7 Ağustos 2023 Pazartesi
The Asphalt Road / Sabahattin Ali
25 Temmuz 2023 Salı
Yuvaya Dönüş
this would have been
forty years ago — behind,
only meadows. Drifts
of crocus in the damp grass.
I stood at that window:
late April. Spring
flowers in the neighbor’s yard.
How many times, really, did the tree
flower on my birthday,
the exact day, not
before, not after? Substitution
of the immutable
for the shifting, the evolving.
Substitution of the image
for relentless earth. What
do I know of this place,
the role of the tree for decades
taken by a bonsai, voices
rising from the tennis courts —
Fields. Smell of the tall grass, new cut.
As one expects of a lyric poet.
We look at the world once, in childhood.
The rest is memory.
‘Nostos’ from MEADOWLANDS by Louise Glück
Copyright © 1996, Louise Glück. All rights reserved.

20 Temmuz 2023 Perşembe
Siyahüzüm
19 Temmuz 2023 Çarşamba
Güz
Babası, Balyozoğlugil Ailesi’ndendi.
Annesi ise, Kavurgalı Hoca Nuri Efendi’nin kızı.
Anne tarafı eşraftandır; baba tarafı ise halktan.
Hoca Nuri Efendi; medrese eğitimi görmüş, eğitimini İstanbul’da tamamlamış, aydın bir din adamıydı. “Ulûm-u Diniye” öğretmeniyken, Cumhuriyet ile birlikte il kitaplığı yöneticiliğine getirildi. Sarığı atıp, şapka giyen ilk kişiydi. Sanata, şiire, okumaya düşkündü. Mevlana’ya ve Yunus Emre’ye tutkundu. Atatürk ve Cumhuriyet sevdalısıydı. Cumhuriyet Halk Partili’ydi; milletvekilliği ve bürokratlık yaptı.
Gülten Akın’ın doğduğu ev, baba dedesinin oturduğu evdi.
Baba dedesi yeşil gözlü, tütünden sararmış bıyıkları olan sakallı bir Rumelili’ydi. Birlikte oturduğu tek torunu olduğu için Gülten, dedesinin en kıymetlisiydi. Dedesinin hayranlığının bir diğer nedeni ise, Gülten’i annesine benzetmesiydi. “Zeynep” idi anasının adı, ve torununa “Zeynep” diyordu.
Adının “Gülten” olduğunu ilkokula başladığında öğrendi…
Okul yaşına kadar çok mutlu bir çocukluk yaşadı Gülten.
Derken II. Dünya Savaşı geldi, çattı. Baba askere çağrıldı. Yokluk, yoksulluk günleri başladı.
Ve ardından…
Şarkılar mırıldanarak iş gören, neşeli annesi 44 yaşında vefat etti…
Baba dedenin evinden ayrılıp Yozgat’ın Sorgun İlçesi’ne taşındılar.
İlkokula burada başladı…
Şiir okuyan dayılar
Uzun kış gecelerinde anne-dedesi peygamber kıssaları okurdu.
Dayıları ise şiirler…
Dayısının tavan arasında eski bavullarda kitapları vardı. Şiir kitapları, romanlar, öyküler…
Dostoyevski, Tolstoy, Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali ile böyle tanıştı.
Babasını zorlayarak, beş yaşında okula yazıldı ve sınıf birinciliğini kimseye bırakmadı.
Elinden kitap düşmeyen bir çocuktu.
Hiç unutamadığı öğretmeni Melek Hanım, sarışın, mavi gözlü bir göçmen kızıydı. Kendini paralarcasına çalışırdı, öğrencilerini eğitmek için.
Gülten Akın’ın “rol modeli“ oldu yaşamı boyunca…
Yıl, 1943…
Yozgat’tan ayrılıp başkent Ankara’ya gittiler. Babası emniyet muavenet memuru olarak iş buldu.
Hamamönü ile Ulucanlar arasında küçük bir çıkmaza taşındılar.
