28 Eylül 2023 Perşembe

Karanlığı Zaptetmek


Kurtlar yine penceremin önünde dolanıyor. Everard sabrımı taşırmak için koydu onları oraya. Gün içinde insan oluyorlar; ağaç gövdelerine yaslanıp dişlerini karıştıran kaba saba insanlar ve bu dünyadaki hiçbir güç, kaçmak için bile olsa beni onların arasına çıkaramaz. Fakat gece olunca... Gece olunca gölgelere ve keskin dişlere dönüşüyorlar. Cesur kalabilmek için, rahibelerin bana öğrettiği gibi tespih çekerken bile iniltilerin boğazımdan yükselmesini durduramıyorum.

Hiç kapıya veya pencerelere saldırmadılar. Henüz değil. Hala Everard’ın hakimiyeti altındalar... Ama bu uzun sürmeyecek.

Beni bu yıkık dökük kulübede bıraktığında bana “Bir ay” dedi. Everard babamı öldürdükten sonra, sığındığım manastırda beni bulup kaçırmıştı. Ancak ona ne ölüm tehditleriyle ne de tecavüzle ağzımdan evlilik yeminlerini alamayacağını söyleyince, farklı bir yola başvurdu. “Yaratıklara anlayacakları şekilde ödeme yaptım. Bir ay boyunca, buradan çıkmadığın müddetçe sana zarar vermeyeceklerine söz verdiler. Ama bir ay sonra verdikleri sözün geçerliliği de kalmayacak.” Kibirle gülümsedi. Üzerinde kanı titizlikle temizlenmiş babama ait mantoyla ışıl ışıl duruyordu. “Umarım o zamana dek fikrini değiştirecek kadar aklın vardır.”

Yarın bir ay dolacak. Everard her geldiğinde, yeminimi bozmadım ve onu reddettim. Ancak yarın sabah tekrar gelecek. Ve yarın akşam...

Mumlar, duvarın çatlaklarından aniden giren soğuk bir rüzgârla titriyor. Sert ahşap zemine diz çöküyorum ve sanki beni sonsuza dek güvende tutacakmış gibi parmaklarımı tesbihin taşlarına sarıyorum.

Ama şimdiye kadar kimse beni koruyamadı. Her zaman çok güçlü gördüğüm babam, beni Everard’a gelin vermediği ve düğün hediyesi olarak gelecek zengin toprakları reddettiği için gözlerimin önünde öldürüldü. Manastırın kutsallığı bile Everard’ın adamlarını dizginleyecek kadar güçlü değildi.

Yarın gece de, bu ahşap duvarlar kurtları uzak tutacak kadar güçlü olmayacak.

Gençken bakıcımın anlattığı bazı eski hikâyeleri anımsıyorum. Ama Everard hatırladıklarımın gerçek olduğunu kesinleştirdi.

“Onların evleri yok; onları en tiksinç zorbalıklardan ve sapkınlıklardan alıkoyacak toprakları veya dinleri yok. Gündüz gözüyle insan gibi görünebilirler, ama gerçek benliklerinde kalpleri hala kurt kalbidir. Kendilerinden olmayana sadık değillerdir. Ve dişlerinin en ufak bir sıyırmasıyla...”

Kendimi ürpermekten alıkoyamadım. Sırıtırken Everard’ın dişleri görünüyordu. “Küçük manastır kızı,” diye fısıldadı, “O zaman geldiğinde ben bile seni karanlıktan kurtaramam. Bu ay bitmeden kaçabilmek için bana yalvaracaksın.”

Pençeler kulübenin dışındaki buz tutmuş zeminde yankılanıyor. Birbiri ardına gelen sert nefesler ince pencereleri buğulandırıyor.

Everard’ın nasıl bir insan olduğunu anlayınca beni ondan koruması için babama yalvarmıştım. Babam öldüğünde kalacak yer için rahibelere yalvardım. Geçtiğimiz ay ise her gün, yardım etmesi için Meryem Ana’ya yalvardım.

Ama hiçbir zaman, hiçbir şey için, babamın katiline yalvarmayacağım... Ruhum için bile.

Oturduğum yerden doğruldum ve tesbihin parlak taşları arasından parmaklarımı çözdüm. Tesbihi; küçük kızlara ilahlarının gücü ve koruyuculuğu hakkında anlatılan hikâyeler kadar asılsız diğer gölgelerle birlikte, dikkatle köşeye yerleştirdim.

Bir kurdun uluyuşu, gecenin havasını yırtıcı ve yabani bir edayla delip geçiyor, omurgamdan aşağı süzülüyor. Küçük bir kızın iniltisi boğazımdan çıktı çıkacak. Dişlerimi sıkıp korkumu yutuyorum.

Bakıcımın hikâyeleri gözümün önünde canlanıyor: göz kamaştıran keskin dişler, kürk ve açlık ve uçsuz bucaksız bir karanlık...

Ama o karanlığın içinde güç de barınıyor.

Zarif yetiştirilmiş tüm kızların olması gerektiği gibi küçük ve yumuşak parmaklarımı esnettim. Yarın gece, uçlarında pençeler olduğunda bu parmaklar nasıl görünecek, merak ediyorum. Umarım, Everard benden merhamet dilediğinde, yüzündeki ifadenin tadını çıkaracak kadar kendim kalabilirim.

İlerledim ve kapıyı açtım.

Kapıda bekleyen bir çift altın rengi göze, “Sana bir teklifim var,” diyorum.

Ve karanlığı içeri davet ediyorum.

Stephanie Burgis, Holding Back The Darkness

Çeviri: Özgür Onat Çinkılıç



15 Eylül 2023 Cuma

Sıyrılıp Gelen

Soluk bir ay dolanıyor
kentin üstünde her gece 
Her gece bilge bir gezgin 
tavrıyla adımlıyor yolunu 

Güz yanığı bir durgun 
sessizlikle örtülü her şey 
ve yırtılmış bir tül gibi 
savrulup duruyor zaman 

Suların sesini dinle şimdi 
ormanın fısıldayışlarını 
usulca yarılıyor dağların göğsü 
bir aşkı dinlendirmek için 

Ve gözleri uzak yamaçlarda 
aranıp dururken bir şeyleri 
sessiz ve sakin beklemekte 
bekledikçe bileylenen yürek 

Belli ki dağların, denizlerin
ve göllerin üzerinden 
sıyrılıp gelmektedir seher 
Belli ki yakındır 
doğayı ve hayatı sarsacak saat 
 
Ahmet Telli


2 Eylül 2023 Cumartesi

Berlin Üzerindeki Gökyüzü


"Neden çocukken yerdeki ve gökteki geçişleri, kapıları, geçitleri göremiyoruz. Eğer tarihte cinayet ve savaş olmasaydı herkes görür müydü acaba? On bin kez aklımdan geçirdim, ama bu defa yapacağım. Bu kadar sakin olmam çok tuhaf. Neden acaba bu siyah ayakkabılarla bu kırmızı çorapları giydim. Ne kadar salağım. Hava sisli, soğuk. Soğuk olacağını biliyordum, kazak giyseydim keşke. Aslında bu ceketim fena değil. Ucuzluktan almıştım. Yalnız çanta açılıp duruyor. O hediye etti. Neyse. Uçmayı çok isterdim. Ne kadar sürer acaba? Uçak Berlin'in üzerinde sürekli daireler halinde uçuyor. Birazdan düşer. Ne kadar da soğuk. Benim ellerim hep sıcak olurdu. İyi bir işaret galiba. Ayaklarımın altı gıcırdıyor. Acaba saat kaç oldu? Güneş batmak üzere. Herhalde batı burası. Neyse en azından artık batının nerede olduğunu biliyorum. Trenle eve giderken hep doğuya gitmişim. Onluk kart alıp bir mark kazançlı oluyordum. Güneş arkamda, yıldız solumda. Fena değil aslında. Güneş ve bir yıldız. Küçücük ayakları. Nasıl da hep bir ayağından diğerine sıçrardı, ne hoş dans ederdi. Baş başaydık. Mektubumu aldı mı acaba? Umarım henüz okumamıştır. Berlin, benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Havel nehir miydi yoksa göl mü? Bunu hiçbir zaman kavrayamadım. Arka tarafa da Wedding mi diyorlardı? Peki doğu? Aslında her taraf doğu. Tuhaf insanlar. Bağırıyorlar. Bırak bağırsınlar. Bana ne, bana ne. Tüm bu düşünceler. Aslında artık düşünmek istemiyorum. Gidiyorum. Peki neden? Hayır!"


Berlin Üzerindeki Gökyüzü, 1987 -Almanya Fransa ortak yapımı şiirsel fantastik filmdir. Özgün adı Der Himmel über Berlin olan film ABD'de Wings of Desire (Arzunun Kanatları) adıyla gösterilmişti. Film Türkiye'de Nisan 1989'da 8. Uluslararası İstanbul Film Festvalikapsamında gösterildi. 2006 yılında ise filmin Türkçe seslendirilmiş videoları DVD ve VCD formlarıyla Arzunun Kanatları adıyla Türkiye'de piyasaya verildi.

