edebiyat nöbeti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
edebiyat nöbeti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Şubat 2025 Pazar

Çünkü Uzardı Kış

...yüreğimdeki on beş eylül için

1
Kış bizi üzecek karları dinleme sus
On beş kez ağlayan çocuk
Gözlerinde bitmeyen uçurum dinmeyecek
Üzecek bizi taşıyan sessizlik sus

Unut kalbim Mardin'e
Düşen üzümler Şiraz' dan değil
Savrulan rüzgârı büyüt gözünde
Gider bir yerlerde üşürüz, unut

Kaç cümle yaratırdı ki aşk
Ellerinle düşünmek sana göre değil
Yaslandığın ağaç
Ağzında kemirdiğin kalem unutmadı geçmişi

2
Kuraktır insan dökülür çekilelim biraz
Büyür ateş hazırlanan
Alevlerle gel dilinin sahnesine
Bir replik yakalar bir gün birimiz hayattan

Dönüp gittiğimiz yine kırlar
Dolu'lar altında kirlenen çocuk
Ve adımız susmak ülkesine nasıl uzak

Hatırlayışlar yanıltabilir örneğin
Rüzgarı bağışlayan
Kırların şefkatiydi
Bir vişne ikindisi
Parkın bütün halleriyle
Getirebilir bizi hatırlatan ne kaldıysa
Kış üzüyor bizi
Çok gecenin ezberiydi oysa
Yıldızların birer taş olduğunu hatırla

Hatırla biraz daha
Yok bu değil demek istediğim
Hatırlasam olmalıydı
Yoktuk biz
Biz hiç olmadık

Korkuyorum kimi anlar dinlerken seni
Bir avuç suyun içine
Yağmur anlatan gülüşün
Bir ormanı karıştırabilir yaşamın arasına

Kış uzar
İç çekiyoruz başka bir şey olmalı
Olabilir mi diye sormuyorum
Yan komşu kör bir kedi besliyor dışarıda

Sen benim güz masalım
Dinledim
Anlattım
Bittiğini

3
Çayı sevmeyişini özledim
Yalnız ve kırılgandı mutfak
Bir bardağı incitmek delilik olabilir
İlk acıyı tutabilmek beni oyalayan

Kış uzuyor
Kırılan ömrüm kesmeli önünü yılların

Kalbim uzun bekliyorsun
Karada üşüyen deniz ve
Kuş tüyü cümlenin sonunu getirebilir diyorum

Bir güz asılıyor odaya
Doğduğum ev yıkılıyor

Birimizi dışarı çıkarıp öyle seviyoruz
Temiz kalıyor. oda, masa... kiler
Bedenimiz en baştan başlamak için

Ne zaman gelse kediler aramıza
Bir yudum kahve veriyoruz ve
Kayboluyor diğerimiz

Ayak izlerimiz derin kumlara dahil değildi
Ve biz "iyi ki" ler edinip
Kuruyan vişneler almaktan vazgeçtik

Kış bitiyor
Çözülebilir bir cümlede ateş ve buz
Bunu düşünmeliyim unutmadan bir ara

Bir gün herhangi bir takvimde uyurken
Anka külleri içinde gezinen serçenin
Ilık nefesini bulmayı deneyebilirdik

Açtık biz
Acıktırdık kendimizi bütün aşklarda
Uzaktı özlem
Erguvan tin
Hayat gibi durmalıydı elbette
Açtık biz

Ağzımız kayısı kurusu gölgesine uzanırken
Suların hafızasında kıyılar özlemdi
Kirli bir kederdi
Ölü çocuklar
Dünyanın yüzünde uçuşan sarı kelebek
Biz kış gemilerine
Deniz demeyi bilemediğimiz içindi

Zeynep Kurada

Edebiyat Nöbeti, Kasım-Aralık 2024, Sayı 55,  S.13-15


8 Aralık 2024 Pazar

Kutsal Emek ve Pedro

    Kül rengi giysiler içindeki Meksikalı işçi, koşar adımlarla genç kazazedenin yanı başında diz çöktü. Islak ve kanlı başını okşadı, yüzünü silip temizledi. Yüzünün yarısı kanla karışık toz içindeydi.
    Uzun bir rüyadaymış gibi irkilerek uyanan işçi, acı bir çığlık attı. Henüz ne olduğunu algılayamamıştı. Arkadaşı İspanyolca konuşuyordu. Kapının önündeki plastik yemek kutusunun üstündeki cep telefonundan İspanyolca müzik sesi yayılıyordu.
    Kuşkusuz İngilizce biliyorlardı. Duygular ve düşünceler, en iyi konuşulan dilde
kendini ifade edebiliyordu.
    İlk tümceyi kurduğun, ilk soruyu sorduğun dil, bedenin önemli bir parçasıydı. Öbür türlüsü bedenin bütünlüğüne müdahaleydi. Bu müdahale hiçbir nedenin arkasına saklanıp aklanamazdı.
    Genç kazazedenin kanlı başı, sondan bir önceki basamağın üzerindeydi. İstem dışı bir devinimle kalkmaya çalıştı, elini arkadaşına doğru uzattı, ama kıpırdayamadı.
    Burası varsılların yaşayacağı yeni kurulan, korunaklı, denetimli, gözetlemeli, Amerika'nın herhangi bir eyaletindeki herhangi bir kentin tipik bir mahallesi. Herkesin yaşamak için rüyalarını süsleyen ülkeden küçük bir kesit.
    Ana kapıya doğru yükselen on yedi basamağı bir bakışta sayabildim.
    Ev kocaman bir bahçeye, arazi demek daha doğru olur, açılıyor. Meşe ağaçlarının göğe dal verip yükseldiği arka bahçede büyük bir havuz var.
    Satılmıştır, levhası göze çarpacak bir yerde duruyor. Son rötuşları yapılıyor. Bitince alıcısı gelip oturacak.
    Mermer merdivenleri cilalarken dengesini kaybedip düşmüş.
    Hayatları gibi işçilikleri de ucuz. Artık her ülkede ucuz işçi bulmak çok kolaylaştı.
    "Dünyanın her yerinde iş kazaları sık sık oluyor. Bütün önlemleri almamıza rağmen." Bütün varsıllar ve işverenler aynı kalıplaşmış tümcelerle soruları yanıtlıyor.
    Ölen, sakat kalan, artık çalışamayacak durumda olan, yoksullara verdikleri tazminat ise yıllarca süren davalar sonucu, ancak mahkeme kararıyla alınabiliyor.
    Sistem hep aynı şekilde işliyor. Çarklar hep aynı şekilde dönüyor.
    Ülkelerin gelişmişlik düzeyleri; işçiler için, yoksullar için, gelişmiyor.
    Basamakları cilalarken ne düşünüyordu bu genç işçi?
    Hangi düşü kovalıyordu?
    Merdivendeki o göz kamaştırıcı pürüzsüzlüğü yaratırken, hangi hayalini diğerine
köprü yapıyordu?
    Basamakları ivecenlikle atlayarak girip çıktığı evin içinde dolaşırken annesini mi,
yoksa yavuklusunu mu düşünüyordu?
    Ya da her köşesine damla damla bıraktığı alın terinin izlerini mi arıyordu?
    Varsıllara alın terini, kokusunu, ideallerini, hayallerini, gençliğini, emeğini, farkına varmadan teslim ediyordu.
    Yaşamak için değil, ölmemek için bütün hayatını varsılların pazarında düşünmeden satıyordu. Aldığı ücret, yarı aç yaşamasına ancak yetebiliyordu.
    Ambulansta giderken emeğin kutsal olup olmadığını düşünecek durumda değildi.
    Emek gerçekten kutsal mıydı?
    Ya da şöyle sorayım, kimin için kutsaldı?
    Varsıllar için mi, yoksa yoksullar için mi?
    Varsılların işine yaramasaydı, emek gerçekten kutsal olabilir miydi? Kutsallık zırhına büründürülebilir miydi?
    Bir şey kutsallık tanımı içinde yer alıyorsa, mutlaka varsılların işine yaradığı içindir.
    Çalışma kutsanıp, zaman törpüledikçe, düşünme azalıyordu.
    Çalışmaktan düşünmeye vakti olmayanlar, en harika kölelerdi.
    Bunlar, efendilerinin buyruklarından bir milim dahi dışarı çıkmayanlardı.
    Buyruklarla yaşayanlardı.
    İtaatte birinci sınıf kullardı.
    Nazi Toplama Kampları'ndaki:
    "Arbeit macht frei. Çalışmak özgür kılar."
    Sözü, korku, şiddet ve vahşetle bedenlerini ve düşlerini yok ederek, ölesiye çalıştırdıkları Yahudi'leri özgür kılmadı. Gaz odalarında nefeslerini kesti. Bu söylemin yazılı olduğu kamplara sağ girenler, ölü olarak çıktılar.
    Bir de adalet sorunu var, tabii ki.
    Varsıllar, adaletin amansız savunucularıdır. Adalet vaat ederler. Adalet istekleri,
yoksulları daha iyi ezmek, sömürmek, açlık sınırındaki gelirlerinden, devlet yardımıyla daha çok vergi toplamak ve kendilerine bağımlı kılmak içindir.
    Varsılların adaleti, yoksulların hapishanesidir.
    Her geçen gün sayıları biraz daha artan yoksullar, açgözlü varsılların modern ve
gizli köleleri olmaya devam ediyorlar.
    Bu çark kırılmadığı sürece;
    Dünya, yoksulların mülk edindikleri çaresizliği köpürterek dönmeye devam edecektir.
    Genç Meksikalı beyin kanamasından öldü.
    Başını okşayan arkadaşı: "Pedro, Dünya'dan daha kötü bir yer olmayacağına göre, gittiğin yer, mutlaka iyidir."
    Başı dizlerinde, elleriyle kulaklarını kapatmıştı. Dünyanın sesini duymak istemiyordu.
    Yaşlı olan: "Bu topraklar bize düşman, artık gitme zamanı."
    Yankısı dinmeyen bir gün daha bitti.
    Merdivendeki kan kurumamıştı.
    Basamak, içten içe kanıyordu.

