hoş olurdu. Çitin içinde otlamak eşeğe veya öküze yakışır! Keçi milletine açıklık lazım!"

O andan sonra ağılın otu kendisine tatsız geldi. Can sıkıntısı başladı. Eridi, sütü azaldı. Onun, böyle bütün gün, ipini çekerek, kafasını dağ tarafına çevirmiş, burun delikleri açılmış, mahzun mahzun, meee! demesi yürekler acısıydı.

Mösyö Seguin keçisinin bir derdi olduğunu anlıyordu ama ne olduğunu bir türlü kestiremiyordu. Bir sabah, sağılması biterken keçi başını çevirdi ve kendi lisanıyla:

- Bakınız Mösyö Seguin, dedi. Ben burada eriyip bitiyorum. Bırakın da dağa gideyim!

Mösyö Seguin:

- Allahım! Bu da mı? diye haykırdı.

O kadar şaşırmıştı ki, süt kabını yere düşürüverdi. Sonra keçisinin yanına, otların üzerine oturarak:

- Nasıl Blanquette (Blanket), dedi, beni bırakıp gitmek mi istiyorsun?

Blanquette:

- Evet Mösyö Seguin, diye cevap verdi.

- Otunu mu az buluyorsun?

- Hayır Mösyö Seguin.

- Galiba ipin kısa geliyor, istersen uzatayım.

- Ne zahmet Mösyö Seguin

- Öyleyse neyin eksik? Ne istiyorsun?

- Dağa gitmek istiyorum Mösyö Seguin.

- Ah Zavallı! Dağda kurt olduğunu bilmiyor musun? Karşına çıkarsa ne yaparsın?

- Tos vururum Mösyö Seguin.

- Kurda senin boynuzların vız gelir. O benim, senden daha bir nice boynuzlu keçilerimi yedi. Zavallı Renaude (Rönod)’u bilirsin. Hani geçen sene buradaydı. Teke gibi güçlü kuvvetli, ne azılı keçiydi. Bütün gece kurtla dövüştü ama sabahleyin kurt onu yedi.

- Vah zavallı Renaude! Ama zararı yok Mösyö Seguin, bırakın beni, dağa gideyim.

- Aman Allahım! Benim keçilerime de ne oluyor? Bunu da kurt elimden kapacak. Ama yağma yok. İste, isteme seni kurtaracağım kâfir. İpini koparmayasın diye seni ahıra kapayacağım. Artık hep orada kalacaksın.

Bunun üzerine Mösyö Seguin, keçiyi zifiri karanlık bir ahıra götürdü ve ahırın kapısını adam akıllı kilitledi. Kapıyı kilitlemişti ama pencereyi unutmuştu. Seninki arkasını döner dönmez, keçi pencereden atlayıp kaçtı.

Gülersin tabi Gringoire! İnkar etme, ben bilirim. Sen o zavallı Mösyö Seguin’e karşı keçilerin tarafını tutarsın. Ama biraz sabret, sonunda da gülecek misin bakalım...

Beyaz keçinin dağa gelişi, her tarafta hayranlık uyandırdı. İhtiyar çamlar, o güne kadar keçinin bu kadar güzelini hiç görmemişlerdi. Onu küçük bir kraliçeymiş gibi karşıladılar. Kestane ağaçları, Blanquette’i dallarının uçlarıyla okşayabilmek için yerlere kadar eğiliyorlardı. Yolunun üstünde katır tırnakları açıyor ve ellerinden geldiğince güzel kokmaya çalışıyorlardı. Bütün dağ, ona bayram yaptı.

Bizim keçinin ne kadar mutlu olduğunu bir düşün Gringoire! Artık ne ip var, ne de kazık. Onu, keyfinin istediği gibi sıçramaktan, otlamaktan alıkoyacak hiçbir şey yok. Asıl otun bolluğu oradaydı. Ta boynuzlarını aşacak kadar, azizim! Hem ne ot! Lezzetli, ince, diş diş, bin bir çeşit nebatın mahsulü. Hele çiçekler? Maviş maviş kocaman boru çiçekleri, uzun kırmızı yüksük otları, sarhoş edici usareleri taşan bütün bir yabani çiçek ormanı!

