31 Mart 2021 Çarşamba

Babama Güzelleme

Arpa
buğday
mısır tarlasında ve
yaylada dövülmüş demirdir babam.

Önce karabasan tapındı taşlı toprakta
sonra pulluk bereketi
altı üstü on dönümlük ekenek
bir kavga ki
dağın taşın içinde
ot kokulu ellerinden annemin
haneye ekmek pişecek.

Büyürken oğul uşak
taş mektepte ak tebeşir
yarına harf sökecek
öyle öyle bilişecek
harman yerimize
iki gümüş ten düşecek.

O yazlarda hep 
alıcı kuşlar geçerdi babamın
mavi açan gözlerinden.

Dert değildi zemherinin uzun sürmesi
nasılsa işlenecek
tek tek
ahır buğusunda tavlanan tütün
altın benekli sarı zehirden
borç parası denklenecek.

Teneke sobada meşe kokusu
bir de nuri sesigüzel' den
türküler dinlenecek.

Babam
yokluk günlerinin çocuk askeri
yirmisinde yapmış en uzun seferini
yirminci yüzyılın ara yerinde
bir izmir' de 
bir kore' de açmış
su süzmesi gözlerini.

Gidiş geliş elli gün
yorgun savaş gemisinde
cümleten ezberlenmiş koca menderes' in
'küçük amerika'lı
püsküllü teranesi.

Anlattı durdu konu komşuya
üç dolara satılmanın
ağır ceremesini.

Ne kaldı 
yetmişe erecek yaşı
ata armağanı kasketin altında
garip hallerinden memleketin
çokça ağrıdı başı.

Yedeğindeyse hep
etilerden sürme buğday kokusunu
saçından sabaha dağıtan
annem yürür
ağzının kıyısında dua kırığı.

Nazım Mutlu, Mayıs 2000
 "(...) bir cehennemlik gibi küfür eder, meyhaneleri dolaşır, hırsızları tanır, argo konuşur, açık saçık şarkılar söyler fakat kalbinde kötülük bulunmaz. Onun ruhunda olan inci masumiyettir ve inciler çamurda erimez." 

 Victor Hugo, Sefiller, S.159

25 Mart 2021 Perşembe

Hücremde Ayışığı

Sesimi sesinin üstüne koyma
kara gecede, karanlıkta, acılı
yüreğimde yeşerdiyse de alevi ölümün
kan boğmadı daha korkuyu
kırılmadı kin ve öfkenin fidanı

Sesini sesimin üstüne koyma
ağzımda prangası tutuklu rüzgâr

Yanlış arama ölümden başka
kurşuna dizilen resimlerde
acıyla örülmüşse cesetler
ve ağlıyorsa hücremde ayışığı
üzgün değilim, hüzünlü asla

Yanlış arama ölümden başka
sırtımda falakası tutuklu rüzgâr

Yüreğimde mezarlar açma artık
kazıdım hücremin duvarına çünkü
zamanı kucaklayan öfkemi
acıdan üretilen sesimi
gençliği damıtılmış günlerimi

Yüreğimde mezarlar açma artık
elinde kırbaçları tutuklu rüzgâr

Çıplak taş, demir kapı, sessizlik
korkuyu mu bekliyor o nöbetçi
niçin hiç konuşmuyor yıldızlar
şafak söktüyse nerde kar filizleri
uyusam uyansam her yerde bahar

Çıplak taş, demir kapı, sessizlik
sesimde zincirleri tutuklu rüzgâr

Tek değilim artık, çoğaldım ölüme
deli rüzgâr, çıplak suyun rahminde
artık ne hücrem, ne yalnızlık
eskisinden düşmanım karanlığa
ama hâlâ yanıyor yüreğimde işkence

Tek değilim artık, çoğaldım ölüme
yüzümde kelepçesi tutuklu rüzgâr

-Söyle kim hak kazandı ölüme

Refik Durbaş

Çocuklar


Çarşılarda bir şey
Biz pek aramazdık çocuklar olmasaydı

Kasaplarda manavlarda bazı yorgun kadınlar
Hep de tenha saatleri seçerler
Sonra yavaş bir sesle
Çocuk için hasta kaç gündür yemiyor
Biraz et biraz meyve isterler

Sevdiği bir reçeli gün aşırı yalnız ona
Kaşıklarla beraber büyük bir üzüntü
Uykularda bile bitiyorsa
Yağların şekerlerin çayların
Annelere düşündürdüğü

İnsanlara, tezgahlara, kağıtlara kolaydı
Biz bu kadar eğilmezdik çocuklar olmasaydı

Behçet Necatigil

Fotoğraf: Arzu Eygay, Sarıdibek Köyü, Vezirköprü

22 Mart 2021 Pazartesi

kimi uyandırsam boşluğu yanımda


 geceyi bir şişeyle çalkaladım
 evin yolu dönüp duruyor

 paranteze sığmayan çizgiler gibi
 bana bakıyor göğüs uçların 

 geldi çattı fotoğraflar
 mesajındaki satırlar doğruyor uykularımı

 ne zaman bir sokak ölse
 kitap isimlerinden biri ölür

 istanbul diye bir bıçak 
 resim yapıyor toprak evlerden

 ‘tarifsiz kederler içinde’ kaçtığım sinemalar
 acıya bölüyor her cinayeti

 yerini bilsem alıp geleceğim...
 kimi uyandırsam boşluğu yanımda...

 Can Adalı

 Corneliu Dragan, Resim, Suluboya

18 Mart 2021 Perşembe

Unutulan


“Ben tavan arasındayım sevgilim!” diye bağırdı delikten aşağı doğru. “Eski kitaplar bugünlerde çok para ediyor. Bir bakmak istiyorum onlara.” Son sözlerimi duydu mu? “Orası çok karanlıktır; dur, sana bir fener vereyim.” İyi. Durgun bir gün. Bütün hayatım boyunca sürekli bir ilgi aradığımı söylerdi birisi bana. Gülümsediğimi gösteren bir ayna olsaydı; biraz da ışık. “Bir yerini kırarsın karanlıkta.” Delikten yukarı doğru bir el feneri uzandı. Fenerli elin ucundaki ışık, rastgele önemsiz bir köşeyi aydınlattı; bu eli okşadı. El kayboldu. Ne düşünüyor acaba? Gülümsedi: Yine mi düşünüyor?

