23 Şubat 2025 Pazar
Çünkü Uzardı Kış
8 Aralık 2024 Pazar
Kutsal Emek ve Pedro
7 Aralık 2024 Cumartesi
Yangın Yokuşu
4 Aralık 2024 Çarşamba
Gün
21 Aralık 2023 Perşembe
Düşe Dünya
8 Aralık 2022 Perşembe
Bir Gece Delirdim
Bir gece bozdum kafayı; gören sarhoş derdi, demiştir de, değildim. Çıktım apartman boşluğuna: “Yalnızım ulan yalnızım” diye bağırdım. Baktım ses seda yok, sinirimden kendimi attım 2.katın merdivenlerine doğru: “Yalnızım duyuyor musunuz beni?” diye nara attım. Birinci kattaki Ali İhsan Amca zaten duymazdı; 88’inde, öyle dul ve kimsesiz değil çok şükür; karısı da var çocuğu da, hepsi terk etmiş, huysuzluğundan diyorlar, laf. Onun hali benden beter ya, bağırmaya hali olsa, bağırır en okkalısından ya, ne gerek var şimdi. 88 senenin bir 50 yılı çilekeş geçmiş zaar; bakkal Rüstem Amca anlatmıştı, oradan biliyorum: Karısının defalarca aldatmışlığı, döne dolaşa Ali İhsan Amca’ya gelmişliği var. Ali İhsan Amca da dünya garibi, her seferinde kabul etmiş Esma Teyze’yi. Esma Teyze dediğim, sülün gibi kadındır Allah bilir gençliğinde, 80’inde bile ayrı güzel. Bir de oğulları var 50’lerinde, Ali Fuat. Aramaz sormaz, ta ki paraya ihtiyacı olana kadar. Bakkal Rüstem’e sorarsan, Ali İhsan Amca oğluna kızdığından tüm varlığını Darüşşafaka’ya bağışlamış; Rüstem nereden bilecek diyorsan, Rüstem bilir tüm mahallenin halini, vaktini. Diyeceğim o ki; Ali İhsan Amca’nın kulakları zaten ağır işitiyor; ne benim yalnızlığımı görür, ne de çığlığımı duyar gecenin o vakti; onun canı sağolsun.
2.kattaki Neriman, gudubet Neriman. Allah onun belasını versin. Ölüyorum desen, kapısını aralayıp bir tas su vermez adama; evde kalmış, kız kurusu Neriman. Neriman’ın anne-babası öldükten sonra kapıyı bir kapatmış, o kapatış. Deliliği benden hallice; ben insan gördüğümde hal hatır sorar, iki sohbetin belini kırarım en azından; onda bu da yok. Ne medet umduysam, onun merdivenlerine doğru yuvarladım kendimi; delilik halinde bunu düşünecektim sanki. Varlığıyla yokluğu bir Neriman’ın, olmasa da olurdu ya, Allah’ın işine karışmayayım, neyse.
Benim bir üst katımda oturuyor, Kemal Amca’yla Suat Teyze. Emekli öğretmen ikisi de; apartmandaki yalnızlığımın tek kalabalığı onlar. Hiç çocukları olmamış; Anadolu’yu köşe bucak gezmişler bir harf öğretmek için; sırf öğretmen maaşıyla olmaz ya, Suat Teyze’nin babasından kalan mirası da tazminatlarının üstüne koyup, üst katımdaki 75 metrekare evi ancak alabilmişler. Suat Teyze sarmayı sevdiğimi bildiğinden, ne zaman yapsa dumanı üstünde bir tabak dolusu gelir kapımı çalar. O gün evde yoklarsa demek, çığlıklarıma onlardan da ses gelmedi. Evde olsalardı, ben böyle perişan olur muydum hiç?