Emine Aydoğdu, Edebiyat Nöbeti, Ocak-Şubat 2023, Sayı 44,  S.35-36


7 Aralık 2024 Cumartesi

Yangın Yokuşu

Hatırlarsın çoğunu,
Gökyüzüne sıvanmış bir kömür karası,
Evleri üst üste, duvarları karanlık
Alnı buz tutmuş çok eskilerden bir yangın yokuşu

Canı burnunda bir dünya, soluk soluğa yaşarken evreni
Kınından çıkmış gibi evrildiği sedirde
Düz bir pencereden bakıyor, avuçları kan içinde çocuk

Anneler sızılı, ahşapları çürümüş tek gözlü evlerde
Beni de yutuyor derin ayak izlerinde sokakların
Hatırladın değil mi, çocuk

Fırıncı Yakup'un önünden geçtin yüz yıl sonra
Yangın Yokuşu'nun tam ucunda duruyor resmi
Ekmeğin kokusu hala burnunun ucunda
Kahveci Cilo bilardoyu devirdi bak
Beyaza salto attırdı istakanın tebeşirli gövdesinden
Alkışlar arasında bakıyordun çay yudumlarken, çocuk

Deniz simsiyah, Agora'dan aşağı doğru
İnci sinemasının yıkılışını gördün anılar arasından
Ellerinde balık pulları Havra Sokağı'nın
Soğan kabuklarının ve kıvırcık marulun sitem dolu gözleri
Sert baktın, için titredi, yan yoldan çekildin sarı köşeye
Bu dize dibe çökertti seni
Kestane Pazarı'nda avuçlarını sildin
Çadır brandalarda saklandın, utançtan, çocuk
Kulaklarımın duyduklarını örttün Hisar Camisi'nin desenleriyle

Çok yoksuldu dünya o zaman, çok da görkemli
Kuş sürüleri yüklü sanki kümülüs bulutlar
Dalgalar Konak'ta ayaklarına dokundu insanların
Seni de öldürmüştü bir defasında, kaşlarını çatmıştın
İpin çekilirken biri elini tutmuştu
İlk kurtuluşum öyle oldu hayattan çocuk

Çok koştun Tilkiliğe Yangın yokuşundan
Çocuk bezi daha bulunmamıştı,
Flaş bellek de bir yüz yıl sonra
Erimiş, incelmiş, ipek kızılı, sıcak bir ev Asmalı'da, sizin eviniz
Hem de cumbalı, pervazları ladin, tokmakları pirinç
Kapıları açık, özgür ve güvenli bir baba evi
Hatırla bak
Şimdiki gibi
Kimin ellerine sürülmüş kara lekeler var
Akrebin gör dediği hatırla şimdi, çocuk
Yangın Yokuşu'ndan Fırına uzandın
Depremler içinden süzülen bir yanın var
Deli ırmaklar gibi aktın uzunca, duruldun çocuk
En pahalı olandı erdem, ona tutundun
Sevgi kadar muhteşem, o yokuşta yoğruldun

Şimdi günler kısaldı, yokuş sarmal bir gök kubbesi
Nereye uzansan ılık bir akşamüstü, gün batımı
Nerede dursan yorgun bir ip ucundasın çocuk,
Hangi vagona binsen yükü is yorgun duvarlar

Tuncer Gönen, Edebiyat Nöbeti, Sayı:35, Temmuz- Ağustos 2021, S.18-19

Fotoğraf: İzmir, Ülkü Mahallesi, Yangın Yokuşu, 1973



4 Aralık 2024 Çarşamba

Gün

birtakım vehimler silindi kasaba ağzında
eylül hevenkleri
ezilmiş izmaritler
nöbet basamakları epilepsinin
kırmızısını yitiren kırık kiremitler
ölümün loş bilgisini dayatan varlığıyla
mezar taşlarının soluğunda
ihtiyarlık,
yalvacı homurdanan geçmişin
çığlıktan bir leke olup dağa yürüdü
                          hortlakmışçasına
dağa yürüdü erbane sesleri arasında
bir portredir şimdi çizilmeyi bekleyen

ay, ışığıyla besledi saklı albino çocuğunu
ve o gün bugün ölümsüzdür bakışında
 büyümeye direnenin
ve kırkında taş kırıcının
sevilmeyen babalara benzerdi

gün, karıncaları ayıklamak içindi
bir tabak bulgurdan
açlığı uyutmak için güneş altına koyulan
büyük açlığı
doğmakla bir kazınmış zavallı alınlara

somya altına gizlenildi bronşit kılığında
gözlerinde her şey paslanmaya gebe
gizlenmenin gözlerinde
 ve beklemek beklemek beklemek
gizlenmenin gözlerinde
insan soyunun yazılmamış trajedisiyle
anne sonlu bir rükuydu o zamanlar
her şeyin geçiciliği
uzanarak göğüste bir yerin zayıflığına
uyuyarak ağrısında
dualar içre
çün
  kü: "ol!" denildi olduk
telafisi imkânsız

utanınca simurg gölgeliyor harfleri
dünyalı kanatlarıyla gölgeliyor suskun
öteki dağın ardında

Erhan İksamuk, Edebiyat Nöbeti, Sayı:54, S.16

Resim: Yusuf Bilge, Tuval Üzerine Yağlı Boya, 40x40 cm



21 Aralık 2023 Perşembe

Düşe Dünya

acı dindi, duruldu deniz 
avcumda yeşil bir direnç 
kımıldıyor, mis kokuyor fesleğen 
gök mavi bir yelken kanatları alnımda 
simitçiler, piyangocular, falcılar 
hayat! kal biraz daha!
ah o aceleci güvercin sürüsü
havalanıp iniyor meydanlara 

topuklarımdan saçlarıma kırgındım 
bir aynanın içe bakması gibi 
sözsüz, tozlu, bulanık yaşadım 
şimdi güneş önümde yürüyor kurula kurula 
sabahın ayakları pespembe, elleri iğde
saç örgüsünü çözüyor minik kız 
fırfır etekleri yaza dönüyor, dünya düşe dönüyor 

son sigarasını söndürüyor sonsuz adam
kirpiklerden düşmeyen bir ayrılık 
yürünmüş yollar, yürünecek yollar 
yollardan masal yapar ağızlar
ağrıyan taş, kederli çiçek, sızlayan su 
dilimde dağılıyor dünyanın tek gerçek sorusu

kendini hiç mi sevmedin çocuk?

