9 Ağustos 2024 Cuma

İdrak Treni

Biz bu istasyonda birkaç kişiyiz; zalimleri saymazsak
Gecikmeleri anons ediyor çinko çınıyla zaman
Çatı altında, yağmursuz yanında beklemek peronunun
Bir de köpek var; adı Korkak

Neden sonra bir kahve molasındaymış gibi birbirini anlayan çalışanların sesi
Ak bir kedinin hafif ayaklarıyla üstüme bastılar, uyandım
Masada değildim, her yerindeydim beklemek peronunun
Köpek kaçtı, babam öldü, tren gelmedi

Birazdan nasılsa ay doğacak İstanbul Hanım
Göz göze bakışacağız, bir tren kalkmış gibi birbirimize
Siz silkinip gidersiniz, biz nereye gideceğiz?
Daha çok bekleyeceğiz, şarkı söyleyeceğiz

Bütün başkanlara hayır!

Hüsnü Arkan

Resim: Fikret Mualla


Gül ve Gönül

Bir ince ruh, genç kızlıktan aldığı hakla ona aitti
her sabah o ruha karışmak için bu ruh nelerden geçti
zar kadar ince etlerin üstünde teni dişleri kadar ak
benimkiyse bir hayvanın kırılmış boynuzu gibi
yağlı gri, ikisi de ayrı canlının köşeleri
tek varoluşa ait olup da bu kadar ayrı, ne kadar hazindi

İlk kez yaşlı olduğumu anladım onu görünce
incecik bir bıçak gibiydi ruhu çelik renginde
tırnağıma gitti gözüm, parmakların bakalit gibiydi sathi üstlerinde
bir kabuk kadar zor duruyorlardı ellerimin ucunun da ucunda
ve ellerim ağacın kuru dalıyken yaşamın da dışıydı sanki düşlerimde

Üstüme eklenen bir sıcaklık vardı capcanlı onu görünce
yakıcı ve siyahtı tehlikeli bir geceden çıkmış gibi
karımdan çok başkasıydı o
derisi kaygan, ürkütücü bir uysallık, denizkızıydı koynumda
inan o kadar, ürperirdim yarısı balık

Sonra birden açık kafa bir zıpkın suları yırtarak geldi
kollarımdayken pul pul parçalandı yarısı kız o balık, sularıyla halik
beni boğmaya uğraştı ardından, yaptığı değil miydi kara sakal bir
korsanlık, onun ölümünden başka hiçbir şey öldürmedi o kadar beni
en öldürücü şeydi kendi ölümüyle öldüren bir balık

İbrahim Tığ

Resim: Laurits Andersen Ring, Kahvaltıda, 1898, Tuval Üzerine Yağlıboya


"Kaos'un Kutsal Kitabı"

"Entelektüellerimizin tek bildiği oyun oynamak, tinselcilerimizin tek bildiği de yalan söylemek, hiçbiri dünyayı yeniden düşünmek üzerine kafa yormuyor, hiçbiri bize gerçekliği ölçüp biçme imkânı vermiyor, hepsi de kariyer peşinde; görgü kurallarını asla incitmeden birbirlerinin gözlerini oyma sanatındaki ustalıkları hayranlık verici! Giderek daha tutucu oluyoruz, en yıpranmış ve en utanç verici köhnelikteki düşünceleri sürdürmeyi başarıyoruz, bizim devrimlerimiz yalnızca laftadır..."

Albert Caraco

"Kaos'un Kutsal Kitabı Versus Yayınları, İstanbul, Çeviri: Işık Ergüden, İkinci Basım: Temmuz 2007, sayfa 25"


8 Ağustos 2024 Perşembe

yalnızca ilkbahar ve yazlar hiç geri gelmiyordu

bir gong çaldı ormanda
koca ağaçların yüreğine dek salarak titreşimini
yankısı uzun uzun denizin üstüne yayıldı
dinlence aylarının sonuydu
ve insan kendi kendine bile
itiraf etmekten çekiniyordu

yalnızca ilkbahar ve yazlar hiç geri gelmiyordu

bir tavşan durdu bir an
gözünde insanca bir gözyaşı parlıyordu
sonra yürüdü gitti eskisi gibi tavşan
çalılıklar tarlalar arasından

kadın kadehi kaldırdı
gün batımı pınarın buz gibi suyunda yalazlandı

bir çığlık tıkandı kaldı
bacaklarının kemer gibi üstünden aştığı
büyüleyici istekler koyağında

içiyordu şimdi
erkekse dizüstü dudaklarını yosunlara dayamıştı

dağların suyu boğazını dondurarak onun da içinden geçiyordu
bir ara dilinin ucuyla bir alabalık kaçışına dokunur gibi oldu
oynak su ve pul kokuları arasında

ilk yıldız dimdik yükselen kolun ucundaki kadehe düştü

erkek kalkmıştı ve dudak dudağa
ama kavga ateşinden sonra bir dağ boğazının
gölgeliklerinde unutulmuş öç alıcı kılıcın çeliği kadar
soğuktu sevgilinin dudakları

bir bekleyiş uçurumunun kenarında
gözleri yarı kapalı kıpırtısız duruyordu kadın

hangi istek soymuştu onu
beyaz taş yontu geceye meydan okuyordu

dudak dudağaydı soluğumuz ve göz göze
aynalarımız içinden birbirimize uzanmış
deniz hafifçe sallıyor sessizliğin dibinde sözlerimizi
ve dalga alıp götürüyordu son anıyı
geçip giden ay görüverirse gecesinde
çakıl çarşaflarda yatan şu bitkin gövdeleri

ne çok yürüdük o gece
gözlerimiz ayın görkemli parlaklığında

ilerliyorduk
ne bir yankı ne bir gölge yolun billuru üstünde
ilerliyorduk yine
ne bir çığlık ne bir korku aşağıda sel boğazlarında
ne bir yankı ne bir tehlike yukarıda kayaların çatısı altında
yürüyorduk durmaksızın
ve hep o yok olmuş ses devinim koku vardı
karşımıza çıkan masalda destanda
donup kalmış tarih öncesi ordularına benzer ormanlarda