Filmi "Yeni Alman Sineması"nın öncü yönetmeni "yol filmlerinin kralı" olarak da anılan ödüllü Alman sinemacı Wim Wenders yönetmiştir. Wenders bu filmini 7 yıl ABD'de kaldıktan sonra döndüğü ülkesinde yapmıştır. Filmin yapımcılığını da üstlenen Wenders senaryoyu gedikli senaristi Peter Handke ile birlikte yazmıştır. Avusturyalı yazar Handke daha çok senaryonun diyaloglarını ve şiirsel bölümlerini yazmış, aynı zamanda filmde sıkça tekrarlanan Çocukluk Şarkısı adlı şiir de onun kaleminden çıkmıştır. 20.yüzyıl Alman şairi Rainer Maria Rilke'nin şiirleri de kısmen filme ilham kaynağı olmuştur.

Filmin çoğunlukla siyah beyaz, kısmen de renkli görüntülerini Fransız görüntü yönetmeni Henri Alekan çekmiş, özgün müziğini ise daha önce de Wenders'in birçok filminin müziklerini yapmış olan Jürgen Knieper bestelemiştir. Başrollerini Bruno Ganz, Otto Sander ve Solveig Dommartin'in paylaştıkları filmde Amerikalı aktör Peter Falk'un da önemlice bir rolü vardır.

1980'lerin sonunda Berlin şehrinde insanların görüp işitemediği Damiel (Bruno Ganz) ve Cassiel (Otto Sander) adlı iki melek sürekli olarak çevrelerini ve insanları gözlemektedirler. Bu melekler zamanın başlangıcından beri oradadırlar ve çağlar boyunca doğanın ve insanların geçirdiği bütün değişimlere tanık olmuşlardır. Bu gerçeküstücü naif filmde her şeyi gören ama hiçbir şeye müdahale edemeyen bu meleklerden birisi ölümsüzlükten bıkarak insanların arasına karışmayı dener.

"Berlin Üzerindeki Gökyüzü", 17 Mayıs 1987'de ilk gösteriminin yapıldığı Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülüne aday gösterilmiş, Wim Wenders bu festivalde "en iyi yönetmen" ödülünü almıştı. BAFTA ödülüne de aday gösterilen film çeşitli yarışma ve festivallerde 15 ödül daha kazanmıştır.

Film Konusu:

Damiel (Bruno Ganz) ve Cassiel (Otto Sander) Berlin şehrinin üzerinde dolaşan iki melektir. Bugüne kadar tasvir edilegelen melek görüntüsünde değillerdir, sıradan iki erişkin adam görüntüsündedirler, kanatları da her zaman ortaya çıkmaz. Üzerlerinde sade birer pardösü olan bu melekleri diğer insanlar göremez, duyamaz. Sadece küçük çocuklar ve diğer melekler onları görebilir (bir keresinde de Amerikalı bir aktör (Peter Falk) meleğin varlığını hisseder). Onlar da insanlara ve olaylara doğrudan müdahale edemezler.

Zaman 1980'lerin sonlarıdır ve Almanya (ve Berlin) halâ doğu ve batı olmak üzere iki parçaya bölünmüş haldedir. Oysa bu iki melek zamanın başlangıcından beri buradadır. Aradan geçen yüzbinlerce yıl boyunca doğanın ve insanların geçirdiği her değişikliğe tanıklık etmişlerdir (örneğin Damiel beton köprünün üzerinde dururken buzulların eridiği ve aşağıda akan nehrin oluşmaya başladığı yılları anımsar). İstedikleri her mekâna rahatlıkla girip çıkabilen ve hangi dilden konuşuyor olurlarsa olsunlar insanların düşüncelerini de okuyabilen bu iki görünmez varlık sürekli olarak sakin tavırlarıyla çevrelerini ve insanları incelerler ve notlar alırlar. Çevrelerini değiştirecek müdahalelerde bulunamayan bu melekler birçok şeye kayıtsız gibi durmaktadırlar, olaylar karşısında ne üzüntü ne de sevinç duyarlar, ama bazen de varlıklarını küçük işaretlerle belli ederler. Onlar için herhangi bir engel ve bir sınır yoktur, kâh havadaki bir uçağın içindedirler, kâh bölünmüş Berlin'in öteki tarafına geçerler. Genelde yüksek yerlerde durmayı ve şehre tepeden bakmayı seçerler, bazen bir katedralin en tepesinde, bazen yüksekteki dev bir heykelin omuzunda otururlar. Bazen bir kaza kurbanını teselli etmeye çalışırlar, bazen de intiharın eşiğindeki bir genci vazgeçirmeye çalışırlar (ama olaylara dahil olma ve etraflarını değiştirme yetkileri olmadığı için onları duyan olmaz, genç adam yine de intihar eder.).

Damiel Bir gün gittiği küçük pejmürde bir Fransız sirkinde Marion (Solveig Dommartin) adında bir trapez cambazına sırılsıklam tutulur. İflasın eşiğinde olan bu sirkin kapanmak üzere olduğunu öğrenince artık ölümlü bir "insan" olup Marion'la yaşamaya karar verir.

Damiel artık bir ölümlüye dönüşünce, daha önce uçakta karşılaşmış olduğu Amerikalı aktörü (Peter Falk, kendi rolünde oynuyor) çalıştığı film setinde ziyaret eder. Aslında onunla bir kez de bir sandviç büfesinde karşılaşmış, o zaman Peter Falk göremediği melek Damiel'in varlığını sezmiş gibi davranmıştır. Bu kez sette Damiel'i karşısında "insan" haliyle gören Peter Falk hiç şaşırmaz. Bu kez de şaşırma sırası Damiel'e gelmiştir. Falk durumu açıklar: O da bir zamanlar Damiel gibi bir melekken ölümlü olmayı seçerek insanların arasına karışmıştır. "Bu dünyada bizlerden çok var." diyerek sözlerini tamamlar.

Wim Wenders filmini tüm eski meleklere, özellikle de Ozu, François ve Andrey adlı meleklere ithaf edilmiştir ibaresiyle bitirir. Böylelikle sinemanın üç önemli yönetmeni Yasujirö Ozu, François Truffaut ve Andrey Tarkovski'ye selam duruşunda bulunur. Sonra da ekranda devam edecek yazısı belirir. Buradan da Wenders'in 6 yıl sonra 1993'te çekeceği devam filmi Öylesine Uzak, Öylesine Yakın (In weiter Ferne, so nah!)'ı daha o yıldan planlamış olduğunu anlarız.


Kaynak: Wikipedia

31 Ağustos 2023 Perşembe


"Kendi güçlülüğünüz nedir diye sorsanız belki yanıtlamak daha kolay olurdu. İnsan tabii ki son derece zayıf bir yaratık. Ama bunda sorun yok. Sorun bu zayıflığı bir suçmuş gibi algılatıp, içinde yaşayan herkesin hayatını bunları gizleme refleksleriyle donatmış olan bir kültürün içinde yaşıyor olmakta. İnsanları bir araya getirmeyi sağlayan nedenler genellikle bir ideoloji, bir eylem ya da bir inanç gibi dışsal nedenler olduğu için, içte yakalanan gerçeklikler hayata geçecek derinleşecek ya da kişiyi dönüştürecek bir kıvama ulaşamıyor."

Nuri Bilge Ceylan

Cansu Çamlıbel'in 20 Mayıs 2014 tarihinde Hürriyet Gazetesi'nde yayınlanan söyleşisinden

30 Ağustos 2023 Çarşamba

 “İroninin yeni orta sınıfa özgü bir strateji olduğu konuşuluyor son zamanlarda. Her şeyi kaygısız bir neşeyle paranteze alan, her olaya aynı umursamaz mesafeden bakan yeni orta sınıfın küçümseyici, dışlayıcı alayının bir görünümü. Her şeyi anında parodileştiren, akıl yürüterek yenemediğini şakanın gücüyle değersizleştiren, inançsızlığı başkalarını eleştirmeye değil, küçük düşürmeye adamış sinik alaycılık. Bir bakış açısını bir başkasına yaslanarak geçersizleştirmeye dayanan bir 'ne desem yalan' hali. Her problemin hakkından bir sözcük oyunuyla gelen bir hafifseme tekniği. Doğruyla bağını çoktan koparmış bir maske düşürme merakı. Gerçekten de ironi son yıllarda yakın tarihte hiç olmadığı kadar rağbet gördü. Reklam programlarından mizah dergilerine, bütün gücünü parodiden alan filmlerden deneme üslubuna eleştirellik bir süre için bu türden bir neşeye teslim oluverdi.”