Özge Sönmez, Edebiyat Nöbeti Sayı: 48, S.30

Resim: Rukiye Garip, Suluboya Çalışma

8 Aralık 2022 Perşembe

Bir Gece Delirdim

  


Beni bu yalnızlık delirtti, yapayalnızlık. Trafik ışıklarının bir kırmızısı, bir de sarısı vardı hayatımda; hazır vaziyette duruyordum anlayacağın. Ne gidebildim, ne gelebildim; kurudum kaldım durduğum yerde.

Bir gece bozdum kafayı; gören sarhoş derdi, demiştir de, değildim. Çıktım apartman boşluğuna: “Yalnızım ulan yalnızım” diye bağırdım. Baktım ses seda yok, sinirimden kendimi attım 2.katın merdivenlerine doğru: “Yalnızım duyuyor musunuz beni?” diye nara attım. Birinci kattaki Ali İhsan Amca zaten duymazdı; 88’inde, öyle dul ve kimsesiz değil çok şükür; karısı da var çocuğu da, hepsi terk etmiş, huysuzluğundan diyorlar, laf. Onun hali benden beter ya, bağırmaya hali olsa, bağırır en okkalısından ya, ne gerek var şimdi. 88 senenin bir 50 yılı çilekeş geçmiş zaar; bakkal Rüstem Amca anlatmıştı, oradan biliyorum: Karısının defalarca aldatmışlığı, döne dolaşa Ali İhsan Amca’ya gelmişliği var. Ali İhsan Amca da dünya garibi, her seferinde kabul etmiş Esma Teyze’yi. Esma Teyze dediğim, sülün gibi kadındır Allah bilir gençliğinde, 80’inde bile ayrı güzel. Bir de oğulları var 50’lerinde, Ali Fuat. Aramaz sormaz, ta ki paraya ihtiyacı olana kadar. Bakkal Rüstem’e sorarsan, Ali İhsan Amca oğluna kızdığından tüm varlığını Darüşşafaka’ya bağışlamış; Rüstem nereden bilecek diyorsan, Rüstem bilir tüm mahallenin halini, vaktini. Diyeceğim o ki; Ali İhsan Amca’nın kulakları zaten ağır işitiyor; ne benim yalnızlığımı görür, ne de çığlığımı duyar gecenin o vakti; onun canı sağolsun.

2.kattaki Neriman, gudubet Neriman. Allah onun belasını versin. Ölüyorum desen, kapısını aralayıp bir tas su vermez adama; evde kalmış, kız kurusu Neriman. Neriman’ın anne-babası öldükten sonra kapıyı bir kapatmış, o kapatış. Deliliği benden hallice; ben insan gördüğümde hal hatır sorar, iki sohbetin belini kırarım en azından; onda bu da yok. Ne medet umduysam, onun merdivenlerine doğru yuvarladım kendimi; delilik halinde bunu düşünecektim sanki. Varlığıyla yokluğu bir Neriman’ın, olmasa da olurdu ya, Allah’ın işine karışmayayım, neyse.

Benim bir üst katımda oturuyor, Kemal Amca’yla Suat Teyze. Emekli öğretmen ikisi de; apartmandaki yalnızlığımın tek kalabalığı onlar. Hiç çocukları olmamış; Anadolu’yu köşe bucak gezmişler bir harf öğretmek için; sırf öğretmen maaşıyla olmaz ya, Suat Teyze’nin babasından kalan mirası da tazminatlarının üstüne koyup, üst katımdaki 75 metrekare evi ancak alabilmişler. Suat Teyze sarmayı sevdiğimi bildiğinden, ne zaman yapsa dumanı üstünde bir tabak dolusu gelir kapımı çalar. O gün evde yoklarsa demek, çığlıklarıma onlardan da ses gelmedi. Evde olsalardı, ben böyle perişan olur muydum hiç?

5.katta oturuyor Mine; bakkal Rüstem “Orospu” diye bahsediyor ondan hep, kızıyorum ya öyle demelerine, ses de etmiyorum. Mine her gün çeker minileri o güzelim bacaklarına, memelerinin yarısı taşar hep o v yaka bluzlarından; kırmızı ruju hiç eksik olmaz, olmasın da. Güzel kadın Mine, orospuysa da güzel işte, kime ne. O ne zaman çıkacak olsa evinden, ardı sıra apartmanda bir yasemin kokusu; Mineler hep mi böyle güzel kokar acaba? Sokağın köşesinde camlarında siyah film olan bir Mercedes alır onu hep; birkaç kez topuk seslerinden sebep merdivenlerden inişini duymuştum, apartmandan çıkıp, arabaya binene kadar takip etmiştim perde arkasından. Arabaya gidene dek, sokakta oynayan çocukların başını okşuyordu her seferinde; bir de bizim sokağın köşesini “ekmek kapısı” belleyen dilenciye, en okkalısından sadakasını veriyordu. Hem güzel, hem merhametliydi Mine; biliyorum, evde olsa koşar, yetişirdi feryadıma ya, kim bilir hangi adamın kollarında sevişmekte.

Üçüncü bağırışımda kapıcı Seher Hanım’la kocası Mehmet Efendi yetişti. Seher Hanım dünya iyisi; Artvin’den göçmüş gelmişler buralara. Mehmet Efendi’yi çok sevmiş 18’inde; babası vermek istememiş, sefil olursunuz, çingenenin çadırı var, Mehmet’te o bile yok, ne yer, ne içersiniz dediyse de Seher’in gönlüne laf geçirememiş. Seher “Gel kaçır beni” demiş Mehmet’e, O da durur mu hiç yerinde, dünden razı. Elinden tuttuğu gibi Seher’in, almış gelmiş İstanbul’a. Sevmediğim insanlar olsa, “Bir onlar eksikti zaten İstanbul’da” derdim ya, demem, diyemem. İstanbul’a geldikten sonra, iki apartman yan tarafımızdaki, akrabaları kapıcı Arif Efendi’yi bulmuşlar; Arif Efendi de bizim apartmana yerleştirmiş onları; iyi ki. Bakkal Rüstem de severdi onları. Allah’ın adamı derdi onlar için; Allah’a inanmazdı Rüstem ama, sevdiği bir şeyden bahsedecek olsa, yanına Allah’ın adını koymadan edemezdi.

Seher’le Mehmet Efendi beni tuttukları gibi merdiven köşesine sabitlediler; Seher, Mehmet’e: “Koş su getir, kolonya getir, çabuk” dedi, Mehmet koştu, gitti. O ara Seher’in boynuna sarılıp, “Ben niye böyle yalnızım Seher” diye sessizce ağladığımı hatırlıyorum. Seher de, garibim: “Yalnız olur musunuz hiç hanımım, bak biz varız, bizim çocuklar var Hasan’la Hüseyin, siz niye yalnız olasınız ki?” dedi. Gülümser gibi oldum O öyle dediğinde, hoşuma gitmişti birinin “Biz varız” demesi, gülemedim.