5.katta oturuyor Mine; bakkal Rüstem “Orospu” diye bahsediyor ondan hep, kızıyorum ya öyle demelerine, ses de etmiyorum. Mine her gün çeker minileri o güzelim bacaklarına, memelerinin yarısı taşar hep o v yaka bluzlarından; kırmızı ruju hiç eksik olmaz, olmasın da. Güzel kadın Mine, orospuysa da güzel işte, kime ne. O ne zaman çıkacak olsa evinden, ardı sıra apartmanda bir yasemin kokusu; Mineler hep mi böyle güzel kokar acaba? Sokağın köşesinde camlarında siyah film olan bir Mercedes alır onu hep; birkaç kez topuk seslerinden sebep merdivenlerden inişini duymuştum, apartmandan çıkıp, arabaya binene kadar takip etmiştim perde arkasından. Arabaya gidene dek, sokakta oynayan çocukların başını okşuyordu her seferinde; bir de bizim sokağın köşesini “ekmek kapısı” belleyen dilenciye, en okkalısından sadakasını veriyordu. Hem güzel, hem merhametliydi Mine; biliyorum, evde olsa koşar, yetişirdi feryadıma ya, kim bilir hangi adamın kollarında sevişmekte.
Üçüncü bağırışımda kapıcı Seher Hanım’la kocası Mehmet Efendi yetişti. Seher Hanım dünya iyisi; Artvin’den göçmüş gelmişler buralara. Mehmet Efendi’yi çok sevmiş 18’inde; babası vermek istememiş, sefil olursunuz, çingenenin çadırı var, Mehmet’te o bile yok, ne yer, ne içersiniz dediyse de Seher’in gönlüne laf geçirememiş. Seher “Gel kaçır beni” demiş Mehmet’e, O da durur mu hiç yerinde, dünden razı. Elinden tuttuğu gibi Seher’in, almış gelmiş İstanbul’a. Sevmediğim insanlar olsa, “Bir onlar eksikti zaten İstanbul’da” derdim ya, demem, diyemem. İstanbul’a geldikten sonra, iki apartman yan tarafımızdaki, akrabaları kapıcı Arif Efendi’yi bulmuşlar; Arif Efendi de bizim apartmana yerleştirmiş onları; iyi ki. Bakkal Rüstem de severdi onları. Allah’ın adamı derdi onlar için; Allah’a inanmazdı Rüstem ama, sevdiği bir şeyden bahsedecek olsa, yanına Allah’ın adını koymadan edemezdi.
Seher’le Mehmet Efendi beni tuttukları gibi merdiven köşesine sabitlediler; Seher, Mehmet’e: “Koş su getir, kolonya getir, çabuk” dedi, Mehmet koştu, gitti. O ara Seher’in boynuna sarılıp, “Ben niye böyle yalnızım Seher” diye sessizce ağladığımı hatırlıyorum. Seher de, garibim: “Yalnız olur musunuz hiç hanımım, bak biz varız, bizim çocuklar var Hasan’la Hüseyin, siz niye yalnız olasınız ki?” dedi. Gülümser gibi oldum O öyle dediğinde, hoşuma gitmişti birinin “Biz varız” demesi, gülemedim.
Mehmet geldi sonra; boynuma, saçlarıma kolonyayı iyice boca etti Seher. Lanet olası kolonyanın kokusuna tahammülüm yoktu ya, ucuzunun kokusu yanmış süt kokusundan farksızdı bence. Su içirdiler sonra, içerken genzime kaçtı, o ara Seher’in yüzüne öksürdüğümü hatırlıyorum, O aldırmadı da, ben çok utandım.
İkisi de kollarıma girip, beni daireme taşıdılar; Seher yatağıma kadar getirdi, Mehmet Efendi daire kapısının orada bekledi. Sonra Seher bir ihtiyacım olup olmadığını sordu, “Yok” dedim, teşekkür ettim; istemediysem de o lanet kolonya şişesini başucuma bırakıp, kapıları çekip gittiler.
Saate baktım sonra, sabahın 4’ü. Saatimin alarmını kapattım, “Yarın işe geç gideyim bari” dedim içimden. Saati elime aldığımda, o günün tarihinin 2 Temmuz olduğunu hatırladım, yine. Sahi ya, bu tarihi bilmeseydim, bunca delirmeyecektim. Sonra uyudum işte.
