15 Mart 2025 Cumartesi

Hayvanat Bahçesi

Güneş,
renklerin sayım defteri.

Dünyayı okumayı öğrenmiş atlar
gözlerinin sırça yemişleriyle.
Beyaz mercanların çıplak topluluğu.
Zürafaların çikolata vinçi.
Claude Debussy
farelerin gramofon iğnesi.
Boa yılanlarının elektrikli trenleri.
Denizci pantalonları fillerin.
Stravinsky, dolunayda damlarda gezen kedilerin ergenliği.
Kuş mermilerinin madeni.
İguananın bakır rafı.
Develer gibi hangi tepe yükselebilir?
Hangi gemi balinalar gibi suları yarabilir?
Coğrafya, salyangozun sezgisi.
Marx'ın bilgeliği, karıncalar topluluğudur.
Göğün kara gömlekleridir penguenler.
Charlie Chaplin ceylanların sıçrayışı üstüne yaptı doktorasını.
Kimse yılan X'in cebir denklemini çözemeyecek.
Hangi İngiliz hemşire daha iyi olabilir kangurudan?
Freud libidoyu onda öğrenmişti.

İstiridyelerin saatçi dükkânı.
Hangi kadın kışları vizon gibi giyinebilir?
Zebraların pazar giysisi.

Hızlı devekuşları tüyden otomobillerdir.
Örümcek, billur iskelenin kuklası.

Bütün bunlar, yarasa gecenin şemsiyesini açsın diyedir.

Gonzalo Escudero Moscoso

Çeviri: Ülkü Tamer


"İşçi, kendi varoluşundan vazgeçmeksizin, tüm alıcılar sınıfını, yani kapitalist sınıfı terk edemez."