Mehmet geldi sonra; boynuma, saçlarıma kolonyayı iyice boca etti Seher. Lanet olası kolonyanın kokusuna tahammülüm yoktu ya, ucuzunun kokusu yanmış süt kokusundan farksızdı bence. Su içirdiler sonra, içerken genzime kaçtı, o ara Seher’in yüzüne öksürdüğümü hatırlıyorum, O aldırmadı da, ben çok utandım.

İkisi de kollarıma girip, beni daireme taşıdılar; Seher yatağıma kadar getirdi, Mehmet Efendi daire kapısının orada bekledi. Sonra Seher bir ihtiyacım olup olmadığını sordu, “Yok” dedim, teşekkür ettim; istemediysem de o lanet kolonya şişesini başucuma bırakıp, kapıları çekip gittiler.

Saate baktım sonra, sabahın 4’ü. Saatimin alarmını kapattım, “Yarın işe geç gideyim bari” dedim içimden. Saati elime aldığımda, o günün tarihinin 2 Temmuz olduğunu hatırladım, yine. Sahi ya, bu tarihi bilmeseydim, bunca delirmeyecektim. Sonra uyudum işte.


Sevda Gedik

Edebiyat Nöbeti, Sayı 7,  S.110

11 Nisan 2019 Perşembe

Kızıl Aynak Kuşu

       
    Ara mevsimdi; kızıl aynak kuşu kan ağacında ışıldadığında yaz henüz bitmemişti. Çiçek bahçesi çürümüş manolya çiçeklerinin taç yapraklarıyla kirlenmişti. Demirotları alev çiçeklerinin ortasında yayılarak büyüyorlardı. Gaz lambasının yanındaki saat hâlâ beşi gösteriyordu; fakat karaağaçtaki sarıasma kuşu yuvası boştu ve tıpkı boş bir beşik gibi ileri geri sallanıyordu. Son mezarlık çiçekleri açıyor ve kokuları karşıdaki pamuk tarlasına ve yitirdiğimiz yakınımızın adını yumuşak bir sesle söyleyerek evimizin her odasına yayılıyordu.

     Madem ki o yaz çoktan geçip gitti ve zaman kendi yoluna devam ediyor, bütün bunları hâlâ net olarak hatırlamam tuhaf. Mutfağın hemen dışında, kan ağacının olduğu yerde bir değirmen taşı duruyor. Şimdilerde eğer karaağaçta bir sarıasma kuşu ötüyorsa, şarkısı yapraklarda gümüş bir sis içinde kaybolup gidiyordur. Çiçek bahçesi düzenli, evde ışıl ışıl bir beyazlık, bahçenin karşısında solgun çit dik ve derli topludur. Bazen, tam da şimdi olduğu gibi, soğukta, yeşil süslemeli salonda oturduğumda, değirmen taşı dönmeye başlıyor ve bütün değişimleriyle zaman zeminde uzanarak yayılıyor. Ve ben Doodle' ı hatırlıyorum.

     Doodle bir oğlan çocuğunun bugüne kadar sahip olabileceği en çılgın kardeşti. Elbette Başkan Wilson' a âşık olan ve ona her gün mektup yazan yaşlı Bayan Leedie gibi bir çılgın değildi; fakat rüyalarınızda tanıştığınız birisi gibi tatlı bir çılgındı. O doğduğunda altı yaşındaydım ve dışarıdan bakıldığında tam bir hayal kırıklığıydı. Kocaman kafası, buruşuk ve kırmızı, ince vücuduyla yaşlı bir adama benziyordu. Doğumuna yardım eden Nicey Hala dışında, herkes onun öleceğini düşünüyordu. Bebeğin yaşayacağını söyledi. Çünkü bebek cenin zarı ile doğmuştu ve onun inancına göre cenin zarı İsa' nın giydiği gecelikten yapılırdı. Babam onun için marangoz Bay Heath' a küçük bir maun tabut yaptırdı. Ama o ölmedi. Üç aylık olduğu zaman annem ve babam ona bir isim koymaya karar verdiler. Ona William Armstrong adını koydular, ki ona verilen bu ad küçük bir uçurtmaya büyük bir kuyruk bağlamak gibiydi. Böyle bir ad, ancak mezar taşında okunduğunda kulağa hoş gelebilirdi.

     Kendimi pek çok konuda becerikli sanırdım: nefesimi tutmak, koşmak, zıplamak ya da Yaşlı Kadın Bataklığı' ndaki sarmaşıklara tırmanmak gibi. Ya da birisiyle Horsehead Landing' e kadar yarışmak, birisi ile dövüşmek, işte o birisiyle denizi görebildiğiniz, tarlaların ve bataklığın karşısındaki ahırın arkasında duran çam ağacının çatalına tünemek... Bütün bunları bir başkası ile yapmaktan daha çok isterdim. Kardeşimi isterdim. Fakat annem ağlayarak, eğer William Armstrong yaşasaydı bile onun böyle şeyleri benimle asla yapamayacağını söyledi. William yapamayabilirdi, annem ağlıyordu, "orada olsa bile..." O yaşadığı sürece, ince dokuma perdelerini öğleden sonra esen deniz melteminin ince hasır yaprakları gibi hışırdatarak dalgalandırdığı yatak odasının önündeki yatağın ortasında, lastikli bir çarşafın üzerinde uzanabilirdi.

     Yatalak bir kardeş sahibi olmak yeterince kötüydü; fakat varlığı bile adam akıllı belli olmayan birisine katlanmak imkânsızdı. Bu yüzden onu bir yastıkla öldürme planları yapmaya başladım. Fakat bir öğleden sonra onu izlerken kafam, yatağın demirine çarptı. Onun bana bakıp sırıttığını gördüm. Odadan fırladım ve salonu çınlatarak bağırdım: "Anne, güldü; güldü !"

     İki yaşındayken karnının üzerine doğru kalkabiliyordu. Güçlükle, kasılarak kendi kendini hareket ettirmeyi denemeye başladı. Doktor zayıf kalbi yüzünden bu kasılmaların onu öldürebileceğini söyledi, fakat öldürmedi. Titreyerek, önce kırmızıya sonra da açık mora dönen rengiyle kendini yukarı çekiyordu ve sonunda eskimiş bir oyuncak bebek gibi gerisin geri yatağın üzerine devriliyordu. Annemi hâlâ, elini ağzına sıkıca bastırmış, gözleri kocaman açık ve kıpırdamadan onu izlerken görebiliyorum. Fakat emeklemeyi öğrendiğinde (bu onun üçüncü kışındaydı) onu yatak odasının dışına çıkarıp şöminenin önündeki halının üzerine koyduk. Böylece ilk defa içimizden biri olmaya başladı.
     
     Yatakta kaldığı bütün süre boyunca ona, oldukça resmi ve atalarımızdan birini çağrıştırıyormuş gibi olmasına rağmen, William Armstrong olarak seslendik. Fakat geyik postundan halının etrafında sürünmesi ve konuşmaya başlamasıyla birlikte onun adıyla ilgili olarak bir şeyler yapılması icap etti. Sürünürken sanki geri viteste ve vites değiştiremiyormuş gibi geriye doğru sürünüyordu. Ona seslendiğinizde diğer yöne gidiyormuş gibi yapıyor, sonra tam onu kaldıracağınız yere geri geliyordu. Geriye sürünmek onu uçan bir bomba gibi gösteriyordu. Böylece ona Doodle (1) diye seslenmeye başladım. O andan sonra annem ve babam bile bu adın William Armstrong' dan daha iyi bir ad olduğunu düşünmeye başladılar. Sadece Nicey Hala bunu kabullenmedi. Nicey Hala bir ermiş olabilecekleri için, cenin zarı ile doğan bebeklere ihtimam ile muamele edilmesini söylüyordu. Kardeşime yeni bir ad vermek onun için o zamana kadar yaptığım en hoş şeydi. Çünkü hiç kimse Doodle diye çağrılan birisinden fazla bir şey beklemez.
     