Yıllardır bu tozlu, örümcekli karanlığa çıkmamıştı. Işığı gören bazı böcekler kaçıştılar. Korku; fakat yararlı olacağını düşünmek kuvvetlendirdi onu. Belki de hiçbir şey söylemeden başarmalıydım bu işi. Benden bir karşılık beklemiyor. Ona yardım etmek mi bu? Bilmiyorum, bazen karıştırıyorum; özellikle, başımda uğultular olduğu zamanlar. Onun gibi düşünmeyi bilmek isterdim. Bana belli etmemeye çalışarak izliyor beni. Çekiniyor. Acele etmeliyim öyleyse. Feneri yakın bir yere tuttu; annesiyle babasının resimleri. Aralarında eski bir ayakkabı torbası, kırık birkaç lamba. Neden hiç sevmediler birbirlerini? Ölecekler diye öylesine korkmuştum ki. Torbayı karıştırdı: Tuvaletle gittiğim ilk baloda giymiştim bunları. Her gece biriyle dışarı çıkardım, dans etmek için. Aman Allahım! Nasıl yapmışım bunu? Ellerinin tozunu elbisenin üstüne sildi. Mor ayakkabılarına baktı: Buruşmuşlar, küflenmişler. Sol ayağına giydi birini: Ölçülerin hiç değişmemiş. Utandı, yine de çıkaramadı ayağından. Topallayarak bir iki adım attı. Sonra resimlere yaklaştı, diz çöktü, yan yana getirdi onları. Dirseğiyle tozlarını sildi biraz. Beni de kendilerini de anlamadılar. Ne kadar ağlamıştım. Aşağıda onlara bir yer bulabilir miyim? Koridorda sandık odasında… Saçmalıyorum. Onları unutmadım, onları unutmadım. Babasının yüzünde gururlu bir somurtkanlık vardı. Aynı duvara asamam onları. Evin düzenini hızla gözünün önünden geçirdi. Yan yana olmak istemezlerdi; mezarda bile. Resimlerden birini aldı; feneri yere bırakmıştı, hangi resmi aldığını bilemedi. Yüksekçe bir yere koydu onu. Biraz telaşlanmıştı; dizini bir tahtaya çarptı. Sendeledi, yere düştü; hafif bir düşüş. Kalkmaya cesaret edemedi; emekleyerek fenerin yanına gitti. Bir torba daha. Boşalttı: Eski fotoğraflar! Amacından uzaklaşıyordu. Bana baskı yaptığını düşünmemeliyim. Yüzüne karşı söylesem bile, içimden geçirmemeliyim bunu. Aceleyle resimleri yere yaydı, el fenerini dolaştırdı tozlu karartılar üzerinde. Başka bir eve çıkmış olabilirdim, bir daha hiç görmeyeceğim birine bırakmış olabilirdim bütün bunları. Resimleri karıştırdı: Ne kadar çok resim çektirmişim yarabbi! Çoğu da iyi çıkmamış. Gülümsedi: O zamanlar ne kadar uzunmuş etekler! Çirkin bir uzunluk. Duruşlar da gülünç. Kim bilir hangi filmden? Arkamı dönüp yürüyormuş gibi yapmışım da birden başımı çevirmişim. Kime bakmışım acaba? Aynı elbiseyle bir resim daha. Yanımda biri var. Resim çok tozlanmıştı. Tozlu da olsa tanıyor insan kendini. Parmağını ıslattı diliyle; tozlar önce çamur oldu, sonra… İlk kocasının gülümseyen yüzünü gördü parmağının ucunda. Aman yarabbi! Bir zamanlar evliydim ben de… Sonra yine evliydim. İnsan bir günde varamıyor bir yere, ne yapalım? Nereye? Tanımlayamadığım, bir ad veremediğim duygular yüzünden ne kadar üzülmüştük. Eğildi, bir avuç resim aldı yerden: Bu resim çekilmeden önce, nasıl hiç yoktan bir mesele çıkarmıştım, sonra da yürüyüp gitmiştim. Sonra ne olmuştu? Sonra… Buradasın ya… Bu evde. Demek sonra hiçbir şey olmadı onunla ilgili. Ne kötü, ne de iyi bir şey: demek ki hiçbir şey. Ama bunu hissetmedim; geçişler öyle sezdirmeden oldu ki… Hayır, düşüncelerin karıştı; basit anlamıyla sözlerin… Bununla ne ilgisi var? Fakat ben… ondan kaçarken, nasıl oldu da birden başımı çevirip bu resmi çektirdim. Hep böyle mi durdum resimlerde? Yüksekçe bir yere oturdu, başını ellerinin arasına alıp düşünmeye başladı. Onun da yüzü kim bilir nasıldı? Herhalde ben suçluyum, resim çekilirken değil… belki o sırada haklıydım, muhakkak haklıydım. Çok daha önce… çok daha önce…

Bir an önce kitaplara ulaşmak istedi, geriye doğru bu sonsuz yolculuk bitsin istedi. Eski balo ayakkabısını ayağından çıkarmaya çalıştı. Sonra arkası kapalı yumuşak terliklerini bulamadı bir türlü. Sendeleyerek el fenerine doğru yürüdü. İlerdeki köşede olmalıydı kitap sandığı. Fakat orada kitap sandığına benzemeyen karanlık çıkıntılar vardı. Feneri bu garip yığına doğru tuttu. Korkuyla geri çekildi: Biri vardı orda, oturan biri. Feneri alıp bütün gücüyle deliğe kaçmak istedi, kımıldayamadı. Korkusuna rağmen fenerle birlikte, ona yaklaştı. Ne yapmışsa korkusuna rağmen yapmıştı hayatı boyunca. Yoksa çoktan kaybolup gitmişti. Feneri onun yüzüne tuttu: Aman Allahım ! Eski sevgilisi yatıyordu yerde. Tozlanmış, örümcek bağlamış; tavan arasındaki her şey gibi. Kitap sandığına ver resim tahtalarına örümcek ağlarıyla tutturulmuş eski bir heykel gibi. Sağ kolu bir masanın kenarına dayalı; parmakları kalem tutar gibi aşağı ayrılmış, boşlukta. Dizleri titredi, dişleri birbirine çarptı, ayağının altından kayıp gitti döşeme; kayarken de ayağına çarpan resim masası devrildi. Kol yine boşlukta kaldı: Örümcek ağlarıyla tavana tutturulmuştu. Bu eliyle ne yapmak istedi? Bir şeyler mi yazmaya çalıştı? Ne yazık, hiçbir zaman bilemeyeceğim. Sol eli yerdeydi, bir tabanca tutuyordu. Ah! Kendini mi öldürdü yoksa? Olamaz! Bir şey yapsaydı ben bilirdim; her şeyi söylerdi bana. Öyle konuşmuştuk. Beni bırakmazdı yalnız başıma.

