23 Aralık 2010 Perşembe

Düşünürken Buldum Kayayı

Düşünürken buldum kayayı.
Otlarla konuşmaktan geliyordum.
Ölü bir yaprak, adını unutmuş bir sokak, sav dolu bir tümce, suçlu bir ırmak,
bir de partal bir kuş yürüyorduk.
Bir atlı karıncaydı yaşamak, onu yürüyorduk.
Bilirim sözcüklerin ulaştığı yere hiçbir şey erişemez.
İsa ile Karahisari'nin gömlekleri dikişsizdi.
Sözcükler bunu gördü.
(Ey görünmezlik! Elimden tut.
Gecede sözcüklerin ağırlığı daha bir artıyor.
Ve...
- Yazık, tümcemi tamamlayamayacağım.
Anlamdan hep kuşku duydum.
Evler odalardı, unuttum.
Dünya ki varlığının ayırdında değildir.
Trenler geçer yüzünden: Kendini varsayar.
Her şey, her şey konuşur evrende.
Evler, çocuklar, nehirler, coğrafya.
Nehirlerin vakti olmadığını okudum.
Coğrafya adına sevinmemiştir.
Anlam sıkıcıdır.
Günde üç kez aynada kendine bakar.
Yalnızlık saçar.
Anlamla ev yapılmaz.
Anladım ama yalnızlığım sürüyor.
Düşüncelerim yok benim.
Kaya bilir kaya olduğunu, ben bilmem.
Anladığımda yitirdim şiirimi.
O gün bugün bir akarsu gibi kocadım.

İlhan Berk

Hüznün Kuşları

ben bütün hüzünleri denemişim kendimde
canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını
bir bir denemişim bütün kelimeleri
yeni sözler buldum seni görmeyeli

kuliste yarasını saran soytarı gibi
seni görmeyeli
kasketim eğip üstüne acılarımın
sen yüzüne sürgün olduğum kadın
kardeşim olan gözlerini unutmadım
çık gel bir kez daha beni bozguna uğrat

sen tutar kendini incecik sevdirirdin
bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa
şanssızım diyemem kendi payıma
hain bir aşk bu kökü dışarda
olur böyle şeyler ara sıra
olur ara sıra


Cemal Süreya


Gökten zembille inen sadece aşktır

Gökten zembille inen sadece aşktır
ve ölüm daha şık durur bronz bir tende
her daim sıfır kilometre bir gün var önümüzde
gir ve ortalığı karıştır.

ah diyorum, ahı bilir misin sen
dünya dedikleri gömgök bir yatır
nereden bilmiş beni, röntgeni icat eden
otuz yıl yaşadım elde var sıfır.

git ve körünü öldür, bitsin artık nazları
şoförlerin kurşunlaması gibi birtakım tabelaları
iştah kabartan ne varsa iste onları
vurmak, her insana yakışır.

dünya küçük demişlerdi, nerdesin
kuyruğunu bırakması gibi bir kertenkelenin
kim böyle orta yerde bırakır
ve yazmaz birkaç satır.

bana günahtır,
nereye gidersem orası senin yurdun
çünkü aklımdan çıkmıyorsun.