ne çok yürüdük o gece gözlerimiz ayın görkemli parlaklığında
güneşin sonsuza dek sürecek yokluğu boyunca

ne çok baktık birbirimize gülümseyerek
kesinliğin kılıcı bir anıt gibi dururken aramızda
ve başımızın üstünde o tek gökyüzü
çaresiz bir sevinç çölüne benzer kumu bile boşalmış
kuşları uçmuş

pencerede çıplak yakalıyordu seni şafak
ve işte o zaman çayırların mutlu gölgeliğinden
güneş tayları ayaklandırıyordu gözlerin

benim için hep dingin bir coğrafya oldu bedenin
uysal deniz suyunun gökkuşaklarıyla çevrili
ve sert rüzgarlarına adanmış kız kadırgaların
bin yıllık kepezlerin açığından yelkenler fora
aşıp geçen yıldızların ulu burnunu

eski buluşma yerine geri dönmek istedi
yeniden o koca
gözyaşı damlası mavi bir göz gibi duvarın bir taşı
üstünde yeniden o ayakta ve kanlı çığlık patikada
ve başka bir yerin rüzgarında tek başına

her zaman sarmaş dolaş mercan düşleyenlere dönüşmüşlerdi
kıpırtısız ahtapotların uykusu nöbet tutarken uzun denizlerin dibinde

bu kez iyice yitirdiler birbirlerini
biri öteki oldu ve o anda tersi de
şaşırtıcı biçimde gerçekleşti

bilmiyorlar daha
hiç bilecekler mi

farkında olmadan bırakıp gittiler yatağı odayı yeri göğü
sınırlar ötesindeler şimdi
iç içe sarmaş dolaş
biraz da telaşlı
serüvene kapılmış yürekleri

sonra da bir geceyarısı güneşinin apansız çarpması
tenlerinin en uzak ucunda

birbirlerini bulduklarında
bulabilecekler mi
o iki ayna gibi olacaklar yakın
yüz yüze
alabildiğine dingin

sana doğru iniyordum ve sen bana doğru yükseliyordun
her akşam bizi yaklaştıran boşlukta
o adını anmaya çekindiğimiz şeyin gölgesi ve ışığı vardı yolun üstünde
zaman güneşin kayığının tartımıyla yalpalıyordu
ineğin memelerinin altında

ne kaldı
kasemde o süt maviliği

ve kehanetlerini hiç tüketmeden içebileceğim yüzün
belirgin izi o kırlangıç çığlığı başımın üstünde
ve önümde batan o güneş o yüzyıllardan güçlü şafak
dirençle yükselirken insan sırtımın gerisinde

beller saban demirleri traktörler
koyaklar yamaçlar ovalar boyu
denizde gemi provalarına benzer
çiziyorlardı gökyüzüne yeni burçlar kuşağını

böcek hiyeroglifleri tozda
suyun ve kabukların filigranı
otlarda kuş damarları
havada duvar karalamaları

sabahın içinde yürüyecektik o benzersizle birlikte
ve her gün yeniden biçimlenecekti yüzümüz
açıklanan gizin yasalarına göre

Andre Verdet

Resim: Aslı Akyüz, Mavi Gökyüzünün Altında, Yağlıboya 50x70 cm.


Evimiz neresi?

Ben Kapadokyalıyım. Anadolu’nun ortasında bir yerdir Kapadokya. Eski adı Evenez ya da Venessa olan Avanos isimli küçük bir kasabada doğdum. Altı yaşımdayken, evlerimiz su ve nem yüzünden oturulamaz hale gelince mahalleler afet bölgesi ilan edildi ve birçok aile gibi biz de Ötegeçe’ye, Avanos’un yeni kurulan bahçeli evlerine göç ettik. 

İlk göçümü demek ki çocuk yaşlarımda yaşamışım. Babamla vefat etmeden önceki konuşmalarımızda ailemizin köklerini sorduğumda annesinin yani ebemin kasabamıza yakın Cemel isimli bir köyden gelin geldiğini, dedelerinin devecilik yaptığını, köyün adının da burdan geldiğini söylemişti. Belli ki köklerimiz Türkmenistan, Suriye ya da Irak gibi bölgelere dayanıyordu. Uzak atalarım oralardan göçüp gelmişlerdi. Elbette yaşamak ve ayakta kalabilmek için. Ya bir kuraklık, ya bir salgın hastalık ya da Moğol istilası büyük büyük dedelerimi Avanos’a kadar getirmişti. 

Gerçek evimiz neresiydi acaba? Ya da "gerçek ev" diye bir mekân var mıydı? Çok uzun yıllar sonra nakliyecilik yapan abim kamyonuyla Irak Türkmen bölgesine yük taşıdığı günlerin birinde yolda yürüyen bir adamın arkasından koşup "baba!" diye bağırarak durdurduğunu anlatmıştı. Adam adeta ikizi gibi babama benziyormuş. Abim ihtimal çok eski akrabalarımızdan birisiyle karşılaşmıştı. Annem dağa, taşa, toprağa, bahçedeki domatese, akan suya, benim ders notlarıma bile dualar okuyan inançlı bir insandı. Ama çocukluğumuzun en keyifli ve unutamadığım günlerinden birisi yılın belli haftasında annemin renkli yumurtalar kaynatmasıydı. Yıllar sonra öğrendim ki bunlar paskalya yumurtalarıymış ve ihtimal Müslüman olmayan komşularımızdan bize kalan bir kültür ve lezzetmiş.