Sonra hatırladı: Bir gün tavan arasına çıkmıştı eski sevgilisi, şiddetli bir kavgadan sonra. İkisinin de, artık dayanamıyorum, dediği bir gün. Ayrıntıları bulmaya çalıştı: Belki de büyük bir tartışma olmamıştı. Biraz kavgalıydılar galiba. Gülümsedi. Bu biraz sözüne kızardı. Onu tavan arasında bırakıp sokağa fırlamıştı. Öleceğini hissediyordu. Peki ama neden? Bilmiyordu; duygunun şiddeti kalmıştı aklında sadece. Sonra “onu” görmüştü sokakta: Bütün mutsuzluğuna, kendini zayıf hissetmesine, ölmek istemesine rağmen ‘onun’ gözlerindeki ilgiyi, insanı alıp götüren başkalığı fark etmişti nedense. O gün eve yalnız dönmüştü tabii. Ne kadar daha çok gün eve yalnız döndüm ondan sonra da. Şimdi karşımda konuşsaydı. “Ne kadar daha çok” olur mu? deseydi. Titreyen dizlerinin üstüne çöktü, el fenerini tutu onun yüzüne: Gözleri açıktı, canlıydı. Bakamadı, başını karanlığa çevirdi. Sonra baktı yine; onu, ölüm kalım meselelerinde yalnız bırakmayan gücünden yararlandı yine. Hiç bozulmamış; geç kalmasaydım böyle olmazdı belki. Üzüldü. Fakat hiç değişmemiş; son gördüğüm gibi, gözleri bile açık. Yalnız, gözlerin bu canlılığında bir başkalık var: Her şeyi bildiği halde duygulanamayan bir ifade. Görünüşüme bakma, içim öldü artık diye korkuturdu beni. İnanmazdım. Öyle şeyler bulup söylerdi ki öldüğü halde. Belki beni izliyor yine. Yerini değiştirdi. Benimle ilgili değilsin diyerek üzerdim onu. Hayır bakmıyor bana. Belki de düşünüyor. Birden konuşmaya başlardı. Bütün bunları ne zaman düşünüyorsun diye sorardım ona.

Ne zaman düşündüğünü bir türlü göremiyorum. Hayır, gerçekten ölmedi; çünkü ben yaşayamazdım ölseydi. Bunu biliyordu. Bu kadar yakınımda olduğunu bilmiyordum ama sen bir yerde var olursan yaşayabilirim ancak demiştim. Nasıl olursan ol, var olduğunu bilmek bana yeter demiştim. Bunu kavgadan çok önce söylemiştim ama çalışmamızın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini biliyordu. Sonra onu bir süre görmek istemediğim halde, onun orada olduğunu bildiğim halde, tavan arasına bir türlü çıkamadığım halde onu düşündüğümü, onsuz yaşayamayacağımı biliyordu. Sonra neden aramadım? Bir türlü fırsat olmadı; her an onu düşündüğüm halde hep bir engel çıktı. Aşağıda yeni sesler, yeni gürültüler duyduğu için inmedi bir süre herhalde. Oysa biliyordu: Aramızda, hiçbir yeni varlığın önemi yoktu; konuşmuştuk bütün bunları. Ben de onun inmesini beklemiş olmalıyım. Beni üzmek için inmediğini düşündüm önceleri. Sonra… Bir türlü olmadı işte. Çıkamadım: Gelenler, gidenler, geçim sıkıntısı, yemek, bulaşık, evin temizliği ‘onun’ bakımı (çocuk gibiydi, kendisine bakmasını bilmiyordu), babamla annemin ölümü, bir şeyler yapma telaşı, önümde hep yapılması gereken işlerin yığılması. Orada tavan arasında olduğunu unuttum sonunda. (Onu unutmadım tabii). Ne bileyim, daha mutsuz insanlar vardı; onlarla uğraştım. Tavan arasında bu kadar kalacağını da düşünemedim herhalde. Bir yolunu bulup gitmiştir diye düşündüm. Başka nasıl düşünebilirdim? Yaşamam için, onun her an var olması gerekliydi. Başka türlü hissetseydim, ölmüştüm şimdi. Ayrıca, kaç kere tavan arasına çıkmayı içimden geçirdim. Hele kendini öldürdüğünü duysaydım, muhakkak çıkardım. Dargın olduğumuza filan bakmazdım.

Duydum mu yoksa? Bir keresinde yukarıda bir gürültü olmuştu galiba, rüzgâr bir kapıyı çarptı sanmıştım. Fakat nasıl olur? Onun tavan arasına çıkmasından günlerce sonra duymuştum bu sesi. Ve ben günlerce bir köşeye büzülüp kalmıştım. Hiçbir yere çıkamamıştım. Ateş etmişti demek. Yoksa kalbine… Titreyerek eğildi: Kalbine bakmalıyım. Elbisesinin sol yanı çürümüştü; elinin hafif bir dokunuşuyla dağıldı. İçinden bir sürü hamamböceği çıkarak ortalığa yayıldı. Onun bakımıyla ilgilenmedim, elbiselerini hiç gözden geçirmedim; belki de dikmediğim bir sökükten yemeye başladılar hamamböcekleri onu. Deliği büyüttüler sonunda. Eliyle elbisenin altını yokladı. Neyse iç çamaşırlarından öteye geçememişler. Derisi olduğu gibi duruyor. Teni çok sıcak sayılmaz ama kalbi yerindedir herhalde. Korkarak göğsünün sol yanına dokundu: İşte orada biliyorum. Başka türlü yaşayamazdım çünkü. (Çünkü’yü cümlenin başında söylemeliydim, şimdi kızacak. Evet, her an onun sözlerini düşünerek yaşadım, şimdi acaba ne der diye düşündüm.) Yalnız bu kadarı çürümüş. İyi. Şimdi onu nasıl inandırabilirim bütün bu süreyi onunla birlikte yaşadığıma ? Onun unutmuş gibi yaşarken onu düşündüğüme? Anlamaz, görünüşe kapılır, anlamaz. Başkasına rastladığım için, bu yeni ilişkinin her şeyi unutturduğunu düşünür. Oysa her şeyi hatırlıyorum; tavan arasına çıktığı gün bu elbiseyi giydiğini bile. El fenerini ölünün üzerinde dolaştırdı: Örümcek ağlarının gerisinde sesli bir görünüşü var.