İbrahim Tenekeci


22 Aralık 2010 Çarşamba

İz

"Kemanın sesi aşkın sesidir!" dedi adam. "Tanır mısın sen o sesi!?"
"Kemanın sesi aşkın sesidir evlat!"
Sorusuna cevap istemeyen bir eda ile gözlerini tekrar kıyıya çevirdiğinde, denizin bir dalgası daha kayalarda son bulmuştu.
Vona'da Moris adası karşısında eski bir balıkçı teknesi çekilmişti kıyıya.. Ada dedimse de anlı şanlı bir ada değildi Moris! Kıyıdan elli metre açıldığında ulaşırdın Moris adasına.. Kasaba içlerinden bakınca devasa bir deniz kaplumbağasına benzer uzaktan. Bu yüzden kaplumbağa kayası diye de tanır kasabalı. Aralarında on - yirmi metrelik su mesafesi olan yan yana iki kaya parçasıdır aslında Moris adası.
Moris Adası karşısındaki eski bir balıkçı teknesine sırtını vermiş yaşlı balıkçı, elindeki kemanı dizlerinin üzerine yatırdı usulca ve yanındaki genç adamla, az uzakta kayalara usanmadan hamle yapan dalgaları seyre daldılar. On yedi yaşlarında; balıkçının baktığı yöne bakıp, gördüğünü görmeye çalışan genç, balıkçıya hayrandı. Balıkçı senelerin yükünü denizin enginliğinde bir sevdaya dönüştürmüştü sanki. Genç adam her fırsatta bu kıyıya gelir, balıkçının çaldığı kemanı, onun iç çekercesine fasılalı konuşmasını dikkatle dinler, iç dünyasını anlamaya çalışırdı.
"Moris" adını, denizdeki ada kayanın üzerine kim kazımışsa derin kazımıştı. Birileri bu adı oraya yazmış, diğerleri de bu isimle kabullenmişlerdi iki koca kaya parçasını...
"Kim? Niye kazımış ki o ismi oraya?" diye sordu genç.
"İnsanlar bilinmek isterler!" dedi yaşlı balıkçı. "Tanınmak, görülmek isterler! Fark edilmek hoşlarına gider! Bilinmek, tanınmak, fark edilmek... Ben buradayım der insanoğlu. Bana bakın ! Beni görüyor musunuz!? Ben buradayım... Canlılar iz bırakmayı severler! Köpekler çişi ile bırakırlar izini; ayılar pençeleriyle... Kimi insanlar taşa iz bırakır, toprağa iz bırakır; kimi de betona ve hatta suya, buluta iz bırakırlar! Kuşun kanadına, yağmura, balinanın kuyruğuna bırakır izini birileri; bir başkasına bu da yetmez gider Ay'a bırakır.. Bağırmayı sever insan! Haykırır: Benim, ben!.."
"İnsanlar iz bırakır ve iz bıraktıkları yeri sahiplenirler mutlak! Moris ise kaya parçasını sahiplenmiş işte!" diyerek cevapladı soruyu.
Moris kimdi, balıkçı bilir miydi Moris'i?..
"Sen hiç aşık oldun mu?" diye sordu yaşlı balıkçı. "Keman gibi inledin mi hiç?"
Genç adam hafifçe gülümsedi ama cevap vermedi balıkçının sorusuna.
Az ötelerinde kıyıdan yavaşça yükselen bir tepenin üzerinde, denize yukarıdan kibirle bakan tek katlı beton evin ızdırabından habersizdi deniz. Balıkçı habersizdi, genç habersiz..
"Bu yürek susmalı artık!" dedi adam.
Elindeki tabancayı tam yüreğini yırtacak bir mızrak gibi göğsüne bastırmış, titremekteydi. Namlu soğuktu... Tetik acımasızca, kendi görevini yapabilmenin acelesindeydi..
"Bu yürek değil beni değil artık! Bu yürek kimin!? Bu yürek gereksiz. Gereksiz olansa ölmeli..." diye düşündü adam.
Deniz daha bir hırçınlaşmıştı. Dalgalar adamın elini tutmak ister gibi uzanıyordu sahile doğru. Bir martı tepedeki eve doğru kanat çırptığında diğer martılar huzursuzlandı. Bulutlar olacakları biliyor gibiydiler...