Evet, o topraklardan 1922-23 yıllarında bir gecede komşularımızı "artık burası sizin yurdunuz değil" diyerek bir başka ülkenin topraklarına göç etmek zorunda bıraktık. “Bizi nereye gönderiyorsunuz, bizim evimiz burada” diye ağlayan komşularımızı. Benzer bir uygulama da gittikleri ülkenin topraklarında yüzlerce yıldır sakin ve mutlu bir biçimde yaşayan Müslüman bir topluluğa dayatıldı. Onlar da göç ederek eski komşularımızın boşalttıkları evlere yerleştiler. Adına "mübadele" denen bu acımasız değiş tokuştan çocukluğumuzun renkli paskalya yumurtaları kaldı. Unutulmaz dostluklarını bırakarak göçe zorlanan komşularımızsa gittikleri ülkenin yeni göçmenleri olarak yaşamlarını sürdürmeye çalıştılar. Geldikleri köy ve kasabaların ismini verdikleri yeni köyler, kasabalar kurdular ve adına ‘’rebetiko’’ denilen dünyanın en güzel ve hüzünlü müziğini yaratarak çalıp söylediler.

60’lı yılların sonunda Türkiye’den Almanya ve başka Avrupa ülkelerine işçi göçü başladı. Tarımda makinalaşma sonucunda Anadolu toprakları kendi insanlarını doyuramaz olmuş, yoksul ve işsiz insanlar İstanbul’daki fabrikalarda ucuz işçi olmak ya da Almanya’ya misafir işçi olarak gitmek için göç etmek zorunda kalıyorlardı. Akrabalarımın çoğu Almanya, Hollanda ve Fransa’da uzun yıllar işçi olarak çalıştılar. Dönenlerin çoğu yorgun, hasta ve mutsuzdu. Çocukluğumun en önemli işlerinden birisi de Almanya’ya işçi olarak giden akrabalarımın buradaki okuma yazma bilmeyen yakınlarına gönderdikleri mektupları okumak ve onların cevabını yazmaktı. İki yılda bir ancak on beş gün kadar Türkiye’ye dönebilen ve yanlarında getirdikleri naylon gömlek, çukulata ve filtreli sigaralardan kim oldukları anlaşılan "Alamancı" işçilerden geriye kederli eşlerinin onlar için yaktığı türküler kaldı:

"Almanya acı vatan, adama hiç gülmeyi, nedendir bilemedim, bazıları gelmeyi,
Üçü kız iki oğlan kime bırakıp gittin, böyle güzel yuvayı ateşe yakıp gittin…"

Ama, Türkiye’ye dönmeyen üçüncü ya da dördüncü kuşak gençlerin Almanya’nın kültürel hayatında aldıkları yer ise adeta bir mucizeydi. Bugün edebiyat, müzik ve sinemada birçok Türk asıllı sanatçının ismini gördüğümde bu hikâyeler ve türküler gelir aklıma.

Büyüdüm İzmir’e göçtüm, okudum doktor oldum, mecburi hizmet için Anadolu’nun ortasında bir kasabaya tayin ettiler. Yine "göç etmiştim" işte.

Kasabada sağlık ocağı hekimliği yapıyordum. Bir gün eskiyen ayakkabılarımı bir kundura tamircisine götürdüm. Bir hafta sonra yenisinden bile güzel hale gelmiş ayakkabım beni bekliyordu. Ayakkabıcıya şaşkınlıkla sormuştum: "Ne güzel olmuş! Sen bunu kimden öğrendin ustam?" Ayakkabıcı, 'Ustam bir Ermeniydi, çok iyi bir ustaydı, ondan öğrendim' dedi. “Sonra ne oldu ustana?' sorusunun cevabı 'Ne olacak, göç ettiler, çekip gittiler' olmuştu. Giden ayakkabı ustaları yaşamlarını sürdürebilmek ve bir başka yerde daha iyi ayakkabılar yapabilmek için göç etmek ve belki de göç yollarında hayatlarını kaybetmek zorunda kalmışlardı. Ankara ve kasabalarında uzun yıllar hekimlik yaptıktan sonra 1990 yılında İstanbul’a göçtüm. Daha iyi yaşamak, istediğim gibi hekimlik yapmak ya da iyi bir sinemacı olmaktı hayalim. Senaryolar yazıp filmler çekmek istiyordum. Hekimdim, işsizlik diye bir problemim belki yoktu ama daha iyi yaşam koşulları için gelmiştim İstanbul’a. Hastalarım da benim gibi Anadolu’dan ekmek parası için, çoluk çocukları için, geçim derdiyle gelmişlerdi. İstanbul’un etrafında küçük Anadolu kentleri örülüyordu ve adına iç göç denilen bu hareketin bir tek amacı vardı: Yaşamak… Daha iyi yaşamak…

İstanbul’un kenarına konuşlanmış Anadolu’dan göçmüş hemşehrilerimle buluştum. Onların evlerine, derneklerine, düğünlerine, cenazelerine gittim. Poliklinikler, sağlık merkezleri ve hastane kurdum. Öyle ya da böyle, hepimiz de İstanbul’un yeni göçmenleri olarak kendimize yer yurt edinip, güç sahibi olup bir biçimde ayakta kalmaya çalışıyorduk.

1995 yılında tüm bunlardan vazgeçip sinema için Fransa’ya göçmeye karar verdim. Sadece yapmak istediğim bir işi en iyi burada yapabilirim inancı değildi, hayallerimin arzularımın da dayatmasıydı bu. Sorbon’a dil eğitimi için kayıt yaptırdım. Okula başladım. 

Paris’te 1980 faşist askeri darbesinden kaçıp gelmiş, yani zorunlu göç etmiş mülteci bir arkadaşımın evinde kalıyordum. Uzun yılların Türkçe hasreti belki benim Fransızca öğrenmemi engelliyordu ama en azından memleketten getirdiğim rakının yanında olmazsa olmaz beyaz peyniri evin yanındaki Ermeni bakkaldan alabileceğimi hemen keşfetmiştim. Bizden daha önce göç etmek zorunda kalmış Anadolulu bir Ermeniyle yine ortak bir kültürde buluşmuştuk. Renkli Paskalya yumurtalarına beyaz Ezine peyniri de eklenmişti.