Nurdan Gürbilek, Mağdurun Dili

29 Ağustos 2023 Salı

Küllük Anıları


"Öykücü-ozan Sait Faik Abasıyanık, Küllük kahvesinde şöyle bir görünür, kısa bir süre sonra sıkılır giderdi. Yazınsal söyleşilerden de pek hoşlanmazdı. Teklifli kişilerle birlikte oturmayı istemez, sizli bizli konuşmaktansa susmayı yeğlerdi. Sevdikleriyle konuşurken içten davranır, yadırganmayan sövgülerle varsıllaştırırdı konuşmasını. Ama yerinde, sırası geldiğinde yazınsal konulara ilişkin düşünülerini, görüşlerini ağırbaşlılıkla, bilgelikle açıklar, tartışırdı gerekirse. Aylaklığını, tutarsızlığını sanatçı kişiliğinin bir özelliği olarak değerlendirirdik. Sövgüleri, yergileri, sataşmaları genellikle hoş görülürdü.

Sait Faik, dilediğince. dilediği yerlerde dolaşmayı, içkiyi, balığa çıkmayı, sinema izlemeyi severdi en çok. İstanbul'un olmadık yerlerinde rastlamak olasıydı Sait Faik'e, İstiklâl Caddesi'nin kalabalığı içinde ürkek, aylak dolaşırken, sinema asılarını* izlerken, çiçek pasajında, Abanoz sokağında, Eyüp Sultan'da, Cennet bahçesinde, pastanelerde, Sirkeci sinemalarında, köprü altında. Ondan öğrendim köprü altını sevmeyi. Köprü altında balık tutanları, yel yepelek koşuşanları, bekleme yerlerinde el ele tutuşan, birbirlerinin gözlerini tutsaklayan toy tutkunları, cıvıl cıvıl ya da üzgün, başıboş köprü altı çocuklarını, dumanı üstünde vapurları, 'Medarı Maişet' motorlarını izlemeyi, kayıklarda kızartılan taptaze balıkları ekmek arasına kıstırıp bir baş kırmızı soğanla yemeyi. / ..."

* ası: Afiş.

Nevzad Sudi
(Küllük Anıları, Mephisto Yayınları, 3.basım, Eylül 2004, s:84-85)

20 Ağustos 2023 Pazar

Türümüzün Masalları


Çoğumuz şimdi yazdıklarımın kaç zamandır farkında. Asıl bu yazıda değinmek istediğim, kimini yıllardır, kimini asırlardır tekrarlayarak içselleştirdiğimiz, sorgulanmalarını aklımızdan dahi geçirmediğimiz masallarımız.

Sokrates “Kendini tanı” dediğinden beri “Ben kimim?” masalını yazmakla meşgulüz. Aradan iki bin yıl geçti, kendimizi tanıyamadık. Psikologlar, yaşam koçları, Ayahuasca, LSD, yoga, şimdi de metaverse’lerde, İngilizlerin Çinlilere dayattığı afyon yolculuklarına benzettiğim, kaçamak kimlikli düşler dünyalarımız. 

Kimlikler sanayiinde yolumuzu ararken, türümüzde her zamankinden çok (nüfusumuz arttığından değil, oran olarak) intihar, depresyon, uykusuzluk, alkol, hap müptelalığı yaşanıyor. Nedeniyse hasta konumuna soktuğumuz birey. Kurumları, düzeni sorgulamak aklımızdan geçmiyor ya da işimize gelmiyor.

‘68 kuşağının özgürlük arayışına düzenin tepkisinin bariz bir örneğini o yıllarda Hacettepe Psikiyatri Polikliniği’nin bekleme odasında asılı yazıda görmüştüm: “Herkes dünyayı değiştirmeye kalkışıyor, mesele kendini değiştirmek. Düzeni değiştirmek mi istiyorsun, suçlusun. Uyumsuzsun, hastasın. Evlilikte geçimsizlik mi yaşıyorsun? Hemen terapiste git. Aile kutsaldır. Artan suçun çözümü daha çok hapishane. Düzen esastır. Kurumlar sorgulanmaz. Başarısız olan öğrenci, geçerli olan eğitim sistemidir. Seçmenlerin çoğunluğu oy kullanmadı mı? Öyleyse apolitiktir. Düzenin gayrimeşrulaştığı, özellikle gençlerin “sizin oyununuzu oynamayacağım, oy vermiyorum” tepkileri ırgalanmaz, yeni kuşaklarla makas açılırken iktidarlar heveslerinin aymazlığında demokrasi masallarını tekrarlamayı sürdürür.

Kapitalizmin hizmetindeki “demokrasi”

Demokrasi masalımızın dili –burada “masal” kelimesini demokrasiyi eleştirmek anlamında kullanmıyorum– tarih boyunca sürekli değişmiş. Atina’nın militarist, köleci, kadın tanımayan düzeninin adı demokrasi. Erdoğan, Modi ve Putin’in tek adam rejimlerinin adı da demokrasi. Son on yılda ABD’de, İsrail, Polonya ve başka birçok ülkede gücün, yasama ve yargı aleyhine yürütmede toplandığı ülkelerin rejimleri de demokrasi. Ortak noktalarıysa adı konmamış plütokrasi, oligarşi ve otokrasinin farklı türlerine dönüşmüş olmaları. ABD’nin 2008 finansal krizinin ardından para basıp (35 trilyon dolar!) batan bankaları kurtarması, sermayeye esaret değil de nedir? Geçici bir hastalıkmış gibi “ekonomik kriz” adını verdikleri masallarıyla demokrasinin artık kapitalizmi denetleyemediğini, tersine onun hizmetinde olduğunu örtbas ediyorlar.

Cinsel kimlik, din, ideoloji, ulus devlet gibi aidiyet masallarımız da inandırıcılıklarını yitirmeye başladıklarından birkaç cümle dışında onlara değinmeyeceğim. Hepsi uzatmaları oynuyor. İdeolojilere kimse uğramaz oldu, dini aidiyetler ise yükselen eğitim düzeyiyle ters orantılı. Cinsel kimliklerimizin son sayısı LGBTQ+’nın çok ötesinde, 68. Ulus devlet gezegenimizin sorunlarıyla baş edemeyecek kadar küçük, yerel sorunlarla ilgilenemeyecek kadar büyük.

Devlet, halkına şiddet kullanma hakkıyla ayakta duruyor. Millet masalları özellikle göçlerle kırılmakta. Bırakın kendi gençlerini, dört kişiden birinin Arap ya da Afrika asıllı olduğu Paris’te Fransa’nın milli marşı Marseillaise’in, diğer tüm marşlar gibi ötekileştirme çağrısına artık kim inanabilir: “Vatan için ileri / Sıklaştırın safları / Silahları kapın / Yürüyün yürüyün ki / Alçakların kanlarıyla / Toprağımız sulansın.

Çoğumuz şimdi yazdıklarımın kaç zamandır farkında. Asıl bu yazıda değinmek istediğim, kimini yıllardır, kimini asırlardır tekrarlayarak içselleştirdiğimiz, sorgulanmalarını aklımızdan dahi geçirmediğimiz masallarımız. Kapitalizmin masallarını artık kapitalistlerin bile sorgulaması yeni bir dünya kurabilmemizin yolunu açıyor. Asıl tehlikeli masallar sorgulamadıklarımız.

Zekâ testlerinin toplumsal işlevi

Moda masallarımızdan biri, benim de ilgi alanıma giren, mesleğe ilk başladıktan sonra geliştirip sonra pişman olduğum zekâ testleri. Zekânın binbir tanımı olsa da psikologların sığındığı tanım şu: “Zekâ, zekâ testlerinin ölçtüğüdür.” Günümüzde yaygın kullanılan Stanford-Binet testinin geliştiricisi Lewis Terman’dan bir alıntıyla zekâ masalının ideolojisini özetleyeyim: “Meksikalılar, İspanyol asıllılar ve siyahların zekâsı düşük olup gerilik bu ırklarda kalıtımsaldır. Devletimizi korumak istiyorsak zekâ geriliği olanların nüfusunun artmasını engellemeliyiz.

Test sonuçları Terman’ın bu masalını kanıtlar. Zenginlerle şehirlilerin, hele Batı kültürüne aşina olanların zekâ puanları her yerde yoksullara, azınlıklara, kırsal kesimdekilere göre ortalamada daha yüksektir. Düzenin bekçileri toplumsal eşitsizliğin gerekçesini zekâ testleri kamuflajında bilimselleştirir, sözde meritokratik bir düzenin adaletli olduğunu savunur. Zekâ testleri masalına inandırılıp edilgenliğe itilen kitleler de düzenin beklenti kalıplarının kurbanı olur.

Masal üreticilerinin mamûlleriyle meşgalemizde dünya ve evrendeki yerimizi tanımakta sınıfta kaldık. Bırakın sınıfta kalmayı, okula kayıt bile yaptıramadık. Jeologlar James Hutton (1726-1797) ve Charles Lyell’e (1797-1895) kadar, Hıristiyan âleminin de etkisiyle, dünyamızı M.Ö. 4004’te tanrının yarattığı görüşü yaygındı. Gününü bile biliyorlardı, 23 Ekim!

