13 Şubat 2025 Perşembe

8 Dakika

Kum saatine sıkışmış zaman
Bedeni yırtarcasına yarışıyor rüzgârla
Vurgun yemiş çınar ağacı
Saçlarında kayboluyor gecenin...

Gözlerinde 8 dakika
Ellerinde deontolojik bilgi teorisi
Aydınlanma/hesaplaşma/sorgulama
Kokar sonbahar ikindisi...

Issızlığın perdesi demir yolu
Karnında taşır günceleri:
Kırılınca kum saati
  iner düşlerine
Bulutlara takılan yarasa kanatlı umut...

Cem Erdeveciler, 19.09.2024, İzmir


12 Şubat 2025 Çarşamba

Abim, Ben ve Gobel

sanki iki sıska su sineği
sığınırdık kanatlarına

soldaki bodur oğlan, gobel
babamın bulduğu
sonunda

kocaman bir kartalmış abim ona göre
kim bilir hangi masaldan
inermiş ara sıra
kasap tarlasına

kasap tarlası, korkunç imge!
kasapların tarlada işi ne
görürsünüz siz
abim gelirse

katlayınca gömleğinin yenini
kanatlanırdım sevinçten
şimdi söylüyorum
ben fifi
sağdaki

şu daracık yokuştan sonra
tünele hiç girmemiş
sapsarı bir trendi
evimiz

söktüğü paslı çivileri doğrultup
onarırdı çitlerini bahçemizin
unutmadım
bunları da

keşke herkesin bir abisi olsa
ya da abili bir resmi

kimse bilmez bu günlerde içimden geçenleri
uzun bir yolculuğa çıkacakmış gibi
öyle korkuyorum ki

İlyas Tunç


Ezel Bahar Olmayınca


Ezel bahar olmayınca
Kırmızı gül bitmez imiş
Kırmızı gül bitmeyince
Sefil bülbül ötmez imiş

Bülbüller gelir ötmeye
Güle sarılıp yatmaya
Bağıban gülü satmaya
Gül kadrini bilmez imiş

Bahçevan sata bu gülü
Haramdır parası pulu
Ağlatma sefil bülbülü
Gözyaşını silmez imiş

Yılda birgün ziyan olur
Dost yoluna talan olur
Bazı insan hayvan olur
Hayvan adem olmaz imiş

Şah Hatayi'm ölmeyince
Tenim turap olmayınca
Dost dosttan ayrılmayınca
Dost kadrini bilmez imiş

Şah İsmail Hatâî (Hatâyî)


    Şah İsmail'in Hatâî mahlasını kullanmasıyla ilgili birçok farklı görüş bulunmaktadır. Bunlardan birkaçını paylaşalım:
    "Şah İsmail bu mahlası seçerken ister tevazuundan dolayı olsun ister başka bir maksattan dolayı olsun 'Hata' denen anlam ile veya bu manada işlenen bir fiil ile bir bağlantı kurarak. bu mahlasını tercih etmiş ve kullanmıştır. Çünkü birçok şiirinde kendisini hatalı gördüğünü ve bu hatalarından dolayı da Allah'ın kendisini affetmesini istediğini belirtmektedir. Şiirlerinin birinde:

    Kılbaki meni fena yüzünde
    Sen Haksın ve men hata yüzünde
    Sen kan-ı mürüvvet ve atasın
    Bağışla Hatayî'nin hatasın

    Diğer bir şiirinde de:

    İhlas-ı dilden ayet-i ta'viz okur mudam
    Yad eylegeç cihanda Hatâyî hatasını
    
  diyerek aslında seçtiği bu mahlasının dünyadaki hatalarıyla olan bağlantısına dikkat çekmek istemektedir. Ancak bu hatalı fiilinin ne olduğunu haliyle açıklamamaktadır."  
Mustafa Ekinci, Harran Üniversitesi