    (...) İşçilere, “ücretiniz ne kadar?” diye sorulsaydı, soruyu biri, “patronumdan günde bir mark alıyorum”, öteki “iki mark alıyorum” vb. biçiminde yanıtlayacaktı. Ait oldukları farklı iş kollarına göre, işin belirli bir parçasının yapılması, örneğin, bir yardalık keten kumaşın dokunması, ya da bir sayfalık yazının dizilmesi karşılığında her biri kendi patronundan aldığı farklı para tutarından söz edecekti. Yanıtlarının çeşitliliğine karşın, onlar bir noktada anlaşacaklardır: ücret, belirli bir emek zamanı karşılığında, ya da belirli bir işin yerine getirilmesi karşılığında kapitalist tarafından ödenen para tutarıdır.
    Kapitalist, bu yüzden, para ile onların emeğini satın alır görünür. Onlar da kapitaliste para karşılığında emeklerini satarlar. Ama bu yalnızca görünüştür. Gerçekte, onların para karşılığında kapitaliste sattıkları şey, emek güçleridir. Kapitalist bu emek gücünü bir günlüğüne, bir haftalığına, bir aylığına vb. satın alır. Sonra da, satın aldığı bu emek gücünü, işçileri koşula bağlanmış bir süre için çalıştırarak kullanır. Bunun yerine, kapitalist, işçilerin emek gücünü satın aldığı aynı parayla, örneğin iki marka, iki libre şeker, ya da belirli bir miktarda herhangi bir başka meta satın alabilirdi. İki libre şeker satın aldığı bu iki mark, iki libre şekerin fiyatıdır. Emek gücünün on iki saatlik kullanımını satın aldığı bu iki mark, on iki saatlik emeğin fiyatıdır. O nedenle, emek gücü, şekerden ne bir derece fazla ne de bir derece eksik, bir metadır. Biri saatle ölçülür, öteki teraziyle.
    İşçiler kendi metalarını, yani emek gücünü, kapitalistin metası ile, yani para ile değişirler, ve bu değişim belirli bir oranda olur. Emek gücünün şu kadar paraya şu kadar bir süre için kullanılması. On iki saatlik dokuma karşılığında iki mark. Ve, bu iki mark, iki mark karşılığında satın alabildiğim bütün öteki metaları da ifade etmez mi? Dolayısıyla, gerçekte işçi kendi metasını, yani emek gücünü, her türden başka metalar karşılığında ve bunu belirli bir oranda değişmiştir. Kapitalist ona iki mark vermekle, günlük emeği karşılığında değişebildiği şu kadar yiyecek, şu kadar giyecek, ya da şu kadar yakacak, ışık vb. vermiştir. Bundan dolayı, bu iki mark, emek gücünün öteki metalarla değişilme oranını, emek gücünün değişim değerini ifade eder. Bir metanın para ile hesaplanan değişim değeri, onun fiyatı denilen şeydir. Ücret, yalnızca alışılmış bir biçimde emeğin fiyatı denilen emek gücünün fiyatına, insan etinden ve kanından başka bir gizi bulunmayan bu kendine özgü metanın fiyatına verilen özel bir addır.
    Herhangi bir işçiyi, diyelim, bir dokumacıyı alalım. Kapitalist ona dokuma tezgahını ve ipliği sağlar. Dokumacı işi yapar; iplik beze dönüşmüştür. Kapitalist elde ettiği bezi alır, diyelim, yirmi marka satar. Bu durumda, dokumacının ücreti, bezin, yirmi markın, kendi emeğinin ürününün bir bölümü müdür? Asla. Dokumacı, bezin satılmasından çok önce, belki bezin dokunması bitmeden de önce ücretini almıştır. Demek ki, kapitalist bu ücreti bezin satışından elde edeceği parayla değil, önceden biriktirdiği parayla öder. Patronu tarafından sağlanan dokuma tezgahı ve iplik nasıl dokumacının ürünü değilse, dokumacının kendi metası ile, yani emek gücü ile değişerek aldığı metalar da tıpkı öyledir. Olabilir ki, patronu bezi için hiç alıcı bulamaz. Olabilir ki, bezin satışından ücretin tutarını bile çıkaramaz. Olabilir ki, dokumacının ücretiyle karşılaştırıldığında bezi çok daha kârlı bir biçimde satmaktadır. Bütün bunların dokumacıyla hiçbir ilgisi yoktur. Kapitalist, hazır eldeki servetinin, sermayesinin bir bölümüyle dokumacının emek gücünü satın alır, tıpkı servetinin öteki bölümüyle hammaddeyi — ipliği— ve iş aracını —dokuma tezgahını— satın aldığı gibi. Bunları satın aldıktan sonra, ki bu satın alınanlar bezin üretimi için gerekli olan emek gücünü de kapsar, yalnızca kendisine ait olan hammaddeler ve iş araçları ile üretim yapar. Çünkü artık iş araçları, üründe ya da ürünün fiyatında dokuma tezgahı kadar küçük bir paya sahip olan bizim hünerli dokumacımızı da yeterince içermektedir.
