27 Haziran 2013 Perşembe


Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir. Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar. 

Platon / MÖ 427 - MÖ 347

Devlet isimli eserinden alıntılanmıştır.

Sokaklardan başka yerde bilinç yoktur, çünkü tarih yalnız sokaklardadır.

Albert Camus

Önce seni görmezden gelirler, sonra sana gülerler, sonra senle dövüşürler ve sonra sen kazanırsın.

Mahatma Gandhi
Son dönemlerin politik birikimi, söylemleri, hareketliliği en yok (!) gençliği diye düşünülürken, ortaya orantısız zeka saçan, imece usulü hareket eden, provokasyonsavar, iri kıyım bir 68 kuşağı çıktı. Gözlerinden öpelim..

Hüseyin Murat Çinkılıç / 09 Haziran 2013

"Ağzınızdan çıkanlara daima dikkat edin. Çünkü bir sözü unutmak, bir yüzü unutmaktan çok daha uzun zaman alır."

Louis Aragon
Adalet mi ? 
Büyük insanlığa nüfuz ettiği görülmemiştir..


Hüseyin Murat Çinkılıç / 24 Haziran 2013
12 Eylül 1980 ile başlayan kesintisiz darbe kesintiye uğramıştır. Korkunun eşiğinden geçilmiştir. Karşı koyma refleksi kazanılmıştır. 'Ben yaptım oldu' ya karşılık 'biz yapınca daha iyi oluyor' duruşu bedene oturmuştur. Ağacın, toprağın, tarihin; yaşamı oluşturan ve sürdürmeyi öneren tüm gerekçelerin; insan olarak var olabilme olgusunun, değerlerinin, başlı başına bir gündem olduğu, bu gündemi sorgulayarak birey olunabileceği bilinci Türkiye’ ye gözlerini açmıştır. Bütün bu olan şey, gençlerin eliyle, gençlere olmuştur. Artık pervasızlığa geçmiş olsun.

Hüseyin Murat Çinkılıç / 15 Haziran 2013

Baharla Ölüm Konuşmaları


I  
Memelerim koparıyor  
Yüzyıl süren bir yalnızlık  
                           dile gelmişçesine  
Nasıl nasıl bir sevinç yarabbi!  
Ve ağrıya  
        ağrıya tabi,  
                ağraya  
                    ağraya ağbi...  
Nakkaş Tepe de ancak  
                        bezmimize böyle gelmiştir  
Gelincikleri ve Nâzım Hikmet’leriyle  
Yerbilimsel bir hapisten sonra  
  
II  
İçimdeki karanlığı patlatacağım  
Zifiri bir su akacak  
               kamışımdan toprağa  
Bir kedi yavrulayacak  
                       köpek dişli bir kedi  
Ve böğürtlenler köpürecek ağzından  
Yedikçe  
          kendi  
                 kendini  
                        mayhoş  
Ya da Posta Nazırı dedemden kalma  
Mors’un en morundan bir karga   
Konacak karşıki direğin doruğuna  
Düşmanlarım öyle doldurmuşlar ki onu  
Ne kadar taşlasan boş  
                    oynamıyor yerinden  
Ben kargadan korkmam ama  
                      bunun gözleri baykuş  
Ve tüyleri güngörmedik deniz dipleri kadar ıslak  
Ve ötüyor  
        ötüyor  
             ötecek  
Beni ışığa bağlayan  
               (Bağlayın beni ışığa!  
                Gerin telleri gerin!)  
                beni  ışığa bağlayan  
                             o gelin telleri  
                             o gelin telleri  
                                  kopuncaya dek...  
Akpembe bahar yelkenleriyle  
Güneşin rüzgarına gerilmiş  
                           bir badem ağacı gibi...  
İçimdeki karanlığı patlatacağım  
Ve beynimin en ölümcül yaşlarıyla  
                                        ağlaya  
                                             ağlaya  
Yepyeni bir insan  
                pırıl pırıl bir can  
                                 bitecek toprağa...   
  