Sevda Gedik
Edebiyat Nöbeti, Sayı 7, S.110
11 Nisan 2019 Perşembe
Kızıl Aynak Kuşu
Doodle bir oğlan çocuğunun bugüne kadar sahip olabileceği en çılgın kardeşti. Elbette Başkan Wilson' a âşık olan ve ona her gün mektup yazan yaşlı Bayan Leedie gibi bir çılgın değildi; fakat rüyalarınızda tanıştığınız birisi gibi tatlı bir çılgındı. O doğduğunda altı yaşındaydım ve dışarıdan bakıldığında tam bir hayal kırıklığıydı. Kocaman kafası, buruşuk ve kırmızı, ince vücuduyla yaşlı bir adama benziyordu. Doğumuna yardım eden Nicey Hala dışında, herkes onun öleceğini düşünüyordu. Bebeğin yaşayacağını söyledi. Çünkü bebek cenin zarı ile doğmuştu ve onun inancına göre cenin zarı İsa' nın giydiği gecelikten yapılırdı. Babam onun için marangoz Bay Heath' a küçük bir maun tabut yaptırdı. Ama o ölmedi. Üç aylık olduğu zaman annem ve babam ona bir isim koymaya karar verdiler. Ona William Armstrong adını koydular, ki ona verilen bu ad küçük bir uçurtmaya büyük bir kuyruk bağlamak gibiydi. Böyle bir ad, ancak mezar taşında okunduğunda kulağa hoş gelebilirdi.
Kendimi pek çok konuda becerikli sanırdım: nefesimi tutmak, koşmak, zıplamak ya da Yaşlı Kadın Bataklığı' ndaki sarmaşıklara tırmanmak gibi. Ya da birisiyle Horsehead Landing' e kadar yarışmak, birisi ile dövüşmek, işte o birisiyle denizi görebildiğiniz, tarlaların ve bataklığın karşısındaki ahırın arkasında duran çam ağacının çatalına tünemek... Bütün bunları bir başkası ile yapmaktan daha çok isterdim. Kardeşimi isterdim. Fakat annem ağlayarak, eğer William Armstrong yaşasaydı bile onun böyle şeyleri benimle asla yapamayacağını söyledi. William yapamayabilirdi, annem ağlıyordu, "orada olsa bile..." O yaşadığı sürece, ince dokuma perdelerini öğleden sonra esen deniz melteminin ince hasır yaprakları gibi hışırdatarak dalgalandırdığı yatak odasının önündeki yatağın ortasında, lastikli bir çarşafın üzerinde uzanabilirdi.
Yatalak bir kardeş sahibi olmak yeterince kötüydü; fakat varlığı bile adam akıllı belli olmayan birisine katlanmak imkânsızdı. Bu yüzden onu bir yastıkla öldürme planları yapmaya başladım. Fakat bir öğleden sonra onu izlerken kafam, yatağın demirine çarptı. Onun bana bakıp sırıttığını gördüm. Odadan fırladım ve salonu çınlatarak bağırdım: "Anne, güldü; güldü !"
İki yaşındayken karnının üzerine doğru kalkabiliyordu. Güçlükle, kasılarak kendi kendini hareket ettirmeyi denemeye başladı. Doktor zayıf kalbi yüzünden bu kasılmaların onu öldürebileceğini söyledi, fakat öldürmedi. Titreyerek, önce kırmızıya sonra da açık mora dönen rengiyle kendini yukarı çekiyordu ve sonunda eskimiş bir oyuncak bebek gibi gerisin geri yatağın üzerine devriliyordu. Annemi hâlâ, elini ağzına sıkıca bastırmış, gözleri kocaman açık ve kıpırdamadan onu izlerken görebiliyorum. Fakat emeklemeyi öğrendiğinde (bu onun üçüncü kışındaydı) onu yatak odasının dışına çıkarıp şöminenin önündeki halının üzerine koyduk. Böylece ilk defa içimizden biri olmaya başladı.
Yatakta kaldığı bütün süre boyunca ona, oldukça resmi ve atalarımızdan birini çağrıştırıyormuş gibi olmasına rağmen, William Armstrong olarak seslendik. Fakat geyik postundan halının etrafında sürünmesi ve konuşmaya başlamasıyla birlikte onun adıyla ilgili olarak bir şeyler yapılması icap etti. Sürünürken sanki geri viteste ve vites değiştiremiyormuş gibi geriye doğru sürünüyordu. Ona seslendiğinizde diğer yöne gidiyormuş gibi yapıyor, sonra tam onu kaldıracağınız yere geri geliyordu. Geriye sürünmek onu uçan bir bomba gibi gösteriyordu. Böylece ona Doodle (1) diye seslenmeye başladım. O andan sonra annem ve babam bile bu adın William Armstrong' dan daha iyi bir ad olduğunu düşünmeye başladılar. Sadece Nicey Hala bunu kabullenmedi. Nicey Hala bir ermiş olabilecekleri için, cenin zarı ile doğan bebeklere ihtimam ile muamele edilmesini söylüyordu. Kardeşime yeni bir ad vermek onun için o zamana kadar yaptığım en hoş şeydi. Çünkü hiç kimse Doodle diye çağrılan birisinden fazla bir şey beklemez.