Beyaz keçi, bunların arasında, yarı sarhoş, ayakları havada, yere dökülmüş yapraklarla kestanelere karışarak, bayır aşağı yuvarlanıp duruyordu. Sonra, bir sıçrayışta ayağa kalkıyor, haydi yallah, yine çalıların, yeşilliklerin içine dalıyor, fırt bir kayanın üstüne çıkıyor, fırt bir hendeğin dibine atlıyordu. Bir aşağı bir yukarı, her yere burnunu sokuyordu. Sanki Mösyö Seguin, dağa on keçi birden salıvermişti.

Çünkü Blanquette’in hiçbir şeyden pervası yoktu.

Bir sıçrayışta koca koca selleri aşıyor, aşarken de su ve köpük içinde kalıyordu. Sonra, sırılsıklam, gidip düz bir kayanın üstüne uzanıyor, güneşte kurunuyordu. Bir seferinde de, ağzında bir çiçek, yaylanın kenarına kadar geldi ve aşağıda, ta aşağıda, ovada, Mösyö Seguin’in evini ve ağılını gördü. Bu manzaraya katıla katıla güldü:

- Ne de küçükmüş! dedi. Nasıl olmuş da sığmışım!

Zavallıcık, kendisini o kadar yüksekte görünce, dünyaya bir türlü sığamaz olmuştu.

Velhasıl, Mösyö Seguin’in keçisi çok güzel bir gün geçirdi. Öğleye doğru, sağa sola koşarken, bir yabani asmayı kıtır kıtır yiyen bir sürü dağ keçisinin arasına düştü. Bizim beyaz elbiseli kaltak, ortalığı birbirine kattı. Kendisine yabani asmanın en lezzetli parçasını ikram ettiler. Hele erkekleri görme. Bir çıtkırıldım oldular ki. Hatta dahası var Gringoire ama, aramızda kalsın. Siyah tüylü, genç bir dağ keçisi galiba, Blanquette’in hoşuna gitmek şerefine mazhar oldu. İki sevdalı, bir iki saat ormanın içinde kayboldular. Birbirlerine ne söylediklerini öğrenmek istersen git de, yosunların altında belirsiz dolaşan geveze kaynakları sorguya çek.

Ama birdenbire hava serinledi, dağ menekşe rengi bağladı; akşam olmuştu. Küçük keçi şaşırıp kaldı: "Ne çabuk!"

Aşağıda tarlalar sise gömülmüştü. Mösyö Seguin’in ağılı, hemen hemen kaybolmuştu; küçük evin yalnız tüten bacasıyla çatısı görünüyordu. Blanquette, ağıla dönen bir sürünün çıngırak seslerini dinledi, içi burkuldu. Yuvasına dönen bir akdoğan, geçerken kanatlarıyla ona sürtündü, içi titredi. Sonra dağda bir uluma duyuldu: Uuuuuu! Uuuuuu!

Aklına kurt geldi; bütün gün çılgın gibi, kurdu hiç düşünmemişti. Yine o anda, ovanın ta dibinden bir boru sesi işitildi. Bu, bizim Mösyö Seguin’ in başvurduğu son çareydi.

Kurt: Uuuuuu! Uuuuuu! diye uluyordu. Boru: Eve dön! Eve dön! diyordu.

Blanquette, bir an, geri dönmek istedi ama kazığı, ipi, ağılın çitini hatırlayınca, bu hayata daha fazla katlanamayacağını, dağda kalmanın hayırlı olacağını düşündü. Artık boru sesleri de kesilmişti.

Keçi tam arkasında bir yaprak hışırtısı duydu. Döndü ve karanlıkta kısa ve dimdik iki kulakla, pırıl pırıl yanan bir çift göz gördü. Bu, kurttu. Koskocaman, hareketsiz, kıç üstü oturmuş, küçük beyaz keçiye bakıyor ve onu gözleriyle şimdiden yiyordu. Nasıl olsa yiyeceğini bildiği için hiç acele etmiyordu. Yalnız, keçi yüzünü kendisine dönünce, fena fena gülmeye başladı: "Hah! Hah! Mösyö Seguin’in küçük keçisi!"

Sonra kocaman kırmızı diliyle, kav rengindeki sarkık dudaklarını yaladı. Blanquette mahvolduğunu anladı. Bir an, bütün gece dövüşüp de ancak sabah olunca kurdun karnına giren koca Renaude’un macerasını hatırladı ve beyhude yere uğraşmaktansa, hemen yutuluvermenin daha hayırlı olacağını düşündü. Sonra bundan vazgeçti, kafasını kıstı, boynuzlarını uzattı, müdafaaya hazırlandı. O Mösyö Seguin’in kahraman keçisi değil miydi ya! Kurdu öldürmek ümidine kapılmamıştı, keçiler kurtları öldüremezler, ama Renaude kadar dayanabilip dayanamayacağını anlamak istiyordu.