İlkokul son sınıfı Anafartalar’daki Atatürk Kız İlkokulu’nda okudu ardından Taşmektep’te. Taşmektep yıkılınca hiç sevmediği Cebeci Ortaokulu’nda okudu. Okulda, sessiz hayalet gibiydi, varlığı yokluğu bir…
İçsel yolculuğu seven bir genç kızdı artık…
Ankara Kız Lisesi’nde şiir yavaş yavaş hayatına girmeye başladı. Edebiyat hocaları tarafından durum fark edilince, lisenin şairi ilan edildi.
Okul dergisinde yer almaya başladı şiirleri. Diğer sınıflardan şiir yazması için sipariş bile almaya başlamıştı!
Hiç sevmediği dersler olan fen, matematik dersi hocalarına taşlamalar yazarken, Son Haber gazetesinde çıktı ilk şiiri. Yıl, 1951 idi. Ardından…
20’li yaşlarda Hisar, Varlık, Yeditepe, Türk Dili, Mülkiye gibi dergi sayfalarında yer aldı şiirleri…
Sonsuz ilgisi vardı edebiyata…
Bir de felsefeye…
Evlerine bomba atıldı.
Lise bitince Ankara Hukuk Fakültesi’ne kaydını yaptırdı.
Hem çalışıp hem okuyacaktı; İçişleri Bakanlığı’nda iş buldu.
Yıl içinde akşamları ders çalışıyor, yıl sonlarında izinlerini kullanarak sınavlara giriyordu. Çalışıyordu, okuyordu ve şiir yazıyordu.
Varlık Dergisi şiir ödülünü kazandı.
O yoğun günlerde aşık oldu. Sevgilisi Mülkiye öğrencisi Yaşar Cankoçak’tı.
Nişanlandılar.
Dört yılın sonunda fakülteyi bitirince 1956’da evlendiler.
Aynı yıl, ilk şiir kitabı olan “Rüzgâr Saati”ni çıkardı.
1957 ve 58 yıllarında ardı ardına iki çocuk sahibi oldular.
Ve 1958’de; sürekli sürgünlük nedeniyle 1972 yılına kadar sürecek Anadolu yollarına düştüler. Kumluca, Şavşat, Gevaş, Alucra, Gerze, Saray, Haymana, Kumru…
Eşi kaymakamdı ve kendisi öğretmenlik yapıyordu…
Nice zorluklara göğüs gerdiler.
Örneğin…
Alucra’da Türkçe öğretmenliği yaparken diğer yanda okuma yazma bilmeyen kadınlar için kurs vermeye başladı. Geceleri gerçekleşen derslerde, ellerine aldıkları fenerler ile okulun yolunu bulmaya çalışan bir grup kadındılar. Tiyatro oyunlar hazırlayıp, sahneliyorlardı.
Kimileri kadınların aydınlanmasından rahatsız oldu.
Eşinin de adı yoksullara yardım nedeniyle “efsane kaymakam”a çıkmıştı.
Evlerine bomba atıldı…
Patlayan bomba kasabadaki pek çok evin camlarını kırdı. Lojman hasar gördü. Yara almadan kurtuldular.
Fakat…
Ölüm tehditleri almayı hep sürdürdüler. Geceleri yastıklarının altında tabanca ile uyuyorlardı.
Şiirler hiç eksilmedi.
1960 yılında da ikinci kitabı olan “Kestim Kara Saçlarımı”yı çıkardı.
Başlarda şiirlerinin konusu; doğa, aşk, ayrılık, özlem iken daha sonraları toplumsal sorunlar ağır basmaya başladı…
1964 yılında “Sığda” kitabı çıktı. Bu eseriyle Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü’nü aldı.
“Paşa Abıla’’
Ankara’da yaşamayı özlemişti…
Düşlerinde sinema afişleri görüyordu…
Ama yaşamında umutsuzluğa yer yoktu.
Mücadeleci bir aydındı.
Örneğin…
Haymana bereketli topraklar üzerine kuruluydu. Hazine’nin topraklarını zenginler paylaşmıştı. Kadostro tespitleri yapılıyordu. Ve…
Gülten Akın bir yandan öğretmenlik yaparken, bir yandan da Hazine avukatlığını üstlendi. Binlerce dava vardı önünde. Bir keşiften ötekine, bir davadan diğerine koşturuyordu.
Haymana’da bulundukları dönem Kıbrıs sorununun alevlendiği günlerdi. ABD Türkiye’yi “yardımları keserim” diye tehdit ediyordu.