Kopernik devrimine rağmen eski masallarımızdan kolay kurtulamıyoruz. ABD’de, Ulusal Bilim Vakfı’nın (NSF) 2019’da yetişkinlerle yaptığı bir ankete göre, yaklaşık dört kişiden biri (yüzde 23) güneşin dünyanın etrafında döndüğüne inanıyor. Yine ABD’de, Ulusal Mandıra Sanayisi’nin (NDI) gene yetişkinlerle yaptığı bir ankette nüfusun yüzde 7’si çikolatalı sütün kahverengi ineklerden geldiğine inanıyor.

Başka mümkün dünyalara masallarımızla direniyoruz

Kendimizi dünyamız ve evren bağlamında görebilmemiz zaman alıyor. Çok gezegenli bir tür olmanın eşiğindeyiz. Oysa iklim değişikliğiyle antroposen çağında altıncı yok oluşla karşı karşıya olmamıza, 20 yaşındaki iklim aktivisti Greta Thunberg’in sözcülerinden olduğu kuşağın çığlığına rağmen, gezegenli olma bilincinden yoksunuz. Felâket bizden uzakta, sanki evimizde değilmiş gibi başka bir âlemdeyiz. Yeni doğmuş bir bebeğin dünyasını parmağını, ayağını, eline ne geçerse ancak ağzına götürerek tanıyabildiği türden bir bencilliğin içindeyiz.

Dünyamızın yaşını, onu güneş yutana kadar kaç yıl kaldığını, en yakın komşumuz yıldızın adını kim biliyor? Samanyolunda mahallelilerimiz kimler? Ayılara, arılara, file, balinaya nasıl benziyoruz? Onlardan yaşam kültürümüzü zenginleştirecek neler öğrenebiliriz? Ağaçların kökleriyle haberleşerek dayanıştıklarını, fillerin başka türlere özverili davranışlarını, dişi aslanların avlarının yavrularına bakabildiklerini şaşırarak öğrenirken, Darwin’i inkâr eden orman kanunu masalına inananlarımız çok. Masallarımıza inancımızla, masallarımızın bizden beklediği gibi davranmakla tekdüzeliğimizin kurbanıyız. Başka dünyalar mümkünken masallarımızla onlara direniyoruz.

Şiddet masalı

Türümüzün saldırgan olduğuna inanıyoruz. Evet, öyle. Ancak “insanda saldırganlık kaçınılmazdır” masalımızla, saldırganlığa, savaşlara davetiye çıkarıyoruz. Afrika’dan 70 bin yıl önce yola çıkarak  dünyanın dört bir yanına dağılan türümüzün geleceği için çoğu kişi iyimser değil. Diğer türler ancak var olabilmek için başka türlere karşı şiddete başvururken, bizim nedensiz yere birbirine saldıran, şiddet göstermeden duramayan, sistematik vahşet uygulayan tek tür olduğumuz söyleniyor. “İnsan yok olursa, daha iyi bir dünya olur” diyorlar.

Bunu dediler ya, savaş kaçınılmaz. Savaş mübah.

İnsanın birbirine şiddet uygulayan tek tür olduğu doğru değil. Savaş tellalları DNA’mızın yüzde 98,8 örtüştüğü şempanzelere bakıp türümüzde şiddetin kaçınılmaz olduğunu vazediyor. Kalıtımsal olarak, şempanzeler kadar yakın akrabalarımız bonoboları 1970’lerde “keşfettiğimiz”den beri bu iddia geçersiz. Tam tersi, bonobolarda savaş değil, barış kaçınılmaz. Saldırganlığı tetikleyecek ortamlarda kavga çıkarmak yerine cinsel ilişkiye giriyorlar. Gerginliği azaltmak için sevişiyorlar. Kalıtımsal olarak savaş kaçınılmaz değil. Masalımız yalan söylüyor. Peki, kültürümüzün vahşeti kaçınılmaz kıldığı masalı ne anlatıyor?

Son buzul çağı bitmek üzere… Avcı-toplayıcı döneminde hem avdık hem de avlanan. Avlarımızı İspanya’da Altamira, Fransa’da Lascaux’daki gibi mağara resimlerimizden biliyoruz: Mamut, geyik, bizon. Aynı resimlerden birbirimizi avlamadığımızı da biliyoruz. Var olabilmek için öldürdüğümüz hayvanlara yeniden hayat vermek istercesine hayvanların kafatasları, iskeletleri ve derilerini bir araya getirip “mezarlar” yapmışız. On binlerce yıl boyunca yapılan resimlerde insanın insana saldırdığını gösteren tek resim yok. Üç kıtada bulduğumuz yüzlerce mağara resminin hiçbirinde insan insanı avlamıyor. İnsan insanla savaşmıyor. Evet, birbirimizi öldürdüğümüzün, yamyamlığımızın arkeolojik belirtileri, savunma amaçlı kalemsi yapıların kalıntıları var. Lâkin ardından gelen toplumlarımızda yaygınlaştığı ölçüde değil.

Porno bağımlılığı düzeyinde kafamızı savaşa takmışız. Kütüphanelerimize bakın. Raflar savaş kitaplarıyla doluyken barış üzerine yazılan tek tük kitap “düzene karşı gelen aktivistlerin yazdıkları” diye küçümseniyor. I. Dünya Savaşı biteli yüz yılı geçti. Neden çıktığına dair hâlâ kitaplar yazılırken türümüzün tarihinin barış dönemlerini inceleyen kitap bulamazsınız. İberya Yarımadası’nda Yahudilerin de altın çağlarını yaşadıkları, Rönesans’ın yolunu açan Endülüs’teki (711-1492) ya da Japonların ABD’nin denizden topa tutarak sona erdirdiği Edo dönemindeki (1603-1868) barışın dinamiklerini yazan kitaplar, araştıran sosyal bilimciler bulamazsınız. Savaş kazanmaya odaklı “askeri psikoloji” diye bir branş var, “barış psikolojisi” yok!

İzlanda sagaları, İskandinav efsaneleri, Mahabharata gibi Hindistan destanları da savaş üzerine kurulu. Mahabharata’nın kahramanı Arjuna savaşmayı reddetse de, kılıç kuşanmaya dirense de, “yazgından kaçamazsın” şiarına ikna olur. Savaşı mümkün kılan, savaşın kaçınılmaz olduğuna inandırılmamız. Oysa türümüzde saldırganlık ne kültürel olarak kaçınılmaz ne de kalıtımsal.

Gözleri karartılarak birbirimize karşı vuruşturulan, savaştırılan bizler, doğal halimizle barıştan o kadar yanayız ki, tıpkı fırtınanın aniden kesilmesi gibi savaşı en kızışmış ânında durdurabiliyoruz. Hakem düdüğüyle biten futbol maçı gibi, sabah saat tam 11’de bitmiş I. Dünya Savaşı. Bir İngiliz askerinin günlüğünden: “Onuncu saatin son saniyesinde ateş kesildi. Bir Alman askeri savaşın son dakikasına kadar İngiliz cephesini makinelisiyle taradı. Saatin dolmasıyla siperinden dışarı tırmandı. Miğferini çıkardı. Yıllardır savaştığı düşmanları önünde nazikçe selam verdi. Arkasını dönüp gitti.”

Dünya iyiye de gidiyor

Başka bir dünya mümkün. Savaş ilan eden yaşlılar. Ölen, öldüren, gençler. Nereye kadar? Türümüzün tarihinde ilk kez gençlerin konumu değişti. Yaşlı otoritesi sallantıda. Avcı-toplayıcı, tarım ve sanayi dönemlerimizin tersine yeni teknolojileri gençlerden öğreniyoruz. Usta-çırak ilişkisi ters yüz oldu. Barış her zamankinden yakın olabilir.

Düzenin son köleleri çocuklar ve gençler kendilerini azat ediyor. Yeter ki yetişkinler, onlara her zamanki gibi ters düşmektense, ellerini uzatsın. Ehlileştirdiğimiz hayvanlar yetmiyormuş gibi, çocuklarımızı da terbiye ediyoruz. Büyüklere boyun eğme beklentisi, sorgulandıklarında “saygı kalmadı” masalı sona ersin. Genç-yetişkin makasının açılmayı sürdürmesi, tuzu kuru yetişkinler, karnı tok yaşlılarla geleceklerinden umutsuz gençler hayra alâmet değil.