Yalnız ağların arasından elimi, onun kalbine götürdüğüm yer biraz karanlık. Rüya gibi bir resim. Birlikte hiç resim çektirmemiştik. Bir sürü şey gibi bunu da yapamadık nedense; bir türlü olmadı. Bir koşuşma, durmadan bir şeylerle uğraşma… Neden koşuyorduk, acelemiz neydi? Tavan arasına çıktığı güne kadar, bir şeyin arkasından hep başka bir şey yaptık, hiç durmadık, hiç tekrarlamadık. Sonra köşemde kaldım günlerce; ne yedim ne düşündüm. Sigara içtim durmadan. Evi yaşanmaz bir duruma getirdim sonunda. Bir savaş sonu kargaşalığı sardı her yanı. Düzen içinde yaşamayı bir bakıma sevdiğim halde, dayanılmaz bir pislik ve pasaklılık içinde çırpındım. Belki de böylece kendimi cezalandırmış oldum. Sokağa fırlamak, ‘ona’ gitmek için, öldürücü bi ümitsizliğe düşmek istedim. Kim bilir? Belki de, kendim için böyle kötü şeyler düşünmemi istersin diye söylüyorum bunları. Fakat senin öleceğini, kendini öldüreceğini hiç düşünmedim. Uzak bir yerde, hiç olmazsa görünüşte sakin bir yaşantı içinde olacağını hayal ettim senin.

Işığın altından kaçmaya çabalayan bir hamamböceği takıldı gözüne, kendine geldi. El feneriyle izledi böceği: Çirkin yaratık, yukarı çıkmaya çalışıyordu ağlara takılarak. Böceğin ayakları, elbiseyi parçalar diye korktu. Yıllar geçmişti, küçük bir dokunuşa dayanamazdı, kim bilir? İşte, boynundan yukarı doğru çıkıyor, yanağında biraz sendeledi: Sakalı biraz uzamış da ondan; zaten her gün tıraş olmayı sevmezdi. Yanaktan yukarı çıkan böcek, şakağa doğru gözden kayboldu. El fenerini oraya tutsam mı? Hayır. Korktu; fakat yarı karanlıkta kurşunun deliğini gördü. Titreyerek geri çekildiği sırada, aynı delikten çıktı hamamböceği: Bacaklarının arasında küçük, pürüzlü bir parça taşıyordu. Dehşete kapılarak feneri deliğin içine tuttu: Işınlar, kafatasının iç duvarlarında yansıdı. Eyvah! Böcekler beynini yemişlerdi, en yumuşak tarafını. Belki de hamamböceği son parçayı taşıyordu. Kendini tutamadı: “Seni çok mu yalnız bıraktılar sevgilim?” dedi. Aşağıdan, başka bir deliğin içinden sevgilisinin sesini duydu.

“Bir şey mi söyledin canım?”

Elini telaşla kitap sandığına soktu. “Hiç” diye karşılık verdi aceleyle. “Kendi kendime konuşuyordum.”

Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken

15 Mart 2021 Pazartesi

konuşsam sessizlik gitsem ayrılık

resmin rehindir gurbetimde
gurbetimde sesleri aşındırmış kimliksiz bir kasaba
ve senin kederini ıslatan o yağmurlar rehin

alnı özlemle dağınık bir akşam getirdim sana
sar, büyüt ellerinle, konuk et sıcaklığına
konuk et kanatları kanatılmış kuşlar getirdim sana...

ve akşam, bir kez daha
saçlarını topla ve dağıt sesini rüzgârlara
“bir of çeksen karşıki dağlar yıkılır”

çekmiyorsun!

akarsuları imrendiren yüzün de
sabahçı kahveler de biliyor
görüşmeyeli yorgunum
yıkık kentler kanadı sevinçlerimle
görüşmeyeli ya sen nasılsın
adım, adresim durur mu defterinde?

şimdi siirt' te koyun kokulu bir gecedeyim
beynimde iklimsiz papatyalar
ve kuşatılmış bir akşam duruyor penceremde

sokakların gün batınca neden boşaldığını
ve yüreğimin neden kabardığını bilmiyorum
konuşsam: sessizlik / gitsem: ayrılık

sonra kıpırtısız yasladım göğsümü boğulmuş güne
al bu çağrıları sulara göm, o uzak sulara
gurbetini rehnetme özlemimde…

Yılmaz Odabaşı

10 Mart 2021 Çarşamba

Felix

Siyahlarımın içinden, beyazlarımın peşinden
Başkalarına yaslandığın yerden gel
Yarım kalmış bir bakıştan, ayaz bir gülüşü
    kuşanıp
Hiç bakmadığın yüzümden uğra acılara
Sen hiç kalp kırmadan duramazsın ki.
İncitmeden bir akşamı, yetersiz bir sabahı
Aşkları aldatmadan yapamazsın ki
Ben de diyorum siyahlarımın içinden, ne
    mümkün
Karanlığıma ışık olamazsın ki
Yelkenliler üzgün, git gittiğince engin
Kırık beyazlarımın peşinden

Yanılıp yıl olan bağımla burda
En aşağı yaşları yaşarım, taşları karşılarım
'Yeter' inle dolaş ufuklarımda
Al sancağımı asamazsın ki

Uzatıp bir kırgınlığı ağlıyorum şurda
Eylülden önce bu yağmur, bu delilik
Ne olsa uykuna yetişemez çığlığım
Öyle...beyazlarımın peşinden sokaklarda
Oraya bırakılmış şaşkın anlar boyunca
Susarım tüm aylarda, aylaklarımla

Ne fark eder bir gülün yenilgisi
Son gürlüğünde sonsuz kırmızı açmışsa
Sokağa bırakılmış melisa kokusu işte
Geçerken o loş pencerenin önünden
Siyahlarımın içinden gel, beyazlarımın 
    peşinden
Bir damlacık kanın bile yoksa bana akmaya

Yırtılır sarhoş bir gece nezleli bir ten
Ağarır gözbebeği gerekçelere
Sonra bu gece, bu sonbahar, bu ölüm
İyi duruyor bence üstümde

Beyazlarımın peşinden gel, siyahlarımın içine!

Aslıhan Tüylüoğlu, Eylül 2020

(Fotoğraf: Aslıhan Tüylüoğlu annesiyle birlikte; Çocukluk...)

Ceylan Gözlerine Kurban Olduğum


El ele vermiş de gelen güzeller,
Tanrı selamını almaz mısınız?
Mevlam sizi süs için mi yaratmış,
Siz gel demeyince gelmez misiniz?

Karadır kaşınız yaydan nic’olur,
Bugün dünya yarın ahret güç olur,
Bir gönül yapması yüz bin hac olur,
Siz gönül yapmasın bilmez misiniz?