Nihayet canavar, keçinin üzerine yürüdü. Küçücük boynuzlar da harekete geçti. Ah yavrucuk! Var kuvvetiyle nasıl karşı koyuyordu. Belki on defa, yalan söylemiyorum Gringoire, belki on defadan da fazla, kurdu gerileyip nefes almaya mecbur etti. Bu bir dakikalık aralıklarda bile kâfir obur, hemen o güzelim otlardan bir parça koparıyor, sonra, ağzı dolu dolu, yine kavgaya tutuşuyordu. Bu, bütün gece devam etti. Mösyö Seguin’in keçisi bazen parlak gökyüzüne, yıldızların kaynaşmalarına bakıyor ve kendi kendine: "Ah ne olur," diyordu, "şafak atıncaya kadar dayanabilsem!"

Yıldızlar birbiri ardı sıra sönüp kayboldu. Blanquette boynuzlarına, kurt dişlerine yüklendi. Ufukta solgun bir ışık peyda oldu. Çiftliğin birinde kısık sesli bir horoz öttü. Can vermek için sabahı bekleyen zavallı hayvancık: Çok şükür! dedi ve kan lekelerinin benek benek ettiği o güzelim beyaz postuyla, boylu boyunca yere serildi. O zaman kurt, küçük keçinin üzerine atıldı ve onu parçalayıp yedi.

Allahaısmarladık Gringoire! Dinlediğin hikayeyi ben uydurmadım. Şayet bir gün, olur da Provence’e gelirsen, bizim rençberlerden sık sık şunu duyarsın: Mösyö Seguin’in keçisi bütün gece kurtla boğuştu, sonra sabah olunca kurt onu yedi. Beni iyi dinliyor musun Gringoire; sonra sabah olunca kurt onu yedi.

Alphonse Daudet, Değirmenimden Mektuplar



"Aptallık bir yaradır."

"Aptallık bir yara­dır. Yara bir çocuğun ilk sorusu ya da ilk hakkındaki sorusunun bastırılmasıyla oluşur. O andan sonra zaman içinde nasırlaşarak duyarsızlaşan ve katılaşan bu alan görünmez olsa da aptal­lığın kaynağıdır."

Theodor W. Adorno, Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı, 2016




31 Ocak 2023 Salı

"Birer ipekböceğiyiz hepimiz..."

Olmak ve ölmek arasında ördüğümüz mağaramızda, ne varsa bizim sandığımız ya geride bırakır çeker gideriz ya da haşlanarak çözülürüz ölümüne...

Gölgelerden ibaret gördüklerimiz, başka yalanların izleridir ipek perdemizde; onları biz öreriz de kendimiz çözemeyiz.

Günü gelir, duvarlarımızı saran yalanlar, aldatırken aldanmalar, hayaller, düşler, inançlar; ne varsa sandığımız! İbrişim örülür de biz yine de şem-ü pervane olur yanarız çıplak bedenimizle... Öyle çarpık bir aşktır ki bu, yerimizi ve yönlerimizi kaybederiz tutulduğumuzda sarmalına; konup göçeriz kendimizden.

"İbrişim örmüyorlar / oy oy / sevmişim vermiyorlar / dayanamam ben..."

Mehmet Ali Canikli

Siyah Beyaz Düştü Sevdalar, s.81,82

Resim: Figen Batı, Tuval Üzerine Akrilik, 90x120



"Yeni bir yere geliyorsun ve bakıyorsun ki her şey aynı."


Cennetten de Garip (Stranger Than Paradise):

Yeni Dünya: Macar asıllı Willie, son 10 yılını New York’ta geçirmiştir. Yani bir hayata başlamak ümidiyle ABD’ye gelen 16 yaşındaki kzini Eva Molnar, Cleveland’da yanında kalacağı halası hastaneye yattığından mecburen 10 günlüğüne Willie’de konaklar. Önce bu durumdan hiç hoşlanmayan Willie, birlikte kaldıkları süre byunca Eva’ya alışır ve kız New York’tan ayrılacağı sırada, onun da kendisi gibi, ailenin "kara koyun"larından biri olduğunu anlar.