20. yüzyılın başında Avrupa’da askerlik zorunlu, cepheye gitmek onurluydu. “Savaşmam” diyen gençler kurşuna diziliyordu. Devletler günümüzde savaşlarına asker bulamıyor. Zorunlu hizmet kalktı. Devlet paralı askerlere muhtaç. Vicdani ret bir hak. Ne erkekler üniformalarıyla piyasada, ne de kızlar üniformalı erkeklere tav. Sokaklar sivilleşti.  Balolarda kılıç şakırdatılan günler, ordularının başında padişahlarla krallar, marşlarla savaşlara uğurlanma merasimleri tarihin çöplüğüne gitti. Kahraman asker filmlerinin seyircisi kalmadı. Gençler ölmeye, öldürmeye gitmek istemiyor. Devlet adına kurşun sıkmak yerine giderek sivil itaatsizliğe yönelen bir dünyada yaşıyoruz.

Bunlar türümüzün tarihindeki ilkler. Dünya iyiye de gidiyor, ama biz görmek istemiyoruz. Masallarımıza kilitlendik. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi salonunda “Savaşlar insanın beyninde başlar, orada durdurulmalı” sözlerini yazan da biz, inkâr eden de.  

Rousseau ve Hobbes’un masalları

Eşitsizlik asırlardır türümüzün temel sorunlarından. Kaçınılmaz mı? Aydınlanmadan beri varsaydığımız masalımıza göre, avcı-toplayıcı toplumlarda paylaşım, eşitlik ve lidersizlik başatken, tarım ve şehirleşmeyle eşitsizlik başladı, artı değer ve özel mülkiyetle elitlerin, kralların, savaşların düzeni egemen oldu. Aydınlanmanın iki ismi Jean-Jacques Rousseau ve Thomas Hobbes’dan günümüze uzanan masalımızda, Rousseau insanın doğuştan iyi ve eşitliğin egemen olduğu avcı-toplayıcı dönemini hayal ederken, Hobbes tarımla birlikte toplumu zapturapt altında almak için yasaların kaçınılmaz olduğunu vurgular. Hobbes’a göre, kentleşmeyle başlayan eşitsizlik medeniyetin bedelidir. Günümüz sosyal bilimcilerinin kanaati de bu yönde.

David Wengrow ve David Graeber The Dawn of Everything (Her Şeyin ŞafağıAllen Lane, 2022) kitabıyla bu görüşü yıktı. Biri arkeolog, diğeri antropolog ikili Mezopotamya, Karadeniz havzası, Indus vadisi, Ukrayna ve Amerika kıtalarında yaşamış tarih öncesi uygarlıklarımızdan ortaya koydukları bulgularla yüzyılların masalının sonunu getirdi. Avcı-toplayıcılıktan tarıma geçiş kaçınılmaz olmadığı gibi, hem avcı-toplayıcı hem de tarım toplumlarının kimilerinde eşitsizlik ve hiyerarşi varken diğerlerinde birbirlerinden farklı eşitlik bazında topluluklar oluşmuş.

Özellikle Meksika’da, döneminde dünyadaki en büyük kentlerinden biri olan 100 bin nüfuslu Teotihuacan’ın sakinleri, birinci ve yedinci yüzyıllar arasında hiyerarşik bir yapıdan eşitlikçi bir topluma, kurban kesilen büyük tapınaklarla sarayların terkedildiği, Avrupa’dan gelen sömürgecilerin insana verilen değer karşısında şaşkınlığa düştüğü bir döneme geçmiş. Sonuç: Ne Rousseau ne de Hobbes’un masalları.

Tarihimiz kalıplaşmış avcı-toplayıcı ve tarım toplumları dışında farklı yaşam biçimlerine sahne olmuş. Kimi eşitlikçi, kimi tersi. Kimi toplumlar avcı-toplayıcılıktan tarıma geçtikten sonra geriye dönüş yapmış, kimileri mevsimsel olarak iki düzeni farklı toplumsal yapılarda birlikte sürdürmüş. Büyük masalımızın tersine, farklı dünyalar geçmişte mümkünmüş. Bugün neden olmasın? Masallarımızı nasıl yazıp yaşattığımıza bağlı.

Tüketici ruhlarımızın mühendisi

Yakın geçmişimizin en büyük masal anlatıcısının neler yaptığını öğrendiğimde Hitler, Stalin, Mao’nun yapıp ettikleri korkunç şeyleri ilk duyduğumdaki gibi sarsılmıştım. Halkla ilişkiler mesleğinin kurucusu Edward Bernays’den söz ediyorum (1891-1995). Bernays bilinçaltı arzularımızla korkularımızı manipüle ederek kitlelerin kontrol altına alınmasının piriydi. 106 yaşında ölen, Sigmund Freud’un da yeğeni olan Bernays’le çalışanlar arasında, Dwight D. Eisenhower, John F. Kennedy, Lyndon B. Johnson’ın da olduğu sekiz ABD başkanı, işadamları Thomas Edison, Henry Ford, tenor Enrico Caruso, Çekoslovak siyasetçi Jan Masaryk, balet Vaslav Nijinsky, film yapımcısı Samuel Goldwyn, Eleanor Roosevelt, ABD Dışişleri ve Ticaret Bakanlıkları bulunuyordu.

Tüketici ruhlarımızın mühendisi” olarak tanınan Bernays’ın yaptıkları arasında, I. Dünya Savaşı’na girmeleri için ABD halkını ikna etmesi de var, jambonu ülkesinin milli kahvaltısı yapması da. Sigara şirketleri için çalışmış, New York gibi daha liberal kentlerde dahi kadınların sigara içmesi yasakken, kadınları özgürlük adına kışkırtıp bir çırpıda sigara pazarını iki kat büyütmüş. Küresel ısınmanın tetikçisi tüketim patolojimize bağımlılığımız bugün onun izinde yürüyenlerin marifeti. Hitler’in propaganda bakanı Goebbels Bernays’in müritlerinden. Aksi takdirde, Alman Yahudilerin toplum nezdinde kısacık bir dönemde ötekileştirilmeleri mümkün olamazdı.

Mesele bizi biz yapan, asırlardır düşüncelerimize, inanç ve kültürümüze yön veren masallarımızı sorgulayamamamız. Hâlâ Cogito ergo sum (düşünüyorum, öyleyse varım) sözleriyle saygı duyduğumuz, insanı taltif eden bir Descartes’ımız var ki, hayvanları ruhsuz, duygusuz diye sınıflandırmış, “hayvanlar acı çekmez” deyip onlara yapılacak her türlü deneyin yolunu masalıyla açmış.

Bir elinde ayna / Bir elinde cımbız…

Türümüz dünyaya yayılırken Denisovan ve Neandertal türleriyle çiftleşmesine, gen havuzunu zenginleştirmesine rağmen, onların ve Floresiensis’in yok oluşuyla tek kalınca haddini bilemedi. Gün geldi, kutsal kitaplarımızda kendimizi eşref-i mahlûkat ilan ettik. Hızımızı alamadık, sınırlayamadığımız merakımızla, hele Aydınlanma’dan sonra dini frenlerin kalkmasıyla, aklımızın gücünü aşırı yücelterek “benden sonrası tufan” raddesinde yol aldık. Oysa başka canlılarla karşılaştırdığımızda, türümüz tarihsel açıdan emekleme çağında bile değil. Kısacık evrim sürecimizde yaşam tecrübemiz sıfıra yakın.

Hal böyleyken, iklim değişikliği, nükleer silahlar ve şimdi de bize hükmedeceğinden korktuğumuz yapay genel zekânın endişesiyle cebelleşirken tehlikeli sularda seyrediyoruz. Şart mıydı Einstein’ın “Hitler’den önce atom bombasını biz yapalım” diye ABD Başkanı’nı gaza getirmesi? Almanlar savaşı zaten kaybetmişti. ABD ise Japonya’yı Sovyetler’le paylaşmamak için bombayı Hiroşima ve Nagasaki’ye atarken her an dünyanın sonunu getirebilecek cini şişeden çıkardı. Değer miydi?  

Orhan Veli’nin “Ne atom bombası / Ne de Londra konferansı / Bir elinde ayna / Bir elinde cımbız / Umurunda mı dünya! şiirine uzaklığımızdan olacak, günümüzde önüne gelen bir bombanın peşinde. Hepsi uluslararası antlaşmalarla imha edilebilecekken, savaşın kaçınılmazlığı masalımız gene ağır basıyor. Hele şu aşırı zararlı olduğumuz emekleme dönemimizi bir atlatalım, ama bunun için önce yavaşlayalım.  

Bilimle masal arasında gri noktalar

Peşinden sürüklendiğimiz icatlarımızı hayata geçirmeden, aceleye getirip yola koyulmadan topa basalım. Merakımıza, aklımıza teslim olmadan yaşam ahlâkı oluşturalım. “Ne yapabilirim?” sorusunu “yapacaklarımla zararlı olacak mıyım” endişesiyle birlikte düşünelim. Fransa’da bir ara Provence’da oturan arkadaşım Mehmet Hikmet’le “Acaba en zararsız meslek hangisi olabilir” diye sohbet ederken ona “İtfaiyeci” dediğimde gülmüş, yangın söndürüp kahraman olmak için kundakçılıktan yeni yakalanmış bir itfaiyeciden söz etmişti.