Adam, acısını anlatsa duyacak mesafedeki balıkçıdan habersizdi. Genç adamı tanımıyordu. Deniz aklına gelmiyor, martıları hatırlamıyordu... Dalgalar umurunda değildi ki adamın...
Kıyıdaki balıkçı derin bir iç geçirdi, sonra, yavaşça genç adama baktı. "Aşkı en iyi kim tanır bilir misin?" diye sordu.
Genç adam, merakla cevabı bekledi, sadece sustu...
"Aşkı, bir dervişe sormalı bence! Ya da Zapata gibi bir gerillaya... Çakırcalı benzeri bir efeye, bir zeybeğe sormalı, herkes bilmez aşkı" "Ne tutkulu aşıklardır onlar!"
Tepedeki evde, yüreğindeki volkanın ağzına dayadığı tabancasıyla patlamayı durduracağını zanneden adam ter içindeydi...
"Hak ettim mi kızım bunu ben?"
Gözlerinin ışığı sönmüştü adamın. Asırlardır kuraklığı yaşamış, toprağın tenine çekilmişti teni. Bir damla yaş düşse gözlerinden, teninde buharlaşacaktı sanki hemen. Ağlayamıyordu adam; gözlerinin önünde kızının yüzü dalgalanıyor, adam ağlayamıyordu... Bir baba nasıl hak ederdi ki bu acıyı !? Acı hak mıydı yoksa bir bedel mi; ayrımına varamıyordu adam. "Bu kahıra nasıl dayanır bu yaralı yüreğim ? diye kıvrandı adam...
Yaralı yürekleri de vurmak gerek belki de, ayağı kırılan atları vurdukları gibi !.. Bir genç kızın inandığı aşkı uğruna körpe yüreği sıcak çırpınışlardayken henüz, bir yılkı gibi bozkıra terk edilmesini nasıl sindirebilirdi ki bir baba yüreği ?!
"Bu yürek ölmeli !" diye inledi adam. Gölgesi yoktu artık adamın, resmi yoktu... Yüzü kaybolmuş, kimliği silinmişti tüm kayıtlardan... Adamdan geriye hiç iz kalmasın diyordu sanki birileri...
Babanın hayata iz bırakma çabası değil de nedir, çocuk!? Yeni bir can katmak yeryüzüne çok basit bir ihtiyaca bağlanabilir miydi ? Bir can katmıştı yeryüzüne adam ve ben varım ve de var olmaya devam edeceğim dememiş miydi !? Bencilce ama böyle değil miydi bir canı doğurmak!?
Ya o can nasıl sevmişti bir başka canı!?
Bir başka can, cana can katacak bir sevgiyi nasıl çamura bulardı hoyratça!? Sevgi masum değil miydi yoksa!? Aşk diye bir şey yok muydu!?
Ufukta peşi peşine şimşekler çakıyordu. Gök gri, kurşuni bir ağırlıkta çöküyordu yeryüzüne... Martılar sinmişlerdi Moris kayalığına... Yaşlı balıkçının haberi yoktu olanlardan. Uzakta bir yerlerden bir şarkı çalınıyordu: "... ben seni ellerin olsun diye mi sevdim..."
"Sevmeli insan" diyordu balıkçı. "Cephede siperden sipere koşan bir asker ruhuyla sevmeli..." "Sevmek iz bırakmaktır, yaşama: iz bırakmaksa yaşamaktır !"
Bir el silah sesi susturdu balıkçıyı... Ses gök kubbede buldu yankısını. Kurşun adamın yüreğini değil balıkçının beynini vurmuştu sanki... Adamın yüreğindeki volkan sönüyordu, sonra bir yıldırım düşüyor bir yerlere; tepede incir ağacı alev alıyor, bir asker mayına basıyor, bir başka yerde bir kadın ağıt yakıyordu..
Balıkçının kemanı dizlerinden kaydı. Martılar havalandılar çığlık çığlık !..
Genç adam bir elinde balıkçının kemanı, arkasına bakmadan sahil boyunca yürüyordu. Kumsalda ayak izleri, dalgalar izleri siliyor, balıkçı kafatasında kurşun deliği öylece arkasından bakıyordu.
Tepedeki evde olanlardan kimsenin haberi olmamıştı...
Sahilden yalnızca bir keman sesi duyuluyordu...
"Ben seni ellerin olsun diye mi sevdim ..."