Doodle sürünmeyi öğrenmesine rağmen, yürüme alametleri göstermiyordu; fakat tembel tembel de durmuyordu. Öyle çok konuşurdu ki, bir süre sonra hepimiz onun ne dediğini dinlemeyi bırakırdık. Aşağı yukarı bu zamanlarda, babam onun için tahtadan bir araba yaptı. İlk önce ona verandada bir aşağı bir yukarı gösteri yaptım; fakat sonra onu bahçeye çıkarmam ve en nihayetinde ben nereye gidersem onu da sürüklemem için ağlamaya başladı. Her ne zaman şapkamı alsam, benimle gelmek için ağlamaya başlıyor ve annem de, artık her nerede ise, bana “Giderken Doodle’ da al.” diye sesleniyordu.
Ona bakmak pek çok mesuliyet gerektiriyordu. Doktoru çok heyecanlanmaması, çok sıcakta, çok soğukta kalmaması ya da çok yorulmaması ve ona daima nazik davranılması gerektiğini söylüyordu. Benim pek de aldırmadığım, onunla yapılmayacakların bu uzun listesiyle bir keresinde evden çıktık. Benimle gelmeye vazgeçirmek için pamuk tarlasının bir ucundan sonuna kadar, onu iki tekerleğin üzerinde yan yatırarak koştum. Arada bir, onu devirdim, fakat anneme asla söylemedi. Cildi çok hassastı. Bu yüzden nereye giderse gitsin büyük bir hasır şapka giymek zorundaydı. Yine bir gün pürüzlü bir yoldan giderken, tahta arabasının yanlarına sımsıkı tutunmuştu. Yol boyunca şapkası kulaklarının üzerine kadar kaymıştı. Manzara buydu. Nihayet onu fark ettiğimde çok şaşırdım. Doodle benim kardeşimdi ve daima, ben ne yaparsam yapayım onun için bir önemi olmayacak, bana da sımsıkı tutunacaktı. Onu bildiğim en güzel yere, yanan pamuk tarlasının karşısındaki Yaşlı Kadın Bataklığı’na götürdüm. Babamın yaptığı tahta arabayı testere dişli eğrelti otlarının, akıntıyla yaprakları fısıldayan palmiye ağaçlarının olduğu yeşil loşluğun aşağısına doğru çektim. Arabadan onun aldım, uzun bir çam ağacının yanındaki yumuşak çimlere oturttum. Etrafına bakındığında, gözleri hayretle açıldı ve küçük elleriyle çimlere vurmaya ve ardından çığlık atmaya başladı.
“Sorun ne Allah aşkına? ” dedim kızgınlıkla.
“Bu çok güzel, çok güzel, çok güzel !” dedi.
O günden sonra, Doodle ve ben sık sık Yaşlı Kadın Bataklığı’na gittik. Ben kır çiçekleri, yabani menekşeler, hanımeliler, sarı yaseminler, yılan çiçekleri, taç ve kolye ördüğümüz limon otları toplardım. Yaptığımız işlemelerle kendimizi süsler, böylece güzelleşerek dünyanın her günkü dokunuşlarının ötesine uzanırdık. Güneşin eğik ışınları portakal ağacının tepesindeki portakalları yakarken, bitkilerden yaptığımız mücevherlerimizi akıntıya bırakır, onların denize doğru akıp gitmesini izlerdik.
Doodle’ı anlatırken içimde bir düğüm oluşur (diğer şeylere eşlik eden hüzünle beraber); sevginin akıp gitmesi ve yerini zalimliğe bırakmasından dolayı. Damarlarımızdaki kan bazen felaketin tohumunu da taşır. Bir gün onu ahırın çatısına çıkardım. Ona hepimizin nasıl da onun öleceğine inandığımızı anlatarak babamın onun için aldığı tabutu gösterdim. Tabut sıçanları öldürmesi için serpiştirilmiş zehirli, yeşil bir tozla kaplıydı. Bir cüce baykuş içine yuva yapmıştı.