Gurbete gidenler azığın alır,
Kimisi gider de kimisi kalır,
Kimi sevap için Kâbe'ye varır,
Kabe kapınızda (gönlünüzde) bilmez misiniz?

Sümmani'yem ben derdi niderim,
Başım alır diyar diyar giderim.
Yarın mahşer günü dava ederim,
Siz mahşer yerine gelmez misiniz?

Aşık Sümmani

7 Mart 2021 Pazar

Bademlerden Say Beni

Say bademleri, 
say acı olanı, uyanık tutanı say, 
beni de onlara kat: 

Gözünü arardım hep, gözünü açtığında, 
sana kimselerin bakmadığı bir anda, 
örerdim ya o saklı, o gizli ipliği ben, 
ki onun üzerinde tasarladığın çiy'in 
testilere doğru kaydığı bir zamanda, 
yüreğe varamamış öz bir sözle korunan. 

Ancak böyle varırdın adına, senin olan, 
o şaşmaz adımlarla kendine yürüyerek, 
savrulurdu çekiçler sanki bir çan kulesi 
boşluğundaymış gibi senin suskunluğunun. 

Ölmüş olan o şey senin koluna girer 
ve işittiklerin de seninle birleşirdi, 
üç olup giderdiniz geceyi katederek. 

Beni de acı yap, acı yap beni. 
Bademlerden say beni.

Paul Celan

Çevirenler: Ahmet Necdet-Gertrude Durusoy

Anahtar


sırtına dünyayı giyinmiş
mantosu som acı'dan
çarpar durur ha babam duvar
gözleri ama nasıl tam şimdi
kalkıp gidecekmiş gibi kuşlar

kadın kanat sesini içine yerleştirdi

hoh'lasa ısınacak
kalbinin kristali

iması yok imlası bozuk
surnameler kadim hikâyeler
evvel eski sözler iç ceplerinde
...iki kopuk düğme
...değdikçe avuç içlerine

ben değilim ben değilim evvel gittim evinizden
geceydi içimdeydim görünmedim kimselere

nakkaşlar girdi çıktı
hattatlar ve cümle kitaplar
açılmadım kimselere and olsun
bir adam kilidimi taktı
bir çocuk anahtarımı aldı
biri kız'dı kalmaklar gibi baktı

and olsun yangını ben değil bulutlar çıkardı

unutmalar gibi açık pencerelerden
girmiş bulutlar
tam ortasına kurulu sofraların
bir gökyüzü bıraktı

sonra yağmur sonra kuşlar
kelimeler gibi ağaçlar
yangından ilk önce kim
kurtarılacaktı?

kadın mantosunu çıkardı

som acı'dan altın anahtar gibi kaldı

Çiğdem Sezer

Kan Var Bütün Kelimelerin Altında

Posta arabalarından söz et bana
Kan var bütün kelimelerin altında
Ezop'un şu lanetli dilinden söz et
Kan var bütün kelimelerin altında
Umulmadık birgün olabilir bugün
Aslan kardeşçe uzanabilir kayalıklara
Bir çay şöyle yağmurların kokusunda
Kan var bütün kelimelerin altında
İşte durup dururken surda
Bir yelpaze gibi açıldı sesin
Güzün en gürültülü kanadında
Göğün en ince dalında
Kan var bütün kelimelerin altında
Umulmadık bir gün olabilir bugün
Bir çeşme gibi akabilir cumartesi
Çığlığındaki sessiz harfler
Dün gecenin ağırlığıdır damarlarında
Ne güzel konuşur sokak satıcıları
Fötr şapkalarıyla ne kalabalıktırlar
Ve çiçekçi kızların göğüsleri
Daha suçsuzdur kırlangıç yumurtasından
Kan var bütün kelimelerin altında
Yaprağını dökecek ağaç yok burda
Ama ışık sökebilir olanca renklerini
Sürekli işbaşındadır belleğin
Tanık şairler arasında
Oyuncu arkadaşlar arasında

Yolculuk bir kafiye arayabilir
Atının kuyruğundaki düğümde

Ölüm bir kafiye arayabilir
Ak gömleğinde

Yol bir kafiye arar ve bulur
Dönemeçlerin benzerliğinde

Kan var bütün kelimelerin altında
Bir gül al eline sözgelimi
Kan var bütün kelimelerin altında
Beş dakka tut bir aynanın önünde
Kan var bütün kelimelerin altında
Sonra kes o aynadan bir tutam
Beyaz bir tülbent içinde
Koy iç cebine
Bütün bir ömür kokar o ayna
Kan var bütün kelimelerin altında
İşte o kandır senin gülüşün
Sızmıştır hayatın derinlerine
Siyahtır orda kırmızıdır
Daldan dala atlar
Sever çocuklara anlatılan masalları
Ama iş savunmaya gelince
Yalnız alevi savurur
Ve güneşin solmaz çekirdeğini
Yalnız doruklarda

Umulmadık bir gün olabilir bugün
Kan var bütün kelimelerin altında

Cemal Süreya

Fotoğraf: Ara Güler

Çılgın Nar Ağacı

Kıbleden esen yelin kemerler arasında ıslık çaldığı
Bu beyaz avlularda, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı
Nar dolu kahkahalar atarak aydınlıkta sıçrayan
Rüzgârın inadıyla, fısıltıyla; söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,
Şafakta yeşeren yapraklarının ışıltısıyla
Bir zafer sevincinin renklerini coşturan?

Çayırda çıplak kızlar sarışın kollarıyla
Yeşil yoncaları biçmek için uyandıklarında - 
Uykunun sınırlarında dolaşarak - söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,
İçinin saflığıyla kızların yeşil sepetlerini ışığa
Ve adlarını kuş cıvıltılarına boğan, söyleyin,
O çılgın nar ağacı mı dünyanın bulutlu gökleriyle savaşan?

Kendini kıskançlıkla yedi tür tüyle süsleyip
Ölümsüz güneşin bin bir rengine büründüğü gün,
Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,
Kaçmaya kalkan atın yüz kamçılı yelesine sarılan,
Hiç acınma, hiç yakınma bilmeden, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,
Ufuktan şimdi doğan bir umudu haykıran?
Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı, bize uzaktan
Serin alevli yaprakların mendilini sallayan,
Doğum sancısı içinde bin bir geminin,
Bin bir kere yükselip alçalan dalgaları
Bilinmedik kıyılara uzanan bir denizdeymiş gibi,
Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı, havanın saydamlığında donanıp gıcırdayan?