    "10. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar İran’ın doğusunda 'HİTAY' adlı bir Türk devleti bulunmaktaydı. Hitaylar resim ve güzel sanatlar konusunda çok ileriydi. Özellikle süsleme sanatında Uygurlularla birlikte Orta Asya ve yakın doğuda çok ileri bir medeniyet kurmuşlardı. Bunu da Mani dinin kurucusu Mani’den ve müridlerinden öğrenmişlerdi. Mani dini 3. yüzyılda İran’da yasaklanınca, Mani dinine mensup olanlar Hindistan üzerinden Orta Asya ve Çin’e kadar gitmişlerdi. Kendi dinleri ile birlikte resim ve güzel sanatları da götürmüşlerdi Mani dininin kutsal kitapları resimler ve tasvirlerle süslüydü. Ressamlar, resim sanatının piri olarak Manizm dininin kurucusu Mani’yi gösterirler. Hitayların Mani mensuplarından öğrenip geliştirdikleri bu resim ve süsleme sanatına 'Hatayi' süsleme sanatı deniliyordu. Şah İsmail de buradan esinlenerek yazdığı şiirleri bu süsleme sanatına benzeterek 'Hatayi' mahlasını kullanmıştır. Safevilerin sarayı 'Hatayi'lerin minyatürleri ve resim tabloları ile meşhurdur. Şah ismail, şiirlerinde Safevileri, Hatayi’lere benzetmiştir. O şiirlerden birisi şöyledir:

    Kırmızı taclu, boz atlı, ağır leşkerli (askerli) heybetli,
    Yusuf peygamber sıfatlı, Gaziler diyen Şah menem.
    Hatai’yem al atlıyem, sözü şekerden tatlıyem
    Murtaza Ali Zatlıyem, Gaziler diyen Şah menem.

  Türk kavminden olan Hitaylar, (Hatayiler) erkeklerinin uzun boylu,  yakışıklı, kadınlarının ise güzel olması ile meşhurdur. İranlı ünlü şair Şirazlı Hafız bir şiirinde şöyle der: 

    Dün peri yüzlü Türk güzeli yanımızdan ayrılıp gitti.
    Acaba ne hatamızı gördü de Hitay yolunu tuttu.

  Makalemizi, benim de aynen katıldığım Ahmet Küçükkalfa’nın şu görüşü ile bitirelim: 

  'Safeviler, Hatayi geleneğin temsilcisi oldular. Şahnamelerdeki minyatürlerde olduğu kadar, mimaride, süslemede, şiirde, tekstilde kısaca güzel sanatların her şubesinde yetkin eserler verdiler.

   Hatayi geleneğin yetkin temsilcisi Şah İsmail’in Hatayi mahlasının, Uygur-Hıtay (Hatayi) yüksek kültürünün ve güzel sanatlarının bir yansıması olduğu kuşkusuzdur.' "  

Hamdullah Dedeoğlu





11 Şubat 2025 Salı

Argo

Ağacı sevecektiniz,
Yoldunuz, dal bırakmadınız...
Yılına al bırakmadınız,
Yemişini yiyecektiniz.

Kadını sevecektiniz,
Aldınız, ver bırakmadınız..
Sevi'ye yer bırakmadınız,
Ona ben değil, sen diyecektiniz.

Büyünürken zamanla,
Küçüldünüz zamanla,
Arıları kovdunuz dumanla,
Kovanda bal bırakmadınız.

Sobayı söndürdünüz,
Isıyı öldürdünüz,
Hava basıp üfürdünüz,
Mangalda kül bırakmadınız.

Parayla yamalı bohça'da,
Kapanık, dar bir açıda,
O caanım ikili bahçede
Bir renk, bir gül bırakmadınız.

Bir eliniz vardı, bir cebiniz,
Başınıza vurdu keliniz,
Alıp sattınız hepiniz,
Depoda mal bırakmadınız.

Özdemir Asaf


Zambaklı Padişah

Ne zaman elleri zambaklı padişah olursam
Sana uzun heceli bir kent vereceğim
Girilince kapıları yitecek ve boş!
Azizim, güzel atlar güzel şiirler gibidirler
Öldükten sonra da tersine yarışırlar, vesselam!
 