Doodle uzunca bir süre maun tabutu inceledi ve sonra “Bu benim değil.” dedi.
“Evet, senin,” dedim “ve çatıdan inmene yardım etmeden önce, ona dokunmak zorundasın.”
“Hayır, ona dokunmayacağım,” dedi suratını asarak.
“Yoksa seni orada yalnız başına bırakırım,” diye onu tehdit ettim aşağı iniyormuş gibi yaparak.
Onu yalnız bırakmamdan korktu. “Beni bırakıp gitme !” diye ağladı ve sonra tabuta dokunmaya razı oldu. Eli titreyerek tabuta uzandı. Tabuta dokunduğunda çığlık atmaya başladı. Tam o sırada tabuta yuva yapmış olan cüce baykuş bizi tırmalayarak ve yeşil zehirli toza bulayarak dışarı fırladı. Doodle şoka girmişti. Onu omuzlarıma aldım, merdivenlerden aşağı indirdim. Dışarıya, gün ışığına çıktığımızda bile, bana sımsıkı sarılmış, “Beni bırakma, beni bırakma !” diye ağlıyordu.
O altı yaşına geldiğinde bu yaşta yürüyemeyen bir kardeş sahibi olmaktan utanıyordum. Bu nedenle ona yürümeyi öğretmeye koyuldum. Yaşlı Kadın Bataklığı’ na gittik. Bahar mevsimiydi. Defne çiçeklerinin keskin kokusu her yeri hüzünlü bir şarkı gibi kaplamıştı. Ona “Sana yürümeyi öğreteceğim, Doodle.” dedim.
Rahat bir şekilde sırtını çam ağacına dayamış oturuyordu. “Neden ?” diye sordu.
Böyle bir soru beklemiyordum. “Çünkü böylece seni her zaman bir yerlere çekmek zorunda kalmayacağım.”
“Ben yürüyemem.” dedi.
“Niçin böyle söylüyorsun?” diye karşılık verdim.
“Annem, doktor, herkes...”
“Yapmaa, sen yürüyebilirsin !” dedim ve kollarından tutup ayağa kaldırdım. Yarı boş bir un çuvalı gibi yumuşak çimlerin üstüne düştü. Küçük bacaklarında hiç kemik yokmuş gibiydi.
“Canımı yakma !” diye uyardı. “Kapa şu çeneni, canını yakmayacağım.” Onu tekrar kaldırdım ve o yine düştü.
Ancak bu sefer yüzünü çimlerden kaldırmadı. “Ben bunu yapamam, haydi hanımelilerden kendimize taç yapalım.” Yapmaktan vazgeçemediğim bu mucize daha başından umutsuz görünüyordu. Fakat hepimizin gurur duyacağı bir şeye ya da birine sahip olması gerekir. Doodle da benimkiydi. O zamanlar bilmiyordum ki, gurur harika ve korkunç bir şeydir; iki sarmaşığı, yaşamı ve ölümü doğuran bir tohumdur. O yaz her gün Yaşlı Kadın Bataklığı deresinin yanındaki çam ağacına gittik. Ve her öğleden sonra en az yüz kere onu ayaklarının üzerine kaldırdım. Ara sıra benim de cesaretim kırılıyordu. Çünkü o denemek istemiyormuş gibi görünüyordu. Ben de ona “Doodle, yürümeyi öğrenmek istemiyor musun ?” diyordum.
O da kafasını sallıyor ve “Eğer denemeye devam etmezsen, ben asla öğrenemem.” diyordu. Sonra onun beyaz saçlı, beyaz sakallı yaşlı bir adam olarak resmini yaptım. Bense hâlâ etrafta onu tahta arabasıyla çekiyordum. Bu onu çalışmaya teşvik etmemde oldukça etkili oldu.
Nihayet bir gün, denemelerimizden birkaç hafta sonra, tek başına birkaç saniye ayakta durabildi. Onu kollarımla kaptım ve kucakladım. Gülüşlerimiz çalan bir çan gibi bataklıkta çınladı. Şimdi biliyorduk ki, yapabiliyordu. Umut artık sık palmiyelerin karanlığına saklanmıyordu; fakat ışıl ışıl görünen bir kırmızı Amerikan ispinozu gibi misvak ağacına tünemişti. “Evet, evet!” diye o da, ben de çığlık atıyorduk. Altımızdaki çimler yumuşaktı ve bataklık mis gibi kokuyordu.