Haymana’da “Millet Yapar” kampanyası başlatılıp miting düzenlendi.
Ardından sürgün kaçınılmazdı!..
Topraksız köylüler tarafından uğurlandılar.
Çok sıcak bir yaz gününde, kamyondan bozma bir otobüsle, otuziki kilometreyi iki saatte aşıp, vardılar yeni evleri Kumru’ya.
Kira evinin altındaki yerde avukatlık yapmaya başladı.
Yine davalar, yine topraksız yoksul köylüler…
Köylüler doluşup geliyorlardı büroya. Sürgün olduğu öğrenilmişti; duyulmuştu şöhreti. “Paşa Abıla” demeye başladı köylüler.
Yoksullardan ücret almadan çalışıyordu. Belli bir ücret istemeleri konusunda baro tarafından uyarıldı!
Aksilik…
Kumru’da soba üstünden dökülen sıcak sularla dizleri yandı. Yirmi gün ateşler içinde yattı. Doktor yoktu. Sağlık görevlisinin verdiği tariflerle yanıklarını iyileştirdi.
27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi sonucu yapılan Anayasa özgürlükler sağlamıştı.
Türkiye İşçi Partisi köylerde bile örgütlenmeye başlamıştı.
Ne tesadüf! Gülten Akın ve eşinin geldiği yerlerde TİP hemen örgütleniyordu.
Ardından sürgün geliyordu.
Ve bu kez Maraş’a sürgün edildiler…
1971 yılında çıkardığı “Kırmızı Karanfil” kitabındaki şiirler; biraz Kumru’nun, biraz da Haymana’nın hatıralarıyla yazıldı…
Şiirleri şarkı oldu
Kahramanmaraş’ta yazdığı “Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı” eseriyle 1972 yılında TRT Başarı Ödülü’nü aldı.
Aynı yıl Ankara’ya/merkeze çekildiler.
Gülten Akın, Türk Dil Kurumu Derleme ve Tarama Kolu’nda çalıştı.
Halkevleri, İnsan Hakları Derneği, Dil Derneği gibi demokratik kitle örgütlerinde kurucu ve yönetici olarak görev yaptı.
1978’de emekliye ayrıldı; Ankara ve Burhaniye’de yaşadı.
Şiiri hiç bırakmadı. Yaşamı boyunca 10 ödül aldı. 13 şiir kitabı çıkardı.
Şiirleri; İngilizce, Almanca, Flamanca, İtalyanca, Bulgarca, Arapça, Lehçe, İspanyolca, Fransızca ve İbranice’ye çevrildi.
Kırkı aşkın şiiri bestelendi.
Vecihi Timuroğlu, Gülten Akın’ın şiirini şöyle nitelemişti:
“Türkü düzeninden uzak türküler yazdı.”
Kimi kısa tiyatro eserleri Türkiye’de ve kimi ülkelerde sahneye konuldu.
Şair Haydar Ergülen, hakkında şunu dedi:
“Ortada olmadı, kıyıda durmadı ama hiçbir şeye de kayıtsız kalmadı.”
Yıl, 1979.
Gülten Akın’ın biri erkek beş evladı vardır.
Oğlu; Devrimci Yolcu Murat Cankoçak, Mamak Askeri Cezaevi’nde tutukludur.
Gülten Akın analık görevlerinin yanı sıra avukat kimliğiyle oğlunu savunmaktan da geri durmaz.
Bir kasım günü…
Cezaevinin avukat bölümünde oğluyla görüşmesi biter ve çantasını toplarken görevli askerlerin ve gardiyanların odadan hızla çıkmalarına anlam veremez. Bu alışılagelmedik bir durum değildir.
Odaya birden…
Ellerindeki yangın söndürme aletleri, demirler ve tabureler bulunan gençler girer ve görüşme odasındaki avukatlara saldırırlar.
Kanlar içinde kalan ve dışarıya açılan bir kapıya ulaşmayı başararak kıl payı ölümden kurtulan avukatlar askeri savcılığa başvuruda bulunurlar.