Yerimizde duramıyoruz. Geçenlerde, Londra Hayvanat Bahçesi’nde sakin sakin duran deveye (mahkûmiyetine rağmen) gıptayla bakmıştım, eve dönünce neleri yazacağımı trenin vagonları gibi aklımda sıralarken. Rahatlasana! Her ne kadar ampulün mucidi Edison’un insanın günde iki saat uykuyla yetinerek daha verimli olabileceğini söylemesi şehir efsanesiyse de, özellikle gençlerin bir anda birçok şey yapabilmesini marifet sayan, şuna buna yetişememekten ruh sağlığı bozulan insanların yaşadığı bir uygarlığın peşinde nereye kadar?

Yaklaşık yarım asırdır dünyamıza yayılan post-modernizm masalına da kısaca değinmek iyi olur. Fransalı entelektüellerden yayılan bu masal neredeyse her konuda iktidar çözümlemesi yapıp sonunda kendisi de, özellikle üniversitelerde, bir tür düşünce iktidarına dönüşürken, onu savunanlar bile kendi dillerini anlayamıyor. Benim masalımda da onlara yer yok.  Bilimle masal arası gri noktaya Bilimsel Devrimlerin Yapısı (Kırmızı Yayınları, 2017) kitabında dikkatimizi çeken Thoman Kuhn’dan bu noktada söz etmemek olmaz. Kuhn’un katkısı bilimde de masallarımızın nasıl değiştiği, birinin yerini çok kısa zamanda bir başkasının nasıl aldığını anlatmasıdır. Örnek: Ptolemy’nin güneşin dünyanın etrafında döndüğü tezi 1600 yıl boyunca kabul görmüşken, 17. yüzyılda Galileo’nun da desteklediği Kopernik Devrimi’yle tersini hemen kabullenip neredeyse ânında gözlüklerimizi değiştirmemiz.

Sen meraklı insan!

Konu evrenken en büyük masalımız da başlangıcımız: Büyük Patlama! Önce ne vardı? Ona ve paralel evrenlere girmeyelim. Zaten evrenin toplamda yüzde 95’ini oluşturduğunu söylediğimiz karanlık enerji (yüzde 68) ve karanlık maddenin (yüzde 27) ne oldukları bilinmiyor, kalan yüzde 5’le evrene düzen verme masalımızı yaşatıyoruz. Orada duralım biraz. T24’te her yazısını heyecanla beklediğim fizikçi Güneç Kıyak da başka bir büyük masalın peşinde: “Bu kayıp anti-madde gizemi çözülürse, belki de o zaman evren hikâyemizin sil baştan yazılması gerekebilecek.”

Delidolu merakımızı dizginleyemiyoruz. Şimdi de neyi aradığımızı, neyle karşılaşacağımızı bilemeden, sonuçlarından belki pişman olacağımız uzayın sonsuzluğuna doğru yola çıkardığımız James Webb teleskopu!

Yavaş!

Sen, meraklı insan,
Aklın mucizesine
Benzemez evren.
Düzene düzen
Vere vere
Anlamlı mı kıldın
Sence dünyanı?

Zorlama yaşamı,
Rahat bırak Kaos’u!

Ama kime konuşuyorum?
İnsanım işte,
Merakımdan çatlayacağım
Evrene saldığım James Webb’le
Meçhulün beklentisinde.

Gündüz Vassaf, 8 Haziran 2023

https://birartibir.org/turumuzun-masallari/

Birartıbir Express web sayfasından alıntılanmıştır

18 Ağustos 2023 Cuma

 "Bir de şu laf: 'Hayat devam ediyor!' İstanbul sakızı mübarek. Herkesin ağzında. Mis kokulu sanıyorlar. Değil. İllet bir şey. Anladık, devam ediyor, da, nasıl devam ediyor, soran, anlayan yok.”


"Yeniden başlamak! Bütün iş burada işte. Yeniden başlanamaz. Çünkü insanoğlunun kaderinde yoktur bu. Hayatı ona verilmiştir; büyük bir oyun. İstediği gibi oynayabilir. Yanlışlarla doğrularla. Ama bozmak, bozup yeniden başlamak yoktur bu işte."

Nezihe Meriç
(24 Şubat 1924 - 18 Ağustos 2009)


17 Ağustos 2023 Perşembe

 “Adaletsiz ayrımcılık zamanla daha iyi değil, daha kötü hale gelir. Para parayı, fakirlik de fakirliği çeker. Eğitim daha fazla eğitimi, cehalet daha fazla cehaleti doğurur. Bir dönem tarihin kurbanı olanların, tekrar kurban olması yüksek ihtimaldir.”

Yuval Noah Harari Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens, s.150

15 Ağustos 2023 Salı

Ulthar’ın Kedileri



Skai nehrinin ötesinde uzanan Ulthar’da kimsenin bir kediyi öldüremeyeceği söylenir; ateşin önüne uzanmış mırıldanan kediye gözümü dikip bakarken doğrusu buna inanabilirim. Çünkü, kediler esrarengiz hayvanlardır ve insanların anlayamayacakları tuhaf şeylere yakınlıkları vardır. Antik Mısır’ın ruhu; Meroe ve Ophir’deki unutulmuş şehirlerin hikayelerinin taşıyıcısıdırlar. Balta girmemiş ormanın efendilerinin soyundandırlar; yaşlı ve uğursuz Afrika’nın sırlarının mirasçısıdırlar. Sfenks kedinin amcasının kızıdır ve onun dilini konuşur; ama kedi Sfenks’ten daha eskidir ve onun unuttuğu şeyleri bile hatırlar. 

Kasabalılar kedilerin öldürülmesini yasaklamadan önce, Ulthar’da komşularının kedilerini tuzağa düşürüp boğazlamaktan zevk alan yaşlı bir rençperle karısı yaşıyordu. Çoğu insanın geceleri kedi sesi duymaktan nefret etmesi ve alacakaranlıkta kedilerin avlu ve bahçelerde gizlice koşuşturmalarını kötüye yorması dışında, bunu yapmaları için bir neden düşünemiyorum. Ama sebebi ne olursa olsun, bu yaşlı adamla kadın, fakirhanelerinin yakınlarına gelen bütün kedileri tuzağa düşürüp avlamaktan ve boğazlamaktan keyif alıyorlardı. Karanlık bastırdıktan sonra duyulan bazı seslerden dolayı çoğu köylü, kedilerin boğazlanma tarzının son derece garip olduğunu düşünmekteydi. Ama ihtiyar çiftin sararıp solmuş yüzlerinde her zaman görülen o tuhaf ifade ve kulübelerinin çok küçük olması ve ihmal edilmiş bir avluda oraya buraya serpilmiş meşe ağaçlarının gerisinde şüphe verici bir şekilde gizlenmiş olması yüzünden köylüler onlarla bu konuyu hiç konuşmadılar. Gerçekte, çoğunluğu kedi sahibi olan köylüler, bu tuhaf insanlardan nefret ettiklerinden daha fazla korkuyorlardı ve onları acımasız katiller diye azarlamak yerine, sevgili ev hayvanlarının veya avcı kedilerinin yollarını şaşırıp, yaşlı çiftin karanlık ağaçlar altındaki, herkesten ırak o metruk evlerine yaklaşmaması için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ama kaçınılmaz bir hata sonucu bir kedi kaybolduğunda ve karanlık bastırdıktan sonra sesler duyulduğunda, kediyi kaybeden kişi hiçbir şey yapamamanın verdiği acıyla sızlanır, bu şekilde ortadan kaybolanın çocuklarından birisi olmadığı için kaderine şükrederdi. Çünkü, Ulthar’lılar basit insanlardı ve tüm kedilerin ilk olarak nereden geldiğini bilmiyorlardı.

Günlerden bir gün, güneyden gelen tuhaf bir gezgin kervan, Ulthar’ın kaldırım taşı döşeli dar sokaklarına girdi. Bunlar koyu derili insanlardı ve köyden yılda iki defa geçen diğer gezginlere benzemiyorlardı. Pazar yerinde, para karşılığında fal bakıp, satıcılardan incik boncuk aldılar. Bu insanların nereli olduklarını kimse bilmiyordu, ama tuhaf dualar ettikleri ve arabalarının yan taraflarına gövdesi insan; başı kedi, atmaca, koç ve aslan olan garip resimler çizmiş oldukları görülüyordu. Ve kervan başı iki boynuzunun arasında ilginç bir disk olan acayip bir başlık giyiyordu.

Bu benzersiz kervanda, tek can yoldaşı minik kara bir kedi yavrusu olan kimsesiz küçük bir çocuk vardı. Veba bu çocuğa pek insaflı davranmamış ama yine de ızdırabını hafifletmek için olacak, ona bu küçük tüylü şeyi bırakmıştı. İnsan çok gençken, küçük kara bir kedi yavrusunun maskaralıklarında büyük bir avuntu bulur. Bu yüzden, koyu tenli insanların Menes adıyla çağırdıkları çocuk, garip resimler çizili arabanın basamağına oturup zarif kedi yavrusuyla oynarken ağlamaktan ziyade gülüyordu.