     Doodle sürünmeyi öğrenmesine rağmen, yürüme alametleri göstermiyordu; fakat tembel tembel de durmuyordu. Öyle çok konuşurdu ki, bir süre sonra hepimiz onun ne dediğini dinlemeyi bırakırdık. Aşağı yukarı bu zamanlarda, babam onun için tahtadan bir araba yaptı. İlk önce ona verandada bir aşağı bir yukarı gösteri yaptım; fakat sonra onu bahçeye çıkarmam ve en nihayetinde ben nereye gidersem onu da sürüklemem için ağlamaya başladı. Her ne zaman şapkamı alsam, benimle gelmek için ağlamaya başlıyor ve annem de, artık her nerede ise, bana “Giderken Doodle’ da al.” diye sesleniyordu.
     
     Ona bakmak pek çok mesuliyet gerektiriyordu. Doktoru çok heyecanlanmaması, çok sıcakta, çok soğukta kalmaması ya da çok yorulmaması ve ona daima nazik davranılması gerektiğini söylüyordu. Benim pek de aldırmadığım, onunla yapılmayacakların bu uzun listesiyle bir keresinde evden çıktık. Benimle gelmeye vazgeçirmek için pamuk tarlasının bir ucundan sonuna kadar, onu iki tekerleğin üzerinde yan yatırarak koştum. Arada bir, onu devirdim, fakat anneme asla söylemedi. Cildi çok hassastı. Bu yüzden nereye giderse gitsin büyük bir hasır şapka giymek zorundaydı. Yine bir gün pürüzlü bir yoldan giderken, tahta arabasının yanlarına sımsıkı tutunmuştu. Yol boyunca şapkası kulaklarının üzerine kadar kaymıştı. Manzara buydu. Nihayet onu fark ettiğimde çok şaşırdım. Doodle benim kardeşimdi ve daima, ben ne yaparsam yapayım onun için bir önemi olmayacak, bana da sımsıkı tutunacaktı. Onu bildiğim en güzel yere, yanan pamuk tarlasının karşısındaki Yaşlı Kadın Bataklığı’na götürdüm. Babamın yaptığı tahta arabayı testere dişli eğrelti otlarının, akıntıyla yaprakları fısıldayan palmiye ağaçlarının olduğu yeşil loşluğun aşağısına doğru çektim. Arabadan onun aldım, uzun bir çam ağacının yanındaki yumuşak çimlere oturttum. Etrafına bakındığında, gözleri hayretle açıldı ve küçük elleriyle çimlere vurmaya ve ardından çığlık atmaya başladı.

     “Sorun ne Allah aşkına? ” dedim kızgınlıkla.

     “Bu çok güzel, çok güzel, çok güzel !” dedi.

     O günden sonra, Doodle ve ben sık sık Yaşlı Kadın Bataklığı’na gittik. Ben kır çiçekleri, yabani menekşeler, hanımeliler, sarı yaseminler, yılan çiçekleri, taç ve kolye ördüğümüz limon otları toplardım. Yaptığımız işlemelerle kendimizi süsler, böylece güzelleşerek dünyanın her günkü dokunuşlarının ötesine uzanırdık. Güneşin eğik ışınları portakal ağacının tepesindeki portakalları yakarken, bitkilerden yaptığımız mücevherlerimizi akıntıya bırakır, onların denize doğru akıp gitmesini izlerdik.

     
Doodle’ı anlatırken içimde bir düğüm oluşur (diğer şeylere eşlik eden hüzünle beraber); sevginin akıp gitmesi ve yerini zalimliğe bırakmasından dolayı. Damarlarımızdaki kan bazen felaketin tohumunu da taşır. Bir gün onu ahırın çatısına çıkardım. Ona hepimizin nasıl da onun öleceğine inandığımızı anlatarak babamın onun için aldığı tabutu gösterdim. Tabut sıçanları öldürmesi için serpiştirilmiş zehirli, yeşil bir tozla kaplıydı. Bir cüce baykuş içine yuva yapmıştı.

     Doodle uzunca bir süre maun tabutu inceledi ve sonra “Bu benim değil.” dedi.

     “Evet, senin,” dedim “ve çatıdan inmene yardım etmeden önce, ona dokunmak zorundasın.”

     “Hayır, ona dokunmayacağım,” dedi suratını asarak.

     “Yoksa seni orada yalnız başına bırakırım,” diye onu tehdit ettim aşağı iniyormuş gibi yaparak.

     Onu yalnız bırakmamdan korktu. “Beni bırakıp gitme !” diye ağladı ve sonra tabuta dokunmaya razı oldu. Eli titreyerek tabuta uzandı. Tabuta dokunduğunda çığlık atmaya başladı. Tam o sırada tabuta yuva yapmış olan cüce baykuş bizi tırmalayarak ve yeşil zehirli toza bulayarak dışarı fırladı. Doodle şoka girmişti. Onu omuzlarıma aldım, merdivenlerden aşağı indirdim. Dışarıya, gün ışığına çıktığımızda bile, bana sımsıkı sarılmış, “Beni bırakma, beni bırakma !” diye ağlıyordu.

     O altı yaşına geldiğinde bu yaşta yürüyemeyen bir kardeş sahibi olmaktan utanıyordum. Bu nedenle ona yürümeyi öğretmeye koyuldum. Yaşlı Kadın Bataklığı’ na gittik. Bahar mevsimiydi. Defne çiçeklerinin keskin kokusu her yeri hüzünlü bir şarkı gibi kaplamıştı. Ona “Sana yürümeyi öğreteceğim, Doodle.” dedim.

     Rahat bir şekilde sırtını çam ağacına dayamış oturuyordu. “Neden ?” diye sordu.

     Böyle bir soru beklemiyordum. “Çünkü böylece seni her zaman bir yerlere çekmek zorunda kalmayacağım.”

     “Ben yürüyemem.” dedi.

     “Niçin böyle söylüyorsun?” diye karşılık verdim.

     “Annem, doktor, herkes...”

     “Yapmaa, sen yürüyebilirsin !” dedim ve kollarından tutup ayağa kaldırdım. Yarı boş bir un çuvalı gibi yumuşak çimlerin üstüne düştü. Küçük bacaklarında hiç kemik yokmuş gibiydi.

     “Canımı yakma !” diye uyardı. “Kapa şu çeneni, canını yakmayacağım.” Onu tekrar kaldırdım ve o yine düştü.

     Ancak bu sefer yüzünü çimlerden kaldırmadı. “Ben bunu yapamam, haydi hanımelilerden kendimize taç yapalım.” Yapmaktan vazgeçemediğim bu mucize daha başından umutsuz görünüyordu. Fakat hepimizin gurur duyacağı bir şeye ya da birine sahip olması gerekir. Doodle da benimkiydi. O zamanlar bilmiyordum ki, gurur harika ve korkunç bir şeydir; iki sarmaşığı, yaşamı ve ölümü doğuran bir tohumdur. O yaz her gün Yaşlı Kadın Bataklığı deresinin yanındaki çam ağacına gittik. Ve her öğleden sonra en az yüz kere onu ayaklarının üzerine kaldırdım. Ara sıra benim de cesaretim kırılıyordu. Çünkü o denemek istemiyormuş gibi görünüyordu. Ben de ona “Doodle, yürümeyi öğrenmek istemiyor musun ?” diyordum.