Gülten Akın askeri savcılıktaki ifadesinde, uzun boylu, şalvarlı bir tutuklunun başına demir tabureyle vurduğunu ve “orospu” diye bağırarak hakaret ettiğini, en çok da bunun kendisine dokunduğunu söyler…
Saldırganlar, Gladio’nun tezgahına gelerek devrimcileri öldürmüş sağcılardı. Yoksul solcu çocukların davalarını parasız üstlenmelerine kızıp avukatlara saldırmışlardı!
Gülten Akın ölümden kurtulmuştur ama bir yıl sonra arkadaşı yayıncı İlhan Erdost Mamak Cezaevi’nde dövülerek öldürülecektir…
Gülten Akın…
Tutuklu anasıdır.
Avukattır.
Ama aynı zamanda şairdir.
Mamak’taki evlatlarının insanlık dışı hayatlarını dizelere döker.
Özellikle 42 gün süren açlık grevinin öyküsünü “42 Gün” kitabında oya gibi işler:
“Analardık. Oğullarımızın kızlarımızın yattığı cezaevinden görüşlerden çıkardık. Dağılırdık eskiden olsaydı. O açlık günlerinde dağılıp gitmeyi düşünmedik. Birlikte kaldık. Yürüdük yollar boyu. Otobüslere doluşup gittik. Görkemli kapılardaki yetkililere ulaşmaya. Dilekçelerde, dilekçelerde, sayısız pullarda umar aradık…”
1980’lerde şiire küser. Şundan…
Oğlu cezaevinde iken yazdığı şiirleri iki tanınmış dergide yayınlattı. Oğlunun buna tepki gösterip yazdığı şiirleri hapiste yok etmesi çok ağrına gitti ve şiirden uzaklaştı.
1991 yılında “Sevda Kalıcıdır” ile tekrar döner yazmaya…
Gülten Akın…
Yiğit bir ozandı.
Nice acılara rağmen bir gün olsun umudunu kaybetmedi:
“Yeter beklediğim / Şimdi bir silkinir, çalarım paçaya / Ne varsa atarım üstümden / Al kanat küheylan olurum / Geldiğim yerlere varırım / Delikanlılar bulurum / Köpüğü yele veririm, bulutu sevdaya / Kandırır alır gelirim / Nurtopu bir devrim doğar / Nurtopu bir devrim doğar…” (Atın Türküsü)
Şiir yazan ellerimiz öldü
Şair olmak ne zor…
Gülten Akın, büyük şair Turgut Uyar için şöyle yazmıştı:
“Öldüğü gün/ hepimizi işten attılar.”
Keza…
Bir başka büyük şair Edip Cansever için ise şu dizeleri yazmıştı:
“Her şeyin fazlası zararlıdır ya/ fazla şiirden öldü Edip Cansever.”
Ozan olmak zor…
Gülten Akın’ın ardından ne yazabilirim ki…
Bildiğim, hayatım boyunca ben “delileri” sevdim.
Evet…
Yazdığı “Deli Kızın Türküsü” dışında ne söyleyebilirim ki:
"Sana büyük caddelerin birinde rastlasam
Elimi uzatsam tutsam götürsem
Gözlerine baksam gözlerine konuşmasak
Anlasan
Elimi uzatsam tutamasam
Olanca sevgimi yalnızlığımı
Düşünsem hayır düşünmesem
Senin hiç haberin olmasa
Senin hiç haberin olmaz ki
Başlar biter kendi kendine o türkü
Yağmur yağar akasyalar ıslanır
Bulutlar uçuşur geceleyin
Ben yağmura deli buluta deli
Bir büyük oyun yaşamak dediğin
Beni ya sevmeli ya öldürmeli
Yitirmeli büyük yolların birinde ne varsa
Böcekler gibi başlamalı yeniden
Bu Allahsız bu yağmur işlemez karanlıkta
Yan garipliğine yürek yan
Gitti giden"
Gülten Akın!
Siz yoksunuz şiir yazan ellerimiz yok artık…
18 Temmuz 2023 Salı
Müjde! Çocuğumuz Oldu!