I
Ey imece ile başsız gömülecek derviş
Sen kendin o zamandan değilsin
Ya bu hikayeyi nereden bilirsin?
Ey ustalıkla taşaronluğu birbirine karıştıran ve
Yaşayan okur!
Sen yabancı değilsin bense bir fakir derviş.
 

II
Ve bir derviş ... atını saldı salar.
 

III
Karartma benizli bir sözcük kırıntısından bile.
Kesekağıdı yapıyor, yapabiliyor.
 

IV
Hava gırçımadır
İki çocuk da bir gömlek içinde
Valde külhandadır
Hafız! Sence çocuklar
Çiçeklerin koynunda uyumalıydı değil mi!


V
"Sizde ölüm var mıdır?"
 

VI
Yedi kez görünmeyen denizin üzerinde, iki açık deniz evliyası
Tabuttaş'tan Üsküdar Sultanlığı'na bir konsol aynası taşır.
 

VII
Eski bir göç yolu, izlenmektedir.
 

VIII
Devlet ve şairleri, iki kaşık gibi içiçe uyurlarken
Geldiği kapkara denize Karpiç'den gönderilmiş bir gemi.
 

IX
Duyduk ki, bir daha
Kuş getirmek sınıfa
İntihar olmuş cezası
Hal ve gidişat tüzüğünde
Biz kuşları tutmuyoruz ki
Kapıda koyveriyoruz
Dönüp onlar ceplerimize giriyorlar
N'apalım?
 

X
İnsan gözünün soldan sağa okuma alışkanlığı!
 

XI
Unutulmuş bir çocukluk hastalığından da bilinebilir
İkinci Savaş'da Galata'da geçilmiş bir kedi merdiveni.
 

XII
Şiir de, duraklarda, dinlenirdir, dinlenir.
 

XIII
Yenilmiş, geri çekilmededir bir gizli yol
Muvazzaf şairler de ...
 

XIV
Geceleri, aydan, evlere girilemiyordur.
 

XV
Devletin cüceleri nasıl iki kez ayağa kalkmak zorundaysalar
Tabiatın cüceleri de bir dehliz bulmuşlardır kendi içlerinde.
 

XVI
Portakallarla donanmış selatin meyhaneleri, kapalıdır.
 

XVII
Ustasından geçmiyen bir deniz
Gittikçe uzaklaşıyor, okunmuyor.
 

XVIII
Mühründe şiir kazılıdır bir padişah.
 

XIX
Kuşlar havada, insan karada
Ölmek istemezler!
 

XX
Beş aydan bu yana, ilk bir insan görüyorum...
 

XXI
Kışı ve Üsküdar'ı, atkısıyla geçirecek bir kadın
Yazmışım, nedense, deftere.
 

XXII
Sarışın Osmanlı tarihçileri...
 

XXIII
"Bak bre çirkin!"
Karanfilinde bir ... basılıdır.
 

XXIV
Beyaz kargalarlı, aykırı düşüncelerdir.
 

XXV
Biliyorsun; ölüm
Artık ayakta karşılanmıyor, karşılanmaz!
 

XXVI
Akıl, yürütülüyor, yürüttüm bu kentte.
 

XXVII
Bir erkeğe gerilmiş bir kadın,
karşıdadır.
 

XXVIII
Ebru ile bir yazı arası.
 

XXIX
"Şiir, ölüm ve yaşam dolayısıyla,
Şimdi ve daima, açıktır."
 

XXX
İşkence!... Bu sözcüğü, ilk Karagümrük'de
Duyduk duyuldu.
 

XXXI
Camında sabun kurutulan evler
Beyoğlu'nun yıkılacağını bildiriyorlar.
 

XXXII
Ey gemileriyle birlikte yiten denizler
Ve bağlı limanlarıdır! ki unutulmasın
Gerçeklikte, gemiler terketmektedir fareleri.