Bir yıl Sonra: At yarışı tutkunu Willie ile en yakın arkadaşı Eddie, birlikte katıldıkları poker partisinde ortaklaşa hile yapmakla suçlanınca, tüm kazançlarını toplar ve ödünç aldıkları bir arabayla, bir yıldır Cleveland’ta, sert ve inatçı Lotte Hala’nın yanında yaşamakta olan Eva’yı ziyaret etmeye karar verirler. ABD’de hayal kırıklığına uğramış olan Eva onları gördüğüne çok sevinir ama kara kışın ortasında geçirdikleri birkaç günün ardından, Willie ve Eddie sıkılıp oradan ayrılırlar.

Cennet: Dönüş yolunda Eva’yı özleyen ve ceplerindei paraya güvenen Willie ile Eddie, geri döner, Eva’yı Lotte Hala’dan geçici bir süre için ödünç alır ve "Cennet"te tatil yapmak üzere hep birlikte güneye, Florida’ya doğru yla çıkarlar. Yol boyunca birbirine benzer motellerde geceler ve sonunda umduklarından çok farklı bir Florida’ya ulaşırlar. Eva’ya kötü davranmaya başlayan Willie ve elinden bir şey gelmeyen Eddie, tüm paralarını tazı yarışlarında kaybedince, durumları vahim bir hal alır...

"Jarmush’u ’cool’, minimalist ve ilginç bir yönetmen olarak ortaya çıkarıp tanıtan yapıt." Time Out
"Ait olduğu türün belirlenmesi, akla yatkın bir biçimde tanımlanması kadar güç, son derece komik bir film." LA Times

Film açıklaması sinefil.com web sayfasından alınmıştır

Stranger Than Paradise A Film By Jim Jarmusch, 1984


Okumuş Bir İşçi Soruyor


Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima’nın?
Ne oldular dersin duvarcılar
Çin Seddi bitince?

Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok!
Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler?
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?
Yok muydu saraylardan başka oturacak yer
dillere destan olmuş koca Bizans’ta?

Atlantik’te, o masallar ülkesinde bile,
boğulurken insanlar
uluyan denizde bir gece yarısı,
bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden.

Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender?
Tek başına mı aldıydı orayı?
Nasıl yendiydi Galyalılar’ı Sezar?
E bir aşçı olsun yok muydu yanında?
İspanyalı Filip ağladı derler
batınca tekmil filosu.
Ondan başkası ağlamadı mı?
Yediyıl Savaşı’nı 2. Frederik kazanmış?
Yok muydu ondan başka kazanan?

Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kim zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
ama ödeyen kimler harcanan paraları?
İşte bir sürü olay sana
Ve bir sürü soru.

Bertolt Brecht

Resim: https://www.toplumsal.com.tr/  web sayfasından alınmıştır



 

30 Ocak 2023 Pazartesi

Şairinden meşhur şiirler!

Dünyanın neresine giderseniz gidin, kime sorarsanız sorun herkes “Don Kişot”u bilir, ama dünyanın neresine giderseniz gidin bütün zamanların bu en meşhur kitabının yazarını sorun, “Cervantes” diyecek kaç kişi çıkar bilemem.

Bazı romanlar yazarlarıyla değil isimleriyle bilinir çünkü.

Bazı şiirler de öyle… Daha meşhurdur o şiirler şairlerinden. O kadar meşhurdur ki, o şiiri yazmış olan şairin adını pek az kişi merak eder.

“Makber” yazarından meşhurdur mesela. “Kaldırımlar” da, “Yaş Otuz Beş” de, “Fahriye Abla” da, “Masa da Masaymış ha” da, “Otuz Üç Kurşun” da, “Han Duvarları” da, "Monna Rosa" da…

Şiirlerinin kendilerinden meşhur olması şairlerin pek hoşuna gitmez. Ve genellikle şairler, pek meşhur olmuş, isimlerinin önüne geçmiş, şöhretinden rol çalmış şiirlerine üvey evlat muamelesi yaparlar. “Dur hele ne cezvelenip duruyorsun, seni yaratan benim, senden büyük ben varım,” der o şiirlerinden başka şiirleri de olduğunu gururla söylerler… Bu yüzden bir toplulukta o şiirin adını söyleyerek onu başkalarına tanıştıran dostlarına çok kızarlar.