    O halde, ücret, işçinin, kendisi tarafından üretilen metadaki payı değildir. Ücret, kapitalistin onlarla kendisi için üretken emek gücünün belirli bir miktarını satın aldığı, önceden var olan metaların bir bölümüdür.
    Demek ki, emek gücü, ona sahip olanın, ücretli işçinin, sermayeye sattığı bir metadır. Ücretli işçi niye emek gücünü satar? Yaşamak için.
    Ama, emek gücünün ortaya konması, emek, işçinin kendi yaşam-etkinliği, onun kendi yaşamının bildirimidir. Ve, işçinin, gerekli geçim araçlarım elde etmek için bir başkasına sattığı bu yaşam-etkinliğidir. Bu yüzden, onun yaşam-etkinliği kendisi için bir var olabilme aracından başka bir şey değildir. O, yaşamak için çalışır. Onun gözünde, emeği, yaşamının bir parçası değil, daha çok, yaşamının bir özverisidir. Bir başkasına devrettiği bir metadır. Bundan dolayı da, etkinliğinin ürünü, onun etkinliğinin amacı değildir. Kendisi için ürettiği şey, dokuduğu ipek değildir, madenden çıkardığı altın değildir, yaptığı saray değildir. Kendisi için ürettiği şey, ücrettir, ve ipek, altın, saray onun gözünde belirli bir miktar geçim aracına, belki pamuklu bir cekete, bir miktar bakır paraya, bodrum katında kiralık bir odaya dönüşür. Ve, on iki saat süresince dokuyan, iplik eğiren, sondaj aleti kullanan, torna çeken, yapı yapan, kürek sallayan, taş kıran, yük taşıyan, vb. işçi, bu on iki saatlik dokumacılığı, iplik eğirmeyi, sondaj aleti kullanmayı, yapı yapmayı, kürek sallamayı, taş kırmayı, kendi yaşamının bir bildirimi, yaşamak olarak mı görür? Tam tersine, onun için yaşam bu etkinliğin sona erdiği yerde, sofrada, kahvede, yatakta başlar. Öte yandan, bu on iki saatlik emek, onun için dokuma, iplik eğirme, sondaj aleti kullanma vb. olarak değil, ancak kendisini sofraya, kahveye, yatağa götüren kazanç olarak anlam taşır. İpek böceği, kozasını varlığını bir tırtıl olarak sürdürmek için örseydi, tam bir ücretli-işçi olurdu. Emek gücü her zaman bir meta olmamıştır. Emek, her zaman ücretli emek, yani, özgür emek olmamıştır. Köle, emek gücünü köle sahibine satmıyordu, öküzün hizmetini köylüye satmaması gibi. Köle, sahibine, emek gücüyle birlikte bir kez ve tümden satılır. O, bir efendinin elinden ötekine geçebilen bir metadır. Kölenin kendisi bir metadır, ama emek gücü kendi metası değildir. Serf, emek gücünün yalnızca bir bölümünü satar. Toprak sahibinden bir ücret almaz; daha doğrusu, toprak sahibi ondan haraç alır.
    Serf, toprağa aittir ve ondan elde ettiği ürünleri toprağın sahibine teslim eder. Öte yandan, özgür emekçi kendisini satar, ve öyle ki, kendisini parça parça satar. Yaşamının sekiz, on, on iki, on beş saatini her gün açık artırmada en yüksek teklif verene, hammaddelerin, iş aletlerinin ve geçim araçlarının sahibine, yani, kapitaliste satar. İşçi ne bir efendiye ne de toprağa aittir, ama onun günlük yaşamının sekiz, on, on iki, on beş saati bunu satın alana aittir. İşçi, kendisini kiralayan kapitalisti istediği zaman bırakır, kapitalist de işçiyi, artık onun sırtından kâr elde etmediğine, ya da beklediği kârı elde etmediğine karar verdiği anda bırakır. Ama, biricik geçim kaynağı kendi emek gücünün satımı olan işçi, kendi varoluşundan vazgeçmeksizin, tüm alıcılar sınıfını, yani kapitalist sınıfı terk edemez. İşçi şu ya da bu kapitaliste değil, kapitalist sınıfa aittir, ve üstelik, kendisini satmak, yani kapitalist sınıf içinde bir alıcı bulmak kendi sorunudur. 
    Şimdi, sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkileri daha yakından ele almadan önce, ücretin belirlenmesinde önem taşıyan en genel ilişkileri kısaca açıklayacağız.
    Ücret, görmüş olduğumuz gibi, belirli bir metanın, emek gücünün fiyatıdır. Bu yüzden, ücret, bütün öteki metaların fiyatını belirleyen aynı yasalar tarafından belirlenmektedir. (...)