Mehmet Ali Canikli
(Herkesin Bir Öyküsü Vardır)

20 Aralık 2010 Pazartesi

Ayıp

"Kararsız" ya da "vefasız kadın" anlamına geliyor
sözlüklerde hercai.
Menekşe;
güzel bir çiçektir her şeyiyle
seversen nankörlük etmez
Üstelik hercaisi
kararlı bir tümevarımıdır diğerlerinin
her bahar renk renk gülümser...

Sahi, neden sadece kadın!?
aslında her cahilin yiyebileceği bir haltı
menekşeye yakıştırmak ayıp!


Can Burcu

Resim: Pierre Joseph Redoute, Hercai Menekşe, Kağıt Üzerine Suluboya


Babama

Kurumaya yüz tuttu babam
Kırılıyor dalları
Başı yanık dumanlı bir orman
Etekler kırağı
Annemin çevresinde
                     maymuncuk
iç burguları olmasa
ikinci baharı
            yaşıyorlar dersiniz

Kurumaya yüz tuttu babam
Arada nemleniyor gözleri
            tekliyor kalbi
Bir kadeh rakıyı içiyor, susuz
Seksenini aştı çoktan
"al emanetini" diyor
Diyor da geçmiş günler takılıyor
                     Usunun yemsiz oltasına

Ben nemleniyorum.

Muhsin Salman

Resim: Ali Demir (İhtiyar Adam,1970, pres tual üzeri yağlı boya)

19 Aralık 2010 Pazar

'Arabada Kim Var ?'

Gökçe İspi Turan, polisiye öykülerde bulmaca çözmeyi seven okurları, heyecanı ve şaşırtmacası bol bir ilk-roman olan Arabada Kim Var? ile karşılıyor.

İstanbul-Toronto arasında mekik dokuyan üç paralel öyküde, kimi zaman bir intiharın nedeninin peşine düşüp “Acaba ortada bir katil mi var?” sorusunun cevabını arıyor, kimi zaman muhafazakâr Müslüman bir ailenin cinsellik bağımlısı oğullarının bir anda tehditle örülen macerasına tanık oluyor, kimi zamansa belleğini yitirmiş bir kadının “Misafirhane” adı verilen, yarı hapishane yarı akıl hastanesi bir yerden kaçıp kurtulma çabasına yardım ve yataklık ediyor.

Gökçe İspi Turan, kalemini kamera gibi kullanarak, ilerledikçe aroması belirginleşen bir film tadı veren romanında, ipuçlarını birbirine düğümlüyor ve “aslında neler olup bittiğini” anlamaya çalışan okura meydan okuyor…
Yazar, bu ilk romanını “aynanın sırrının” arkasına da bakmayı akıl eden tüm okurlarına adıyor…

Kitap Hakkında - Baskı Bilgileri

Kitap Adı: Arabada Kim Var, Sayfa Sayısı: 240
Yazar: Gökçe İspi Turan, Ebat: 13,5 x 21 cm
Türü: Roman, Baskı Sayısı: 1. Baskı
Yayın Yönetmeni: Zeynep Atayman, ISBN: 978-605-5525-33-0
Görsel Yönetmen: Haydar Bey, Dağıtım Tarihi: 20 Ekim 2010
Grafik Tasarım: Ahmet Sungur, Müge Kaygusuz

Adres: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sokak No:2 34381 Şişli – İstanbul
Telefon: (0212) 343 72 74 Faks: (0212) 343 72 65
ckk@cumhuriyet.com.tr www.kitap.cumhuriyeti.com.tr
http://www.arabadakimvar.com

Evrim Gözener
http://www.hayatadokun.net/?p=1294#more-1294

17 Aralık 2010 Cuma

'Sınıfın Ozanı' Rıfat Ilgaz

Rıfat Ilgaz' ın ilk kitabı Yarenlik'in birinci baskısı önümde duruyor: "1943 İstanbul Sebat Basımevi". Otuz beşinci sayfasındaki "Böyle mi olacak ölümüm" şöyle başlıyor:

"Sanıyorum fazla beklemeyeceğim / tekaüt kahvelerinde ecelimi./ Soğuk algınlığını bahane ederek / el etek çekildiği zaman ortalıktan / başımı alıp gideceğim."