Ece Ayhan


10 Şubat 2025 Pazartesi

Bir Yer Bul Bana

Benden sonra yağmur yağdı mı oralara
toplandı mı zeytinler, çürüdü mü mandalina
kırmızıyı soldurmuştu gelirken zakkum
gelirken dağlar başı dumanlı efkâr
taşıdığım yol boyunca sonbahar

benden sonra yağmur yağdı mı oralara
burada ıslandı İstanbul bir defa
nemlendik evlerde, kanallara dizdikleri biz de
dilekler yorgun, ölüm kabadayı sokakta
yağmur yıkar mı paramparça cesetleri acaba

benden sonra yağmur yağdı mı oralara
şiir bile dağlara çekildi, sözcükleri vuruyor
yaslandığım dallarımı kestiler, filizler hasta
arada ses veriyor hayat konulduğu kodesten
dili içerde yollardan geçiyoruz boyna

yağmur birikintilerinden su içti mi serçeler
en çok onlar ölüyor, çocuklar geliyor aklıma
ölen bir bebeğin patiği çıkmış ayağından
geç doğurmuş anası, yüzünü tırmalıyor acının
savaşlar biter mi? Savaşlar bitmez daha

Benden sonra yağmur yağdı mı oralara
içim kalemini yitirdi, yağsa n'olur, yağmasa...
bombalar aydınlatıyor geceleri
dünya bildiğimiz dünya değil
bir yer bul bana

Arife Kalender, Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi, Sayı:115, S.23



9 Şubat 2025 Pazar

Adsız

Penelope olmadı hiç
Gece gündüz aç susuz dokudu da
Yanıp kurtulacaktı Jan Dark olsa
Yirminci yüzyılda
Orta çağda doğan
Karcı dağın karlı yamaçlarından
Bütün eve odun çeken
Gelin
Şirinköylü
Kar çatlağı ayaklarını
Bastırırdı duvara her gece

Niobe değildi
Kübele'nin dişiliğine değmemişti
eli
Muskacıdan muskacıya umut
Yatır dallarına çaput
Hiç doğurmadı
Yılan olsa emzirecek göğsü
Sızlayarak
Her gece
Her gece kardan soğuk söze yenik

Andromake hiç olmadı hiç
Seyretmedi erkekliği surlardan
Savaşı birlikte tarlada
Ağayla ve devletli
Açlığı omuz omuza
Akmaz arıkları orta çağın
Yirminci yüzyılda bile
Şirinköy'den gelinlerden gelinle de

Paylaşmaya gelmişti
Acıyı ve sevgiyi
Antigone değildi
Sonuna dek
Kendi öldürmedi kendini

Yatıyor odanın ortasında
Çıplak tabanları örtünün dışında
Yarık yarık
Gömülmeye bile gün dönünce
Kalkıp kendi gidecek gibi

Cengiz Bektaş (1934 - 2020)


"Anavarza kayalıkları gün ışığı altında sırça saraylar gibi ışıldadı."

    Yalnızağaçtan ta Anavarzaya kadar çeltik tarlaları. Çeltikler sarı başaklarını dolu, verimli saçaklamışlar. Irgatlar bellerine kadar çemrek, tarlaların ortasında, binlerce. Kimi çeltik biçiyor, kimi biçilenleri sırtlanarak harman yerine götürüyor.
Irgatlar çamura batmış bir karınca katarı gibi harman yerinden tarlaya, tarladan harman yerine çekiliyorlar. Tarlalarda traktörler, batoslar. Batoslar bir yandan tane, bir yandan sap kusuyorlar. Kerem önce merakla bu tarlaları dolaştı. Bir kedi merakıyla batosu, traktörü, kamyonları, harmanı, ırgatları yokladı. Öğle oldu, sıcak kızdırdı. Sonra Kerem acıktı. Bir arkın göleğinde, göleği çepeçevre sarmış salkımsöğütlerin altında çocuklar oynuyorlardı. Kerem güvenli bir içgüdüyle
çocukların yanına gitti.