Karl Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, S.23-28

Çeviri: Süleyman Ege


14 Mart 2025 Cuma

Avuntu

evlerde eşyaya sinen
seslerimiz vardır
annemiz onlarla avunur
odamıza girdiği zaman

borç aldığımız bakkal
gazeteme adımı yazmaz artık
ekmeğimi saklamaz dolabın dibine
ama arada bir içini çeker
bana benzer biri geçince sokaktan

babam adımla çağırır
bahçedeki japon gülünü
fideler küpe çiçekleri susar
şiirlerimi dinletir banttan
öldüğüme inanmayan
okul arkadaşıma

film karelerinde güler dururum
arada bir özlemden çatlayınca
ağabeyimin yüreği
hiçbir şey yakamaz beni
onun fotoğrafıma kondurduğu 
öpücük kadar

evlerde boşlukta gezinen
bir rengimiz vardır
kardeşim onunla boyar
ev ödevlerini
karanlık resimler çizer
giysilerime baktığı zaman
kitapların yerini değiştirir

evlerde düşünüp duran
gölgelerimiz vardır
onlarla avunur
kapılar pencereler
sinemaya gittiğinde evdekiler

Hidayet Karakuş

Fotoğraf: Kerem Yalçınkaya


Ağrı Dağı Efsanesi

    (...) Sabah oldu, gün ışıkları Ağrının yamacından Beyazıt şehri, Beyazıt Sarayı üstüne uzandı, soluk, kederli, yenmiş utkulu. 
    Cellatlar zindana vardılar, Memoya: 
    "Aç kapıyı Memo," dediler. "Başları vurulacak olanları hazırla."
    Memo hiçbir şey olmamış gibi, durgun, güleç: 
    "Bu gece onları ben bıraktım," dedi.
    Cellatlar inanmadılar, zindana girdiler ki ne görsünler, zindanda başları vurulacaklardan hiçbirisi yok. Hemen Paşaya koştular, olanı biteni anlattılar. Paşa kılıcına el vurdu, doğru zindana koştu. Yanındaki İsmail Ağa, adamları, binbaşıları da kılıçlarına el vurdular, Paşa önde onlar arkada zindanın yolunu tuttular. Memo tek başına onları yalınkılıç karşıladı: 
    "Onları bu gece ben bıraktım Paşa," dedi Memo gülerek. "İyi yapmadım mı? Hoşuna gider sanıyordum." 
    Paşa:
    "Köpek," diye gürledi. "Ekmeğim gözüne dizine dursun." 
    Ve Memonun üstüne saldırdı. Arkasında duran adamları da Memoya saldırdılar. Sert, yaman bir dövüş oldu. Hiçbirisi Memoya yaklaşamadı bile. Memonun dört bir yanı gittikçe ka labalıklaşıyor, kılıç sallayanlar kalabalığı durmadan büyüyor du. Memo dövüşe dövüşe kalenin burcuna kadar, bu sabah, bu saatta adamların başları vurulacağı yere kadar geldi. 
    "Paşa, Paşa," dedi, "burada sizinle üç gün, üç gece dövüşürdüm ama, ne fayda... Ben yeryüzünden alacağımı aldım. Dünyaya doymuş gidiyorum. Birkaç insan öldürmüşüm ne çıkar. Senin birkaç kulunu öldürmüşüm, değil mi? Hepiniz sağlıcakla kalın. Kalanlara, dostlara, bizi sevenlere, sevmeyenlere selam olsun." 
    Kendisini kalenin burcundan aşağı fırlattı. Uçurum çok derindi. Yukardan bakınca Memonun ölüsü aşağıda kanadının birisini açmış bir kuş ölüsüne benziyordu. 
    Memonun ölüsü başına önce demirci Hüso geldi, sonra oğulları, sonra kadınlar, kızlar... Beyazıt kasabasına bir figan düştü. 
    Hüso ağır ağır Memoya yaklaştı, onu alnından öptü. Sol eli yumulmuştu ve yüreğinin üstündeydi. Hüso eli aldı, güçlü elleriyle zorla açtı. Memonun avucundaki bir tutam saç kapkara bir yalım, bir ışık gibi balkıdı, incecikten yeşillenmiş toprağın üstüne aktı. (...)

Yaşar Kemal, Ağrı Dağı Efsanesi, Yapı Kredi Yayınları, S.71-72




13 Mart 2025 Perşembe

Bin Yıl Daha Ülkesiz

Nereye
O uysal saçlarınla nereye, hem sen nereye
Nereye ey gözleri gurbet
Sınadım kendimi bir başka biçimlerle
Her iklimde dondum, her aynada hiç
Yüzünü dön
Yüzünü dön
Can aynam paramparça...

Nereye
O atlarla nereye, hem sen nereye
Nereye hiç dönmeyecekmiş gibi böyle
Ardından kanım akıtır kendini gittiğin yere
Çeviremem önünü kırılmış ellerimle
Yüzünü dön
Yüzünü dön
Düğüm at damarıma...