Gezginlerin Ulthar’da geçirdikleri üçüncü günün sabahı, Menes kediciğini bulamadı ve pazar yerinde yüksek sesle ağlarken, bazı köylüler ona yaşlı adamla karısından ve geceleyin duydukları seslerden söz ettiler. Çocuk bu lafları duyunca ağlamasını kesip derin düşüncelere daldı, sonra da dua etmeye başladı. Ellerini güneşe doğru uzatıp, köylülerin anlamadığı bir dilde dualar okudu. Köylülerin dikkati daha çok gökyüzü ve bulutların almaya başladığı garip şekiller üzerinde toplandı. Tuhaf belki ama küçük çocuk yakarışını sürdürürken, gökyüzünde gölgeye benzer, belirsiz, egzotik şekiller, başının üzerinde garip bir disk ve diskin iki yanında boynuzlar bulunan melez yaratıklar oluşmaya başladı. Tabiat, hayal gücü geniş insanları etkileyen böylesi yanılsamalarla doludur…

O gece gezginler Ulthar’dan çekip gittiler ve bir daha da görünmediler. Köy halkı, köyde bir tane bile kedi kalmamış olduğunu görünce tedirginliğe kapıldı. Bütün aile ocaklarının teklifsiz kedileri; irili ufaklı, kara, gri, çizgili, sarı, beyaz bütün kediler sırra kadem basmıştı. Belediye reisi, ihtiyar Kranon, esmer tenli insanların, Menes’in yavru kedisinin öldürülmesine misilleme olarak kedileri götürmüş olduğuna yemin ediyor, kervana da, küçük çocuğa da bela okuyordu. Ama sıska noter Nith, asıl suçlanacak kişilerin yaşlı rençperle karısı olduğunu ileri sürüyordu; çünkü onların kedilere karşı düşmanlıkları herkesin malumuydu ve giderek de cüretlerini artırıyorlardı. Hancının küçük oğlu Attal, alacakaranlıkta Ulthar’ın bütün kedilerinin ağaçlar altındaki menfur avluda toplanmış olduklarını; kulübe etrafında oluşturdukları çemberi ağırbaşlılıkla ve yavaş yavaş daralttıklarını; içlerinden ikisinin işitilmemiş bir hayvan ayinini yönetirmiş gibi öne çıktığını gördüğüne yemin ettiğinde bile kimse uğursuz çifti suçlamaya cesaret edemedi. Köylüler, bu kadar küçük bir çocuğa inansalar mı inanmasalar mı bir türlü karar veremiyorlardı. Köylüler, kötü kalpli çiftin kedileri büyüleyerek ölüme sürüklediklerinden şüphelenseler de karanlık ve iğrenç bahçesinin dışında yaşlı rençpere rastlayıncaya kadar onu suçlamamayı tercih ettiler.

Böylece Ultharlılar, kör bir öfkeyle uykuya daldılar ve şafakta uyandıklarında, ne görsünler! Kedilerin tümü her zamanki yerlerine geri dönmüştü! İrili ufaklı, kara, gri, çizgili, sarı, beyaz bütün kediler geri dönmüştü; biri bile eksik değildi. Kedilerin keyfine diyecek yoktu. Hepsi de gayet besili görünüyor, kendilerinden hoşnut mırıl mırıl mırıldanıyorlardı. Kasabalılar aralarında bu meseleyi konuşuyordu; şaşkınlıkları hiç de az değildi. Yaşlı Kranon yine kedileri esmer tenli insanların götürmüş olduğunda ısrar etti. Çünkü kediler ihtiyar adamla eşinin kulübesinden asla sağ dönemezlerdi. Ama herkes bir şeyde hemfikirdi: Kedilerin günlük tayınlarını yemeyi ve sütlerini içmeyi reddetmeleri oldukça tuhaftı. Ve iki gün boyunca Ulthar’ın besili, tembel kedileri hiçbir yiyeceğe dokunmadı; ateşin başında ya da güneşte uzanıp kestirdiler.

Ağaçların altındaki kulübede akşam karanlığında ışık görülmediğini köylüler fark edinceye kadar tam bir hafta geçti. Sonra sıska Nith, kedilerin gittiği geceden beri hiç kimsenin yaşlı adamı da karısını da görmediğine dikkati çekti. Aradan bir hafta daha geçtikten sonra, belediye reisi korkusunu alt ederek, tuhaf bir şekilde sessiz bu meskene, görev icabı uğramaya karar verdi. Ama bunu yaparken şahit olarak yanına nalbant Shang ile taşçı Thul’ı almayı ihmal da etmedi. Derme çatma kapıyı kırıp içeri girdiklerinde şu manzarayla karşılaştılar: Toprak zeminde , üzerinde et namına bir şey kalmamış iki insan iskeleti ve karanlık köşelerde yavaş yavaş hareket eden kınkanatlılar familyasından çok sayıda garip böcek…

Sonradan Ultharlılar arasında bu konu çok konuşuldu. Tahkikat memuru Zath, sıska noter Nith ile enine boyuna tartıştı. Kranon, Shang ve Thul soru yağmuruna tutuldu. Hancının oğlu küçük Attal bile sıkı sıkıya sorgulandı ve karşılığında şekerlemeyi hak etti. İnsanlar uzun uzadıya yaşlı rençber ve karısından, koyu tenli gezginler kervanından, minik Menes’ten ve onun küçük kara kedi yavrusundan, Menes’in duasından ve dua sırasında gökyüzünde meydana gelen değişiklikten, kervanın gittiği gece kedilerin yaptıklarından ve itici avlunun karanlık ağaçlarının altındaki kulübede daha sonra bulunan şeylerden konuştular.

Sonunda kasabalılar, Hatheg’de tüccarların sözünü ettiği ve Nir’de gezginlerin tartıştığı şu harikulade yasayı kabul etti: Ulthar’da hiç kimse bir kediyi öldüremez.”