    Karakol köyün dışında tek başına kalmış yayvan, han gibi bir toprak damdır. Önünde, içinde yalnız kadife çiçekleri dikili, o da toz içinde kalıp yarı yarıya kurumuş bir bahçesi vardır. Bayrak gönderinde iyice solup bozarmış, ayı yıldızı belirsizleşmiş bir bayrak dalgalanıp durur. Anayol köyle karakol arasından geçer. Yol, karakola elli adımdır. Yolun kıyısında tek tük cilpirti çalıları nasılsa kalmıştır. Cilpirti çalısı topluluklarını böğürtlenler, yabanıl otlar sarmıştır. 
    Yağmur yağıyordu. Kerem cilpirti çalısının içine sinmiş, gözlerini de karakolun kapısına dikmişti. En küçük bir devinimi kaçırmıyordu. Karnı da çok açtı. Karakola elleri biribirine kelepçelenmiş bir delikanlıyla bir kız getirdiler. Kızın yüzü ıpıslaktı.
Saçları darmadağın biribirine dolanmıştı. Delikanlı candarmaların önünde başı yerde karakola girdi. Az sonra karakoldan kızın bitip tükenmeyen çığlığı duyuldu. Kerem ürktü. Buradan kaçıp gitmeyi birden istedi. Ama şahin... Şahini gönlünde bir havalandı, geri Çukurovanın düzüne indi. Anavarza kayalıkları gün ışığı altında sırça saraylar gibi ışıldadı. Kerem öyle gördü. Çok yılan varmış şu Anavarza kayalığında da, diye düşündü. Yılanların başı orada yaşarmış. Yılanların başı  üstüne bir hikâye anımsamaya çalıştı ama olmadı. Bölük pörçük bir şeyler geçti
gözlerinin önünden ama, birden silindi. Candarmalar yaşlı, erkeği çok şişman, kadını çok uzun, zayıf, savanlara sarınmış iki insanı yüzlerine tükürerek dama soktular.
    Keremin birden gözleri acıdı, boğazı kurudu:
    "Aaah, dedem," diye inledi. "Aaah, soylu dedem, kim bilir neredesin şimdi. Ya kara toprağın altında, ya da hastasın. Ya da bu alçak Çukurovalı yatırmıştır seni sopanın altına dövüyordur."
    Dedem ağlamaz. Hiç mi hiç ağlamaz. Onun gözünden yaş geldiğini kimsecikler yüz yıldır görmemiştir. Dedem, Haydar Usta, ulu Haydar Ustanın torunu... Keşki benim adımı da Haydar koysalardı. Ulu Haydar Usta, dedemin dedesi ta Horasandan gelmiş. Avşarlının koca Beyi, üç tuğlu vezir dedemin kapısında bir kılıç almak için tam bir yıl beklemiş. Büyük Haydar Ustanın kılıcını kullanırlarmış şahlar, padişahlar. Yaaa, işte öyle.
    "Şimdi de benim dedemi karakollara sokup iyice döverler. Kan işetirler. Ama dedem sağlamdır. Horasan toprağıdır, ölmez."
    Demirciler Ocağı bizim ocağımız. Bu ocağa gelip de eşiğine yüz sürene kurşun geçmez, kılıç işlemez. Olur mu? Olur ya, Allah böyle yapmış. Beyler, padişahlar, yiğitler, paşalar, şahlar gelmiş eşiğimize yüz sürmüş. Her gelen, eşiğe yüz sürmeye her gelen kişi, bize, eşiğimize yeşil gözlü, yaaa, yemyeşil, zümrüdü
yeşil gözlü, boynu uzun, kulakları kalem, soylu Arap atlar getirirmiş. Atın en soylusu yeşil gözlü olur. Yeşil gözlü at bulunmaz. Bulunursa şahin gibi olur. Öyle uçar. Çadırımızın kapısında don don bir at yılkısı... Dedem her gün birisine biner.

Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi, Yapı Kredi Yayınları, S.133-134


7 Şubat 2025 Cuma

Üsküdar

üsküdar asyadır çine kadar
her kış
bıraksa da köpük saçlı kızlarını
kıyıya
öfkeli bir yağmurla iner rüzgâr

mihrimâh güneş saati
yanından
ince dar bir merdiven uzar
soğuk
ve dönmez bir kilit çocuk kütüphanesi
önünde insanlar yürür ve susar

şemsipaşa
ceviz bir cami, demirinden
yan gözle cihangire bakar
demişti ki tanpınar
üsküdar uçarsa gider istanbul
yürüyemez sokaklarında çocuklar

üsküdar asyadır çine kadar

Ömer Erdem


"Bu göçün hikâyesi Tuna kıyılarında başlar, bu kenar mahallede biterdi."