*

Ahmed Arif’in “Otuz Üç Kurşun” şiiri yazılmadan önce meşhur olmuş bir şiirdir. Hikayesi ibretlik bir hikayedir. Absürttür, komiktir, trajiktir... Sadece bizim memlekette olur cinsinde bir hikaye... Şiir yayınlanmadan önce şairin başını belaya sokmuş. Şair kafasında yazmış, kağıda geçirmemiş, onu birkaç arkadaşına okumuş, tıpkı kutsal metinleri ezberleyip yaygınlaştıran “okuyucular” misali; bu vesileyle şiir kısa sürede belli mahfillerde bilinmiş. Kim artık kaç mısraını ezberlediyse birbirine okumaya başlamışlar.

Ahmed Arif, Van-İran sınırında kaçakçılık yapan otuz üç köylünün kurşuna dizilmesi emrini verdiği için yıllar sonra hakim karşısına çıkartılan General Muğlalı’nın yargılanması sırasında yazar şiiri ancak yayınlamaz. Güvendiği birkaç arkadaşına, dostuna okur o kadar. Kağıda geçirmez onu, biliyor yazılı halini bulurlarsa vay haline! Öyle güvenmediklerine de pek okumaz şiiri, yerin kulağı var her yerde, bunu da biliyor. Aldığı onca tedbire rağmen polis, Ahmed Arif’in pek yenilir yutulur olmayan, netameli bir şiiri olduğu haberini alır, “hele çekelim bu herifi karakola” derler, bakalım şiir “yazmamak” neymiş görsün! Evini basar polis, alıp götürürler. Suçu büyüktür; şiir yazmak değil, şiir yazmamak… Ama polis bu numaraları yutmaz. Basar sopayı, henüz yazmadığı şiiri yazdırmaya çalışır şaire! Hikayenin devamını Refik Durbaş’a anlatmıştı Ahmed Arif, şöyle:

Karakolda sabaha kadar döverler. ‘Oku’ derler şiiri, okumaz. Henüz hiçbir yerde şiirin tek satırı çıkmış değil, polis nereden biliyor böyle bir şiirin varlığını? Oku derler, şairde Kürt inadı var okumaz, işkence uzar, şairin ağzından tek mısra çıkmaz. Basarlar sopayı, falakaya yatırırlar, okumaz. Onlar dövdükçe şair 'ölürüm de okumam' diye inat eder. Biliyor şiir yoksa suç da yoktur. Sabaha kadar dayak atarlar, nafile...

Daha sonra Atatürk Spor Salonu olan o zamanki stadyumun etrafındaki tellerin önüne getirirler, baygın haldeki şairi o tellerden aşağı atarlar. Orada sabaha kadar öylece kalır. Sokak köpekleri gelip gelip koklarlar. Ödü kopar, ölü sanıp yiyecekler diye. Sabah çöpçüler bulur onu. Acıyıp oradan çıkarırlar. Bir taksiye bindirirler. Han gibi bir yerde kalıyor, orada ev sahibi Mebus Hatçe çorba yapar ona, yaralarını sarar. Ancak bir haftada kendine gelir. Bir hafta sonra sokağa çıkar. Bu hadiseyi çok uzun süre kimseye anlatmaz şair, en yakın dostlarına bile.

*

Edip Cansever’in “Masa da Masaymış ha” şiirinde ise adam evinden içeri girer; “masaya önce anahtarlarını koyar, bakır kâsede çiçekleri, sütü, yumurtayı, pencereden gelen ışığı, bisikletin, çıkrığın sesini, ekmeği, havanın yumuşaklığını, aklında olup bitenleri, hayatta yapmak istediklerini, sevdiklerini, sevmediklerini, üçü üçle çarparak bulduğu dokuzu, pencere yanındaki gökyüzünü, sonsuzluğu, içmek istediği biranın köpüğünü” koyar. Şiir şu dizelerle biter:

“Masa da masaymış ha

Bana mısın demedi bu kadar yüke

Bir iki sallandı durdu

Adam ha babam koyuyordu.”

Bu şiir, 1954 yılında çıkan “Dirlik Düzenlik” kitabında yer alır. Ve çok kısa sürede o kadar meşhur olur ki Edip Cansever’in adı bu şiirle anılır. Bela olur başına, “hiç kimseden çekmez bu şiirden çektiği kadar”. “Hayatım boyunca bu şiirden kurtulamadım gitti” der bir yerde şiirinden yaka silkeleyerek. Şöyle anlatır derdini:

“1954’te Dirlik Düzenlik adlı şiir kitabım basılıyor. Bugün bakıyorum da ‘Masa da Masaymış ha’ şiirinden başkası yazılmasa da olurmuş diyorum. Ayrıca bu şiirimden yaşamım boyunca kurtulamadım. Antolojilerde aynı şiir, yabancı dillere şiir mı çeviriyorlar benden, ille ‘Masa’ şiiri de olacak.”