     O da kafasını sallıyor ve “Eğer denemeye devam etmezsen, ben asla öğrenemem.” diyordu. Sonra onun beyaz saçlı, beyaz sakallı yaşlı bir adam olarak resmini yaptım. Bense hâlâ etrafta onu tahta arabasıyla çekiyordum. Bu onu çalışmaya teşvik etmemde oldukça etkili oldu.

     Nihayet bir gün, denemelerimizden birkaç hafta sonra, tek başına birkaç saniye ayakta durabildi. Onu kollarımla kaptım ve kucakladım. Gülüşlerimiz çalan bir çan gibi bataklıkta çınladı. Şimdi biliyorduk ki, yapabiliyordu. Umut artık sık palmiyelerin karanlığına saklanmıyordu; fakat ışıl ışıl görünen bir kırmızı Amerikan ispinozu gibi misvak ağacına tünemişti. “Evet, evet!” diye o da, ben de çığlık atıyorduk. Altımızdaki çimler yumuşaktı ve bataklık mis gibi kokuyordu.

     Başarımızın eli kulağındaydı. O gerçekten yürüyebilene kadar bundan kimseye bahsetmeme kararı aldık. Yağmurlu havalar dışında, her gün gizlice Yaşlı Kadın Bataklığı' na gidiyorduk. Doodle pamuk toplama zamanına kadar nasıl yürüyebildiğim göstermek için hazırlandı. Yürüyebilmek için hâlâ pek hazır değildi; fakat biz artık bekleyemezdik. Bu güzel sırrı saklamak, tıpkı uzun süre nefesini tutmak gibi, ikimiz için de çok zordu. Açıklama yapmak için 8 Ekim' i, Doodle’ ın doğum gününü seçtik. Haftalar boyunca herkese çok özel bir sürpriz yapacağımız sözü vererek, evde dalgın dalgın dolanıp durduk. Böyle çok dolaşmamızdan sonra, Nicey Hala, Yeniden Doğuş’ tan (2) daha az muhteşem bir şey yapacak olursak, hayal kırıklığına uğrayacağını söyledi.

     Seçtiğimiz günün kahvaltısında; annem, babam ve Nicey Hala yemek salonundayken, alışıldığı gibi Doodle’ ı arabasıyla kapıya kadar getirdim. Arkalarına dönmemeleri söyledim ve gizlice bakmamaları için haç çıkarttırdım. Kalkması için Doodle’ a yardım ettim. Bakmalarına izin verdiğimde, Doodle ayakta duruyordu. Doodle masadaki yerine doğru yavaşça yürürken odada çıt çıkmıyordu. Derken annem çığlık atmaya başladı. Ona doğru koştu, onu kucağına aldı ve öptü. Kapının eşiğinde dua eden Nicey Hala’ nın yanına gittim ve onun etrafında vals yapmaya başladım. Onunla, kunduralarıyla ayak başparmağımı ezene kadar, epeyce bir süre dans ettik. Ki bu hayatımda başıma gelen en acı verici yaralanmaydı.

     Doodle onlara benim ona yürümeyi öğretmemi anlattı. Herkes bana sarıldı. Ağlamaya başladım.

     Babam “Niçin ağlıyorsun ?” dedi; ama ben cevap veremedim. Onlar bunu kendim için yaptığımı bilmiyorlardı. Kölesi olduğum şu gurur, benimle onlardan daha yüksek sesle konuşuyordu. Doodle sadece ben sakat bir kardeşe sahip olmaktan utandığım için yürüyordu.

     Birkaç ay içinde Doodle yürümeyi iyice öğrendi. Tahta araba da ahırın çatısına, ki hala oradadır, onun küçük maun tabutunun yanına kaldırıldı. Artık, sık sık dinlenerek, birlikte dolaşıyorduk ve hedefimize varana kadar asla geri dönmüyorduk. Esasen Doodle korkunç bir yalancıydı ve beni de buna alıştırmıştı. Eğer herhangi biri bizi dinlemek için dursaydı, Dix Hill’ e gönderilebilirdik.

     Benim yalanlarım ürkütücü, karmaşık ve saçmaydı; fakat Doodle’ nkiler iki kat çılgıncaydı. Onun hikâyesindeki insanların hepsinin kanatları vardı ve nereye gitmek isterlerse oraya uçabilirlerdi. Onun favori yalanı, ayaklarında on tane kanadı olan evcil bir tavus kuşuna sahip Peter adında bir çocukla ilgiliydi. Peter, yüzlerini güneşe çeviren ayçiçekleri gibi parlak bir kaftan giyerdi. Peter uyumaya hazır olduğunda, tavus kuşu onu kendi içine çeken uyku çiçeğiyle, rengarenk bir çağlayana benzeyen muhteşem kuyruğuyla kibarca sarmalardı. Evet, kabul ediyorum, Doodle yalan söylemede beni yenebilirdi.

     
Doodle ve ben geleceğimizi düşünerek zamanımızı geçirirdik. Büyüdüğümüzde Yaşlı Kadın Bataklığı’ nda yaşamaya ve geçinmek için de Çingene çiçekleri toplamaya, derenin yanına yapraklardan bir ev inşa etmeye karar verdik. Bataklık kuşları da tavuklarımız olacaktı. Bütün gün boyunca (Çingene çiçeği toplamadığımızda) sarmaşık halatlarıyla servi ağaçlarında sallanacaktık. Eğer yağmur yağarsa manolya ağacının altına sokulacak ve kurbağa avlayacaktık. Anne ve babamız, eğer isterlerse, gelip bizimle yaşayabilirlerdi. Hatta onun anneyle benim de babayla evlenme fikrini ortaya attı. Elbette, bunun olmayacağını bilecek kadar büyüktüm; fakat çizdiği resim öyle güzeldi ve huzurluydu ki yapabildiğim tek şey “Evet, evet !” diye fısıldamak oldu.

     Bir kere Doodle’ a yürümeyi öğretme konusunda başarılı olduktan sonra kendimin yanılmaz olduğuma inanmaya başladım. Onun için, elbette anne ve babamın bilmediği, müthiş bir gelişim programı planladım. Ona koşmayı, yüzmeyi, ağaçlara tırmanmayı ve dövüşmeyi öğretecektim. Şimdi o da benim yanılmaz biri olduğuma inanıyordu. Belirlediğimiz şeyleri başarmak için kendimize bir yıldan daha az, Doodle’ ın okula başlamasına karar verilen tarihten öncesine kadar, bir zaman sınırı koyduk.

     O kış ben okula gittiğim, Doodle da kötü bir soğuk algınlığından dolayı hasta olduğu için, pek bir ilerleme kaydedemedik. Fakat bahar sıcağı ve bereketiyle geldiğinde, biz de planlarımızı yeniden ortaya çıkardık. Başarı yaz sonuna kadar, bütün hayallerimizi gerçekleştirebilmek için önümüzde uzanıyordu. Mücadelemize aslında iyi bir başlangıç yaptık. Sıcak havalarda Doodle ve ben Hosehead Landig' e gidiyorduk. Orada ona yüzme dersleri veriyor ya da bir kayıkta nasıl kürek çekileceğini gösteriyordum. Bazen Yaşlı Kadın Bataklığı' nın serin yeşilliğine iniyor, sarmaşıklara tırmanıyor ya da spor amaçlı olarak yürümeyi öğrendiği ağacın altında dövüşüyorduk. Hedefimizin çağrısı bizi oradan oraya yapraklar gibi savuruyordu. Her nereye baksak eğrelti otları saçılmış oluyor, kuşlar şarkılarını kesiyorlardı.