    "(...) Bizim mahallemiz bir göçmen mahallesiydi. Kırım'dan Dobzuca'dan, Tuna kıyılarından, zaman zaman harpler, katliamlar içinde kopup gelen göçmen sellerinin artıkları, yüz elli, iki yüz yıldan beri hemen daima yenilen ordular, daima gerileyen sınırlarla beraber adım adım çekilerek buralara kadar sürülmüşlerdi.
    Bir zaman bir imparatorluğun, o geniş Osmanlı devletinin başşehri olan Edirne, şimdi artık bir sınır kalesiydi.  Şehrin kenarını çeviren bağlık tepelerde yer yer tabyalar, istihkâmlar sıralanıyordu. Eski imparatorluğun yeni sınırları ise, şehrin kuzey ufkunda görülen alçak dağlar üzerinde Doğudan Batıya uzanıp gidiyordu. 
    Halbuki, Edirne bir devlete başşehir olduğu zamanlar, buralarda oturup dünyanın yarısına; Almanya'dan İran içine, Hint denizine, Podolya'dan Ukrayna'dan Habeşistan'a kadar hükmetmiş olan padişahların saray harabeleri, bizim kenar mahallemizin hemen karşısında, şimdi kurumaya yüz tutmuş bir nehrin iki kolu ile kucakladığı yeşillik kenarında yatıyordu...
    Bizim göçmen mahallemizin, her biri bir başka yerden göçüp gelen her ailesinin, konup göçtüğü yerlere ait ayrı bir hikâyesi vardı. Sınırların ötesinden sızan yeni göçmenlerle mahallenin halkı gün geçtikçe artardı. Bu yeni gelenler yuvalarını, topraklarını doğdukları yerlerde bıraktıktan sonra, zahire, kap kaçak, yorgan döşek namına ne alabilirse iri öküzlerin çektiği ağır arabalara atarlar, yollara dökülürlerdi. Kadınlarla çocuklar bu yüklerin üstüne bindirilirdi.
    Bu perişan kafileler, eski istilâ ordularının Balkanlar'da, Tuna'da ve daha ötede yerleşip, köy, şehir, kale kuran eski fatihlerin geri dönen artıklarıydı.
    Şahin atlar üstünde Avrupa'ya giden ataların bu çocukları, şimdi her tarafından torbalar, bakraçlar sarkan bu gıcırtılı arabalarla asırlarca süren bir egemenliğin ellerinde kalan bu hazin artıklarını geriye doğru taşıyorlardı. 
    Zaten yakın olan sınırlardan bu yana geçmekle, muhacir kafilelerinin kenar mahallemizi çeviren çayırlığa çökmesi bir olurdu. O çayırlar ki vaktiyle, bu dönenlerin dedelerinin uzak ülkelere, Balkanlar'a, Tuna'ya ve daha ötelere yayılmak için yola çıkarken toplandıkları, saflarını düzdükleri geçitlerini gösterdikleri meydanlardı.
    Kenar mahallemizin sokaklarında zaman zaman : 
    - Çocuklar! Muhacirler gelmiş!
diye sesler dolaşırdı. Mahallenin çocukları hep birden çayırlığa koşardık. Bu çayırlık, belki yüz, yüz elli yıldan beri göçmenler için bir konak yeri olmuştu. Burada arabalar halka halka dizilirdi. Öküzler, mandalar bunların etrafına çökerlerdi. Uçları araba kanatlarına tutturulmuş kilimlerden, çarşaflardan odacıklar kurulurdu. Yataklar serilirdi. Ateşlerde tencereler kaynardı.
    Yeni gelen göçmenlerin çocuklarıyla bizim kenar mahallenin küçükleri arasında hemen arkadaşlık başlardı. Çünkü yeni gelenlerin söyledikleri kasaba, köy isimlerini biz daha önce işitmiş olurduk. Hattâ aramızda onlarla hemşeri, komşu çıkanlar da bulunurdu. Çünkü bizim de ailelerimiz vaktiyle oralardan kopmuştu. Onların geçtiği yollardan geçmişti. Şimdi onların konakladıkları bu çayırda konaklamışlardı. 
    Yeni gelen göçmenlerin, hemen ertesi gün, kimisi hükümete başvurur, kimisi hanlarda, kahvelerde, eski gelen hemşerilerinin dağıldıkları, yerleştikleri köyleri, kasabaları soruştururlardı. Ondan sonra kafilenin çözülüşü başlardı. Bir kısmı yakın yerlere dağılırdı. Bir kısmı yeniden yollara düzülürlerdi. Arta kalanlar kenar mahallenin bir ucuna yerleşerek mahalleyi genişletirlerdi. Bu yerleşme için, kırlardan kara çalı, böğürtlen, yahut güvem dikeni, bataklıklardan saz demetleri taşınırdı. Sonra etrafı çitle çevrilen bir avlunun ortasına, üstü sazla örtülü küçük bir kerpiç, hattâ çit kulübe yaparlardı. 
    Böylelikle daha birkaç gün geçmeden mahallede yeni bir baca tüterdi. Onun da dumanı mahallenin dumanlarına karışırdı. O evinde çocukları mahalle çocuklarının aralarına girerlerdi.
    Ben de bir göçmen çocuğuydum. Bu göçün hikâyesi Tuna kıyılarında başlar, bu kenar mahallede biterdi. Hikâye oldukça basitti. (...)"

Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, S.19-21


Aşkın Gülüşü

işte sana geliyorum
yumuşakbaşlı rüzgârların kanatlarında bir yer bul bana
suyun ışıltılı sesleri aksın bir yanımızdan,
bir yanımızı defneler sarsın...
demir kollarının yumuşaklığında uyanayım sabahları
zeytin ağacının gözlerinde büyürken bir çekirdek
senin olayım

sakızağacının kokularına bürünsün saçlarımız
diri gövdemiz yürüsün kuşlara doğru
unutulmuş şarkılar bulsun...
gülüşün badem ağacının çiçek açmış dalları
ölümü alsın elimizden.

bir gemi getirdim kapına: birlikte gidelim.
sen içli, uzun geceli kadınlar için yaratılmışsın,
uzun sabahlar için
buğday tarlaları, usulbaşlı geyikler, yollar için...
göğsüne düşür beni: yeryüzünün şarkılarını dinleyeyim orada
gecikirsek alıp başını gider aşkın usul ırmağı -küskün-
dönmez bir daha

Leyla Şahin


Kardeş Payı

Bana ekmeğin kabuğu
Sana steak sana fusion sana dünya mutfağı

Sana fitness sana ozon odalarında sağlık
Bana sokaklarda can havli bana biber gazı

Sana maldivler cote d'azur top ten holiday
Bana iş dönüşü nayrobi dolmuşu

Senin parmağına pırlanta, senin yüzüne tuscany ışığı
Alnıma kömür karası benim. Alnıma kara yazı

Sana sessiz sakin deniz orman manzarası şehrin içinde
Bana ev diye dört duvar çatı diye çınlayan bu ne

Sana şimdi, sana her gün, sana saturday night fever
Bana sonra bana sonra bana sonra

Demir beton cam çelik kafes senin
İçinde kardeşim bülbül benim

Bana sivri şeyler bu dünya, etimi delsin
Seni öldürmeyen allah hiç öldürmesin

Sana sunshine sana diamond göz alan
Bana her gece tepemde göz kırpan floresan

Bana demli bir çay, uzun efkar, geniş keder
Sana smoke sana malt viskiler sana rezerv

Sana dünya yetmez sana gökyüzüne merdiven
Bana ter için bu ten, bana bu can haybeden

Diyeceğim;
Tüm bedesten senin
olsa ne fayda benim

Birhan Keskin, Fakir Kene, Metis Yayınları, S.30-31


İzleyiciler