Başarımızın eli kulağındaydı. O gerçekten yürüyebilene kadar bundan kimseye bahsetmeme kararı aldık. Yağmurlu havalar dışında, her gün gizlice Yaşlı Kadın Bataklığı' na gidiyorduk. Doodle pamuk toplama zamanına kadar nasıl yürüyebildiğim göstermek için hazırlandı. Yürüyebilmek için hâlâ pek hazır değildi; fakat biz artık bekleyemezdik. Bu güzel sırrı saklamak, tıpkı uzun süre nefesini tutmak gibi, ikimiz için de çok zordu. Açıklama yapmak için 8 Ekim' i, Doodle’ ın doğum gününü seçtik. Haftalar boyunca herkese çok özel bir sürpriz yapacağımız sözü vererek, evde dalgın dalgın dolanıp durduk. Böyle çok dolaşmamızdan sonra, Nicey Hala, Yeniden Doğuş’ tan (2) daha az muhteşem bir şey yapacak olursak, hayal kırıklığına uğrayacağını söyledi.
Seçtiğimiz günün kahvaltısında; annem, babam ve Nicey Hala yemek salonundayken, alışıldığı gibi Doodle’ ı arabasıyla kapıya kadar getirdim. Arkalarına dönmemeleri söyledim ve gizlice bakmamaları için haç çıkarttırdım. Kalkması için Doodle’ a yardım ettim. Bakmalarına izin verdiğimde, Doodle ayakta duruyordu. Doodle masadaki yerine doğru yavaşça yürürken odada çıt çıkmıyordu. Derken annem çığlık atmaya başladı. Ona doğru koştu, onu kucağına aldı ve öptü. Kapının eşiğinde dua eden Nicey Hala’ nın yanına gittim ve onun etrafında vals yapmaya başladım. Onunla, kunduralarıyla ayak başparmağımı ezene kadar, epeyce bir süre dans ettik. Ki bu hayatımda başıma gelen en acı verici yaralanmaydı.
Doodle onlara benim ona yürümeyi öğretmemi anlattı. Herkes bana sarıldı. Ağlamaya başladım.
Babam “Niçin ağlıyorsun ?” dedi; ama ben cevap veremedim. Onlar bunu kendim için yaptığımı bilmiyorlardı. Kölesi olduğum şu gurur, benimle onlardan daha yüksek sesle konuşuyordu. Doodle sadece ben sakat bir kardeşe sahip olmaktan utandığım için yürüyordu.
Birkaç ay içinde Doodle yürümeyi iyice öğrendi. Tahta araba da ahırın çatısına, ki hala oradadır, onun küçük maun tabutunun yanına kaldırıldı. Artık, sık sık dinlenerek, birlikte dolaşıyorduk ve hedefimize varana kadar asla geri dönmüyorduk. Esasen Doodle korkunç bir yalancıydı ve beni de buna alıştırmıştı. Eğer herhangi biri bizi dinlemek için dursaydı, Dix Hill’ e gönderilebilirdik.
Benim yalanlarım ürkütücü, karmaşık ve saçmaydı; fakat Doodle’ nkiler iki kat çılgıncaydı. Onun hikâyesindeki insanların hepsinin kanatları vardı ve nereye gitmek isterlerse oraya uçabilirlerdi. Onun favori yalanı, ayaklarında on tane kanadı olan evcil bir tavus kuşuna sahip Peter adında bir çocukla ilgiliydi. Peter, yüzlerini güneşe çeviren ayçiçekleri gibi parlak bir kaftan giyerdi. Peter uyumaya hazır olduğunda, tavus kuşu onu kendi içine çeken uyku çiçeğiyle, rengarenk bir çağlayana benzeyen muhteşem kuyruğuyla kibarca sarmalardı. Evet, kabul ediyorum, Doodle yalan söylemede beni yenebilirdi.