     O yaz, 1918’ in yazı, felaketti. Mayıs ve Haziran’ da yağmur yağmadı. Ekinler soldu, kıvrıldı ve sonunda güneşin altında susuzluktan öldüler. Bir Temmuz sabahı, doğudan gelen ve bahçedeki meşeleri deviren, karaağacın dallarını parçalayan bir fırtına koptu. Fırtına öğleden sonra batıdan yeniden kükredi. Bir tavuğun iç organlarını parçalayan bir şahin gibi, köklerini çatır çatır kırarak ve toprağın üstündeki kısımlarını parçalayarak devrilmiş meşe ağaçlarının etrafında esti. Mısır tarlasındaki mısırlar yerlere eğilmiş ve püskülleri bu yüzden toprağa değerken, pamuk kozaları saplarından koptular ve vadideki ekin sıraları arasındaki yeşil cevizler gibi yere serildiler. Doodle ve ben babamızı omuzları çökmüş, yıkımı incelediği pamuk tarlasına kadar takip ettik. Çenesi göğsünün üstüne düşmüştü. Korktuk. Doodle’ ın eli benimkinden kaydı. Birden babam omuzlarını doğrulttu, bir dev gibi yumruklarını sertçe havaya kaldırdı ve yeraltından gelen bir gümbürtüyü andıran bir sesle cennete, cehenneme, havaya ve Cumhuriyetçi Parti’ ye lanetler okumaya başladı. Doodle ve ben birbirimizi tahrik ederek ve kıkırdayarak eve döndük. Biliyorduk ki her şey düzelecekti.

     Yaz boyunca evde garip isimler duyuldu: Château-Thierry, Amiens, Soissons... Ve bir keresinde annem akşam yemeği için sofrada dua ederken “Oğulları Joe’ yu Belleau Ormanı’ nda kaybeden Pearsonlar için de dua edelim.” dedi.

     İşte böylece o ara mevsime geldik. Okulun açılmasına sadece birkaç hafta kalmıştı ve Doodle programın oldukça gerisindeydi. Sarmaşıklara tırmanma konusunda yeterince iyi değildi. Yüzme konusunda fena sayılmazdı. Yolumuza devam etmek ve hedeflerimize ulaşmak için egzersizleri iki katına çıkarmaya karar verdik. Onu morarana kadar yüzdürdüm, kürekleri kaldıramayana kadar kürek çektirdim. Nereye gidersek gidelim, kasten hızlı hızlı yürüyordum. Yüzü kıpkırmızı, gözleri cam gibi olmasına rağmen bunları yapmaya devam etti. Bir keresinde daha fazla yürüyemedi, yere devrildi ve ağlamaya başladı.

     “Oooo, haydi Doodle, yapabilirsin! Yoksa okula başladığında herkesten farklı olmayı istemiyor musun?” diye onu teşvik ettim.

     “Bu iş hiç de fark ettirmedi.”

     “Kesinlikle ettirdi, haydi devam et.” dedim ve ayağa kalkmasına yardım ettim.

     Yazın en sıcak günleri geçip giderken, Doodle’ ın ateşi çıkmış gibi görünüyordu. Annem alnına dokundu ve hasta olup olmadığını sordu. Gece de çok iyi uyumadı ve bazen kâbuslar gördü. Ben onu dürtüp uyandırana kadar çığlıklar attı.

     Okulun açılmasına birkaç gün vardı. Bir cumartesi günü öğlen vaktiydi. Yenilgiyi kabul etmeliydim; fakat gururum buna izin vermiyordu. Programımızın heyecanı birkaç hafta sürmüştü; fakat ben yılgın bir inatçılıkla hâlâ devam ediyordum. Geri dönmek için çok geçti. Çünkü hedefimize varmak için çok uzaklaşmıştık ve ardımızda yolumuzu bulmak için hiçbir iz bırakmamıştık.

     Annem, Doodle ve ben öğle yemeği için yemek odasında oturuyorduk. Sıcak bir gündü. İçeri rüzgâr girebilsin diye bütün kapılar ve pencereler açıktı. Nicey Hala mutfakta yumuşak bir sesle bir şeyler mırıldanıyordu. Uzun bir sessizlikten sonra Doodle konuştu: “Hava o kadar durgun ki, bu öğleden sonra fırtına kopmazsa şaşarım.”

     “Çamur kurbağalarının sesini duymadım.” dedi onların seslerinin verdiği işaretlere inanan annem, masaya ekmek koyarken.

     “Evet, duydum, bataklığın aşağısında.” dedi Doodle.

     “Hayır, duymadı.” diye itiraz ettim.

     “Duydu mu ? Pehh !” dedi babam, benim itirazıma aldırış etmeden.

     “Kesinlikle duydum” diye tekrarladı Doodle, buzlu çay bardağının tepesinden kaşlarını çatıp bana bakarken. Ve biz yeniden sessizliğimize döndük.

     Birden bahçenin dışından tuhaf bir vıraklama sesi geldi. Doodle yemeyi bıraktı. Ağzında bir parça ekmek, gözleri iki mavi düğme gibi yerinden fırlamış “Bu da ne ?” diye fısıldadı.

     Sandalyemi devirip yerimden fırladım. Tam da kapıya ulaşmışken annem “Sandalyeyi kaldır, yerine otur ve benden özür dile !” diye bağırdı.

     Ben bunları yaparken, Doodle özür dileyerek çaktırmadan bahçeye çıktı. Kan ağacına bakıyordu. “Acayip büyük bir kırmızı kuş !” diye haykırdı.

     Kuş yeniden büyük bir gürültüyle vırakladı. Annem ve babam da bahçeye geldiler. Güneşin göz kamaştırıcı ışıklarına karşı gözlerimize ellerimizi siper ettik ve ağaçtaki durgun yapraklara doğru dikkatle baktık. Bir tavuk büyüklüğünde, kırmızı tüylü ve uzun bacaklı bir kuş nazikçe en tepedeki dala tünemişti. Kanatları gevşekçe sarkmıştı ve biz onu seyrederken tüyleri yeşil yaprakların arasından yavaşça aşağıya dökülüyordu.

     “Bizden korkmadı bile.” dedi annem.

     Babam “Yorgun görünüyor ya da hasta.” diye ekledi.

     Doodle elleriyle boğazını sıkıca tutuyordu. Şimdiye kadar onun böylece kımıldamadan durduğunu hiç görmemiştim. “Bu da ne ?” dedi.

     Babam kafasını salladı. “Bilmiyorum. Belki...”

     O anda kuş kanatlarını çırpmaya başladı; fakat kanatları yönünü bulamıyordu. Kanat çırpıp etrafa tüylerini saçarak devrildi. Kanatlarını ve bacaklarını ağacın dallarına çarpa çarpa pat diye ayaklarımızın dibine düştü. Uzun ve güzel boynu S şeklini aldı. Sonra düzeldi; ama kuş hareketsizdi. Gözlerine beyaz bir perde indi. Bacakları çarpılmıştı. Pençeli ayakları nazikçe bükülmüştü. Ölüm bile güzelliğine bir zarar vermemişti. Yerde kırılmış kırmızı bir vazo gibi uzanıyordu. Egzotik güzelliğinin bizde yarattığı şaşkınlıkla çevresinde duruyorduk.

     “Öldü.” dedi annem.

     “Bu da ne ?” diye tekrar sordu Doodle.

     Babam bana “Git bana kuş kitabımı getir” dedi.

     Eve koştum ve kitabı alıp geri geldim. Biz izlerken, babam da sayfaları karıştırdı. “Bu bir kızıl aynak kuşu” dedi bir resmi göstererek. “Tropik iklimlerde yaşarlarmış; Güney Amerika’ dan Florida’ ya. Bir fırtına onu buraya kadar getirmiş olmalı.”

     Hepimiz üzüntüyle kuşa baktık. Bir kızıl aynak kuşu ! Bizim bahçemizde, bu kan ağacının altında böylece ölmek için kimbilir ne kadar yol yapmıştı.

     “Haydi, yemeğimizi bitirelim!” dedi annem yemek salonuna dönmemiz için dirseğiyle bizi dürterek.