Artık İstanbul’dayım. Yaklaşık dört beş sene önce İstanbul’a yeni göçmenler geldi. Bu kez yaşadığımız dış göçtü. Savaşın dehşetinden kaçan Suriyeliler çoluk çocuklarını alarak yanı başımıza kadar göç edip gelmişlerdi.

Bir akşam hastanenin önünden yüzlerce çocuğun geçip gittiğini gördüm. Bu kadar çocuk nerden çıkmıştı, çok şaşırmıştım. Yakınımızda eski bir apartmanın Suriyeli göçmenlerin kurduğu bir dernek tarafından çocuklar için okul haline getirildiğini söylediler. O bina epey önce yine bir iç göçle Doğu illerimizden gelen Kürt vatandaşlarımız tarafından çalıştırılan bir tekstil atölyesiydi. İşleri kötü gidince bırakıp gitmişlerdi. Eski tekstil atölyesi Suriyeli çocukların yeni okulu olmuş. Merak edip gittim okula. Bir Türk rehber yardımcı oldu konuşmamıza. Okulun idarecisi olan öğretmenlere "bir ihtiyaçları olup olmadığını" sordum, "hastane olarak, hekim olarak yardıma hazır olduğumuzu" da söyledim. Önce kuşkuyla karşıladılar beni."Neye ihtiyacınız var?" diye ısrar ettim. Para, sağlık hizmeti vs. Bir süre sustuktan sonra içlerindeki en yaşlısı konuştu: "Bizim güvene ihtiyacımız var" dedi. Güven… Anlayamamıştım. Alınır, satılır somut bir şey değildi çünkü istedikleri. ”Neden’ der gibi baktım yüzüne.

“Buraya geldikten sonra, bugüne kadar beş küçük kızımızı çaldılar' dedi. Bir eşya gibi bir paket gibi bir nesneden söz eder gibi ama derin bir acıyla konuşuyordu. O günlerde yazdığım bir yazıda, ‘’çocukların çalındığı, alınıp satıldığı bir dünya bize artık cehennem değilse nedir?’’ diye sormuştum. 

Bu cehennem hepimizin. Böylesi bir cehennemde sayıların ya da paranın ne önemi olabilir?

Şu kısacık yazıda bile göç kelimesini ne kadar çok kullanmak zorunda kaldığımı fark ettim, ne yazık!

Lévi Strauss’tan ödünç alacağım bazı kavramlar olacak şimdi: 

'‘Kültür belli bir uygarlıktaki insanların dünyayla kurduğu ilişkilerin toplamıdır. Toplumsa bu insanların birbirleriyle kurduğu ilişkilerdir. Kültür düzen yaratır. Toprağı ekip biçer, yollar, şehirler yaparız. Nesneler icat eder, imal ederiz. İnsanların yeryüzüyle kurduğu ilişkiden kültür doğar. Böylelikle bir düzen yaratılır, birikim sağlanır ve hafıza oluşur."

Hafızanın beyinle bir ilgisi yoktur. Hafızanın evi insanın kalbidir. Hafızasız bir toplum kalpsiz bir toplumdur. Hafıza vicdan demektir ve galiba vicdansız olmakla malulüz artık.

“Toplumlar ise entropi üretirler. Güçlerini dağıtır, toplumsal çatışmalar, siyasi mücadeleler ve bir yerlerde yarattığı ruhsal gerilimlerle kendi kendilerini tüketirler. Baştaki temel alınan değerler yozlaşır. Toplumlar çatılarını git gide kaybeder, darmadağın olur ve bireylerin yerini kimliksiz atomlar alır."

Bugünlerde tüm dünyanın yaşadığı gibi. Tekrarı ve provası olmayan bir hayatı hakkıyla yaşayıp gitmekten başka bir seçeneğimiz yok, bundan eminim. Dünyanın ömrü bizim kaderimizden uzundur çünkü!

“Yaşam, var olmak için kendine koyduğu hedeflere uygun bir ruh geliştirmesi için insana tanınmış bir süreden başka bir şey değildir. İnsan bu gelişimi gerçekleştirmek zorundadır."

Bu yaşam denilen bilinmez yolculukta kendimize ve diğer insanlara olan sorumluluğumuzu yerine getirmeliyiz. İnsanın vicdanı buna bağlıdır ve onunla var olur.

Hepimiz insan kalabalığının bir parçasıyız. Ama Kabil ya da Habil olmak bizim tercihimiz.

Devletlerin ve politikacıların büyük ve süslü cümlelerin arkasına saklayarak yarattıkları insan trajedilerinin suç ortağı olmamalıyız. Onlar için basit sayılar gibi telaffuz edilen insanların, kadın, erkek ve çocukların bir parçası da biziz çünkü.

Yeryüzü bizden önce de vardı, bizden sonra da var olmaya devam edecek. Bir büyük sofranın tesadüfen bu çağda yerini almış misafirlerinden başkası değiliz. Sadece yaptıklarımızdan değil yapmadıklarımızdan, olan bitene sessiz kaldıklarımızdan da sorumluyuz. Birbirimizi bizi sayılar olarak gören yöneticilerin gözleriyle görmekten vazgeçmeliyiz.

Biz bir aileyiz.

Hiç birimizin göçmen kuşlardan bir farkı yok! 

Göçmen kuşlar binlerce yıldır oradan oraya göç ediyorlar, onlara soruyor musunuz nereye ve niye göç ediyorsunuz, eviniz neresi diye!

Çünkü, tüm dünya evimiz bizim…

Ercan Kesal

(Bu yazı, Ercan Kesal'in 13 Kasım 2019 tarihinde Paris/Sorbon'da düzenlenen "Migrations et Langues" başlıklı toplantıda yaptığı konuşmanın kısaltılmış halidir.)



