7 Mart 2010 Pazar

eylül


uzar boyundan kısa bir pantolon;
gazoz kapağı, fırdöndü, dipçik, duvar
unutmam öyle yakın geçti yanımdan
o bacaklar ercan’ındı, küçüktü, beyaz kaplumbağa taşlardı
benim kısa pantolonum olmadı hiç
anam babam bilir, gözlerim ferfecir*
onüçüm belli ondördüm naylon
onikisinde samatya’ya kaçasım vardı bulsaydım ertuğrul’u
eylül’ün raylarda uzaması gibi bir meraktı işte…

unutmam, öyle yakın geçti yanımdan
dedi ki: 'kaplumbağalar yeşildir, herkes bilir bunu'
vakarla yapıştılar koluna, büyümediğimiz yılları korktuk
söktüğümüz taşları boşluğuna koyduk
perdeler ürktü, pencereler söndü,
daha bir içlendik çağrılmadığımız evlere
yüzünü gizleyenler de bilir bunu;
        öyle yakın geçti ki üzgün haydutlar
uzun uzadı boyunlarımız, upuzun baktık
avuçlarımızla gözlerimizi kapadık; 
sokağın eylül’e saklanması gibi bir oyundu işte…

hüseyin murat çinkılıç

*Ferfecir : Velfecri

19 Şubat 2010 Cuma

Masal

kavrulmuş bir karıncanın sağ salim
yuvasına dönüşü şarkılarda anlatılmaz
başka bir ses gerekir belki de, bilinen
tüm seslerin ötesinde; anne
koynuna al beni rahmine söz geçmez bu ıssız gecede

gitar çalma, susalım biraz yoruldum ağrımaktan
yoruldum bunca kesik ruhu tek başıma
taşımaktan, bir avuç kızgın kum bile yok
tutuşmuş saçlarını özlemeye vaktim yok
yok. yangınlara kızanları sildim kareli defterimden

bir kare de sen koy, üşenme
sanki soldan sağa ölmüş gibiyiz bu bilmecede
bu masalda dere tepe düz gitmiş kadar yorgunuz
argınız. azgınız. vallahi azız.
çok daha az olacağız bu pis gidişle
belki de seviştirmeye
vaktim olmaz kimseyi kendi bedenimle

çok gittik. dere tepe düz gitmiş bile
olabiliriz. ne dersin geri dönmeye; anne
sana söylüyorum olur olmaz zamanlarda ölme
taşınacak bir yük bile kalmayacak yoksa
bu kırışık cennette
yarım yamalak yaşayalım senle

kavrulmuş bir karınca kararınca; anca.

Altay Öktem

9 Şubat 2010 Salı

defterinden kuşları silme

sen yine benim bildiğimi bilme
defterinden kuşları silme
bekle mayısları; çocukları harfiyen
söz nedir ki; şiir ve bencil
etsem yeri yok kalbimden önce
suya düşecek mor salkımları bekle sen
hem saçların daha ılık 
gözlerinden öperim söz, haziran inince

hüseyin murat çinkılıç, ocak 2010
bir aldırışı alıp geldin
sorsan ya nilüferin beyazına, neden geceyi seçti !
yıldızlara sarılmadan ölme derim

biraz bekleyedur intiharım bitmedi
nilüferin mavisini çözemedim gün gözümdeyken
hangi kolay aldanışı seçti ?

ben ıslan derim, yağmurdan önce..

hüseyin murat çinkılıç

şiir boş uğraştır

bir kim önceydi
ay inerken zeytine
bil dedi bilmediğini
kadın gölge arayan ezberdir

sil ağzındaki resmi.

üç selam sonraydı
son kuş uçarken
yokuş
ibret içinde sessizlik okudu gidişine

bir sen. şimdiydi
ben tüneyip zeytine
sor dedim sormadığını incire

aslolan ateş değil midir.


ahmed doğan

Sen beni öpersen


Sen beni öpersen belki de ben Fransız olurum

Şehre inerim bir sinema yağmura çalar
Otomobil icad olunur, Zarifoğlu ölür
Dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür.

-Senegalliler dahil değil

Sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihablanır
Çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi
O vakit bir sufiyi darplarla gebertebilirsin
Hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin

-Yoksa seni rahatsız mı ettim?

Sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur
Ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek
Elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim
Elbette gayet rasyoneldir attan atlamak

-Freud diye bir şey yoktur.

Sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim
Belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma
Bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün
Yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.

-Haydi iç de çay koyayım ..