III  
İki çöpçü geliyordu karşıdan.  
Biri  
     (Aynen Selahattin-i Eyyubi Haçlılar  
     Seferinden, sanırsın, pos bıyıklarıyla  
     Tarihin, süpürmeye gelmiş Prens Adalarını )  
Öbürüne  
     (Marmara’yı bizim Yaşar Küklopsunun o  
     Anavavza gözüyle dünyanın en güzel  
     atlarının neredeyse ineceği e biraz  
     genişçe bir çakır su gibi görüyordu,  
     eminim)  
Eyitti kim:  
     Halk Partisi’nin solunda bir parti olsa  
     Hiç dinlemez oyumu ona veririm  
  
IV  
Sevda Tepesinde  geçen gün  
Karşıki masanın altında  
İki tane tavuk gördüm  
Toprakla yıkanıyorlardı  
Eşeledikleri çukurda  
İnsanlar için de belki ölüm  
Toprakla bi tür  
Yıkanmaktır diye düşündüm  
  
Üşüyor mu deniz  
                üstüne boşandıkça yağmur?  
Ondan mı dersin  
                tüyleri böyle ürperiyor?  
Ben de gidersem bi gün bu biçim bi sağnakta  
Alı al moru mor bir sandal gibi acaba  
Yıllar sonra yılmayıp yine  
Çarpar mı yüreğim yurdumun sahillerine?  
  
VI  
Buket diye bahçeli bir meyhane vardı Yenişehir’ de  
Yıkıldı çoktan GİMA var şimdi yerinde  
Kenarı küpelerle çevrili o küçücük havuzun  
Yamacında bir masa  
Cahit Ağ’beyle otururduk yaz gecelerinde  
Fıskiyenin serpintisiyle sırılsıklamdı muşamba  
Zaten Cahit’in gözleri daim yaşlı  
“Şunu siliver !” derdi garsona  
“Şu muşambayı siliver, mirim!”  
Ne Cahit kaldı, ne Buket, ne fıskiye  
Yine de bu bahar öğlesinde  
Fıskiyenin üstündeki o kırmızı top gibi  
-İsterse kalpten olsun, isterse-  
Hop hop ediyor ya yüreğim bi düziye  
  
VII  
Ruhum sıkıldıkça, ruhum,  
Mızrapsız bir tambur gibi  
Apayrı bir hava çalıyor vücudum  
Ruhum sıkıldıkça ruhum,  
Senden ayrı, kendimden ve kentten ayrı  
Apayrı bir hava çalıyor vücudum  
Kalk gidelim, kalk gidelim başka yere!  
Başka yere, başka yere, başka yere!  
Ruhum sıkıldıkça, ruhum,  
Cemil Beysiz bir tambur gibi  
Kendi kendini çalıyor vücudum  
  
VIII  
Yalıların surları boyunca giderken Kanlıca’da  
Duvarda bir gedik ilişti gözüme  
Uydurdum gözümü deliğe:  
Bir bahçe  
Bahçe değil bir havuz  
Havuz değil bir bahçe  
Üstü nilüfer kesmiş silme  
O nefti yapraklarıyla gelmiş  
O aksarı çiçeğiyle  
Ne hevesle gelmiş kim bilir bu güzelliğe!  
İnsanoğlu beni görsün diye mi?  
Bahçede oysa  
        Bahçedeki bir havuz  
Bir havuz ki bir bahçe  
Ne in var ne cin ne bey ne ağa  
Surları da çekmişler dört bir yanına  
Bizler de varmayalım diye bu uçmağa  
Sade bir garibim yavru kurbağa  
Serilmiş o ortası çukur  
O sal gibi yaprağa  
Yarı suyun içinde  
Yarı yansımış ışığa  
Pırıla pırıl yeşile yeşil  
Rezil mi rezil  
Başladı birden haykırmağa  
Başladı inin cinin ağanın beyin  
Ne kendi görüp ne kimseye gösterdiği  
Çevresine bizler görmeyelim diye  
Surlar çektiği  
O kimsesiz güzele türkü yakmağa  
Şairim ben  
Benim işte o kurbağa  
  
IX  
Hep ölümü çalacak değil a Zangoç  
Bu da  
Sema’yla Asaf’ın kızına  
Hoşgeldin demek için  
Oysa   
Ne kadar  
Ne kadar  
Ne kadar yalnız  
Sanıyordum kendimi demin  
  