Başı taa havalarda, ışıyan ve övünen mor salkımlarla,
Tehlikelere açık, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,
Dünyanın orta yerinde şeytanın fırtınasını ışıkla parçalayan,
Ve günün, üzeri türkülerle işli sırmalı örtüsünü
Boydan boya yayan, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,
Günün ipek giysilerinden bir anda soyunup kurtulan?

Söyleyin, ilkin büzgülü etekleriyle Nisan'ın,
Sonra yaz şenliğinin ağustosböcekleriyle gülüp oynayan,
Öfkelenen, her türlü gözdağını kara kötülükten arıtıp
Güneşin kucağına esrik kuşlarını serpen,
Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı bu, her şeyin,
En gizli düşlerimizin bile üstüne kanat geren?

Odisseus Elitis

Çeviri: Cevat Çapan
Resim: Hayal İrtegün (Tuval Üzerine Yağlıboya)

Has Kumandante Margosyan

“Dublin’in, bu kentin görüntüsü bir gün yeryüzünden silindiğinde, bir rehber kitap gibi, Ulysses’e bakarak, yeniden eksiksiz bir biçimde kurulsun istiyorum…”(James Joyce)

Mıgırdiç Margosyan’ ın yirmi dört ayar tarih ve sosyoloji kıymetindeki kitaplarına bakarak da Diyarbakır’ın Hançepek mahallesi, küçeleri yeniden kurulabilir…  Bir kentin hem “sahibi” hem “sakini” olmak nasıl bir şeydir? O, Diyarbakır’ın hem “sahibi” hem “sakini”dir… Hem “gurbet” hem “sıla…” Diyarbakır’ın hem “içinden” hem “dışından…” Hem “bağ elması” hem “dağ elması.” Taşlarda, dillerde, küçelerde nice hayatlar yaşayan kara çocuk… Has hemşehri… Şehr-i emin…“Gâvur Mahallesi”nin özeti... 
Saçları korkudan uzamayan çocuklardan mıdır, bilemiyorum… Diyarbakır’da birbirimizin yolunu kesip, iki satır konuşmak için oturduğumuzda ben susarım. Susarım ki, anlattıklarına çırak olup bir şeyler öğreneyim. Ne söylerse dinlerim, bazı cümlelerinde dinlenirim… Ne çıkarsa bahtıma halini baştan bilirim. Mıgırdiç de peşrev olmaz, ne çıkarsa tarihtir çünkü. Dinlemeye geç kalmam, kalırsam tarihe ve hatıralara geç kalmışımdır. Hatırladıklarını dinlerken neleri bile-isteye unutup içine "sır"ladıklarını merak ederim. Hafızasının unutma ve hatırlama biçimlerini nasıl süzgeçten geçirdiğini hissederim. Söylediklerinden çok, söyle(ye)mediklerini dinlerim. Yazdığı kitapları, üç başından, üç ortasından üç sonundan değil, satır/sokak araları dâhil okurum. Resimsiz kitaplarının resimlerine bakarım. Nerede “Öd’den kısaltılmış” bir kilise görsem, korkudan yıkılmış bir Ermeni evi yolumu kesse ilk aklıma gelen Ermenilerdendir. Diyarbakır’da, Hançepek nam-ı diğer “Gâvur mahallesi”ni birlikte gezerken, tarihen ve siyaseten yıkılan bir kilisenin yıkıntıları arasında acılarını izlerken, Ece Ayhan’ın “Her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortağı”, ortakları yerine utandığımı anımsıyorum… (“Yıkıntılarımızda incir ağaçları…” dizesi de geçşin kayıtlara...)

Sur kentinin, sır kentinin sır kâtibidir… Sır sakini… Sakin dedim, çünkü sessiz ve derinden dolaşır sokakları. Hiç fark etmezsiniz, saçak altlarından, kimsenin basmadığı gölgelerden yürür… Sesi uzaklardan gelir, derinden… Sözcükleri kuyuya düşmüştür… Derin kuyulara, ben diyeyim Kenan Kuyusu’na, siz deyin Sır ve Sur Kuyusu’na… Her birinin ardında tarih gizli sözcükleri tek tek çıkarır kuyudan… Ve usul usul ama usulünce boca dere tarihin ve coğrafyanın ortasına. Sözcüklere laf dinletmek kolay iş değildir. Hele o sözcükler pişirilmişlerse, pişmişlerse… Gençliği önüne bakarak yürümekle geçiren Şeyh Galib’ in “Sır şahtır! Ona ihtimam et!” dizesinden el alarak söylemek ona sevgimin kalp borcu… Margosyan sırdır ve yüreğimizde taht kuran bir şahtır, ona ihtimam gösteriniz…

Yıllar, yıllar sonra mahallesinde gezerken hemşehrisi aç-âşık çocukların, onun telefonunu çalmaları neyin ibreti, neyin kıssadan hissesidir… Mıgırdiç’in cep telefonunu alan/çalan Hançepek’i bile geçememiştir. O, tarihte, düz iyilikler kadar düz kötülükler de olduğunu bilir. Kara yoksulluk insanı her şeyi yaptırır, yaptırabilir… “Çalmak” böylesi hallerde usuldendir, yoksulun kafiyesidir. O çocuklara "iyi kalpli kötülük" desem beni ekmek çarpar. Cümle hal insan halidir; gökçekimine tabi olduklarından telgrafın tellerine konamayan çocuklar, işin süsüne kaçarak yerçekimine tabi olup her gün miktarı kâfi telefonun tellerine konarlar. Hem değil mi ki, biz Mıgırdiç Margosyan’ın kitaplarının yalancısıyız… Değil mi ki, “ğırğızlığ” onun çocukluğunun simgelerinden Ermenice, Kürtçe ve Türkçe bilen üç dilli kedi “mestan”dan kalma bir gelenektir. O halde bizim mahallenin “ğırğız” çocukları da bizim mahallenin “ğırğızlanan” mağdurları da alınmasın. Alınırsa, resmi tarihler, sarışın tarihçiler alınsın. Ortadoğu tarihi “çalmalar”, “el koymalar” tarihi değil midir? Dile el koymalar, dilde zorla iskânlar… Tarihe, coğrafyaya el koymalar. (Sivas’ta öldürülen Altıok Metin, “Tarih Üzre” de, “Osmanlılık üç kıtaya yayıldı;/ Ama güngörmüş Anadolu,/ Yine de hiç Osmanlı olmadı.” diye hülasa etmiştir ol hikâyeyi…)