Ah Muhsin Ünlü

Fotoğraf: Nurcan Azaz

şiir boş uğraştır


gittin ya
sanma bir şeyler götürdün senden
dün bir taşı kaldırdım
ellerini gördüm
gözlerin gökyüzünde her gece
ama olsaydın daha iyiydi sanki
sanki sıcaklığın yok güneşte
sanki yapraklar tutmuyor
saçlarının yerini
sanki ben bazen ölüyorum
gün gün..

gittin ya
sanma bişeyler getirdin benden
yüreğim daha bi hınçla dolu
ellerimin boşluğu daha bir güzel
ama gitmesen daha iyiydi ya
ama gitmesen ne iyiydi ya

gittin ya
çocuğun biri durup dururken ağlamaya başladı
hele yağmur yağınca
musalla taşı kaldırımlarda
insan kendi ölüsünü çiğniyor
sen gittin ya...

gittin ya
şimdi anlatmaz derdimi yaprak sallayan rüzgâr
durgun denizlerle değil işim
ovalarla yollarla değil,
şimdi,
bir of lazım bana seni sevdiğim günden kalma
sabırla yoğrulmuş
hiç söylenmemiş
bir kerelik
öldürmelik bir off
şimdi, bir kasırga lazım bana
bir dağ doruğu
göz değmemiş

kadın kadın
gittin ya
şimdi bir sen lazım bana
hiç gitmemiş...

ahmed doğan

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Gölge

"Bugün güneş doğmayacak, bugün sen çok öleceksin
Biraz düşlerine eğil, orda bir şey bulacaksın
Bugün unut mavileri, çiçeğe su verme unut
Biraz daha sen olursun, kalbindeki rengi büyüt" (1)


Sustu şarkı. Gece çözülmüş, duygular ağırlaşmış, rüzgârını yitirmiş bir yelken gibi duruyor orta yerde...
“Kim sarhoş olmadan belirsizliği seçebilir?”
Hangi dost söylemişti bunu?
Orta yerde aslında bir masa var. Masanın iki karşılığında iki gölge.. Gölgelerden birisi az önce gitti. Adam rüzgârını arayan bir yelken gibi duruyor karşılığında. Şarkı susmadan önce karışır gibi olmuşlardı birbirlerine. Adam gölgeyi orda sanıyor hala...
..
Çıkmadan, uyurken yüzüyle masum öyküler yazan oğluna sarıldı, öptü. Günü için kulağına iyi şanslar fısıldadı. Şimdi sokağa çıkıp işe gitmek için kendine korunaklı yollar arayacaktı. Sonra ‘niye böyle düşündün’ diye sordu kendine! Yanıt alamadı. İlk kapıdan çıktı. Asansör ortalarda yoktu; zaten olsa da binmeyecekti. Merdivenleri yuvarlanarak inmek istiyordu bu sabah. ‘Niye böyle düşündün’ diye sordu kendine! Yanıt alamayınca kızdı, en ürkek adımlarıyla yokladı yedi kat inişi.
Sokağa baktı. Caddeye baktı. Işıklara bakmadan geçti. Yokuş aşağı inen caddeye varınca tam da ortasından yürümeye başladı. Her şey, içindeki sese inat gelişiyordu. Gizli sevinçlere yol vermeyen, heyecanlara korna çalan taşıtları niye trafikten men etmezler ki? O an çalan cep telefonunun kornalara karşılık verdiğini düşündü, bekledi karşılığın yerini bulmasını. Kornalar susmuş telefon iki fazla söylemişti. Fazlası kendine diye düşündü, işi aklına geldi. Öyle ya yoldaydı, ofise gidiyordu. Korunaklı yollar seçecekti bugün kendine, çocuk seslerinin bol olduğu... Peki caddenin ortasında ne işi vardı?

"Duygu fırtınaları, paradoks iklimler, erozyona uğramış hayat... Her bayat gününüz işte bu hayat!” Ağzından dökülecek olanlardı ki, telefondaki ses: “Günaydın Murat Bey” uyandırmasında bulunmuş, kaldırıma yönelmesini sağlamıştı.

İşgünü trafiğinin ilk telefonunda karşısındaki ses, sıcak ama çabuk atlatılması gereken bir trafik sıkışıklığı duygusu yaşatmıştı. İkinci bir çağrı yoklamadan dolmuşa yetişmek için panikledi. Atak adımlar, el kol sallamalarıyla dolmuşa attı bitkin aklını. Akıl mı?! Diğer yolcuları şaşırtacak bir baş hamlesiyle gözlerini bedeninde gezdirdi. Rahatladı tastamam yerindeydi parçalar. Cama doğru çekilirken, yaslanacak bir sevgili omuzu aradı. Ama dur! Sevgilinin ona yaslanması daha dinlendirici olurdu. Evet, evet!

“bana bir boşluk bırakın ki yüzüme yalnızlığımı haykırayım!” (2)

- Kaptan bu kez sevgilinin bineceği durakta indirme beni!.
‘ Duymadı galiba ! Ama ben iki kere tekrarladım. Neden söylendi ki o kadar.’
- Burada iniyorsunuz, Marketin hizasından devam edip, kafeteryanın ordan sağa dönüyorsunuz. Ofisinizi göreceksiniz.
‘ İyi de neden bana işyerimi tarif ediyor bu herif? Dışarıda olduğuna göre deli de değil!’