Atkestanelerini geçen süvari ışıklar  
Er-erken kaldırmış hanımellerini  
                             tühallah üşüyecekler !  
Ve zeytinler eski Rum tenteneleriyle  
Esen yel!  
Esen yel!  
Kim gördü böyle gül yiyen horoz  
Tanyeri kokuyor sesi...  
Yuvarlandıkça sanki bayırdan aşağı  
                    hapiste dolmuş bir şarap şişesi  
Öbür horozlar da ayaklanıyor  
                     merdiven nakışlı ibikleriyle  
Ve balkonlardan sarkarken  
            düşleri bebelerin  
                      bir albayrak yarışı gibi  
Horozlar nev-icad ediyorlar denizi  
Hırsızlar!  
Hırsızlar!  
Ve deniz  
          levent gölgeleriyle Turgut Reis’in  
Bütün bu dizelerden alınıyor  
Bir ala  
       bir mora  kesiyor yüzü  
Esen yel!  
Esen yel!  
Bu sabah   
          bir firardır  
                kan-davasından bir çocuk  
Kuşluk vaktine kalmadan önce  
Güneşin kurşunlarıyla vurulacak  
Ve akşamladı mıydı çamlar  
                             ve karadı mıydı  
Tepelerde  
Tepelerde  
Öyle güzel ki esen yel  
Esen yel!  
Esen yel!  
Bu sabah   
         ve bu bahar  
              bir firardır  
Baruta koşan bir fitil  
İfil  
İfil  
Öyle güzel ki esen yel !  
Esen yel!  
Esen yel!  
Öyle güzel   
Öyle güzel ki  
Esmese de  
Esmese de  
Güzel  
  
XI  
İçimden bir his bırakmıyor  beni ölmeceye.  
İçimden bir his.  
Bir his ki  
Çapraz oturmuş denizin kıyısına  
Taş   
Taş  
Taş  
Derken bir GÜNEŞ!  
Tıpkı Üsküdarda’ki  
Şemsi Paşa Camisi gibi.  
Sen iskeletlerle değil diyor bana  
Sen iskelelerle kuracaksın cesedini  
Ve öyle köpeksin ki sen  
Öldükten sonra bile  
Yılmaz’ın UMUDundaki   
Paytonların ardından  
Koşacaksın hep  
Geleceğe  
Çın  
Çın  
Çın  
Ve karnımın gevşemesine karşın  
Taş..larımdaki tarçın  
Bırakmıyor beni ölmeceye  
Evet diyemiyorum  
Diyemiyorum ki evet  
O hayırlı  
O hayırlı geceye  
  
XII  
Ben de  
    Boğaziçi de bu bahar  
Mavi sakalına erguvanlar takmış  
Sarhoş bir İskele Babası kadar  
Hem delikanlı  
              hem deliler gibi ihtiyar  
  
Can Yücel
Fotoğraf: Nurcan Azaz

5 Nisan 2013 Cuma

Ekinoks


yazı orada geçirdik kışa gerek kalmadı
safça acemice şarkılar söylendi oyunlar oynandı
sözde sevinç haline getirildi yıllanmış hüzünler
aşklar unutuldu ve bazılarına yeniden başlandı
“insan yaşlandıkça kurtulur” demiş birisi
korkudan belki yılgınlıktan ve başka bir şeylerden
oysa yaşlandıkça bulunur mavinin en iyisi
akasya çürür tren hızlanır eller ufalır gibi
kim yitirir sözgelimi bir başkasının bulduğunu
evet kim yitirir kim bulur
herhangi bir akşam alacası değil ki bu
imdi ey kış diyorum seni de orda geçirseydik
kim düşünecekti bir kumsalda
sabahın tanıksız kendi kendine olduğunu
“oysa” diyor birisi
“sabah yeniden hatırlamadı yaşamayı”
bana kalırsa “oysa” diyenlerden hep korkmaı
“oysa ölüm var” da diyebilir aynı kişi
oysa ölüm yakın olmamalı
süzgün ve uzun şeylerden de korkmalı bana kalırsa
uzun süren devrimlerden süzgün aşklardan
ve bunlara benzeyen başka şeylerden
akasya hemen çürümeli tren birden hızlanmalı
şimdi ey kış diyorum
ne kadar sürersen sür
yaz güzeldi ve sapsarıydı
herkes doydu ve eylendi oyunlar oynandı
oteller ve sokaklar da sapsarıydı
kimler ne konuştu ne yitirdi ne kazandı
ama bir şey vardı eksilen ya da çoğalan
kumun altında mı denizin üstünde mi masalarda mı
“dünya bir sanrıdır” diyor birisi
“belki bir sancı”
ne bırakmıştım orada sahi
mor gibi soylu bir şey mi
bir eziklik mi yoksa
herkes ne kadar mutluydu “oysa”
ne bıraktıysam o kadar kaldı orda
Turgut Uyar
Fotoğraf: Nurcan Azaz

1 Nisan 2013 Pazartesi

"(...) Uzak dediğin"


".... / Uzak dediğin önce içinde birikir insanın, sonrası yalnızca yoldur." 