Onu görünce, “Hep kalabalık gezer” diye tasvir edilen ünlü ressam Abidin Dino gelir aklıma… (Hani, Nâzım Hikmet için İstanbul’dan Paris’e midye dolması ve mezeler getirterek incelikleri bile incelten Abidin Dino…) Dino’nun tersidir o, hep yalnız kalmak ister sözcükleriyle. Hatıralarıyla hep yalnız kalmak ister. Yalnızdır ama yanlış değildir. Yanlış yaşamayan ve yanlış yaşlanmayanlar kavmindendir. Tek gezen, menzili tek başına yürüyen yılkı atı; öç bilmeyen göç ve sürgün bilen kervancı. Mesafeli… Hep, ama hep mesafeli; kendine bile mesafeli. Bir rivayete göre "ara bölgesiz" eşik… Ya da mahmur, uykulu bir eşik bölge. Belki de Araf… Kim bilir Araf… İçindeki sıcaklığı esirgeyen değilse de görülen lüzum üzerine gizleyen soğuk demirci. Kalabalıklarla gezmekten haz etmez. Hep mesafeli… Tarih bilgisi böyle gerektiriyor da ondan… 

Vakanüvis… Ve seyyah… Ve abdal… Ve Ermeni Çelebiyan… Gezgin anlamında da alçakgönüllü anlamında da Çelebiyan.  Yürürken gidiyor mu geliyor mu hiç anlamazsınız. Sadece yol olduğunu, yolcu olduğunu, yolculuk olduğunu hissettirir. Dünyayı dolaşır, dünya mülkünü gezer, ama aklında Diyarbakır’da dükkân açmak vardır… Ben diyeyim eski yazmalardan sahaf, siz deyin eski taşlardan sarraf, küçelerde çok eski, çok kadim, “kirletilmemiş zamanlardan kalma” bir esnaf… Esbabımucibesi uzaklık olan çocuk. Uzak ama bir o kadar yakın. Yakın ama bir o kadar da ama uzak… İyi metinler gibi, yakından okumak zordur. Uzaklaştıkça okunan tablet…

Şık Ermeni…  Tavsiye mektubu… Ermeni duvar ustalarının taşları dizdiği gibi döşer bedenini. Tek bir taşın yanlış durmadığı bir zarafet. Sık taşlar ile döşenmiş şık bir avlu. Fularını boynuna, boynunu fularına yakıştıran çok az kişiden biridir. Şair Cemal Süreya gibi onun forslarından birisi de şapkasıdır… (“/…/ Ve Cemal hep bir yerlerde/ Unuturdu o şapkayı/ Ama şapkaydı belki de/ İsteyen unutulmayı// Kolay değildi doğrusu/ Öyle bir başta durmak/ Hem bir şairin forsu/ Hem sıradan eşya olmak” Metin Altıok) Eskidikçe yenileşen, yenileştikçe eskiyen kırmızı yeleği uğurudur. Çok biraz süslü, seyrek saçları divanda dergâhta, uykuda rüyada biryantinli… Saçlarını eski zaman perdelerinin saçaklarına kenar süsü gibi tarar. Süslü abi… Yüzünde bir şark çıbanı vardır ve hiç gocunmadan her zaman yandanşarklı bakar…

Taammüden mi yapar bilmem; acısını şıklığı gizler… Biz onun içini pek göremeyiz ama o bizim içimizi görür. İçe, dibe bakar çünkü… Hapishane diliyle söylersem, dipkapalı… Dilkapalı… Dikkapalı… Resmi tarihe göre sanki “menfi...” Sanki Diyarbakır dışında her yer onun için “menfa”; uzak mekânlar, uzak kaleler… “Kalebend” desem yakışık almaz. Daha büyük bir derde gark olmuş bir halkın çocuklarından;  “yanmış” anlamında mektepli suhte olsa da "tahsille elde edilebilen cahiller”den değil. Derviş ama gizli derviş… Sır’ını, sırrını çok sonra, ışıltısını çok sonra verir…

Şarabi… Şarap veya konyak türü şeyler içer… Bardağı zarif tutar. İncitmemek telaşı… Şarabi aşkıya… “Şarap üzümden değil üzüm şaraptan yapılmıştır” cümlesindeki mükemmelliği bilir. Şarap üzümün mükemmelidir. Dilin mükemmeli edebiyat… Hulki Aktunç, “Şaraba gecikenler üzümü sevmez” demiştir… Mıgırdiç abi, şaraba geç kalmaz… 

Serabi… Üç zamana kadar iyi görür… Üç boyutlu, düş boyutlu görür. En çok çocukluğunu görür.  Yıllar yılı Diyarbakır serabı görür. Nice ölmeler, öldürülmeler duymuştur atalarından, nice sürgünler… Tarihten yetim coğrafyadan öksüz bir halkın çocuğudur. Yürürken geriye her bakışında, sanki çekilen acıları görür…“O kadar ki korkudan uzamıyor saçları” dediği bir nesli anımsatır… Ama tarih biraz da, korkunun korkusuzluğa dönmesi değil midir? (Cemal Süreya’nın “Ödleriyle öten kuşlar” dizesi de geçsin kayıtlara...)

Diyarbakır’a geç kalmaz… Geç kalırsa kendine geç kalır da ondan… Ama kentin ona geç kaldığı çok olmuştur. Gittiği bütün kentlere, Diyarbakır olarak bakar… Valery’nin, “Güzellik hülasa edilemez” has cümlesini bilir yine de, hep Diyarbakır’ın özetini çıkarır. Nereye gitse Diyarbakır, nereden dönse Diyarbakır… Zararın ve zamanın neresinden dönülse Diyarbakır olduğunu bilir. Kârda da zararda da Diyarbakır. Ona, işin mecazına kaçıp “Azınlık kolu başkanı!” desem olmaz; öyle ya kim "az", kim "çok", kim "eski" kim "yeni" belli değil de ondan. Her halk az, her halk çok da ondan. Her dil kadimdir de ondan… Kentin tarih ve hatıra kolu başkanıdır bilene… Onunla konuşurlarken sözcükler toplamak isterim miras olarak… Not alırım aklımın defterine, sonra bir kısmını unutur sormaya utanırım… Bilirim ki, devlete, aşkta, siyasette yenilmenin çaresi vardır. Yenildikçe, yanıldıkça yeniden kıyama kalktıkça, yeniden insan ve isyan dedikçe yeni kendine taşınabilir insan. Ama dilde yenilmek, devlete, aşka yenilmeye benzemez. Dilde yenilen, dili yenilen iflah olmaz da ondan… Mânânın maddenin bağışı olduğunu bilir…

“Abi” derim ona… Dilimin ve gönlümün ucuna gelen sözcük budur. Üç kere abidir benim için. Çoğul abi… Tarih abisidir, bir… Coğrafya abisidir, iki… İlk Ermeni abimdir, üç… Ve nedense, tarihsel ve siyasal benzemezliklerini bile bile, sözcük çağrışımlarının da kışkırtmasıyla Meksika Chiapas ormanlarında Zapatistaların efsane As Kumandande Marcos’tan kinaye “Has Kumandante Margosyan” demek gelir içimden. Ağrılı abidir, sancılı abidir, gün görmüş abidir. Hep birlikte mağluplar kavmindeniz.