Gidersen
Bin yıl daha ülkesiz bir çocuk kalır
Yıldızsız, pusulasız, mülteci, kanamalı
Gidersen fırtınada en ince söğüt dalı
O sabah kırılırım toprağıma düşemem
Yüzünü dön
Yüzünü dön
Gülümse baharıma..

Adnan Satıcı

Fotoğraf: Beata Bieniak


11 Mart 2025 Salı

Deli Olmayan Deli

    Gözlemlerime dayanarak şunu söyleyebilirim: Sanatçılar arasındaki deliler, sanatçı olmayanlar arasındakilerden daha çok. Sanatçılar arasında da, sayıca ve nitelikçe, en deli olanlar, tiyatro oyuncuları, yazarlar ve şairler. Şöyle bir düşünüyorum, çağdaşım, arkadaşım, dostum olan şairler, yazarlar arasında hangisi "Benim Delilerim" de yer almaz? En akıllı, en mantıklı görünenimizin bile, akıl almayacak denli delilikleri var. Kimimiz aşırı alıngan, kimimiz saldırgan, kavgacı, kimimiz sürekli cinsel doyumsuz, kimimiz gırtlağına dek kendisiyle dopdolu, nerdeyse kendi kendisinden boğulacak... Hele kendimizi beğenmişliğimiz!.. Şair ille de içer diye öğrendiklerinden, kendilerini her zaman içiyormuş gibi göstermeye çalışanlar... Sonuç alınmamak üzere kendini öldürme cambazlıkları yapanlar... 
    "Benim Delilerim"e girmeleri gereken şair ve yazar dostlarımın çoğunu bu yazı dizisine almayacağım. Kayırmak istediğim için değil, onları çok daha geniş olarak "Birlikte Öldüklerim" ve "Birlikte Yaşadıklarım" adlı iki kitabımda anlatacağım da ondan... Yazmayı tasarladığım o iki kitapta yazar ve şair dostlarımı, salt delilikleriyle değil, tanıyabildiğim bütün yönleriyle anlatmaya çalışacağım. 
    "Benim Delilerim" dizisine girmeye hak kazanmış yazar ve şairleri salt Türkiye'de değil, bulunduğum her ülkede gördüm. Bunlardan biri, ülkesinde ünlü bir yazardır. Kitapları bikaç dile çevrilmiştir. Buna karşın, bu yazar kazandığı ünle yetinmeyen bir doyumsuzdur. Bu yüzden işi deliliğe vurmuştur. Gerçekteyse o, deli olmayan bir delidir. Deliliğin halk üzerindeki çekiciliğinden yararlanmak için, kendisini özellikle deliymiş gibi göstermeye çabalıyor. Kendini zorlayarak delilikler yapıyor. Elbet yaptığı delilikler, kendisini akıl hastanesine kaldırtacak kertede delilikler değil. 
    Sanki delilik, deli olmayan yazarlara göre, yazara bir üstünlük sağlar gibidir. Deli yazarlar, okurlara daha ilginç gelir. Delilikle dehanın, bıçağın sırtı gibi ikiz kardeş olduğu söylenir. Bikaç kitapta örnekleri de gösterilmiştir. Bu yüzden deli görünmeye çalışan yazarlar, akıllı görünmeye çalışanlardan daha çoktur. 
    Sözünü ettiğim yazar deli görünerek salt okurları arasında değil, basında, çevresinde de ilgiyi çekmek, dikkatleri üstüne toplamak istiyor. Delilik bir anlama onun reklamıdır. 
    Deli olmayan deli dediğim bu yazar, her nerde olursa olsun, özellikle taşkın davranışlarda bulunur. Çevresindekilerin dikkatlerini çekecek denli yüksek sesle, hatta bağıra çağıra konuşur, sanki konuşmuyordur da haykırıyordur. Haykırırcasına konuşurken de, salt ellerini kollarını değil, bütün eklem yerlerinden gövdesinin her yanını abartılı devimlerle oynatır. Aşırı neşeli görünür. Her zaman her yerde durmadan içiyormuş da yine de sarhoş olmuyormuş izlenimi vermeye çalışır. Yemek masasının üstündeki vazoda çiçekler varsa, hiçbir neden yokken o çiçekleri saplarıyla yapraklarıyla ağzına alıp çiğner, yutar. Bu yada buna benzer davranışlarının hiçbir nedeni yoktur. 
    Kendisini deli tanıtmak için delişmence davranışlarda bulunan bu yazarı bir gece suçüstü yakalayarak -yani akıllı görünmek isterken - onun gerçekte hiç de deli olmadığını, delilik rolü oynadığını anladım. 
    Resmî bir şölendeydik. O yazar, büyük salonda yine aşırı ve abartılı delişmence davranışlarıyla dikkatleri üzerinde topluyordu ki, salona bir bakan, bir de devlet ileri gelenlerinden bir kadın geldi. Onların gelmesiyle yazar da birden toparlandı. Gözüm üzerindeydi. Az önceki delişmen sanki o değildi. Şölendeki sanatçılardan kimileri, bakanın elini sıkmak, önemli yeri olan kadının elini öpmek için fırsat arıyordu. Ama onlara aldırış etmeyenler de çoktu. Delişmen yazar, el öpmek için fırsat arayanlar arasındaydı. Saygı sunmak, el öpmek için kuyrukta yerini almıştı. Sırası gelince, aşırı saygıyla eğilip o hanımın elini öptü. Terbiyeli terbiyeli konuştu. Sesi hiç de öyle her zamanki gibi haykırır tonda değildi. 
    İçmeden duramaz izlenimi vermek isteyen o yazar, o gece pek çok içmek fırsatı varken hiç de içmedi. İşi delişmenliğe, hatta deliliğe vurup kadınlarla kaba şakalar yaparken, çılgın danslar ederken, o gece kadınlara da düşkünlük göstermedi. Yeri önemli hanımın şölen salonuna gelmesi, delişmen yazarın akıllanmasına yetmişti. 
    O yazarın başka bir delişmenliği de yaşama boş veriyormuş, sağlık koşullarını önemsemiyormuş gibi davranmasıydı. Bu davranışının da sahte delilik olduğunu, bir sabah onu evinin bahçesinde cimnastik yaparken görünce anladım. Yaşama, sağlık kurallarına önem vermeyen insan, ne diye sabah erkenden, hele o yaşta, cimnastik yapsın... 
    Anladım ki o yazar deli değildi, deli görünmeye çalışıyor, deli görünerek bir anlamda reklamını yapıyordu.