Hiç de sessiz gitmedi Rıfat Hoca. Yaşamı boyunca kovuşturuldu. Öğretmenlikten atıldı, hücrelere konuk oldu, yazıları gazetelere sokulmadı, nefes alışı bile izlendi, sonra bu çelişkiler ülkesinde ölümü televizyonlara haber oldu, neredeyse devlet töreniyle uğurlanacaktı. Oysa ne tören bekledi, ne övgü sözleri. O bir "40 kuşağı şairiydi".

"Ne varsa yitirdiğim / Bütün bulduklarım şiirde / Kafiyeden önce gelen / Sevgilerimiz mi sade / Sürgün de var / Hapis de" diyen oydu.

Rıfat Ilgaz'ı tanıdığımda 'Hababam Sınıfı'nın yazarıydı benim için. Oyunun dorukta olduğu günlerdi. Kimselerin şairliğinden söz etmediği günler. Hemen o günlerde "Karakılçık" yayınlandı. Ama benim Rıfat Ilgaz' ı "şairlerimin" arasına katışım birkaç yıl sonra "Uzak Değil" ile oldu.

'Hababam Sınıfı' gündemdeydi diyordum. Ülkede ne kadar sahne varsa hiç değilse bir kez oynanmış olmalı. Oysa Rıfat Ağabey otelde kalıyor, oyunun geliri kime gidiyorsa gidiyor, o ünüyle yetiniyordu. Arada yakınıyordu ama ümidi kesmiş gibiydi telif haklarından. Tam o günlerde oyun bizim mahalledeki yazlık sinemaya geldi. Ulvi Uraz' lı Zeki-Metin' li ilk kadro oynadığı kadar oynamış, oyuncular ünlenmiş, şimdi nöbeti yeni bir kadro almıştı. Tulum Hayri rolünde Ali Poyrazoğlu vardı. Diğerlerini anımsayamıyorum. Turnenin izini yakalayınca oturup bir mektup yazdı Rıfat Ilgaz. Ben de götürüp oyun gecesi verdim tiyatroculara. Sonuç yok tabii.. Hayat devam ediyordu. Rıfat Hoca evlenecekti. Önünde ise beklenmeyen büyük bir engel: Nüfus kâğıdı Piyer Loti Oteli'ndeydi. Otele borcu olduğu için gidip alamıyordu. Altıncı mı, yedinci mi evliliğini yapan bir büyüğüme başka ne yapabilirdim. Gittim otele. Danışmadaki gence "Rıfat Ilgaz' ın nüfus kâğıdını ver !" dedim. Genç ne sandıysa çıkarıp verdi. Koşar adım döndüm Öncü Kitabevi' ne. Rıfat Ilgaz nüfus kâğıdını alınca bir sevindi ki, "Artık evlenebilirim" dedi sanki başka bir şey gerekmiyormuş gibi. Nüfus kâğıdına baktık. Evlenme ve boşanmalardan boş yer kalmamıştı. Ne güzeldi o çok sayfalı nüfus kâğıtları. İlkokula giriş, ekmek vesikası, askerlik, evlilikler, boşanmalar. Şimdi adı kimlik oldu. Her seferinde değiştiriyorlar. Geçmişimizle bağımız kopuyor.

Rıfat Hoca, her ne kadar "Anlaşıldı kara günler için doğmuşuz. / İçli dışlı olmuşuz acılarla. / Aydınlığın dar kapılarından / Geçemeyiz güle oynaya / Bayram kaçağıyız." dese de hayatı neşeli tarafından alıyordu. En sıkıntılı günlerini "Nasıl sevmezsin Heybeli' yi / Herkesin bağı bahçesi ayrılmış / Denizde kotrası yalısı / Ayırmış ayıran hastanesinde / Bizim de yatağımızı" diye tiye almasından belli değil mi.