Bağ Kuyusuna Su Salınınca

Olay, Orta Anadolu'da geçer. Oralarda bağ kuyuları vardır. Su deposudur bu kuyular. İlkbaharda dağlardan gelen kar suyuyla doldurulur. Yazın bağa gelinince su sıkıntısı çekilmez. Geçenlerde "Mehmet Efendi" bağa gitti. Kar erimeye başlamıştı. Dağdan sular geliyordu. Önce kendi kuyusunu doldurdu. Sonra baktı su boşa akıp gidiyor. "Hacı Emminin de kuyusunu doldurayım" dedi ve saldı suyu. Akşam şehre gelince, Hacı Emminin dükkânına uğradı. Hacı Emmi piyasanın kuvvetli bakkallarındandı:
"Hacı Emmi bugün bağa vardım!"
"İyi yapmışsın oğul!"
"Kuyuyu doldurdum!"
"Aman ne iyi!"
"Hacı Emmi senin kuyuya da su saldım!"
"Ulan yere batası yaktın beni!"
Mehmet Efendi, ne bilsindi Hacı Emminin bağ kuyusuna şeker stok ettiğini!

Hasan Pulur, Olaylar ve İnsanlar/2 1973-1978, Bilgi Yayınevi, S.198


5 Ağustos 2024 Pazartesi

Kedi Olmak

Hava çok güzel 
yağmurda yıkanmış pırıl pırıl bir güneş
gülen bebeklerin güneşi.

Dünyaya çık, aklındaki yere git
çatlayan bir nar gibi dağıl sokaklara
acına yalvarma, bitir
yabana atma ağrıyan yanlarını.

İki yüz kırk dört gün oldu, öldü geceler
kalkıp gittim Alaybey Metro istasyonuna
sordum o kediyi, tren geçince gitti dediler.

Nerden bilsinler ben gelmiştim onun yerine.

Alaybey 2022

Veysel Çolak
(Yapayalnız Anılar, Hayal Yayınları, 1.basım, Mayıs 2024)


Kır

Akşam ölmek üzere
kendi halinde bir ocağın sönen ateşi gibi.

Oraya, dağların tepelerine 
közlerini bırakıyor.

Ve bembeyaz yoldaki bu kırık ağaç  
ağlatıyor insanı kederden.

Yaralı bir gövdede iki dal 
ve her dalda solmuş, kara bir yaprak!

Ağlıyor musun?.. Altın renkli kavakların arasında
uzakta, aşkın gölgesi seni bekliyor.

Antonio Machado

Resim: Narin Yılmaz, Anadolu'dan, Yağlıboya 50x50 cm.


O halde benden kork!

“Bacaklarımı açmak depremlere, saçlarımı açmak fırtınalara ve rüzgârlara sebep oluyorsa...

Gerdanımdan küçük bir görüntü denizlerin yükselmesine, sesim toprağın kaymasına sebep oluyorsa...

Sütlü koca memelerimin görüntüsü kıtlığa ve sefalete neden oluyorsa, kollarımın açıklığı iklimi ısıtıyorsa...

Gülüşüm kâinatın dengesini bozup istikrarsızlık yaratıp tüm ahlaksız içgüdüleri uyandırıyorsa...

Tüm doğal felaketlerin ardında ben varsam, O halde benden kork!

Çünkü ilahi güç benim, mutsuz ve ölümlü olan sensin!...”

Taous Ait Mesghat


4 Ağustos 2024 Pazar

Umudu Kesen Distopya Kılıçları

Yaşama umutla bakmayı başarmış aydın bir kuşağın temsilcisi olarak, bana her zaman yazma cesareti veren, yazar ve düşün insanı, değerli büyüğümüz, pirimiz Rıza Can’ın anısına saygıyla…

"Distopyalar umudu kesen bıçağın bileği taşlarıdır; boyna bıçağı keskinleştirip dururlar, ta ki bıçak eriyene kadar… Sözüm ona sistemi yererler. Ama bir yandan ona ikna ederler bizi [öyle umutsuz bir dünya vardır ki]. Her şey karamsarlığa raptedilmiş bekler durur."

Kırbaç

Acıyla sarsılıyor her şey, ölüm her şeyi kırbaçlıyor. Ne kurtuluş arzusu ne yaratıcı umut…Öyle, boşluktaymış gibi sallanıp duran hayat; yağmurlarla uğurlanan canlar, geçmişlerin ruhuna el sallayarak… Ah bitmeyen karamsarlık, yenilmeyen zulüm, sana duyduğumuz hınçla ne dünyalar kurulurdu ne güzel sabahlara uyanırdık, hayallenip gerçeklenseydik.

Sessizliğin, dingin, kendine yeten güzelim hayatın hor görüldüğü bir dünya… “Ne var ki hiç umut yok!” demek en kolayı. Fakat umut en karanlık köşeden doğan bir parıltı, en umulmadık anda patlayan özgürlük çığlıkları, en sert soğukta doğan sımsıcak bir güneş gibi… O halde? Umuttan umut kesilir mi? Gayet açık; umut bir histeridir, histerilerin en güzeli belki. Öyle ki ona kapıldığımızda tüm bedenimizle sağlatılmış, dingin ruhumuzla güçlenmişizdir.

Peki neyin sınaması bu? Kim olarak, hangi sorularla imtihan ediliyoruz hakikaten? Hem ne cüretle? Sıkışa sıkışa sığışamadığımız kenarlar köşeler, birbirimizi eze tırmandığımız merdivenler… Belli ki en yüksekte iktidarın gözleri, göksel kudretin dikeyliği boyna kışkırtıyor onu. Peki ya biz?