I
Papa evli çiftleri çocuk sahibi olmaya teşvik ediyor. Onlar da “yaşamın şenliğine” katılmalıymış, Papa öyle söylüyor. Neden çocuk yaparız? Bugüne kadar duyduğum cevapların içinde en aklıma yatanı, insanın bir çocuk sahibi olmadıkça kendini eksik hissettiği. Bazılarımız iki, üç, hatta dört çocuk yaptıktan sonra da kendini eksik hissedebiliyor. Başka cevaplar da duydum. En popüler olanı, ölümsüzlükle ilgili. Ben öleceğim, ama çocuğum aracılığıyla yaşamaya devam edeceğim. Çocuk yapma konusu insanın sınıfıyla da bağlantılı. Toprakta çalışacak olabildiğince çok insana ihtiyacı olan köylüler bir sürü çocuk yapıyor. Şehirde, daha az çocuk sahibi olmak daha ekonomik. Ama bu bilgiler, temel soruya cevap vermiyor. Doğum sıklığını etkileyen faktörler ayrı konu, niye çocuk yaptığımız ayrı konu.
II
Çocuk sahibi olmamızın en temel nedeni, bunu yapma gücüne sahip olmamız tabiî. O kadar maymun iştahlıyız ki, yapabileceğimiz ne varsa çoğunu yapmaya çalışıyoruz. Yapabildiğimiz için yapıyoruz, yapmayı seçtiğimiz ya da yapmaya karar verdiğimiz için değil. Sırf yapabiliyoruz diye çocuk yapmak olacak iş mi? Neden çocuk sahibi oluyoruz? Başkaları oluyor da ondan. Ana babamız bizden torun bekliyor da ondan. Sırf çocuk sahibi olmayı istediğimiz için, sırf çocuğu istediğimiz için bu işe kalkıştığımız pek ender. Çocuk sahibi olmamızın bir sürü nedeni var, ama bu nedenlerin içinde çocuğun kendisi en sonda geliyor. Çocuğu kendi geleceğimizin düşlerinin bir parçası olarak istiyoruz. Peygamberler, generaller, nineler ve dedeler, kendilerine yeni nesillerde mürit arayanlar bizi çocuk yapmaya yöneltiyor. Çocukla olan özel bağımız, çocuk için duyduğumuz istek en arkadan geliyor, o da genellikle hamilelikten sonra. Yani, çocuğu ancak ana rahmine düştükten (doğduktan) sonra istemeye başlıyoruz. Çocuk ancak başlı başına bir maddi varlık haline dönüşünce isteniyor, hakkında düşünülüyor ve bazen de vazgeçiliyor.
III
Çocuğu neden sırf kendi hatırına istemediğimizi açıklayan binlerce neden sayabiliriz. Bunların içinde en acı olanı, miras kaygısıdır. Servetimizi başkalarıyla paylaşmayı pek istemesek de, eğer ille biriyle paylaşacaksak, bari kendi çocuğumuz olsun diye düşünürüz. Böylece, servetimiz başkalarının eline geçmesin diye çocuk yaparız. Eşimiz bizi bırakıp gitmesin diye çocuk yaparız. Ya da tam tersi, birbirimize olan aşkımızı ispatlamak için çocuk yaparız. Çoğu durumda aşkın en yüce ifadesi olarak görülmez mi bu? Ve tabiî, bizi seven birisi olsun diye çocuk yaparız. Hükümetlerin, sosyal güvenlik sistemlerinin ve çeşitli kurumların sağladığı avantajlardan yararlanmak için çocuk yapanlarımız da var. Bazı ülkelerde çocuk sahibi olmak, maddi yardımların yanı sıra, tatsız iş hayatından uzunca bir süre kaçabilmek gibi bir avantaj da içeriyor. Pek çoğumuz, sırf çocuk sahibi olanları kıskandığımız için çocuk yapıyoruz. Çocuğumuz olduğunda, çocuksuzlara sanki bir eksikleri varmış gibi bakıyoruz. Onları kıskandırıyoruz, bize gıpta etsinler istiyoruz, çocuk sahibi olsunlar diye onları yüreklendiriyoruz. Kısır olmayan, sağlıklı kadın ve erkekler olduğumuzu kendimize ispatlamak için çocuk yapıyoruz. Sayısız çocuk bu yüzden dünyaya geliyor. Ama artık iş işten geçmiş oluyor. Çocuk sahibi olmanın bin bir biçimi içinde, çocuğun kendisi nadiren işin içine giriyor. Zaten bizatihi çocuk sahibi olmak deyimi onların üzerinde kurduğumuz mutlak totalitarizmin bir ifadesi değil mi?