Aziz Nesin, Benim Delilerim, Nesin Yayınevi, S.188-190



9 Mart 2025 Pazar

Ömür Törpüsü

Yaşamak istiyorum
Yaşamak istiyorsun
Yaşamak istiyor

Böyle şiir olmaz, diyeceksin; biliyorum.
Ama böyle dünya olur mu?
Böyle barış olur mu?
Böyle hürriyet olur mu?
Böyle kardeşlik olur mu?
Biliyorum ki, katlanıver, diyeceksin;
Ama böyle yaşamak olur mu!

Metin Eloğlu

Fotoğraf: Raul Cantu, Son Bakış



Seyyah Oldum Şu Alemi Gezerim

Seyyah oldum şu alemi gezerim
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Kendi efkârımla okur yazarım
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

İki elim gitmez oldu yüzümden
Ah ettikçe kan yaş gelir gözümden
Kusurum gördüm kendi özümden
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

Bozuk şu dünyanın düzeni bozuk
Tükendi daneler kalmadı azık
Yazıktır şu geçen ömüre yazık
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

Gene kırcalandı dağların başı
Durmadan akıyor gözümün yaşı
Verdiği emeği alıyor kişi
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

Kul Himmet Üstadım ummana daldım
Gelenden geçenden haberin aldım
Abdal oldum çullar giydim dolandım
Bir dost bulamadım gün akşam oldu

Kul Himmet Üstadım (Aşık İbrahim)

Kul Himmet Üstadım (Aşık İbrahim) Sivas'ın İmranlı ve Divriği ilçelerinde yaşamış ozandır. Büyük ozan Kul Himmet'e sevgisinden dolayı Kul Himmet Üstadım mahlasını kullanmıştır. Şiirin türkü formu 625 repertuvar numarası ile TRT arşivlerinde yer almaktadır. Erzincan yöresine kayıtlı türküyü Nurettin Dadaloğlu derlemiş, Muzaffer Sarısözen notaya almıştır.