Kapının önünde çantasını yere koymak için eğildiğinde bir ırmak geçti önünden. ‘Acaba eve dönüp yatsam mı?’ ‘İyi değilim galiba’ diye düşündü. Geri dönmeye fırsat bulmadan ırmak büyüdü, büyüdü.. Suyun coşkusuna direnemeyen aklını yanına alıp, gövdesiyle çırpınmaları kapının önüne bıraktı. Irmağın kendisini bıraktığı yerde bir bahçe uyuyordu. Bütün çiçekleri uyandırmak istedi. Aklıyla yaratabileceği ne kadar ses varsa hepsini düşündü.. Girdi bahçeye.. İlkin bir nergis uyandı ve kanadı uyandığı yerden, Kanadı.. Kanadı.. Irmağa karıştı. Narcissus’u gördü suyun kenarında yüzü ırmağa dönük..

‘Ne zaman bitecek bu düş?’ ‘Nasıl varacağım gövdeme?’ Gövde ise çırpınıyor kapıyı açmaya çalışıyordu. Açıp ofise girebilse her şey yerine gelecek gibiydi. Neden sonra gövde kapıyı açarak kendini içeri attı. ‘oh!’ dedi ‘kurtulacağım bu kanattığım bahçeden’ Bir kıpırtı, hareket bekledi kendisini taşıyacak.. Adam rüzgârını arayan bir yelken gibi bekliyordu!.


“Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde / Oysaki seninle güzel olmak var / Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi / Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda / Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor. / Sen karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte / Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel / O başkası yok mu bir yanındakine veriyor / Derken karanfil elden ele. / Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle / Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil / Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk / Birleşiyoruz sessizce.” (3)


Masasındaydı. Oturuyordu. Aklı başında, başı gövdesindeydi. ‘Akşam biraz alkol almış olabilir miyim?’ diye düşündü. Bu sabah o kadar çok düşünüyordu ki; ama sonuca ulaşamıyordu nedense. Masada klavyenin üzerinde duran bu şiir?! Pek severdi. Ama başucu şiiri gibi yazdığını anımsamıyordu. Şimdi daha bir sevdiğini hissediyordu şiiri. Perişan bir yorgunluk sabahına sevdalar taşıyordu dizeler. Sadece sabaha değil; ofisin önündeki küçük bahçenin kiracısı gül ağacına, o ağacın önünden geçmeden okul yolu tutmayan liseli aşıklara, bahçenin hemen karşısındaki pembe panjuru ve boyası olmayan beton bloklara, gökyüzü beyazından ağan gökkuşağı düşlerine, her şeye ama her şeye sevdalar taşıyordu.. Çirkin suratlı bir işgününe bile güzellik tacı giydiriyordu.. Bu şiiri hangi el taşımıştı klavyenin üzerine, bugün yazılacak olanlar yazılmıştır, tuşlar kapalıdır dercesine...

Sonra karanfiller... Bir Taksim Meydanı geçti gözlerinin önünden. Dik duruşlu, gür sesli insanlar yürüdü kortej halinde. Sıra sıra Şişli’ye vardılar. Orada durdular, sesli şarkılar oldular... ‘Bu karanfilleri onlar mı bıraktı?!’

‘Yoksa eski bir aşk hüznü mü bıraktı karanfilli şiiri!? Hüzün tek başına mı uğradı yokluğumda?’ Çok şey düşünüyordu adam; kıvranarak, sancılı, sonsuz...
İşte ikinci telefon
! ‘Belki de bir dost, karanfil kokulu bir şiir okumak için arıyor’ diye hızlı düşündü.
- Murat Bey!
- Günaydınlar Aydın Bey, şiirinizi aldım. Teşekkür ederim. Beni mutlu ettiniz.
- Hangi şiir Murat Bey?
‘Hangi şiir ? Şiir? Şiir?’ Telefonu parmaklarının arasında döndürdü, bir an düşürür gibi oldu ama toparladı. ‘Konuşma nerede kalmıştı ki?’
- Aydın Bey, ziyaretlerle ilgili raporu soracaktınız sanırım? Sizinle daha önce sözlü olarak paylaştıklarımın dışında bir şey yok. Aradığınız için teşekkür ederim. İyi günler !

İki büklüm masanın kenarına eğildi. Kıvranıyordu. Yüzü yere değecek olduğunda, karanfili gördü. Yerçekimli karanfil...

- Hocam hayırdır, hasta mısınız?

‘Evet hastayım galiba! Bir ayrılık takviminde yüzümde yaralar çıkmıştı. Su çiçeği dediler. İyi de ben çocukken su çiçeği geçirdim, değildir dedim. Oynaştım yaralarla. Yüzümü sevdiler ve orada kaldılar. Ben inatla onlara ayrılık çiçeği derim. Onlar aklın yittiği ateş baskınlarında, akla ziyan düşünce fırtınalarında çıkageldiler: Sen (ayrı)sın dediler.’

- İndin mi dolmuştan? Şoför sana da ofisi tarif etti mi?
- Hocam iyi misiniz?