IV
Bir kısmımız özgürlüğü özgür olmak için isteriz. Bir kısmımız, güç kazanmak için özgür olmak isteriz. Yani, belirli bir düzende güçsüz durumda olanlar, başka bir düzende güce daha kolay ulaşma şansları olacağını umarlar. Kendilerini güçlendirmek, başkalarına hükmetmek için özgürlük ve demokrasi peşinde koşanlar, kendi totaliter arzularını yansıtmak suretiyle en temel özgürlükleri çiğnerler. Çocuğun kendisini istedikleri için değil, belirli bir gereksinimi karşıladığı için çocuk yapanlar da öyledir. Bu gibi durumlarda çocuk kullanılmış olur. Bir insanı kullanmak tabiî ki totalitarizmdir. Ama, kendisiyle ilgisi olmayan bir nedenle bir çocuk yaratmak, insan türünün totaliterliğinin zirvesidir. Çocuk sahibi olmak, geri dönüşü olmayan bir eylemdir. Servetimiz yok olup gider, eşimiz hayatımızdan çıkar, herkes kısır olmadığımızı görür, kıskançlığımız diner, ama çocuk hâlâ oradadır. Artık var olmayan gereksinimlerin bir kalıntısı olarak çocuk bizim yanımızdadır. İşte o zaman, tüm totaliter ilişkilerde olduğu gibi, büyük yalan başlar. Büyük yalan SEVGİ'dir elbette. Bu yalan bilinçli ya da bilinçsiz olabilir. Ama çoğu zaman bilinçsiz olur. Gerçekten çocuğu sevdiğimizi düşünür, öyle davranır, öyle hareket ederiz. Başkaları görsün diye, yüzümüzden hemen hemen hiç çıkarmadığımız bir sevgi maskesi taşırız. Bu sevgiyi de, o çocukla hiç bağlantısı olmayan, ama ona müstakbel bir mürit olarak bakan, toplumun tüm tutucu kurumları her fırsatta destekler. Çünkü herkes, ama herkes, çocukların sevilmesi gerektiğini düşünür. Belki en büyük ikiyüzlülüğümüzün sonucu olarak, utançla, büyük yalana katılırız. Çocukla aramızda totaliter bir bağ oluşur, çünkü çocuktan da bizi sevmesini bekleriz, ona bizi sevmesi gerektiğini öğretiriz. Çocuk, bizim YALAN'ımızı bilmemenin masumiyeti içinde, gerçekten de bizi sever tabiî. Ama çocuğun gerçeği ilk keşfedişi belki de sevgi yalanını keşfedişidir. Aynı zamanda masumiyetin sonudur bu. Çocuğun kendisiyle hiç ilgisi olmayan gereksinimler yüzünden çocuk sahibi olunduğunda, dünyaya gelen çocuk bir sıkıntı kaynağı haline de gelir. Anne ve babanın yaptığı bir fedakârlığa dönüşür. Yaşamlarının çocuğun hatırına kökünden değişmesi gerekir. Çocuğun yaratılmasıyla birlikte -çocuk gerçekten istendiği için yaratılmış olmadığından- yaratıcıların talepleri de başlar. Yaratıcılar diyorum, çünkü anne babalar büyük bir kendini beğenmişlikle kendilerini çocuğun yaratıcısı olarak görürler. Sanki yaratmak, erkekle kadının bir-iki dakikalık çiftleşmesine bakacak kadar basit bir şeymiş gibi. Anne ve babalar çocuğun kendi özgürlüğü içinde büyüyüp gelişmesine nadiren izin verirler. Çocuk çoğu zaman, anne ve babasının kişisel arzu ve hayalleri ile mevcut toplum düzeninin standartlarına göre yoğurulur.