“Karahübür” karası esmer çocuk…
Büyüyünce Diyarbakır surlarına sır olacak…
23 Aralık 1938, Diyarbakır… Hançepek Mahallesi nam-ı diğer “Gâvur Mahallesi.”  Sıke’den olma, Hıno’dan doğma bir çocuk doğar. Ebesi Kure Mama, komşular ve nenesi ana rahminden bebeği zorla çıkardıklarında, “kara hübür” dutu karası esmer bir bebekle karşılaşırlar. Bir grup koca karı, dişçi babasına müjdeyi yetiştirir: “Gözlerin aydin ola Sıke! Gözlerin aydin. Allah sahan bir oğlan verdi, kapkara bi oğlan…” Birkaç ay önce ölen oğluna “Mıgırdiç” adını koyan babası Sargis Margos, nam-ı diğer Sıke, “haç” deyip “paç” (çaput) demez ve çocuğun adını “Mıgırdiç” koyacağım diye tutturur. Diyarbakır Ermenilerinin biricik papazı Der Arsen seyahatte olduğundan Dört Ayaklı Minare’nin yanındaki Keldani Kilisesi’nin rahibi Ebune Hore’ye koşarlar.  Der Ersen’in yokluğunda, Ermenice “aleluye, aleluye” yerine Keldanice “keddişe, keddişe” dualarla vaftiz olmak kader ve kederdir artık. Ebune Hore, ritüel için hazırlıklar yaparken, yüksek sesle sorar; “Çocığın adı nedir?” Kucağında havluya sarılı bebeği taşıyan vaftiz babasının, büyük anasının ve babasının birlikte çocuğun adını söylemeye hazırlandıkları sırada Ebune Hore, kendi sorusuna pişkince kendi yanıtlayarak sürdürür: “Bahan kalırsa adıni Burhan koyağh. Okıla gettığında zorlığ çekmez! Adıni doğri dürıst sölerler. Üstelik Ermeni oldıği da anlaşılmaz, o da rahat eder…” Babasının kadim gâvur inadı tutar ve “Oğlımın adı rehmetli babamın adi olacağ. Adi Mıgırdiç’tir.” deyince akan sular durur. Böylece talihin emri, kederin kavliyle, Keldani Kilisesi’nde vaftiz olur. Çocuk Mıgırdiç adıyla vaftiz edilirken babasının anası Saro nenesi oğlu Sıke’nin kulağına şöyle fısıldar: “Eğer oğlanın adını Mıgırdiç koymiyaydın, sahan sürgınlerde verdığım sütımi helal etmezdim!”

Sonrası mı? Ortaokuldan sonra İstanbul’da Getronagan Lisesi… İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü… 1966-72 yılları arasında Üsküdar Surp Haç Tıbrevank Lisesi’nde felsefe, psikoloji, Ermeni Dili ve Edebiyatı öğretmenliği ve okul müdürlüğü… Öğretmenlikten istifa ve ticaret… Ve edebiyat… Aras yayınları...

Bu Mıgırdiç, bizim Mıgırdiç Margosyan’dır…
Kabuk bağlamamış sırlardan ve yaralardan bizim mahallenin çocuklarına hatıradır... 

Sezai Sarıoğlu, 2009

6 Mart 2021 Cumartesi

Nasıl da Eskimiştir

Başa dönelim biraz da,
Hep başa döneriz;
Belki bir çay bardağına,
Sıcaklığa, tutuşa, dokunmaya,
Ne güzel anımsarız geçmişi,
Kendi yalanımızla.

Uysal bir geçmiştir,
İyi şeyler kalmıştır aklımızda.
Unutmak bizim bildiğimiz iştir.
İri gözlerin senin
Bütün iyiliğiyle,
Bizi hep nasıl izlemiştir.

Geçmiştir, bugün de geçer
Zamanla güzelleşir.
Geçmişle bugün arasında
Tek bildiğim kendimdir.
Ve kendim, belki hiç bilmediğim,
Nasıl da eskimiştir.

Başa dönelim biraz da,
Örneğin çatlak bir nara.
Eski bir aşka dönelim,
Bir aşkın kanayan anısına,
Ki yıldız dolsun
Apansız karanlığımıza.

Metin Altıok (bir acıya kiracı)

Fotoğraf: Sema Mermertaş

Kenar Mahallede Bir Pazar Günü

Kenar mahallede bir pazar günü
Buğulanır toprak yol ve damlar
Sabah güneşinin ilk akıntılarında
Göğü turuncu bir ağ kaplar

Konuşmalar, küfürler, çocuk çığlıkları
Öper yüzünü yeni bir sabahın
Çamaşırlar hışırdar avlularda
Bayrakları gibi fukaralığın

Kahveye çıkar birer ikişer erkekler
Yayılarak otururlar iskemlelerde
Çay bardakları şıngırdar, radyo bağırır
Bir haftanın yorgunluğu akar iliklerde

Ötelerde, portakal bahçelerinde
Gün ışığı danseder sabah yeliyle
Arklardaki sular el çırpar
Toprağı ürpertiden titretircesine

Bir çocuk çitleri usulca aşar
Geçer uyuklayan bekçinin önünden
Bir damla kalır gömleğinin içinde
Uzayıp giden portakal denizinden

Tulumbada yüzünü yıkar bir işçi
Daha uyanmayan karısına seslenerek
Kalkar kadın, elinde bir havlu
Geceki yorgunluğu anlatır ezilerek

Bir kumru tüner dallarına o zaman
Avludaki yaşlı dut ağacının
Ona sevgiyle gülümser işçi
Sonra sarar belini kadınının

Sokaklarda satıcıların bağırtılan
Kapıların önünde iyice tizleşir
Kenar mahallede bir pazar günü
Böyle başladı, nasıl biter kimbilir…

Ahmet Erhan, 1979

İzleyiciler