Kalktı, klavyenin üzerindeki şiiri katlayıp, cebine koydu. Sonra kapıdan giren konuğun yüzüne bakmadan dışarı çıktı. Irmağı bekledi. Sabah çıkarken oğlunun kulağına ‘su gibi aklın, karanfil gibi yüreğin olsun’ diye fısıldadığını anımsadı. Yanıt buluyordu ! Ofiste konuğunu ve telefonunu bırakmıştı. İçeriye döndü. Şaşkın bir ifadeyle ayakta donakalan Tuğba’ yı gördü. ‘Hoş geldin’ gülümsemesi gönderdi. İyileşmeyi gören konuk gülümsemeden öte karşılık vererek hızlı bir kahve servisine girişti. Bir an evvel sohbete girişecek bir ev sahibi görmek istiyordu karşısında.

Üçüncü telefon:
- Dostum merhaba! İstanbul’a gelebilecek misin?
- Özür dilerim, tanıyamadım.
- İsmail’i kaybettik..
- İsmail?! İsmail... Demek!..

Demek o şiiri sen bıraktın İsmail!
‘Dostum ben de sana anlatacak bir öykü biriktiriyordum şu sıralar. Ama görüyorum ki dinleme niyetinde değilsin. Sen bilirsin...’

- Hocam ne oldu yine?


Sustu şarkı. Gece çözülmüş, duygular ağırlaşmış, rüzgârını yitirmiş bir yelken gibi duruyor orta yerde...
- Kim sarhoş olmadan belirsizliği seçebilir İsmail?
Tamam buldum! Bunu Tekin söyledi. Sen Tanımazsın. Ama anladın değil mi ?!

Orta yerde aslında bir masa var. Masanın iki karşılığında iki gölge.. Gölgelerden birisi az önce gitti. Adam rüzgârını arayan bir yelken gibi duruyor karşılığında. Şarkı susmadan önce vedalaşmışlardı ama, Adam gölgeyi orada sanıyor hâlâ.


3. Sayfa bir gazete haberi: “TEM otoyolunda direksiyon hakimiyetini yitirerek bariyerlere çarpan İsmail Yıldız, kaldırıldığı Taksim İlkyardım Hastanesi’nde yaşamını yitirdi. Kaza yerinde yapılan incelemede arabada bulunan içki şişelerinden, İsmail Yıldız’ın aşırı alkol alarak trafiğe çıktığı belirlendi.
...


Trafik canavarı dün, İstanbul’da 2, Bursa – Balıkesir karayolunda 1 ve Kırıkkale’de 2 olmak üzere toplam 5 can aldı.


(1) Hüsnü Arkan – Söz ve müzik
(2) Ogün Kaymak - “Varta” isimli şiirinden
(3) Edip Cansever – “Yerçekimli Karanfil” isimli şiirinden


hüseyin murat çinkılıç, 2007




24 Mayıs 2009 Pazar

Amedeo Modigliani

(Trajik bir sanatçı öyküsüdür; yazılmasa da olurdu)

İtalyan ressam ve heykeltıraş Amadeo Modigliani (1884-1920) geçtiğimiz yüzyılın hayat öyküsü ile en çok ilgi çeken sanatçılarından biridir. Yoksulluğundan giyim kuşamına, kadınlarla ilişkilerinden uyuşturucu ve alkol bağımlılığına, uçlardaki yaşam tarzından hastalığına ve ölümüne, hatta karısının intiharına değin yaşamı etrafında neredeyse Vincent Van Gogh'un ki kadar meşhur olan bir efsane yaratılarak "Trajik sanatçı" tipinin ve bohemliğin timsali olmuş ve ölümünden sonra büyük bir şöhret kazanmıştır. Acıdır ki hakikaten de baştan sona trajik olarak nitelenebilecek yaşam öyküsü, uğruna kendini tükettiği sanatını da gölgeler hale gelmiştir. Ölümünden sonra, belki de ideolojik sebeplerle, Modigliani'nin etrafında romantik bir "trajik sanatçı" miti örmek isteyen Andre Salmon gibi bazı yazarlar Modigliani'nin yeteneğinin kaynağının sefih bohem yaşantısı ve uyuşturucu bağımlılığı olduğunu, hatta ayıkken Modigliani'nin sıradan bir ressam olduğunu savunabilecek kadar ileri gitmiş ve birçok genç sanatçı ressamı taklit etmek umuduyla uyuşturucu kullanımı ve bohem hayat tarzına heves etmiştir. Halbuki günümüz sanat tarihçileri ressamın eğer bu özyıkıcı eğilimlerine kapılarak hayatını mahvetmese sanatında çok daha yüksek seviyelere ulaşacağını öne sürmektedir. 

Amadeo Modigliani 2 Temmuz 1884'te İtalya'nın Livorno kentinde doğdu. 19.yüzyılda Livorno İtalyan standartlarına göre yeni bir şehir sayılırdı. Modigliani’nin yetiştiği kent, deniz taşımacılığı ve gemi yapımına yoğunlaşmış hareketli bir ticaret şehriydi ancak daha önemli bir özelliği, inancı yüzünden ayrımcılık görenler için bir sığınak olmasıydı. Modigliani'nin anne tarafından büyük büyük dedesi Solomon Garsin de aynı sebepten 18.yüzyılda Livorno'ya göç etmiş bir mülteciydi.