Özgürlük ne müthiş bir hazineymiş meğer, ne nazik ne ürkek bir güvencin yüreğiyle çırpınırmış tıpır tıpır, biraz olsun hayatı ayakta tutabilmek için… Bir yaprakta, bir kedide, bir sokakta umut… dupduru gökyüzünün maviliğinde, yağmurlanmış toprağın kokusunda, denizin süt beyaz köpüklerinde, ormanların derin uğultusunda…

Kılıçlar

Distopyalar umudu kesen bıçağın bileği taşlarıdır; boyna bıçağı keskinleştirip dururlar, ta ki bıçak eriyene kadar… Sözüm ona sistemi yererler. Ama bir yandan ona ikna ederler bizi [öyle umutsuz bir dünya vardır ki]. Her şey karamsarlığa raptedilmiş bekler durur. “Zaten hiçbir şey değişmez.” üzerinden muazzam bir cümle kapısı açılır: Yapacak bir şey yok! Sonuç her zamanki alışılmış tondadır: Böyle gelmiş böyle gider. Hiç kimse çıkıp, “Böyle gelmedi ki böyle gitsin.” demez. Distopik hüzün ve karanlık, ütopyanın sevincinden daha heyecanlı gelir insana. Neşenin tarifi unutulmuştur. Burjuva bilimi, burjuva sanatı her fırsatta, insanı öldürmeyecek dozda distopya pompalar bünyeye. Proletaryayı, çaresizliğine ikna edecek her kurgu, her model, her senaryo üzerinde titizlikle çalışılır. Onu, ütopyasının imkansızlığına inandırır. Şurası çok açık, kötümserlik tipik bir burjuva refleksidir ve elbette sınıfsaldır. “Kimse birbirine eşit değildir.” önermesi üzerinden akar burjuva matematiği; bu mantıkla hakikati sürekli eğer, büker, yeniden yazar. Halbuki birin ikiye eşitliği değildir ki tartışılan. Aslolan farklılıklarımızla yarattığımız zenginliğimiz, çoğulluğumuzdur. Burjuvazinin kuraklığı hayatı susuz bırakır; tüm hayatı bu eşitsizliğin çölüne terk eder. İnsanlığı yazgısına boyun eğen otomatlara çevirerek hep yeniden kurar sermayenin sonsuz döngüsünde dünyayı. Burjuvazinin bencil kabulleri, “zaten”leri, masalları, [bütün] distopyaların dölyatağıdır.

– Benim oyumla dağdaki çobanın…

– Ben buralara gelebilmek için…

Distopyacı, herkesin aynı insan, aynı gövde olduğu safsatasıyla ütopyaya sürekli karalar çalar. Fakat ütopya, herkesin aynı insan olması değil de aynı fırsata sahip olan insanlar olmasını hayal etmek değil midir? En azından ona, bunu hayal etme özgürlüğünü tanıyarak. Distopyacı, “olur mu şekerim insan bencildir” hurafesiyle kapıları zaten çoktan kapatmıştır. O kilitleri açmak her ütopyacının harcı da değildir [yani]. Özgürlüğün çimentosu, [herkesin malumu] eşitlik hayalidir; bu hayal, ütopya inşaatının kumu, harcının suyudur: Ne yöneten ne yönetilen! Oysa distopyacı hayalci olamaz, o fena halde gerçekçidir. Ona göre gerçekler, hayali boşa çıkarır. Ütopyacı ise [gerçek] hayalleri kolektif eyleme geçirir ya da başarabilirse hayalleri kolektifleştirir [Gerçekçi ol imkansızı iste!]. Distopyalar, hep umuttan eksiltile eksiltile inşa edilirler. Bu dünya kötüdür kötü olmasına ama “Neden iyi olmasın?” sorusu yoktur distopyacının kitabında.

Fakat ütopya umutla kurulur. Umutlanmak zor iştir vesselam. Çok zahmet ister. Üstelik sorumluluğu da ağırdır [Sen bize umut vermiştin.]. Tuhaf bir ricat, kuraklık, acayip ruh halleri ütopyayı yer bitirir. Çünkü ütopyasızlık, yaşamasızsızlıktır. Ütopyacı geleceği değil tam da bugünü tasarlayandır; hayal daha şimdiden edilmeden yaşanmaz ki. Dünya, bugünü hayal etmeden kurtulamaz o büyük yalandan.

– Hadi canım sen de, yok öyle bir dünya!

Satır aralarına karamsar bir hal yerleşir. Orwellci karanlık basar birden her yeri. Ne kadar kolaydır [oysa] dünyayı elektrik düğmesine basıp karatmak.

– Biz vaktiyle söylemiştik…

Bugünün gücünü sırtlamaktır asıl marifet, düğmeye basıp yok etmek değil, en zayıf yerinden aydınlığı. İnsan ütopyalarının yıkılacağını bilse de kurmakta direnir ve hatta daha iyisini arar. Mesele dünyanın ne kadar karanlık ne kadar geleceksiz olduğunu tekrar tekrar söylemek değil ki. Acılarımızın müsekkini karanlık dünyada umudun ışığının düğmesine basmayı becerebilmek. Ütopyasız kalmak umutsuzluk değildir. Hayal etmemek, insanın hayallerinden vazgeçmesi asıl karanlık, daha da kötüsü umut etmeyi unutup gitmek. Umudu en küçük parçalarına ayıran distopik teslimiyeti yen[e]medikçe, ütopyasızlık açlık, susuzluk gibi kronikleşir ve hastalık yavaş yavaş bütün bünyeyi sarar, usulca öldürür yaşama sevincini. Çünkü aşağı yukarı, bütün fikir hayatı ütopyalara dayanır. Kötü ütopyalar sağlığı kötü etkiler, iyileri ise sosyal havaya tazelik ve can verir.

Hayata katılmanın hep farklı biçimleri olmuş. Farklı yollardan yürümüş insan hayallerine. Kimileyin korka korka hayal etmiş özgür dünyayı, ülkeyi, şehri, köyü, kasabayı, kimileyin coşkuyla, sevinçle… Hayatın bir türlü düzene girmeyeceğini düşünerek, hep karamsar, ömrünü törpüleye törpüleye. İnsan hem dönüştürmüş hem de dönüşmüş büsbütün. Bütün hayat insanın umutlarının, hayal kırıklıklarının metamorfozu sanki. Dünya insanın devrim sahnesi olacakken neden büyük bir kabusa dönüşüyor ikide bir?