Altmışlarda umut havası esiyordu. Henüz 12' lerden eser yoktu. Otellerde de kalsa yüreği umut dolu, neşesi yerindeydi. O günlerde en eğlenceli maceralarından biri Orhan Kemal ile yaptığı röportajdı. Orhan Kemal' in hastaneden yeni çıktığı bir dönemde, röportajı fotoğraflarla da süslemek için poz poz resmini çekmişti. Orhan Kemal, "Yorgunum, halsizim" dedikçe, "Ayağa kalk, otur, elini kaldır, şu tarafa bak" diye canını çıkarmıştı. Filmi fotoğrafçıya verirken de uzun uzun tembihlemişti, "Büyük bir yazarın fotoğrafları var. Aman iyi banyo et" diye. Filmi almaya gittiğinde fotoğrafçı "Bu kocakarılar yazardır ?" diye sormuş. Filmin başında üç beş poz aile resmi. Sonrası bomboş. Diyafram açılmamış. "Utana sıkıla gidip 'bir resmini versene' dedim" diye gülüyordu.

Öyle seviyordu ki yurdunu, insanlarını; öğretmen oldu, şair oldu, her şeye göğüs gerdi, "gülmece yazarı" ve "veremli" sanlarına bile. Saygı duyulacak direnci ile "Ara ki bulasın sayfalarda / Şair Rıfat Ilgaz' ı" günlerini de atlattı. Kitap fuarlarında uzayıp giden bitmek bilmeyen imza kuyrukları bilmem unutturabildi mi geçmişin ayıbını ?

Bir şair öldü. Geride dizeleri kaldı: "Rahat günlerin işçisi olacaktık / Güzel günlerin şairi / Bir çift sözümüz vardı / Nar çiçeği gül dalı üstüne / Dudaklarımızda kaldı."

Ergin Koparan
(Temmuz 2003 - Tersakan)


16 Aralık 2010 Perşembe

Lumumba

Aldandın sen Lumumba
Aldandım ben.
Aldattılar aklı ve özgürlüğü.
Bilmem gerekliydi ya, bunu
Ben kurtuluş savaşı çocuğu
Tanımalıydım bu eski yüzü
İzmir'den Ankara'ya yangınlar alazında
Çocukların çığlığından, anaların acısından.

Aldattılar seni Lumumba
Aldatıyorlar beni.
Aldanıyoruz düpedüz
Tutsak halkların sunduğu tepsi
Belçikalı sofralara (amanın adı özgür ekonomi)
Bakır uranyum ve altın madeni
Kauçuk tarlalarında sömürge şapkaları
En ucuz zenginlik el emeği.

Aldandın sen Lumumba
Aldandım ben.
Aldatıyorlar gazetelerle, televizyonlarla.
Batı - O, Eflatunda kaldı - Batı? neymiş Batı?
Anamalın sömürgeci saltanatı,
Veren bir elle, alan bin elle
Bağımsızlıklar satılan çarşılar Çombelerle
Ve kanlı yumruğu bekçilik edenlerin
Tefeci konaklarına Batılı Brükselin.

Aldattılar seni Lumumba
Aldatıyorlar beni.
Güçlüdür o yargıçlar yargılıyız aldanmaya
Bankalardan uçaklarla roketlerle geliyorlar
Uyandığını duydular mı halkın gerinerek
İniveriyorlar ossaat tepesine
Tutulmuş paralı askerlerle.
Kongo bir halk ormanı değil artık
Kanlı sürgün avı doyumsuz çıkarların.
Vurdular seni Lumumba
Vururlar bizi.
Vuruyorlar o karanlık ırmaklarda
Ormanları delip geçen namuslu hançer ışıltıyı
Kara sıcak senin kanın akar Afrika gecesinden
Yağlı pırıl pırıl yüzleriyle iş adamları
Çil paralar atıyorlar dünya radyolarından
Düpedüz dilini tutmuş insanlığa.