Howard Phillips Lovecraft

Çeviri: Hasan Fehmi Nemli

It is said that in Ulthar, which lies beyond the river Skai, no man may kill a cat; and this I can verily believe as I gaze upon him who sitteth purring before the fire. For the cat is cryptic, and close to strange things which men cannot see. He is the soul of antique Aegyptus, and bearer of tales from forgotten cities in Meroë and Ophir. He is the kin of the jungle’s lords, and heir to the secrets of hoary and sinister Africa. The Sphinx is his cousin, and he speaks her language; but he is more ancient than the Sphinx, and remembers that which she hath forgotten.
     In Ulthar, before ever the burgesses forbade the killing of cats, there dwelt an old cotter and his wife who delighted to trap and slay the cats of their neighbours. Why they did this I know not; save that many hate the voice of the cat in the night, and take it ill that cats should run stealthily about yards and gardens at twilight. But whatever the reason, this old man and woman took pleasure in trapping and slaying every cat which came near to their hovel; and from some of the sounds heard after dark, many villagers fancied that the manner of slaying was exceedingly peculiar. But the villagers did not discuss such things with the old man and his wife; because of the habitual expression on the withered faces of the two, and because their cottage was so small and so darkly hidden under spreading oaks at the back of a neglected yard. In truth, much as the owners of cats hated these odd folk, they feared them more; and instead of berating them as brutal assassins, merely took care that no cherished pet or mouser should stray toward the remote hovel under the dark trees. When through some unavoidable oversight a cat was missed, and sounds heard after dark, the loser would lament impotently; or console himself by thanking Fate that it was not one of his children who had thus vanished. For the people of Ulthar were simple, and knew not whence it is all cats first came.
     One day a caravan of strange wanderers from the South entered the narrow cobbled streets of Ulthar. Dark wanderers they were, and unlike the other roving folk who passed through the village twice every year. In the market-place they told fortunes for silver, and bought gay beads from the merchants. What was the land of these wanderers none could tell; but it was seen that they were given to strange prayers, and that they had painted on the sides of their wagons strange figures with human bodies and the heads of cats, hawks, rams, and lions. And the leader of the caravan wore a head-dress with two horns and a curious disc betwixt the horns.
     There was in this singular caravan a little boy with no father or mother, but only a tiny black kitten to cherish. The plague had not been kind to him, yet had left him this small furry thing to mitigate his sorrow; and when one is very young, one can find great relief in the lively antics of a black kitten. So the boy whom the dark people called Menes smiled more often than he wept as he sate playing with his graceful kitten on the steps of an oddly painted wagon.
     On the third morning of the wanderers’ stay in Ulthar, Menes could not find his kitten; and as he sobbed aloud in the market-place certain villagers told him of the old man and his wife, and of sounds heard in the night. And when he heard these things his sobbing gave place to meditation, and finally to prayer. He stretched out his arms toward the sun and prayed in a tongue no villager could understand; though indeed the villagers did not try very hard to understand, since their attention was mostly taken up by the sky and the odd shapes the clouds were assuming. It was very peculiar, but as the little boy uttered his petition there seemed to form overhead the shadowy, nebulous figures of exotic things; of hybrid creatures crowned with horn-flanked discs. Nature is full of such illusions to impress the imaginative.
     That night the wanderers left Ulthar, and were never seen again. And the householders were troubled when they noticed that in all the village there was not a cat to be found. From each hearth the familiar cat had vanished; cats large and small, black, grey, striped, yellow, and white. Old Kranon, the burgomaster, swore that the dark folk had taken the cats away in revenge for the killing of Menes’ kitten; and cursed the caravan and the little boy. But Nith, the lean notary, declared that the old cotter and his wife were more likely persons to suspect; for their hatred of cats was notorious and increasingly bold. Still, no one durst complain to the sinister couple; even when little Atal, the innkeeper’s son, vowed that he had at twilight seen all the cats of Ulthar in that accursed yard under the trees, pacing very slowly and solemnly in a circle around the cottage, two abreast, as if in performance of some unheard-of rite of beasts. The villagers did not know how much to believe from so small a boy; and though they feared that the evil pair had charmed the cats to their death, they preferred not to chide the old cotter till they met him outside his dark and repellent yard.
     So Ulthar went to sleep in vain anger; and when the people awaked at dawn—behold! every cat was back at his accustomed hearth! Large and small, black, grey, striped, yellow, and white, none was missing. Very sleek and fat did the cats appear, and sonorous with purring content. The citizens talked with one another of the affair, and marvelled not a little. Old Kranon again insisted that it was the dark folk who had taken them, since cats did not return alive from the cottage of the ancient man and his wife. But all agreed on one thing: that the refusal of all the cats to eat their portions of meat or drink their saucers of milk was exceedingly curious. And for two whole days the sleek, lazy cats of Ulthar would touch no food, but only doze by the fire or in the sun.
     It was fully a week before the villagers noticed that no lights were appearing at dusk in the windows of the cottage under the trees. Then the lean Nith remarked that no one had seen the old man or his wife since the night the cats were away. In another week the burgomaster decided to overcome his fears and call at the strangely silent dwelling as a matter of duty, though in so doing he was careful to take with him Shang the blacksmith and Thul the cutter of stone as witnesses. And when they had broken down the frail door they found only this: two cleanly picked human skeletons on the earthen floor, and a number of singular beetles crawling in the shadowy corners.
     There was subsequently much talk among the burgesses of Ulthar. Zath, the coroner, disputed at length with Nith, the lean notary; and Kranon and Shang and Thul were overwhelmed with questions. Even little Atal, the innkeeper’s son, was closely questioned and given a sweetmeat as reward. They talked of the old cotter and his wife, of the caravan of dark wanderers, of small Menes and his black kitten, of the prayer of Menes and of the sky during that prayer, of the doings of the cats on the night the caravan left, and of what was later found in the cottage under the dark trees in the repellent yard.
     And in the end the burgesses passed that remarkable law which is told of by traders in Hatheg and discussed by travellers in Nir; namely, that in Ulthar no man may kill a cat.

Howard Phillips Lovecraft
 
 

14 Ağustos 2023 Pazartesi

"Her sanık, hakkında verilecek mahkûmiyet kararının ileri bir tarihe ertelenmesine çalışır."


Tatra’daki sanatoryuma giderken Kafka’yla vedalaştığımızda: "İyileşecek ve sağlığınıza yeniden kavuşup döneceksiniz", dedim. "İleride yoluna girecek yine her şey. Her şey bir başka türlü olacak"
Kafka, sağ elinin işaret parmağını göğsüne dayayarak gülümsedi.
"Geleceği şimdiden içimde taşıyorum. Değişen bir şey varsa, gizli saklı yaraların kendilerini açığa vurmasından başka bir şey olmayacak."
Ben sabırsızlanmıştım.
"Madem ki iyileşeceğinize inanmıyorsunuz, ne diye o zaman sanatoryuma gidip yatmak istiyorsunuz?"
Kafka masanın üzerine eğildi.
"Her sanık, hakkında verilecek mahkûmiyet kararının ileri bir tarihe ertelenmesine çalışır."

Gustav Janouch, Kafka ile Söyleşiler, Cem Yayınevi, Türkçesi: Kamuran Şipal, Haziran 2000

12 Ağustos 2023 Cumartesi

Dilekler


Gürültü ve karmaşanın arasında sessizce yol al
Ve hatırla, sessizliğin içinde nasıl bir barışın var olabileceğini

Mümkün olabildiğince, ama tutsak olmadan,
Tüm insanlarla iyi geçin.
Gerçeklerini sessiz fakat açık bir şekilde ifade et;
Ve diğerlerini dinle,
Donuk ve cahil olanlar dahil;
Çünkü onların da kendilerine göre bir hikayeleri vardır.
Yüksek sesle konuşan, agresif kişilerden uzak dur,
Onlar ruha sıkıntı verenlerdir.

Eğer kendini başkalarıyla kıyaslarsan,
Ya kibirli ya da üzüntülü olursun;
Çünkü her zaman senden daha iyi ve daha kötü olan birileri olacaktır.

Başarılarından planların kadar sevinç duy
Ne kadar mütevazi olursa olsun, kendi kariyerine duyduğun ilgiyi kaybetme
Çünkü o, zamanın değişen hazinesi karşısında sahip olduğun gerçek mülktür.
İş ilişkilerinde tedbiri elden bırakma;
Çünkü dünya aldatmacalarla doludur.
Fakat bu tedbirinin, seni erdeme karşı kör etmesine izin verme
Çünkü hala pek çok insan, yüksek idealler için yaşamaktadır
Ve her yerde yaşam, kahramanlıklarla doludur.

Kendin ol!
Özellikle, sevmediğin halde seviyormuş gibi davranma.
Sevgi hakkında kuşkucu da olma;
Çünkü sevgi, tüm o çoraklık ve hayal kırıklıklarına rağmen
Aynı çimen gibi ansızın büyüyecektir.

Yılların rehberliğini nazik bir şekilde kabul et,
Gençliğine dair şeyleri ise asaletle terk et.
Beklenmedik bir talihsizlikte seni koruyan güç olması için, ruhunu besle.
Fakat kendini karanlık hayallerle de strese sokma
Bil ki, pek çok korku, bitkinlik ve yalnızlıktan doğar

Tüm bu disiplinin ötesinde,
Kendine nazik ol!
Çünkü sen de en az ağaçlar ve yıldızlar kadar,
Bu evrenin çocuğusun
Ve burada olmaya hakkın var.
Kavrasan da kavramasan da
Şüphesiz, evren olması gerektiği gibi işlemektedir.

Bu sebeple, Tanrıyla barış içinde ol,
Kendini onun ne olduğuna inandırmış olursan ol,
Ve emek ve verimlerin ne olursa olsun,
Yaşamın gürültülü karmaşası içinde, ruhundaki huzuru koru.

Tüm yalanlarına, angaryasına ve hayal kırıklıklarına rağmen,
Dünya hala güzeldir.
Neşeli ol!
Mutlu olmak için gayret et!

Max Ehrmann

Çeviri: Erge Özcan

                                    ***

Desiderata

Go placidly amid the noise and haste,
and remember what peace there may be in silence.

As far as possible without surrender
be on good terms with all persons.
Speak your truth quietly and clearly;
and listen to others,
even the dull and the ignorant;
they too have their story.
Avoid loud and aggressive persons,
they are vexations to the spirit.

If you compare yourself with others,
you may become vain or bitter;
for always there will be greater and lesser persons than yourself.

Enjoy your achievements as well as your plans.
Keep interested in your own career, however humble;
it is a real possession in the changing fortunes of time.
Exercise caution in your business affairs;
for the world is full of trickery.
But let this not blind you to what virtue there is;
many persons strive for high ideals;
and everywhere life is full of heroism.
Be yourself.
Especially, do not feign affection.
Neither be cynical about love;
for in the face of all aridity and disenchantment
it is as perennial as the grass.

Take kindly the counsel of the years,
gracefully surrendering the things of youth.
Nurture strength of spirit to shield you in sudden misfortune.
But do not distress yourself with dark imaginings.
Many fears are born of fatigue and loneliness.

Beyond a wholesome discipline,
be gentle with yourself.
You are a child of the universe,
no less than the trees and the stars;
you have a right to be here.
And whether or not it is clear to you,
no doubt the universe is unfolding as it should.

Therefore be at peace with God,
whatever you conceive Him to be,
and whatever your labors and aspirations,
in the noisy confusion of life keep peace with your soul.
With all its sham, drudgery, and broken dreams,
it is still a beautiful world.
Be cheerful.
Strive to be happy

Max Ehrmann

İzleyiciler