Doodle ve ben geleceğimizi düşünerek zamanımızı geçirirdik. Büyüdüğümüzde Yaşlı Kadın Bataklığı’ nda yaşamaya ve geçinmek için de Çingene çiçekleri toplamaya, derenin yanına yapraklardan bir ev inşa etmeye karar verdik. Bataklık kuşları da tavuklarımız olacaktı. Bütün gün boyunca (Çingene çiçeği toplamadığımızda) sarmaşık halatlarıyla servi ağaçlarında sallanacaktık. Eğer yağmur yağarsa manolya ağacının altına sokulacak ve kurbağa avlayacaktık. Anne ve babamız, eğer isterlerse, gelip bizimle yaşayabilirlerdi. Hatta onun anneyle benim de babayla evlenme fikrini ortaya attı. Elbette, bunun olmayacağını bilecek kadar büyüktüm; fakat çizdiği resim öyle güzeldi ve huzurluydu ki yapabildiğim tek şey “Evet, evet !” diye fısıldamak oldu.
Bir kere Doodle’ a yürümeyi öğretme konusunda başarılı olduktan sonra kendimin yanılmaz olduğuma inanmaya başladım. Onun için, elbette anne ve babamın bilmediği, müthiş bir gelişim programı planladım. Ona koşmayı, yüzmeyi, ağaçlara tırmanmayı ve dövüşmeyi öğretecektim. Şimdi o da benim yanılmaz biri olduğuma inanıyordu. Belirlediğimiz şeyleri başarmak için kendimize bir yıldan daha az, Doodle’ ın okula başlamasına karar verilen tarihten öncesine kadar, bir zaman sınırı koyduk.
O kış ben okula gittiğim, Doodle da kötü bir soğuk algınlığından dolayı hasta olduğu için, pek bir ilerleme kaydedemedik. Fakat bahar sıcağı ve bereketiyle geldiğinde, biz de planlarımızı yeniden ortaya çıkardık. Başarı yaz sonuna kadar, bütün hayallerimizi gerçekleştirebilmek için önümüzde uzanıyordu. Mücadelemize aslında iyi bir başlangıç yaptık. Sıcak havalarda Doodle ve ben Hosehead Landig' e gidiyorduk. Orada ona yüzme dersleri veriyor ya da bir kayıkta nasıl kürek çekileceğini gösteriyordum. Bazen Yaşlı Kadın Bataklığı' nın serin yeşilliğine iniyor, sarmaşıklara tırmanıyor ya da spor amaçlı olarak yürümeyi öğrendiği ağacın altında dövüşüyorduk. Hedefimizin çağrısı bizi oradan oraya yapraklar gibi savuruyordu. Her nereye baksak eğrelti otları saçılmış oluyor, kuşlar şarkılarını kesiyorlardı.
O yaz, 1918’ in yazı, felaketti. Mayıs ve Haziran’ da yağmur yağmadı. Ekinler soldu, kıvrıldı ve sonunda güneşin altında susuzluktan öldüler. Bir Temmuz sabahı, doğudan gelen ve bahçedeki meşeleri deviren, karaağacın dallarını parçalayan bir fırtına koptu. Fırtına öğleden sonra batıdan yeniden kükredi. Bir tavuğun iç organlarını parçalayan bir şahin gibi, köklerini çatır çatır kırarak ve toprağın üstündeki kısımlarını parçalayarak devrilmiş meşe ağaçlarının etrafında esti. Mısır tarlasındaki mısırlar yerlere eğilmiş ve püskülleri bu yüzden toprağa değerken, pamuk kozaları saplarından koptular ve vadideki ekin sıraları arasındaki yeşil cevizler gibi yere serildiler. Doodle ve ben babamızı omuzları çökmüş, yıkımı incelediği pamuk tarlasına kadar takip ettik. Çenesi göğsünün üstüne düşmüştü. Korktuk. Doodle’ ın eli benimkinden kaydı. Birden babam omuzlarını doğrulttu, bir dev gibi yumruklarını sertçe havaya kaldırdı ve yeraltından gelen bir gümbürtüyü andıran bir sesle cennete, cehenneme, havaya ve Cumhuriyetçi Parti’ ye lanetler okumaya başladı. Doodle ve ben birbirimizi tahrik ederek ve kıkırdayarak eve döndük. Biliyorduk ki her şey düzelecekti.
Yaz boyunca evde garip isimler duyuldu: Château-Thierry, Amiens, Soissons... Ve bir keresinde annem akşam yemeği için sofrada dua ederken “Oğulları Joe’ yu Belleau Ormanı’ nda kaybeden Pearsonlar için de dua edelim.” dedi.