 Murathan Mungan / Şairin Romanı isimli romanından



"Az olun ama hakiki olun!"

"Kendi boşluğunuzla yüzleşmeden varlığınızı dolduramazsınız. Şiir bizim kendimiz olmaya açılan kapımızdır. Ama bazen kendi kapımızı yüzümüze kapatırız. Kim olursanız, ne olursanız, nasıl olursanız olun, ama kendinize girip çıktığınız bir kapınız olsun çocuklar. Az olun ama hakiki olun! Bir gün kendi kapınızı çalacak yüzünüz olsun!" 

Murathan Mungan, Şairin Romanı, Metis Yayınları


13 Şubat 2013 Çarşamba

Hayalet Oğuz


Biz yıllardır bu kentte yaşıyoruz. İçimizde ömrü bitenler oldu. Onları oldukça eğlentili törenlerle gömdük. Bu törenlerden ağıt ve içtenlik yönünden en ağır basanı Hayalet Oğuz'un cenaze töreni oldu. Oğuz, İstanbul'da yaşadı. Oğuz bir dönemi yaşadı. Yeryüzünde belki de hiç kimsenin yaşayamadığı gibi. Tek bir sandalye sahibi olmadı. Bir-iki giysisi temizleyicide durur, kirlenince yenilerini satın alır, iç çamaşır ve çoraplarını en yakın çöp tenekesine atardı. Ev almadı, ev kiralamadı, eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de tek bir mobilya mağazasına girmedi. Pasaport almadı, karı almadı, karı boşamadı, kimseyi gebe bırakmadı, resmi dairelere girip çıkmadı.

Bir kez bir kadın parmağına yüzük takıp:

-Oğuz, sen benim nişanlımsın, dediyse de, Oğuz kadının başkalarıyla yatıp kalkmasına hiç ses çıkarmadı. Kimseye baskı yapmadı, canlı ya da cansız hiçbir şeye malı gözüyle bakmadı. Nişanlı geldiği gibi gitti. Bu da Oğuz'u ne sevindirdi, ne de üzdü.

Oğuz'u, ilkokulu bitirdiğim yıl Fatih'teki evimizin balkonundan ağabeyimin odasına bakınca görmüştüm. İncecik bir adam, yatakta uyuyordu. Zayıflıktan ölmüş gibiydi. Yüreğim burkuldu. Anneme koştum:

Anne, içeride yatan adam zayıflıktan ölecek, dedim. Oğuz, 21 yıl sonra, 1975 Eylül ayında öldü. 21 yıl süreyle birbirimizi çok sık gördük. Aynı evlerde yaşadık, aynı çevrelerde dolaştık. Aynı kitapları okuduk. O, özellikle yeni çıkan telif kitaplarını ilk günden edinirdi. Ya yazar ona vermiş, ya da Oğuz satın almıştı bile.

Okuyayım, sana bırakırım, derdi.

Ya da en ilginç, en olmayacak satır ve sayfaları bulur, yüksek sesle bana okur, kitabın özünü bir iki dakikada ortaya koyuverir, arkasından bir de şakasını yaptıktan sonra, kitabı bırakır giderdi.

Çoğunlukla da elinde bir İngilizce polisiye roman bulunurdu. Türkçe'ye çeviri ve derleme olarak yüze yakın kitap kazandırmıştı. Adını hiçbir zaman çevirmen, yazar, ozan, şunu yaptı, buna çalışıyor, bunu hazırlıyor... gibilerden kullanmadı. Yazın çalışmalarında tam bir fabrika işçisiydi. Sığınabileceği bir köşede çalışır, çalışması bitmeden kazanacağı parayı çekmiş, bitirmiş, sayfalarca çeviri bedeli de borçlu kalmış olurdu. Yüzlerce film senaryosu yazdı Yeşilçam'a. Bunların tümünün adını bile bilmez, filmleri de görmemiştir. Parasını alınca da dar paçalı bir blucin, bir kazak, bir montgomeri ya da mevsime göre yeni bir gömlek satın alırdı.