     Doodle “Ben aç değilim.” dedi; kuşun yanına çömeldi.

     “Tatlı olarak şeftali tartı var.” dedi annem onun aklını çelmek için.

     Ama bu Doodle’ ı ikna etmeye yetmedi ve o kuşun yanında çömelmiş vaziyette durmaya devam etti. “Onu gömeceğim.” dedi.

     Annem “Sakın ona dokunmaya cüret edeyim deme !” diye onu uyardı. “Onun bir hastalığı olduğunu söylememe lüzum yok sanırım.” -

     “Tamam, ona dokunmayacağım.”

     Annem, babam ve ben yemek, odasına döndük. Fakat açık kapıdan Doodle’ ı izliyorduk. Cebinden bir parça ip çıkardı ve kuşa dokunmadan ipin bir ucunu kuşun ensesine düğümledi. Yavaşça ve yumuşak bir sesle “Shall We Gather At The River” şarkısını söyleyerek onu ön bahçeye taşıdı. Çiçek bahçesinde, petunyaların yanında bir çukur kazdı. Biz de pencereden onu izliyorduk. O bunu bilmiyordu. Küreğin sapından tutup bir çukur kazmadaki beceriksizliği bizi oldukça güldürdü. Bizi duymasın diye ağzımızı ellerimizle kapattık.

     Doodle yemek odasına girdiğinde bizi ciddiyetle tartımızı yerken buldu. Solgundu ve kapının eşiğinde öylece duruyordu. Babam ona “Kızıl aynağı gömdün mü ?” diye sordu.

     Doodle konuşmadı, sadece kafasını salladı. Annem “Ellerini yıka, sonra bir parça şeftalili turta alabilirsin.” dedi.

     “Aç değilim.”

     Nicey Hala “Ölü bir kuş uğursuzluktur.” dedi mutfak kapısından, saçlarını tokalarken; “Özellikle ölü bir kırmızı kuş.”

     Yemeğimi bitirir bitirmez Doodle ve ben aceleyle Horsehead Landing’ e koştuk. Zaman kısaydı ve okula başladığında diğer çocuklara yetişmek için Doodle’ ın önünde uzun bir yol vardı. Sonbaharın sarı yapraklarını yaldızlayan güneş, hâlâ şiddetli bir şekilde yakıyordu; fakat içinden geçtiğimiz karanlık yeşil orman, gölgeli ve serindi. Gideceğimiz yere vardığımızda Doodle yüzmekten bıktığını söyledi. Bunun üzerine bir kayığa atlayıp, akıntıyla derenin aşağısına doğru yüzdük. Bataklığın çok uzağında bir su tavuğu hırıldıyordu. Kıyıdaki ağustosböcekleri mersin ağaçlarında şarkı söylüyorlardı.

     Doodle kafasını geriye atmış, bir eliyle suda iz bırakarak konuşmadan duruyordu. Akıntıyla sürüklenerek epeyce yol aldık. Kürekleri bırakıp, Doodle’ a akıntıya karşı kürek çektirdim. Güneydoğuda kara bulutlar toplanmaya başladı. Biraz daha hızlı kürek çekmeye çabalayarak, onları izlemeye koyuldu. Horsehead Landing’ e vardığımızda şimşekler gökyüzünü boydan boya yarıyordu, gök gürlemeleri denizin bile sesini bastırıyordu. Güneş görünmez olmuş, karanlık çökmüştü. Neredeyse gece gibiydi. Bir bataklık kargası sürüsü, iç bölgelerde tünedikleri ağaçlara doğru uçup gittiler. İki balıkçıl, istiridye kayasının sığlığından ciyaklayarak kalktılar ve yalpalayarak uzaklaştılar.

     Doodle hem yorulmuş hem de korkmuştu. Kayıktan indiğimizde bataklığın çimenlerinde hışırdayarak dolaşan avcı yengeçlere bir donanma gemisi gönderir gibi, çamura devrildi. Onun kalkmasına yardım ettim. Pantolonuna bulaşan çamuru temizlerken utanarak gülümsüyordu. Onun başarısız olduğunu her ikimiz de biliyorduk. Fırtınayla yarışarak eve dönmek için yola çıktık. Hiç konuşmuyorduk (Parçalanan gururumu hangi sözcük yatıştırabilirdi ki ?) Fakat biliyordum ki beni izliyordu, bir merhamet işareti bekleyerek. Yakınımızda bir şimşek çaktı.

     Adımlarını benim adımlarıma uydurarak ardım sıra yürüyordu. Yağmur yaklaşıyor, gök gürlüyordu. Sonra bir Roma kandili yanmış gibi, önümüzdeki sakız ağacı düşen bir yıldırımla paramparça oldu. Yıldırımın sağır edici gürültüsü sönerken, yağmur bize ulaşmadan biraz önce, Doodle’ ı duydum. Düşmüştü. “Beni bırakma, beni bırakma !” diye çığlık atıyordu.

     Doodle’ la yaptığımız planın suya düşmesi acı vericiydi. İçimdeki şu vahşet duygusu uyanmıştı. Bizi birbirimizden ayıran yağmurdan bir duvarla onu oldukça gerimde bırakarak, koşabildiğim kadar koştum. Yağmur damlaları iğne gibi yüzüme batıyordu. Rüzgâr yanlardaki ağaçların ıslak yapraklarını ışıldatıyordu. Biraz sonra artık onun sesini duymaz oldum.

     Yorulmaya başladığımdan daha fazla koşamadım. Çocukça duyduğum garez de kaybolmuştu. Durdum ve Doodle’ ı bekledim. Her yerde yağmur sesi vardı. Fakat rüzgâr dinmemişti ve gökyüzünden sarkan ipler gibi doğrudan aşağıya iniyordu. Beklerken sağanak yağmura doğru baktım. Fakat gelen yoktu. Nihayet, geri döndüm. Onu yolun kenarındaki bir yaban mersininin çalılığının altına sığınmış olarak buldum. Yerde oturuyordu. Yüzü dizlerine dayadığı kollarına gömülüydü. “Haydi, gidelim, Doodle !” dedim.

     Cevap vermedi. Elimi alnına koydum ve başını kaldırdım. Yavaşça geriye doğru, toprağa düştü. Ağzından kan gelmişti. Ensesi ve gömleğinin önü kıpkırmızıydı.

     “Doodle, Doodle !” diye çığlık attım. Onu sarstım; fakat cevap vermedi, sadece sicim gibi yağan yağmur vardı. Başını geriye doğru atmış, yerde beceriksizce uzanıyordu. Kırmızı boynu alışılmadık bir biçimde uzun ve ince görünüyordu. Bacakları keskince dizlerine doğru bükülmüştü. Daha önce hiç bu kadar narin ve ince görünmemişlerdi.

     Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Bu yağmur ve gözyaşları içindeki kızıl görüntü bana oldukça tanıdık geldi. “Doodle !” diye çarpan fırtınaya doğru avazım çıktığımca bağırdım. Bedenimi onun yerde yatan bedenin üstüne fırlattım. Sonsuz gibi gelen uzun bir zaman orada ağlayarak ve deli gibi yağan yağmurdan benim kızıl aynak kuşumu korumak için bedenimi siper ederek uzandım.

(1) Doodlebomb: Uçaktan atılan ve atılır atılmaz, uçağın hızından daha yavaş olduğu için, geri gidiyormuş gibi görünen bomba. Doodle bunun kısaltılmışıdır.

(2) İncil' e göre Hz. İsa' nın çarmıhta ölümünden sonraki Pazar günü yeniden dirilmesi ve göğe yükselmesi.


The Scarlet Ibis by James HURST

Çeviri: Ümit AYDIN

Alıntı : Edebiyat Nöbeti, Mart-Nisan 2019, Sayı 21,  S.74-83

İzleyiciler