İşte böylece o ara mevsime geldik. Okulun açılmasına sadece birkaç hafta kalmıştı ve Doodle programın oldukça gerisindeydi. Sarmaşıklara tırmanma konusunda yeterince iyi değildi. Yüzme konusunda fena sayılmazdı. Yolumuza devam etmek ve hedeflerimize ulaşmak için egzersizleri iki katına çıkarmaya karar verdik. Onu morarana kadar yüzdürdüm, kürekleri kaldıramayana kadar kürek çektirdim. Nereye gidersek gidelim, kasten hızlı hızlı yürüyordum. Yüzü kıpkırmızı, gözleri cam gibi olmasına rağmen bunları yapmaya devam etti. Bir keresinde daha fazla yürüyemedi, yere devrildi ve ağlamaya başladı.
“Oooo, haydi Doodle, yapabilirsin! Yoksa okula başladığında herkesten farklı olmayı istemiyor musun?” diye onu teşvik ettim.
“Bu iş hiç de fark ettirmedi.”
“Kesinlikle ettirdi, haydi devam et.” dedim ve ayağa kalkmasına yardım ettim.
Yazın en sıcak günleri geçip giderken, Doodle’ ın ateşi çıkmış gibi görünüyordu. Annem alnına dokundu ve hasta olup olmadığını sordu. Gece de çok iyi uyumadı ve bazen kâbuslar gördü. Ben onu dürtüp uyandırana kadar çığlıklar attı.
Okulun açılmasına birkaç gün vardı. Bir cumartesi günü öğlen vaktiydi. Yenilgiyi kabul etmeliydim; fakat gururum buna izin vermiyordu. Programımızın heyecanı birkaç hafta sürmüştü; fakat ben yılgın bir inatçılıkla hâlâ devam ediyordum. Geri dönmek için çok geçti. Çünkü hedefimize varmak için çok uzaklaşmıştık ve ardımızda yolumuzu bulmak için hiçbir iz bırakmamıştık.
Annem, Doodle ve ben öğle yemeği için yemek odasında oturuyorduk. Sıcak bir gündü. İçeri rüzgâr girebilsin diye bütün kapılar ve pencereler açıktı. Nicey Hala mutfakta yumuşak bir sesle bir şeyler mırıldanıyordu. Uzun bir sessizlikten sonra Doodle konuştu: “Hava o kadar durgun ki, bu öğleden sonra fırtına kopmazsa şaşarım.”
“Haydi, yemeğimizi bitirelim!” dedi annem yemek salonuna dönmemiz için dirseğiyle bizi dürterek.
Doodle “Ben aç değilim.” dedi; kuşun yanına çömeldi.
“Tatlı olarak şeftali tartı var.” dedi annem onun aklını çelmek için.
Ama bu Doodle’ ı ikna etmeye yetmedi ve o kuşun yanında çömelmiş vaziyette durmaya devam etti. “Onu gömeceğim.” dedi.
Annem “Sakın ona dokunmaya cüret edeyim deme !” diye onu uyardı. “Onun bir hastalığı olduğunu söylememe lüzum yok sanırım.” -
“Tamam, ona dokunmayacağım.”
Annem, babam ve ben yemek, odasına döndük. Fakat açık kapıdan Doodle’ ı izliyorduk. Cebinden bir parça ip çıkardı ve kuşa dokunmadan ipin bir ucunu kuşun ensesine düğümledi. Yavaşça ve yumuşak bir sesle “Shall We Gather At The River” şarkısını söyleyerek onu ön bahçeye taşıdı. Çiçek bahçesinde, petunyaların yanında bir çukur kazdı. Biz de pencereden onu izliyorduk. O bunu bilmiyordu. Küreğin sapından tutup bir çukur kazmadaki beceriksizliği bizi oldukça güldürdü. Bizi duymasın diye ağzımızı ellerimizle kapattık.
Doodle yemek odasına girdiğinde bizi ciddiyetle tartımızı yerken buldu. Solgundu ve kapının eşiğinde öylece duruyordu. Babam ona “Kızıl aynağı gömdün mü ?” diye sordu.
Doodle konuşmadı, sadece kafasını salladı. Annem “Ellerini yıka, sonra bir parça şeftalili turta alabilirsin.” dedi.