Umut İlkesi

Geçmiş bir boşluk gibi yayılıyor gövdemizden, eski günlere bakıp. Bir de içimizde hoyratça dolanan karanlık. Bir çöküp bir kalkıyoruz, bir yitimden diğerine sıçrayarak. Ah kimsesiz dünya! Artık herkes ezberindekilerle yapayalnız; [hayat hep tekrarlarla geçip gidiyor]. Hem korkusuz yaşamak ne diye?! Korkacağız elbet; tir tir titreyeceğiz [güzel yüzlerini yitirmekten sevdiklerimizin]. Ortada çaresizce kaldığında insan, öyle korkacak ki, hayat ona en değersiz göründüğü yerinden ışık saçsın ipil ipil…

Hep umutsuzuz, umutsuzca umutsuzuz. Aslında hiçbir çaresi de yok bu meretin; amansız bir hastalık gibi… panzehri kendi içinde ya umutlanır yaşarsınız ya da umutsuzca tükenmeye razı olursunuz. Ne büyük bir açmaz!

– Ben artık tüm umudumu yitirdim!

Yarım yamalak kurulan cümleler, hiç düşünülmeden, en içinden sarsarak insanı sorgusuzca teslim alıyor. Peki ya umutlu olanlar? Tek başına umutlu olmak, umudu yaratmak için yeterli mi? Hayır değil elbette. Umudu kolektifleştirdikçe gerçekten umutlanır insan, onu paylaşarak, diğer insanlara yayarak. O yüzden marifet distopya kurmak değil bir ütopya tasarlamak. Ama transhüman çağında hiç kimse marifet peşinde değil, yalnızca macera istiyor. İnsan marifet kapısını kapatalı çok oldu. Ütopyasızlıktan kuruyoruz, ölüyoruz: Haykır ütopyanı ey halk!

Her distopya insana, “insan doğası” zırvalığı üzerinden saldırır. “İnsan kötüdür.”, “İnsanda umut yoktur.”, “Ömür billah düzelmez bu insan.”, hem “Ne kurnazdır o.”, “Ah o aklı yok mu o aklı, bütün şeytanlık ondan gelir.”. Aldous Huxley de kapkara ütopyası ile saldırıyor bize. O meşum Cesur Yeni Dünya’da dehşet verici bir toplumsal düzen resmeder Huxley. Seçkin Alfa yönetici sınıfının emrindeki düşük zekalı işçi Gama moronlar, bütün pis ve ağır işleri yaparlar. Ara kademede her daim seçkinlerin hizmetindeki Betalar, eğlenceden, çalışmaya bir nevi küçük burjuva hayatı sürerler. Herkes, sınıfını ve haddini bilir safa gelir: Alfalar, Betalar, Deltalar, Gamalar. Sınıflar arası denge santim değişmez. İnsanın kaderi, çok önceden, kuluçka makinesinde yazılmıştır zaten. Herkes şişeden, bir nevi yapay rahimden çıkmıştır. Vahşiler dışında hiç kimse herhangi bir insandan doğurulmamıştır. Ülkede doğum kontrolü çok sıkıdır. Ee malum, insan doğası. Herkes şişeden doğma, herkes kaderinde yazılan kadar yeteneklidir: Yaşasın Kuluçka Bakanlığı! Evet efendim, 1932’deki gelecek tasarımı hiç de yabancı değil bugünkü bize değil mi? Bugün biz bunu transhümanizm ile tartışmıyor muyuz? Yaşamı yükseltme, insan ömrünü hem uzatma hem de daha üst standartlara çıkarma illeti, daha o günlerde düşmüş Huxley’in dimağına. İnsanlar 60’larına kadar efendi efendi yaşayıp ölüp giderler bu distopyada. Zaten çocuklara ilk öğretilen de budur: Zamanı gelince ölmeyi öğrenmek en büyük erdem. İnsanlığı büyüleyen muazzam üretim modeli, 1930’larda yaşamın her yerini montaj hattına çevirirken, insan yaşamı yerine sermayenin ömrü, devir hızı artıyordu. Yaşamı değil, gayet tabi kârları yükseltmekti bugün de olduğu gibi bütün mesele. Neticede kapitalizm en güzel bir ütopya, icabında yaşamı artırır icap ederse eksiltir, o kadar! Sen sermayenin keyfinin kâhyası mısın, çok affedersin! Kaderine, yani sana yazılan sınıfa razıysan hem yaşam ne güzel ne ütopik, masal gibi her şey: Yaşasın büyük yalan! [Hakikate inandık da ne oldu efendim!?]

Velhasıl, distopyalar umudu çökertir kardeşlerim, sistemin yeniden üretimini sağlar. “Zaten hiçbir şey değişmiyor.” ve “Böyle gelmiş böyle gider.” veya “Yapacak bir şey yok.” fikrini enjekte eder sinsi sinsi toplumun damarlarına. İnsanı felç eder, onu parça parça koparır yaşamdan, yaşama sevincinden. Artık kimsenin içinden hiçbir şey gelmez; biraz hevesi varsa da artık kaçıp gitmiştir. Distopya teslimiyettir; korkakça bakarak dünyaya, ondan çalıp sakladıklarıyla yaşayabileceğini sanmaktır. Distopya, yeni bir dünya hayal etmeye üşenmenin felsefesidir; hep bir sitem hep bir şikâyet telkin eder [hep memnuniyetsizdir]. Her şey hep kötüye gitmektedir. Umutlu yaşamak güç iştir çünkü. Umutla hayatta akıp durmak, sağlam bünye ister, sabır ister. Kapkara bir hayatı neden sürdürmektedir ki distopyacı? Çeksin yaşam kablosunun fişini, her şey bitsin gitsin.