Kültürlü bir Yahudi ailesinin en küçük oğlu olan Modigliani, ressamın doğumundan kısa süre önce iflas eden bir işadamı olan Flaminio Modigliani ve eşi Eugenia Garsin'in dördüncü çocuğu olarak fakir bir hayata gözlerini açtı. Daha on yaşında iken tüberküloza yakalanan Modigliani hayatı boyunca zayıf akciğerlerinin yarattığı hastalık tehdidinin gölgesinde yaşayacaktı. Ressamın özellikle kültürlü bir kadın olan annesi ile çok yakın bir ilişkisi vardı. İlk öğretmeni ve kendisini sanata yönlendiren de annesiydi. 14 yaşında annesi onu Laverno'daki en usta ressam olan Guglielmo Micheli'nin sanat okuluna kaydetti. Hocası Micheli " Macchiaioli" adı verilen ve Fransız izlenimcilerine yakın, renge ve manzaraya ağırlık veren yerel bir İtalyan resim akımına dahildi. Modigliani burada 1898'den 1900'e değin çalıştı. Biçime yönelik ilk sanat eğitimi 19.yüzyıl İtalyan sanat ortamının temaları ve üsluplarından derin şekilde etkilenen bir atmosferde gelişti. Bir yandan Rönesans sanatının tesiri, diğer yanda Leutrac ve Giovanni Boldini gibi ressamların üsluplarının etkileri ilk dönem çalışmalarını derinden etkiledi. 

Annesinin de cesaretlendirmesiyle sanat eğitimini tamamlamak amacıyla 17 yaşında evden ayrılarak önce Floransa'ya ve 1903 yılında da Venedik'e taşınan ve Istituto di Belle Arti'ye kaydolan Modigliani burada ilk kez haşhaş içmeye ve şehrin tekinsiz gece hayatında vakit geçirmeye başladı. Ömrü boyunca arttırarak sürdüreceği bu aşırı hayat tarzını seçmesinin kökeninde basit bir gençlik isyanı veya klişe bir bohemlik hevesinden daha ötede, Nietzsche'nin ki gibi radikal felsefelere olan bağlılığı yatmaktadır. Küçük yaştan itibaren dedesi İsaco Garsin tarafından felsefe konusunda eğitilen ressam, Nietzsche, Baudelaire, Carducci ve Comte de Lautreamont gibi yazarlardan derin şekilde etkilenmiş ve gerçek yaratıcılığa giden tek yolun düzene ve hayata meydan okumadan geçtiğine inanmıştır.

Beş yıl sonra 1906'da genç Amadeo Paris'e geldi ve önceleri Montmartre bölgesinde sakin bir hayat sürdü. Paris'te Montmartre'de yoksul sanatçılar için bir komün olan Le Betau-Lavoir'e yerleşti ve Caulaincourt sokağında bir stüdyo kiraladı. İkbalden düşmüş bir ailenin çocuğu olan Modigliani gösterişli giysileri ve tavırları ile fakirliğini bohemlik örtüsü altına gizlemeye çalıştı. Bu dönemde önceleri Venedik'teki yaşamının aksine asosyal denebilecek kapalı bir hayat sürdürdü. Bu dönemde Picasso, Utrillo, Jean Cocteau ve Soutine gibi avangart çevrelerin önde gelen sanatçılarıyla tanıştı. İlk dönem eserleri (1908 tarihli Yahudi Kadın gibi) o sırada daha yeni başlayan kübizmden nispeten az etkilenmiştir ve daha çok Steinlen, Lautrec ve Picasso'nun Mavi Dönemi'yle ilinti kurulabilir. Ancak bir yıl dahi geçmeden tavrı ve ünü dramatik olarak değişti ve kendini şık bir akademisyen sanatçıdan bir çeşit serseriler prensine dönüştürdü. Bohem çevrelerde bile sivrilecek derecede aşırı hareketlerde bulunmaya, çok miktarda alkol, haşhaş ve absent kullanmaya ve kadınlarla günübirlik ilişkiler yaşamaya başladı. Kadınlar onu dayanılmaz şekilde çekici bulurken, ressamın kendi de kadın cinsine hayrandı. Kadın portreleri ve nü çalışmalarının eserlerinin merkezi teması olması şaşırtıcı değildir. Bu eksantrik hayat tarzı, gösterişli kahverengi fitilli kadife ceketi, boynundaki parlak kırmızı fuları ve kocaman siyah fötr şapkası ile giyinişine de yansıyordu. Onun bu değişimi ve neredeyse intihara varan özyıkıcı temayüllerinin kaynağında çocukluğundan beri çektiği tüberkülozun eninde sonunda onu erken bir ölüme götüreceğine dair kanaatinin ressamı henüz yaşarken hayatın tadını çıkarma düşüncesine ve saldırgan bir aşırılığa yöneltmesi olduğu düşünülebilir.