*

Aynı dert Ahmet Muhip Dıranas’ın da başında var. O da “Fahriye Abla” diye bir şiir yazmış, Edip Cansever’in başına gelen onun da başına gelmiş. Varsa yoksa “Fahriye Abla”… Bu şiirin şarkısını, yıllar sonra filmini de yaptılar.

Cansever’le Dıranas dert ortağı, benzer bir yaranın acısını çekiyorlar. Edip Cansever, Dıranas’la bir yerlerde karşılaşır:

“Bir gün Ankara’da Ahmet Muhip Dıranas’ın da bulunduğu bir masadayız. Bir ara Dıranas bana döndü, adı geçen şiiri övdü. ‘Üstat, ben o şiirden bıktım’ dedim, ‘benim başka şiirlerim de var.’ Dıranas gülümseyerek, ‘Eh ben de Fahriye Abla’dan bıktım, ne yapalım, her şairin bıktığı bir şiiri vardır’ dedi.”

İlhan Berk’e göre Ahmet Muhip Dıranas “Fahriye Abla”nın bu kadar tutulacağını, sevileceğini, bu kadar meşhur olacağını düşünmemiş. İlk defa şiir 1935 yılında Varlık Derisinde yayınlanmış. Bir anda şiirin ünü şairin önüne geçince onu kitabına almış. Şiir almış başını gitmiş, kimse yazarını sormuyor, herkes Fahriye Abla’nın peşinde…

Ahmet Muhip Dıranas 1980 yılında öldü. Ölümünün 25. yılında, yani 2005 yılında Fahriye Abla hâlâ yakasını bırakmamıştı şairin. O sene Milli Kütüphanede düzenlenen bir anma toplantısında Dıranas’ın eşi Münire Dıranas da kocasını anlatır, söz yine Fahriye Abla’ya gelir. Kadın Fahriye Abla’dan hâlâ mustariptir. Kocası ölmüş ona Fahriye Abla tartışmasını miras bırakmıştı. O toplantıda Münire Hanım, rahmetli kocası ile “Fahriye Abla” nam kadın arasında bir şey geçmediğini, dolayısıyla onu hiçbir zaman kıskanmadığını ispatlamak için, “Fahriye Abla, eşimin annesinin bir arkadaşıydı, o şiiri yazdığında ben daha doğmamıştım, evlendiğimizde o kadın 70 yaşındaydı, ben Fahriye Abla’yı hiç kıskanmadım,” der.

*

Bütün büyük şairlerin derdi budur işte. Liselerin edebiyat derslerinin de sevimsiz, sıkıcı olmalarının sebebi de… İlle de şair bu şiirinde ne demek istiyor, şiirde bir isim geçiyorsa, o isim hayali bile olsa onun kimliğinin peşine düşüyor millet. Birçok edebiyat öğretmeni talebelerine “bu şiiri düz yazıya çevirin” ödevleri verir, talebelerinin derste yaptığı çoğu şiir çözümlemesini beğenmez, “şair burada yaşadığı yeri bir çöle benzetiyor” diyerek hem şiirin canına okur hem de talebelerin edebiyat dersinden nefret etmelerine sebep olurlar.

Çoğu zaman tarihi romanlara nasıl gerçek tarihi vesika muamelesi yapılıyorsa, aynı şekilde şiirde de hayatın gerçeği aranır beyhude bir çabayla.

Oysa dünyanın tuhaf yaratıklarıdır şairler. Sanatları buna müsaittir. Öyle şeyler yazarlar ki, biz okurların aklına, onların aklına gelmemiş olan tuhaf şeyleri sokarlar.

Bu yüzden “Fahriye Abla” şiirini çözümleyen şiir bilen çoğu kişi o şiirde; şairin mahallesinde Müjde Ar’ın gençliğine benzer, dudağının kenarından şehvet akan şuh edalı, yaşamış, işveli gerçek bir Fahriye Abla aramazlarBunlara göre Dıranas’ın bu şiiri bir “büyüme şiiri”dir. Her kıtada şair çocukluktan ihtiyarlığa giden bir aks üzerinde, hayatın resmini çizer.