V
Çocuğun büyüme ve olgunlaşma süreci, genellikle, bağımlılıktan bağımsızlığa doğru bir geçiş olarak adlandırılır. İnsan yavrusu da diğer tüm hayvanların yavruları gibidir. Bağımsızlığını kazanıp kendine bakabilecek hale gelince, yuvayı terk eder. Öte yandan, insan yavrusunun durumunda bu argümanın tam tersi de aynı kolaylıkla ileri sürülebilir. Büyüme süreci, çocuğun kendine özgü ruhsal yapısını ve bağımsızlığını kaybetme sürecidir. Büyüme sürecindeki çocuk, “uygarlaştırılan” bir yerliye benzer. Anne ve babanın görevi çocuğun vahşi ve özgür ruhunu ezmek, okula, topluma ve devlete uysal bir çocuk teslim etmektir. Çocuk okuldaki kural ve düzenlemelere uymayı beceremezse, anneyle babanın onu kötü yetiştirmiş olduğu düşünülür. Çocuk anne ve babasından fiziksel olarak bağımsızlaştığında, çağın ruhuna bağımlı olmaya da çoktan hazır hale gelmiştir. Çocuğun sözde uygarlaştırılması sadece toplumsallaşma değildir. Toplumsallaşma toplumun yap ve yapma dediklerini öğrenmektir. Uygarlaşma ise aynı zamanda estetik ve bilişsel koşullandırmadır. Sonsuz bir olasılıklar dizisi içinden bazı algısal kalıpların seçilip dayatılmasıdır. Çocuğun tüm duyularının gelişimi, yine içinde yaşadığı toplum ve uygarlık tarafından koşullandırılır. Tarih boyunca ya da aynı zaman dilimi içinde bir arada yaşayan başka uygarlıklara ait algısal ve bilişsel kalıpları tanıma fırsatı bile verilmez çocuğa.
VI
Çocuk “sahibi” olmanın totaliter olmaması ancak tek koşulla mümkündür. Yaşamın mucizesinin, yaşamın benzersizliğinin farkında olmaktır bu koşul. Çocuk hangi sebeple dünyaya getirilmiş olursa olsun, yaratılan varlığın bizimle pek az ilişkisi olduğunu kavramamız yeterlidir. Bir bakıma, gökteki bulutlar kadar, kelebekler kadar, mevsimlerin değişmesi kadar bizden bağımsızdır çocuk. Hayatın sayısız mucizesinden biridir. Bize düşen çocuğu kollayıp büyümesine yardımcı olmaktır, ona buyurmak değil. Ne yazık ki totaliter denetimimiz aksi yöne doğru uzanıyor. Yüzyıllar boyunca çocuk üzerinde totaliter bir denetim kurduğumuz yetmezmiş gibi, şimdi bir de çocuğun genetik gelişimini ve genetik özelliklerini denetlemeye, hatta gücümüz yeterse tasarlamaya çalışıyoruz. Eğer bir çıkar görüyorsak gelecekte gözleri 360 derece dönebilen ya da bir yerine iki kafası olan çocuklar yaratmamamız için hiçbir neden yok. Belki de hepsi birbirinden şık siparişler verebileceğimiz “çocuk butikleri” de olur. Ancak türümüzün tarihinde önce aileler aşiretlerden, sonra da bireyler ailelerden kısmen bağımsızlaştığına göre gün gelecek çocuklar da kendi isimlerini kendileri koyabilecekler.
Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü
9 Mart 1988, Kea
7 Temmuz 2023 Cuma
Otomatizasyon (Otomasyon)
“Otomatizasyon sürdükçe insanın tüm organları kuruyup gidecektir - düğmeye basan parmağı dışında.”
Frank Lloyd Wright
6 Temmuz 2023 Perşembe
15 liralık pul parası
İstanbul'dan ailesinin gönderdiği para karşılayamıyordu gündelik harcamalarını.
Otele borcu birikmişti.
Bir anlık tebessümle ahizeyi eline alarak resepsiyon görevlisinden kaçırır bakışlarını..
Mefkure Hanım'dır arayan..
"Çabuk gel, akşama birisi hastalandı, onun rolünü oynayacaksın."
Ulus'taki "Genç Palas" otelinin kapısından dışarı çıktığında hem mutlu hem çaresizlik içindedir.
Ankara'ya Devlet Tiyatrosu'na girmek için gelmişti.