Bu sefih hayat tarzı kaçınılmaz olarak mali sıkıntıları da beraberinde getirdi. 1909 yılında para sıkıntısı içindeki Modigliani sıklıkla eserlerinin bir bölümünü de ardında bırakarak bir küçük stüdyodan diğerine taşınmak zorunda kaldı. Kötü sağlığı onu daha iyi bakım göreceği İtalya'ya annesinin yanına dönmeye zorladı. "Viyolonsel Çalan Adam" tablosundaki çizgi renk ve fırça darbesini aşmakta ve daha bu dönemde Modigliani’nin özgün tekniğini göstermektedir. Paris'te yaşadığı dönem boyunca ciğerleri kötüledikçe ve uyuşturucu ve alkol bağımlılığı sağlığını bozdukça daha defalarca annesinin yanına dönecektir.

Aynı yıl tanıştığı heykeltıraş Brancusi vasıtasıyla Afrika heykelleri ve maskları ile tanışan Modigliani 1913'e değin sadece forma yönelik araştırmalarla meşgul oldu ve dört yılda sadece 30 tablo yaptı. Oranları uzatılmış yatay ve sade yüzler bu
dönem heykellerinde karakteristik özelliklerdir. Hem çizimlerinde ve hem de yağlıboyalarında kadın zarafetini dışavuran kıvrımlı kontör çizgileri kullanır. Daha sonra sağlık sorunları ve mali nedenlerle heykeli bırakıp tekrar resme yoğunlaşmak zorunda kalsa da Afrika heykel sanatından öğrendikleri yaşamı boyunca eserleri üzerindeki tesirini sürdürdü. Modigliani'nin sanatında Afrika ve Kamboçya primitif sanatlarının etkisi olduğu bilinse de stilizasyonlarında Kuzey İtalya'da geçen eğitim yıllarında çevresinde bulunan ortaçağ heykellerinin de aynı oranda etkisi olabileceği düşüncesi de makuldür. Portrelerinde Afrika kabile masklarına duyduğu ilgi etkisi görülürken hem resim hem heykellerinde görülen oturan figürlerinde, figürlerin yüzleri belirgin badem gözleri, büzülmüş dudakları, çarpık burunları ve uzatılmış boyunları ile düz ve maske gibi yüzleriyle Antik Mısır resimlerini andırmaktaysa da. aynı karakteristik özellikler ortaçağ Avrupa resim ve heykelinde de görülmektedir. Sanatçının Avrupa figüratif resim geleneğinden Eski Mısır’ın hiyeratik formlarına, Klasik ve Afrika heykel sanatına değin bir kaynaklar demetinden beslendiğini söylemek doğru olacaktır. 

1914 ve 1916 arası, Modigliani'nin İngiliz gazeteci Beatrce Hastings ile ilişkisi dengesiz bir yaşam tarzını daha da kötüleştirdi. Bu dönem eserlerinde Divizyonizm etkileri görülmektedir. 1916'da ressamın yaşamı yeni bir yola girer. Modigliani'yi meşhur bir sanatçı haline getirmeye azmeden arkadaşı Leh şair Leopold Zborovski ressamın menajerliğini üstlendi. Kübizm'den etkilenen bu dönem eserleri (Kisling, 1915) kesin hatlı sert kompozisyonları ile farklılaşır. Modigliani artık üslubuna tam olarak hakimdir. Kahverengi, gri, siyah, mavi ve yeşil, deri rengi için ise okr kırmızısı kullandığı resimlerinde renk kullanımı ölçülüdür. Ancak resimlerini karakteristik bir şemaya indirgemesi 1916 tarihli Chaim Soutine ve 1917 tarihli Blaise Cendrars'ın portrelerinde görülebileceği gibi modellerinin kişiliklerini resme yansıtmasını engellememektedir. Bu dönemde çıplak kadın figürü çalışmaları sıklaşır. Kadın vücudunun çizgileri adeta ritmik melodilere dönüşür. 

İlerde eşi olacak zarif ve yetenekli sanatçı Jeanne Hebuterne ile de şair Zborovski'nin evinde tanışır. Hebuterne o sırada 19 yaşındadır ve Katolik kökenli bir burjuva ailesinin kızıdır. Modigliani ile ilişkisi yüzünden ailesince reddedilen Hebuterne, Modigliani'nin daha dengeli bir yaşam tarzı sürdürmeye başlamasına neden oldu ve ressamın yaşamının son iki yılındaki en iyi çalışmalarının birçoğunun da ilham kaynaklığı etti. Bu dönem portrelerinin karakteristik özelliği uzatılmış silüetler ve özellikle uzatılmış boyunlardır. Dostu Zborovski'nin de cesaretlendirmesiyle Modigliani ilk sergisini Ekim 1917'de Paris'in Latiffe sokağındaki Berthe Weill Galerisi’nde açtı. 32 yağlıboya ve çiziminden oluşan sergide çok az eser alıcı buldu ve nü tablolarından rahatsız olan Paris polis şefi tarafından aynı gün içinde eserlerin "umumi ahlaka uygunsuzluğu" gerekçesiyle kapatıldı.
Kasım 1918'de çiftin ilk ve tek çocukları olan Jeanne Modigliani doğdu. mali sıkıntılar ve akciğer enfeksiyonu yüzünden zayıf düşen sanatçı şair Zborovski'nin de desteğiyle, 1918-1919 kışını ailesiyle Nice'de geçirdi. Burada geçirdiği dönemde tablolarının yalnızca çok küçük bir bölümünü turistlere satabilse de ölümünden sonra en popüler ve başarılı işleri olarak tanınacak eserlerinin çoğunu da bu dönemde üretti. Mayıs 1919'da eşi ve kızı ile Paris'e dönen Modigliani La Grande Chaumiere Sokağı’nda bir daire kiraladı. 