“Yokluk yoktur, varlık vardır.” diye buyurmuştu binlerce yıl önce Parmenides. Belki şimdi, “Hepimiz varız, hiçbirimiz yokuz…” demek gerek bu neşesiz, kahkahasız umutsuzluk çağında. İnsan ne çok tutunmak ister mutlu zamanlarına, sımsıkı sarılmak, soluk alıp vermek, umutlu bir göğün altında sevinçten sırılsıklam olmak… umutla, hep umutla…

Cengiz Ekiz, Maya Kültür Dergisi, MayaDergi Sekiz 02.08.2024

Resim: Bahadır Karaosman, Distopya, Akrilik Boya, 50x70 cm.

3 Ağustos 2024 Cumartesi

Bütün Güzellikleri Alacaklar Elimizden

Geldiler dört bir yandan kuşattılar hayatı 
düşmandılar ne varsa iyiden güzelden yana; 
ant içmişlerdi sanki yok etmeye güzellikleri 
-görünmesin diye kendi çirkinlikleri- 
yaşama ve yeşile düşman çekirge sürüleri... 
Hırs bürümüştü gözlerini, saldırdılar 
aç kurtlar gibi dalında filizlenen çiçeğe, 
kırdılar ormanı çoğaltan genç fidanları, 
kestiler zeytin ağaçlarını, yaktılar ormanları... 

Saldılar suları evlerin, insanların, ağaçların üstüne; 
kaç bin yıllık türküydü Hasankeyf ’in evleri, 
Allianoi’deki su perisi, Zeugma’nın mozaikleri? 
Geldiler dört bir yandan kuşattılar hayatı; 
Haydarpaşa Garı’nın tavan süslemeleri, 
güzellik ve inceliğin simgesi yapılar, 
küçük istasyonlar, çeşmeler ve camiler 
bu kıyımdan kurtulamadılar. 
Acımadılar hiçbirine, hiçbirine acımadılar... 

Yardım isterken bizden bir Artuklu çeşmesi, 
Hasankeyf ’in sadık leyleği, Allianoi’nin su perisi 
Zeugma’nın mozaikleri, Darıbükü’nün evleri, 
Toroslardaki katran ormanları, Marmaris’in çamları; 
yükselirken mavi göğe çığlıkları yakılan ormanların 
koruyamadık hiçbirini, hiçbirini koruyamadık... 
Yaşam nöbetinde şimdi Karadeniz’in dereleri, 
Kazdağlarının eteklerindeki ölmez ağaçları, 
bin yıllardan kalan mermer yontu ve kadim Anadolu. 
Geldiler dört bir yandan savunmak için hayatı; 
Kibele’nin torunu yaşsız kadınlar, 
toprak adamları ve çocuklar... 
Birleştirip ellerini bir türküye başladılar: 
Karşı çıkmazsak eğer, durdurmazsak bu yangını ve yıkımı 
bütün güzellikleri alacaklar elimizden, 
bütün güzellikleri ve sonunda yaşama sevincimizi... 

Rüzgârın kanadında bir türkü şimdi 
dilden dile yayılan, yaşamı savunma imecesinin sesi... 

Gülsüm Cengiz, Başka Bir Gökyüzünün Altında, Tekin Yayınevi

Resim: Aslı Akyüz, Serenity, Yağlı Boya 100x140 cm


Erik Ağacının Altında

Bir kent neyi anlatır
kanat çırpışlarıyla gelir
bilmediğin bir yaşama doğarsın
kuytularda
kimsesizliğin tarihi yazılır

kimbilir
hangi sancının kıyısında
çağırır seni toprak

kimi kentler meyveleri anımsatır
Malatya denince
yemeye hazır
bir tabak kayısı.
İsmet'in muzip gülüşüyle canlanır

Kayseri
çocukluk anılarımla gelir
üzüm bağları
kayısı ağaçları
mayhoş elmalar arasında
dedemin sevecen yüzü

Antakya
arkadaşlığın kalesidir
Müslüm Cuma Zübeyde
yağmurlu akşamlarla gelir

Ankara'da bir kadın
kardeşim
gelinliğini kıracak
tırnaklarını ekmek parasına batırdı

kimi kentler
depremlerle kazınır evrene...

yer sarsılıyor
tutunacak ne bir dal
ne kaçacak
bir başka gezegen

uyandı
dağ taş uyandı
ayağını bastığın toprak
konuşuyor dalgalarla

çığlıklar sustu

sessizlik
derin
ağır
sessizlik korkunç

sessizlik gebe

Ulucanlar...
hapisaneler örter kimi kentleri
Gebze...
gökyüzü demir halkalarla
güneşi parçalar
Ümraniye...
ağır ağır kanar
bulutlarda yağmur damlası

kepçelerle
tarihin belleğine çizilen
bir fotoğrafa dönüştü Burdur

kepçelerle avlandı bir kol
gövdesinden ayrıldı
Isparta'da
bir köpeğin ağzında
koparılmış bir kol
donar bilinçte
çatlak kafatası
çivilenmiş dizler
morarmış gövdelerle

bir sancı
güneşe
aya
toprağa yayılmış
Sivas'tan Burdur'a
ağıt yakar analar

söyleyin
nasıl dayanmalı bu acıya
biz bu kentlerde doğduk
inildemelerle
bir başka gökyüzüne
oğullar
kızlar doğurduk

aşkı yitirdik
yağmurun alnında
yas türküleri söyleniyor
damla damla yaşama biriken
ezgilerle avunuyorum

yitirdik
yitirdik aşkı

sessizliğin dili yok
beklemek
umarsız bir çığlığın
susmasını dilemektir
dileyişlerin
sokağa açılan penceresi yok

üzünçlerimi biriktirdim
yas tutacağım
türkülerle
şiirlerle
bedenimle yas tutacağım

ötelerde
bir başka gökyüzü
bereketli yağmurlara gebe

Berrin Taş

Fotoğraf: Berrin Taş Albümünden



İzleyiciler