Değme Felek

Bugün benim efkârım var zarım var
Değme felek değme telime benim
Gül yüzlü cananı elden aldırdım
Ecel oku değdi gülüme benim
Değme felek değme telime benim

Lokman Hekim gelse sarmaz yarayı
Hilebaz dostunan açtık arayı
Ne köşkümü koydu ne de sarayı
Baykuşlar tünedi dalıma benim
Değme felek değme telime benim

Özlemi'yem başım dumanlı dağlar
Gözlerim yaşlıda içim kan ağlar
Güz ayları geldi bozuldu bağlar
Hazan yeli değdi gülüme benim
Değme felek değme telime benim

Aşık Özlemi

Badem Ağaçları

    Napolyon, Fontanas’a şöyle demiş: "Bilir misiniz dünyada en çok sevdiğim şey nedir? Sadece kuvvetle hiçbir şeyin kurulamaması. İki şey dünyaya hükmeder: Biri kılıç, biri düşünce. Kılıç, eninde sonunda düşünceye yenilir."
    Demek, fatihler de kederleniyor zaman zaman. Bunca boş şan şerefi biraz olsun ödemeleri gerek elbet. Ama yüzyıl önce, kılıç için doğru olan bu söz, bugün tank için pek o kadar doğru görünmüyor. Fatihlerin bir hayli kazançları oldu ve düşünceden yoksun bırakılan yerlerin acı sessizliği, yıllarca bağrı deşik Avrupa’nın üzerine çöktü. Eskiden o korkunç Flandres savaşlarında, Hollanda ressamları belki kümeslerindeki horozların resmini yapabiliyordu. Yüzyıl savaşı da çoktan unutuldu gitti. Ama, Silezyalı mistiklerin vaazları belki bazı kalplerde hala yaşıyordur. Bugünse durum değişti, ressam da, papaz da asker oldular: Bu dünyanın kaderine hep birden bağlanır olduk. Bir fatihin düşünceye tanıdığı yüksek imtiyazlar elden gitti. Ona kalan şimdi, hakkından gelemediği kuvveti, lanetlemekle kendini tüketmektedir.
    İyi insanlar, buna bir belâ diyorlar. Bunun belâ olup olmadığını bilmiyoruz ama, bu böyle. Yapılacak şey, bu durumu görüp ona göre davranmaktır. Bunun için de ne istediğimizi bilmemiz gerektir. İstediğimiz şey ise, artık hiçbir zaman kılıç önünde boyun eğmemek, aklın hizmetine girmeyen kuvvete hiçbir zaman hak vermemektir.
    Bu çabanın sonu yok, burası doğru. Bizim işimiz bu çabayı sürdürmektir. Ne ilerlemeden yana olacak kadar akla inanıyorum, ne de hiç bir tarih felsefesine. Yalnız şuna inanıyorum ki, insanlar kaderlerinin farkına varmakta durmadan ilerliyorlar… Biz insanlar kendi kaderimizin üstüne çıkmış değiliz ama onu artık daha iyi biliyoruz. Bir çelişme içinde olduğumuzu biliyorsak, çelişmeyi kabul etmemek ve onu azaltmak gerektiğini de biliyoruz. Özgür insanların sonsuz kaygılarını dindirmek için birtakım çareler bulmaktır işimiz, insan olarak. Yırtılanı yeniden dikmek, böylesine açıkça haksız bir dünyada hakkı düşünülebilir bir hale sokmak, mutluluğa zamanımızın kahrına uğramış milletlerin anlayabilecekleri bir anlam vermek gerek. Tabiî, insanı aşan bir iştir bu. Ama insanı aşan demek, insanın uzun zamanda başardığı şey demektir sadece.