Modigliani 1920'de, günlerdir kendilerinden haber alamayıp merak eden komşuları tarafından dairesinde yüksek ateşten sayıklar halde bulundu. Karısı dokuz aylık hamileydi. Hemen çağırılan doktorun yapabileceği birşey yoktu. Çünkü ressam o zamanlarda tedavisi olmayan bir hastalık olan tüberkülar menenjitten muzdaripti. 

24 Ocak 1920 tarihinde henüz 35 yaşındayken Hopital de la Charite'de hayata gözlerini yuman Amadeo Modigliani Paris'in neredeyse tüm avangart sanat çevresinin katıldığı muazzam bir cenaze töreniyle toprağa verildi. Dokuz aylık hamile olan eşi Jeanne Hebuterne ertesi gün ailesinin evinin 9.kat penceresinden atlayarak intihar etti. İki aşık, öfkesi dinmemiş olan Hebuterne ailesinin nihayet 1930 yılında Jeanne'ın mezarının taşınmasına izin vermesine dek ayrı mezarlıklarda yattılar. 

Beş kuruşsuz ve kimsesiz halde ölen ve ömrü boyunca yalnızca bir tek kişisel sergi açabilen Modigliani'nin ünü ölümünden sonra birden arttı. Acıdır ki ressamın öldüğü yıl zengin Amerikalı müşterilerin Paris'i istila ettiği yıl oldu. Bugüne değin hayatı hakkında dokuz roman, bir tiyatro oyunu yazılan, bir belgesel ve üç uzun metrajlı film çekilen Amadeo Modigliani'nin sanatçı öldüğünde henüz 15 aylık olan kızı Jeanne tarafından "Modigliani: İnsan ve Efsane" adlı bir de biyografi yazılmıştır. 

Kendi şöhretinin gölgesinde kalmış olsa da Amadeo Modigliani'nin bir ressam ve heykeltıraş olarak yeteneği ve başarısı sugötürmezdir. Yüzyılın dönemecinde yepyeni açılımların yaşandığı, algıları harman yeri gibi savuracak Kübizm gibi bir çok sanat akımının filizlendiği Paris sanat ortamında, çoğu da dostu olan bir çok sanatçıdan ve geniş bir yelpazedeki birçok tarz ve sanat akımından ve primitif sanattan etkilenmesine rağmen Modigliani'nin sanatı formlarındaki sadelik ve zarafet, çizgisindeki kararlılık, renklerindeki hassaslık ve modellerinin karakterlerini yansıtmak amacıyla vücutlarında biçim bozulmalarına gitmesi ile kendine özgü ve benzersiz kalmayı başarmış, insan formu ve fizyonomisine duyduğu hayranlık portrelerinde olduğu gibi geleneksel örnekleri sürdürmekle birlikte aynı zamanda da gayet özgün ve modern olabilen, cüretkar ve şehvani çıplaklarına da yansımıştır. İcat ettiği bu baştan çıkarıcı ama disiplinli görsel dil ile sanatçının Modernizm’in erken döneminde, menfi veya müspet şöhretinin ve hayatının etrafında örülen mitin çok çok ötesinde yadsınamaz bir yeri bulunmaktadır.


Yararlanılan Kaynaklar:

- Andre Salmon, Modigliani’nin Yaşamöyküsü, Düşün Yayıncılık
- Alfred Werner, Amedeo Modigliani, London, 1967, Thames and Hudson 
- Carol Mann, Modigliani, London, 1980, Thames and Hudson 
- James Thrall Soby, Amedeo Modigliani. New York,, 1977, Arno Publishing 
- Mason Klein, Modigliani: Beyond the Myth, The Jewish Museum and Yale University Press, 2004


Sancar Özer 
Lebriz.com

"Hayat, sen başka planlar yaparken başına gelenlerdir"


23 Mayıs 2009 Cumartesi

Okyanus, Gökyüzü ve Küçük Yıldız (Masal)