Bu fikirde olanlar belki de yanılıyor, bu satırları Dıranas okusaydı eğer, “Ne diyorsun sen, ben gençken hülyasıyla nice fanteziler kurduğum bizim mahallede tanıdığım bir kadından bahsediyorum, nereden çıktı bu derin mana?” da diyebilirdi, kim bilir.

Şiir bu; hem yazarına hem okuruna pabucu ters giydirir.

*

Gelelim, Necip Fazıl’ın “miladı” olan şiiri “Kaldırımlar”a… Kimisinin o tek şiirin üstadı büyük şair yaptığını, sonrasında bir şey yazmasaydı da hep büyük kalırdı dediği, kimisinin de şairin sanatını “Kaldırımlar’dan Önce (KÖ) ve Kaldırımlardan Sonra (KS)” diye ikiye ayırdığı o anıtsal şiire…

Hatıratı “Babıali”de bu şiirin de kaynaklarını açıklar. Cumhuriyet’ten sonra yurt dışına okumak üzere devletin burslu gönderdiği öğrenci kafilesinin arasında Necip Fazıl da var. Orada karşılaştığı Türklerin sabahtan akşama kadar kahvelerde pineklemelerini görünce şunları yazar:

“Korkunç! Başları üzerinde en renkli ve mânalı Batı şehirlerinden birinin kapkara çatıları ve esrarlı bacaları yükselirken, bunlar, her meseleye uzak, bu kahvehanede sıkışıp kalmışlar.”

Fakat kısa bir süre sonra genç Necip Fazıl da okulu mokulu boş verir, onlar gibi kumar masalarına dadanır. Yukarıya aldığım serzenişi, “Kaldırımlar” şiirine şu dizeyle geçer:

“Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;

Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.”

Kumar hayatını kuşatır şairin. Her şeyi boş verir. Bu durumu Ankara’dakiler de haber alır. Bir müfettiş gelir, eline son aylığını ve dönüş parasını tutuşturur, o parayı da kumara kaptırır ve Paris’te cıscıbıldak, çaresiz kalır. Hatıratında şunları yazar:

“Pırıl pırıl cadde, Paris kaynıyor... O, Genç Şair, şehrin kapkara çatıları, esrarlı bacaları ve her an göz kırpan ışıkları ortasında, kaybolmuş bir çocuk gibi kimsesiz ve on parasız... Ve ‘Işık Beldesi' diye anılan Paris'te, hiçbir yer­den hiçbir ümit kıvılcımı göstermez bir karanlıkta...

Gözleri kaldırımlarda, ‘Kaldırımlar’ şiirini içinde biriktire biriktire saatlerce, yayan, oteline gitti.”

O sırada bir şeyler “arar” şair. Kumar bu “arayışın” aracıdır derler. Oturur “Kaldırımlar”ı yazar. Şiir “Hayat” dergisinin 19 Nisan 1928 tarihli sayısında yayınlanır.

Şiir coşkuyla karşılanır. Nurullah Ataç onu yere göğe koymaz. Mustafa Şekip Tunç, “Yalnız bu büyük şiir bir sanatkara yeter” diye yazar. Peyami Safa, başka eleştirmenler de övgü yarışına girerler. Hatta Ahmet Haşim’in şairi bir kenara çekerek “bu sesi nereden buldun be çocuk” dediği bile rivayet edilir.

Ama Necip Fazıl memnun değil, mustariptir, ona göre şiiri yanlış anlaşılmış, o yirminci yüzyılda bunalım içinde debelenen “çilekeş bir entelektüelin” dramını yazmış, şiiri okuyanlar ise ondan “geceleri kaldırımlarda yatan evsiz barksız bir insanın dramını” anlattığı sanmışlar.

“Babıali” kitabında anlatır şair. Necip Fazıl daha sonra adını “Çile” olarak değiştirdiği “Senfoni” şiirini yeni yayınlamış. Çok güveniyor bu büyük şiirine. Hiç olmasa “Kaldırımlar”ın biraz etkisini siler, onun büyüklüğünü bir kez daha ortaya serer diye önüne gelene yeni şiiri hakkındaki fikrini sorar. Fikrini sorduğu şairlerden birisi de Cahit Sıtkı’dır. Şöyle aktarır aralarında geçen konuşmayı:

“Nasıl buluyorsun, Cahit, 'Senfoni'yi?..

“Büyük şiir!.. Ama baş şiiriniz diyemem... Meselâ Kaldırımlar ayarında değil..