    Şu halde ne istediğimizi bilelim, kuvvet bizi çekmek için bir fikir veya rahatlık kılığına girse bile, düşünceye bağlı kalmaktan şaşmayalım. İlk işimiz umutsuzluğa düşmemektir. Dünyanın sonu geldi diye bağıranlara kulak vermeyelim. Uygarlık kolay kolay yok olmuyor ve bu dünya çökecek olsa bile, başka dünyalardan sonra çökecektir. Trajik bir devirde olduğumuz doğrudur. Ama pek çok kimse, trajik ile umutsuzluğu birbirine karıştırıyor. Lawrence, "Trajik, felakete savrulan zorlu bir tekme olmalıdır" demiş. İşte hemen benimseyip kullanabileceğimiz sağlam bir düşünce. Bugün, bu tekmeyi hak eden birçok şey var.
    Cezayir’de oturduğum zamanlar, kışları hep sabrederdim, çünkü bilirdim ki, bir gecede, şubat ayının bir tek soğuk ve temiz gecesinde, Consul’ler vadisinin badem ağaçları bembeyaz çiçeklerle donanacaktır. Sonra da, bütün yağmurlara deniz rüzgârlarına karşı komaya çalışan o nârin karlara şaşardım. Ama yine de her yıl o karlar meyveyi hazırlamaya yetecek kadara dayanırlardı.
    Bu bir sembol değildir. Mutluluğumuzu sembollerle kazanacak değiliz. Biraz ciddi olalım bu işte. Demek istediğim şu: "Felaketle zehirlenmiş olan şu Avrupa’da bazen hayatın yükü pek ağır basınca, daha birçok güçleri dipdiri duran günlük güneşlik ülkelere dönüyorum. Düşünce ile yılmazlığın dengeleşebildiği mutlu topraklardır oraları. Onlardan örnek aldıkça, düşünceyi kurtarmak için onun ağlamaklı değerini bir yana bırakıp güçlü kuvvetli taraflarını belirtmek gerektiğini anlıyorum. Felâketlerle zehirlenmiş olan şu dünya, dertten hoşlanır gibidir. Nietzsche’nin katı kafalılık dediği derdin tâ kendisi içindeyiz. Düşüncenin böylesine yardım için el uzatmayalım. Düşüncenin haline ağlamak boşunadır. Onun için çalışalım elverir.
    Ama düşüncenin gücü kuvveti, fetihçi değeri nerede? Aynı Nietzsche, onları bir bir göstermiştir. Ona göre, bu değerler, bilge kişinin karakter gücü, zevki, "dünyası", akla uygun mutluluğu, bükülmez gururu, soğuk azakanarlığıdır.. Bu erdemler her zamandan çok bugün gereklidir ve herkes kendine uygun olanı seçebilir. Tuttuğumuz yanın büyüklüğü karşısında, her halde, karakter gücü unutulmamalıdır. Seçim kürsülerinde, kaş çatmalarla, yıldırılarla gösterilen güçten söz etmiyorum, beyazlığın ve özsuyunun gücü ile bütün deniz rüzgârlarına karşı koyandan bahsediyorum. Dünyanın bu kara kışında meyveyi hazırlayacak olan odur.

Albert Camus, Denemeler, Çan Yayınları, 1962, S.41-45

Çeviri: Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol


7 Mart 2025 Cuma

Elâ Gözlü Benli Dilber

Elâ gözlü benli dilber
Koma beni el yerine
Altın kemerin olayım
Dola beni bel yerine

Hecine gönlüm hecine
Yiğide ölüm gecine
Al beni zülfün ucuna
Sallanayım tel yerine

N'olur karşımda dursana
Şu garip halim sorsana
Zülfünden bir tel versene
Koklıyayım gül yerine

Karacaoğlan der n'olayım
Kolun boynuna dolayım
Nazlı yâr kölen olayım
Kabul eyle kul yerine

Karacaoğlan

6 Mart 2025 Perşembe

Seher Yeli Nazlı Yâre

Seher yeli nazlı yâre
Bildir beni bildir beni
Düşmüşüm elden ayaktan
Kaldır beni kaldır beni

Söyle güzeller şahına
Yüz süreyim dergâhına
Zehir olan kadehine
Doldur beni doldur beni

Kul Ahmet'im gönül versem
Bağında gülünü dersem
Senden gayrı yâr seversem
Öldür beni öldür beni

Kul Ahmet

İzleyiciler