“Okyanus göğe aşıkmış. Hava değil su sanırmış.”(1) Binlerce yıl onun için nice fırtınalara ev sahipliği yapmış, nice gemiler batırmış, nice savaşlarda nice korsanlar yutmuş. Sürekli minnet beslemiş göğe yukarıda kendi renginde, kendi tadında duruyor, kendisini kendine katıyor diye. O denizler deniz, karalar kara olalı beri bunu böyle bilmiş; yağmurlarla kendisine dönenin kendisi olduğunu hiç bilememiş
...
Ola giden bu masalda, gökyüzünü yurt edinen milyarlarca yıldızdan sadece biri; bir küçük yıldız, akşam olunca hüzünle açarmış ışıklarını; ve sabaha kadar, güneş yüzüne değene kadar, hüzünle, hiç kıpırdamadan otururmuş evinde. Gökyüzündeki diğer yıldızlara benzemezmiş bu küçük yıldız. Diğerleri gibi şenlikle yanıp sönmez, bayramlara katılmazmış.. Haa bir de dilsizmiş. Bazı yıldızların söylemesine göre, evrene gözlerini açtığı ilk gün kendi dilini kesmiş. Bazı yıldızlar ise onun dilsiz doğduğunu söyler. Ama en yaygın söylence şudur ki, küçük yıldız okyanusun göğe olan ümitsiz aşkına tanık olduğu ilk anda lâl olmuştur.
Küçük yıldız hüzünle ışıklarını açar, hüzünle oturur, hüzünle kaygı biriktirirmiş gözlerinde.. O kaygı bir gün gözlerini de kör edecek noktaya geldiğinde küçük yıldızın evinde sadece solgun bir ışık görünür ve sadece arp tınıları duyulur olmuş.. Komşusu olan yıldızlarlar onu ve hüznünü hiç önemsememişler, küçük bir budala olarak görmüşler.. Yıldızlar kendi aralarında konuşurlarken bunu söylerlermiş yalnız: Küçük Budala ! Aslında hiçbiri onu budala görecek cesareti bulamazmış kendinde. Çünkü bilirlermiş ki o küçük yıldız, gökyüzünün sunduğu görkemli şenliklere, törenlere, albenilere kendileri gibi kapılmamış hiç. O küçük yıldızın, lâl olmasaymış eğer, yine de gidip okyanusa, aşkını anaforlara kat diyemeyeceğini, aşka her gece üzerine giydiği hüzün kadar değer verdiğini bilirlermiş.

Küçük yıldızın törensel bir hal alan farklılığını itaatsizlik olarak düşünen gökyüzü derin öfkeler içinde sürekli buhranlar yaşarmış. Küçük yıldızın ateşini eritmek, ışığını iyice yok etmek için de sürekli şenlikler düzenler, bütün yıldızları katılmaya zorlarmış. Hoş zorlamasa da kimse ondan gelecek bir gazaba uğramak istemezmiş zaten. Bir tek küçük yıldız, tek bir şölene bile katılmayan küçük yıldız gökyüzünde eğreti asılı durmayı göze alabilmiş.

Gecelerden bir gece, gökyüzü gazaba karar kılmış. Gece güne, okyanus aşka evrildiğinde, tüm yıldızlar uyurken Nemesis’ i çağırmış. Ve Nemesis korkunç gazap hülyalarını da sürüyerek uyagelmiş davete. Olanı biteni dökmüş gece içinden, anlatmış zoruna gideni, okşayarak gururunu intikam hülyalı tanrıçanın.. Önce itiraz etmiş tanrıça, “Hayır” demiş, “Benim işim yeryüzüyle. İnsanlarla. Kibire düşenlerle. İsyana dönenlerle” Gökyüzü daha da okşayarak gururun tenini, Nemesis için bir şölen düzenlemiş ve kalmasını istemiş, yedi yıldızın ışığını alıp hediye etmiş. Şölen başlamış. En güzel ışıklarını giyinen yıldızlar dönmeye başlamışlar Nemesis’ in etrafında. Saatler ilerledikçe gece en güzel demini almış, yeryüzündeki görevlerini unutan Nemesis’ i kıvançlara sürüklemiş. Gökyüzü vaktidir deyip küçük yıldız için sonsuz gazap dilemiş Nemesis’ den. Nemesis siyah ipek giyitler içinde, kendinden geçmiş bir halde kaldırmış hançerini, uzakta cılız gözlerinden inciler süzülen küçük yıldızın üzerine davranmış. Nemesis bir daha, bir daha savurmuş gazabın hançerini…

Okyanus göğe aşıkmış. Hava değil su sanırmış. Ola giden bu masalda değişmeyen tek çalkantı aşk olarak kalmış. Şimdi çocuklar, balıkçılar ve aşıklar, gökyüzündeki muhteşem şenliği görmek için başlarını yukarıya kaldırmadan önce, ilk sulardaki şölene tanık olurlar ve ilk hayranlığı ona sunarlar…
Çünkü o sularda göz kamaştıran danslarıyla oynaşan milyarlarca yakamoz, “bizler birer küçük yıldızız” diye çağrışıp (!!), sevda şarkıları mırıldanmaktadır... Geceleyin göz göze geldiğinizde onlara, okyanusun aşkını soracak olursanız eğer; ki sormayın. Lâl olup ağlamaya duracaklardır..

hüseyin murat çinkılıç (Ekim 2006)

(1) Soysal Ekinci – "Okyanus göğe aşıkmış" isimli şirinin giriş satırı

İzleyiciler