Küçük Tiyatro'da oynanan "Tufan" adlı oyunun son sahnesinde rolü olan oyuncunun yerine çıkacaktı sahneye..
Romalı kıyafetleri içinde bir uzaylıyı oynayacaktı.
Biliyordu ki bu rol bir imtihandı kendisi için.
Devlet Tiyatrosu'na kabul edilip edilmemesi o sahnede göstereceği performansa bağlıydı.
Salondaki Muhsin Ertuğrul'un gözü kendisinde olacaktı!..
Ama çözmesi gereken daha büyük bir sorun vardı.
O akşam sahneye çıkabilmesi için dilekçe yazıp vermeliydi..
Elbette dilekçeyi yazardı ama Muhsin Ertuğrul'un sekreteri Mefkure Hanım dilekçeye mutlaka 15 liralık pul yapıştırılması gerektiğini üstüne basa basa söylemişti telefonda.
Oysa cebinde 5 kuruşu bile yoktu.
"Chopin" ile vedalaşma vakti gelmişti..
Başka çaresi yoktu.
Samanpazarı'ndaki bit pazarına gidecek ve "Chopin" adını verdiği lacivert pardösüsünü satacaktı.
Yolda karşısına çıkan seyyar fotoğrafçıya Samanpazarı'na nasıl gidileceğini sorar.
"Hayrola, bir şey mi satacaksın?" sorusu üzerine de adama üstündeki şık pardösüyü gösterir.
Fotoğrafçı, omuzlarından tutarak evirip çevirmeye başlar oyuncu adayını.
Genç adam, "Yahu yapma, herkes bize bakıyor, rezil rüsva olduk," derken, pardösü çoktan çıkmıştı sırtından.
Astarı inceleyen fotoğrafçı sonunda ağzından çıkarır baklayı : "Ben buna 30 lira vereyim."
Çok az diye itiraz etse de bit pazarında ilk fiyatı verene zaten satacağını düşünür.
Otuz lirayı alır almaz hızlı adımlarla yolunu tutar Küçük Sahne'nin.
Mefkure Hanım'a dilekçeyi ve 15 liralık pul parasını verip dışarı çıktığında, Kızılay'a doğru ilk adımlarını atarken, yağmur bastırır aniden.
Sanki Ankara'nın yağmurları yağmak için pardösüsünü sattığı günü beklemişlerdi.
Sırılsıklam âşık olduğu tiyatro sanatına profesyonel oyuncu olarak böyle adım atar genç adam.
O akşam, sahnede sergilediği oyunculuk çok beğenilir ve Devlet Tiyatrosu'na kabul edilir.
Cevat Başkut'un yazdığı "Kleopatra'nın Mezarı'nda" oyununda bir rol verilir kendisine..
Oyunun ilk perdesi, büyüler yaparak define arayan bir adamın, sahnenin bir köşesinde duran bulgur pilavını ve pideyi yiyerek orucunu bozmasıyla son bulmaktadır.
Perde inip de oyuncular sahneyi terk eder etmez çalakaşık pilava dadanır, her gece..
Devlet Tiyatrosu'na kabul edilmiştir ama cebinde parası yoktur yine de..
Bir gece, oyunun ilk perdesi kapanır kapanmaz, sahnedeki pilavı yemeye koyulurken yakalanır, arkadaşları tarafından..
Eyvah ki ne eyvah!
Ne de olsa sanatçının yediği, parası Devlet tarafından ödenen oyunun dekorudur.
Sonuçta, bulgur pilavı da olsa, dekorun bir parçasıdır yenilen!..
Kısa sürede meteliğe kurşun atan genç adamın her gece oyunun aksesuarını yediği Devlet Tiyatrosu'nun koridorlarında duyulur.
Şikayet üstüne şikayet..
Sanatçı, bir gece perde iner inmez kaşık daldırdığı bulgur pilavının çok daha kaliteli yağla hazırlandığını, üstelik sıcak olduğunu fark eder..
Pide de tazeciktir..
Dahası, oyunun aksesuarına bir de irmik helvası eklenmiştir..
Şikayetler Muhsin Ertuğrul'un kulağına kadar gitmiştir!..
Erol Günaydın anısına saygıyla ....
Sunay Akın