“His kumaşı ne kadar nâdide olursa olsun, kolay anlaşılan ve sevilenden nefret ediyorum!”

*

Hadi gelin yazının burasında şiiri okuyan ile yazanın şiirden ne anladığı üzerine, Memet Fuat’ın yaptığı bir deneyi, Turgut Uyar’ın nakletmesiyle aktaralım. Memet Fuat bu deneyi, o zamanların genç şairi Kemal Özer’in “Ağıt” şiiri üzerine yapmış. Önce şiiri okuyalım:

 

“annem mi bir kadın

geciken bir kadın gece yatısına

ölüm kendini göstereli babamın saçlarından

günübirlik bir kadın

üsküdar'la istanbul arasında

babamdı sakalıydı babamın

bir akşam göle batırdı

çıkmamak üzere bir daha

hepsi de ekmek kokardı

sayısı unutulan parmaklarının

akşam bir attır bütün ülkelerde

serin esmer bir attır

terkisine çocukların bindiği

 

Turgut Uyar’ın aktardığına göre, Memet Fuat Varlık Dergisi’nin 15 Nisan 1959 günü yayınlanan “Şair-Şiir-Okuyucu” başlıklı yazısına şöyle başlar:

“Şiir eleştirisi yapan kimseler, daha çok, şiirle şair arasında­ki bağlar üzerinde dururlar. Ne demek istemiş? Ne demiş? Nasıl demiş? Şiirleştirme yöntemlerinden nasıl yararlanmış gibi soru­lar sorulur.”

Memet Fuat’a göre, kapalı, anlaşılması güç şiir çeşitli anlamlara gelebilir. Onu okuyan birisi, şairin aklından bile geçirmediği anlamlar çıkarabilir.

Memet Fuat, Kemal Özer’e bir mektup yazar. “Gül Yordamı” kitabındaki, yukarıya aldığım “Ağıt” şiirini anlam bakımından açıklamasını ister. Kemal Özer de kendi şiirinden ne anladığını açıklar. Mehmet Fuat, Kemal Özer’in gönderdiği açıklamayı kendi anladığı açıklamayı karşılaştırır ve söz konusu yazısında birbirini tutmayan ve tutmayışın sebeplerini araştırır, yazar.

İlginç sonuçlara ulaşır. Kemal Özer bu şiirinde, “çocuğunu her gün evinde yalnız bırakarak, akşamlara kadar ölmüş kocasının, yani çocuğun babasının mezarında oturan bir kadını” anlatmış. Oysa Memet Fuat şiirden bunu anlamamış, ona göre, “Kocasının ölümü yahut çalışamayacak kertede hasta olması üzerine geçimini sağlamak üzere, sabahtan akşama kadar çocuğunu yalnız bırakmak zorunda kalan bir kadını” anlattığını düşünmüş.

Memet Fuat yazısında bunun nedenlerini yazıyor sonra. “Üsküdar” deyince Kemal Özer’in aklına “mezarlık”, Memet Fuat’ın aklına ise “çalışmak zorunda olan yoksul insanlar”gelmiş. Gerçeklik, düş bahsinde anlaşamıyorlar. Turgut Uyar’ın aktardığına göre, Memet Fuat, “Geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olmayan bir kadının çocuğunu her gün evde böyle bırakacağını aklım almaz benim,” diyor yazısında.

*

Şiirin anlamını çözmeye kalkışmak beyhude bir çabadır. Şairin anlatmak istediği ile okurun anladığı çoğu zaman birbirini tutmaz. Şairlere sorsan, onların açıklamaları çoğu zaman okurda hayal kırıklığı yaratabilir. Turgut Uyar’ın aktardığına göre Sokrates savunmasında şöyle diyor: “Kendi yazdıkları parçalardan en güzellerini seçerek, ne demek istediklerini şairlere sordum. Çoğunun söyledikleri, orada bulunan herhangi bir kimsenin söyleyeceğinden farklı değildi.”

Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, anlatmak istediğim şeyi André Gide'in anlattığı gibi anlatamam:

"Şair olmak için insanın kendi dehâ­sına inanması; sanatçı olabilmek için de de­hâdan şüphe etmesi gerekir. Gerçekten kud­retli adam, birinin, öbürünü arttırdığı insan­dır."


Muhsin Kızılkaya

(22.01.2023, habertürk.com web sayfasından alınmıştır.)

İzleyiciler