Güçlüdürler, güçlü onlar: Kongo zengin,
Ezilmişlikle yoksulluk her yerde dilsizdir,
Dilsizdir fakir beyazlar ve zenci milyonlar
Aldanıyoruz durmadan, elimizde ne var?
Asyada, Afrikada, Güney Amerikada,
Perulu kızlar, Viyetnamlı oğullar
Ve sen Lumumba
Bedeni delik deşik zenci baba !

Ceyhun Atuf Kansu

Fotoğraf: Patrice Lumumba




Öldüğünü Kimse Bilmiyor


Yeşilçam Hitchcock’una, gençliğime !

Sinemalar nasıl da nefisti o zamanlar
ben bu izzet-i nefisle geldimdi oralardan
kadınlar leke leke geldimdi sinemalar lime lime kaldımdı
laf aramızda Garbo nefisti Gardner nefisti
Deneuve nefisti Janet Leigh nefisti
filmlerden kaçma gençlik arkadaşımdı Errol Flynn
Hollywood’a niyet Hitchcock’u Londra’da yakaladığımda
gençliğime çok cennet bi’güzel purosunu ateşledimdi
:Alpay hariç!
bütün mustafalar biraz deliydi o zamanlar

Sinemalar nasıl da arzuydu o zamanlar
ben bu sine-i arzu geldimdi oralardan
memelerinden sevdiğim kadınlar
memeuçlarımdan içime girerdi
Arzu Feri Mine dudaklarından kasıklarına
birer geniş göktüler - bileklerimde birer kesik şimdi her biri !
Doğuştan günaha meyilliydim ya
kinim de kirim de beyazperdeydi
gidip kendimi kadınlarda temize çekerdim
ben de bilirdim ki neyim var neyim yok hepsi kabahat
kin ve kirden pirüpak bir yalandı cennetim: adı Nebahat
: Alpay dahil !
bütün mustafalar çokça deliydi o zamanlar

Ben mi demiştim biri mi demişti
"bir ölüden alır herkes bir ölümü"
o eski hastalık hangi galaya gitsem şimdi
kendim dahil herkesin yüzü kem kıyamet
sen öldün, sinemaların öldü, sen de bir ölüsün diyorlar
sinema veremlisi iki gizli ikizdik biz doğuştan
:Alpay-Tolgay
ikimiz de hep iki şeyden düşerdik: kadından ve veremden
ikimizden biri düşse annemizin sesini duyardık
"oğlum, kardeşin düştü kaldır içi kanayacak !"
Beyoğlu’nda bir otel odasında bir ölüden
kalıbıma göre giyindiğim bir ölüm şimdi bu
ben değil sinemalar söylüyor: üç ay olmuş ben öleli
yalnızca afişleri değiştiren bir çocuk sesi tek duyduğum
sinemalar göz parkıdır, sinemacılar ölmez diyor
Metin Erksan dahil öldüğümü kimse bilmiyor

Hüseyin Alemdar (Beyoğlu - 22.02.2006)



14 Aralık 2010 Salı

Düello

Yenilirsem yenilirim, ne çıkar yenilmekten?
Seninle çarpışmak kişiliğimi pekiştirir benim.
Ayak bileklerime kadar bu deredeyim işte,
Yerin yassı taşları tabanımın altında,
Alnımda birleşmekte güneşin raylarından
Hışırtıyla geçen kartalların sesleri.
Unuttuğum bir bitkinin yaprakları gibi
Göğsüme değerse kurşunların, ne çıkar?

Bilmem nişancılığı, tabanca kullanmadım;
Ama karşıma alıp seni horoz düşürmek de,
Seni vuramamak da yüreğimi pekiştirir benim.
Ölürsem güzel bir ölü olurum,
Saçlarıma yuva kurar bir anda kirpiler,
Kar, örtemeye kalkışır gökkuşağını,
Ve onurlu, yoksul böceklerin gazetecisi
Ben gülümserken resmimi çeker.

Ülkü Tamer


narcissus kendine aldanmadı düş(l)erken
balıkları gördü 
ol hikâye böyleydi 
nergisler ısıtsın içimizi.. 

hüseyin murat çinkılıç

İzleyiciler