İyi bir yemek yer, ardından Kulis, Papirüs gibi barlara uğrar, barmenlere önceki içki borçlarını öder, yanındakilere içki ısmarlar, oracıkta rast geldiği bir iki dostuna:

-Şu paramı saklayıver, sonra senden isterim, hepsini bitirmeyeyim, der, belki o gece Kulüp 12'de bir şişe viski açtırır, geceyi bir bar kadınının yanında, kadına dokunmadan sızarak geçirir, ertesi gün bir Bafra sigarası alacak parası kalmadan, gene Taksim-Beyoğlu çevresinde yaşamına başlardı.

Kurbağa bacağı, mantar turşusu gibi garip yiyecekler severdi. Beyoğlu'na gelen ilginç filmleri de ilk gören o olurdu. Çok ender insanda rastlanan bir zekası vardı. Ölmeden beş gün önce Bulvar kahvesinde oturuyorduk. Oğuz: E.'ye uğradım. Sen benden daha önce gebereceksin, çok seviniyorum dedi, diye gülerek anlattı. Hepimiz gülüştük. İnsanın, kendi ölümü üzerine, ölmeden dört gün önce şaka yapabilmesi üstün bir zekanın bile işi değil. Ölmeden dört gün önce, insanın hastaneye tıraşlı bir yüzle gitmesi için, Cağaloğlu'nda para araştırması inanılır gerçek değil.

Biz hep 'Hayalet ölmez', diye düşünüyorduk. Onu, Heybeliada sanatoryumuna götürmedik bile. Son yemeğimizi Degüstasyon'da yedik. Salçalı bir dana söylemiş: Ağzının tadını bilen ağabeyin de, hep bu soslu danayı yer burada, demişti. Ben de arsızlıkla onun soslarına ekmek batırmış, bir ay Heybeliada'da dinlen, sakın İstanbul'a inme, biz gelir seni görürüz, demiştim. Erken çıkmıştık lokantadan. İstiklal Caddesi kalabalıktı gene. Havasız ve pisti her zamanki gibi. Oğuz heyecanlı idi. Sanki önemli bir olay onu bekliyordu. Erken yatmak, bir an önce hastaneye gidip, yerine uzanmak istiyordu. Ama bu gidiş hastaneye, ölüme falan değil de, hiç çıkmadığı bir Avrupa yolculuğu, ya da sevdiği bir kadınla buluşacağı sabahı bekleyiş gibiydi.

-Senin de Celal Sılay için yazdığını okudum, dedi.
-Meraklanma, senin ölüm yazını da kaleme alıyorum, dedim.

Gülüştük.

Tünel'e doğru yürüyecekti. Otuz yıldır yaşadığı bu caddede son yürüyüşü olacaktı bu, yorgundu. Ağabeyimin evinde uyuyacaktı, yanında pek tanımadığı bir üniversiteli genç kalacaktı. Bu çocuk onu sabah Ada vapuruna bindirecekti. Ve Oğuz dört gün sonra akciğer kanserinden boğularak ölecekti. Kırk altı yaşında ve kırk altı kilo olarak.

Oğuz öldükten birkaç gün sonra şunları yazmaya çalışmıştım: Sevgili Oğuz İstanbul kentini bu Eylül ayı bıraktı. 3 Eylül 1928'de doğdu. 17 Eylül 1975'de öldü. 1.73 boyunda, 46 kilo idi. Şişli camisi avlusuna tabutunu dört kişi hafif bir çanta taşır gibi getirdi. O zaman tabutun içinde onun yattığına kuşkum kalmadı.

Oğuz'un çok güzel, neredeyse kitap adı gibi 'Eğlentili Bir Gömme Töreni' oldu. Mezarına sahip çıkacak bir hısmı bulunamadı. Yanına kimse gömülmesin, mezar cemaatin olmasın diye, tapusu Sinematek Derneği adına çıktı. Oğuz'un çok güzel bir mezarı oldu. Üzerine açık leylek rengi kır çiçekleri diktik. Mezarlıklarda ekmek paralarını çıkaran çocuklar da bol su döktüler. Toprak canlandı. Güzel koktu. Çelenklerini üst üste yığdık. Çocuklar gene diri gonca gülleri suladı. Görevimiz bitmişti.

Otuz kadar yakın dostu Krepen Pasajı'ndaki Neşe Meyhanesinde oturup, onun anısına yedik, rakı içtik, üstelik iştahla yedik. Akşamüstü aşuresi bile pişip geldi.

Beyoğlu'ndan uzaklaşırken biraz sarhoş ama çok üzgündüm.


Oğuz yaşamının çeyrek yüzyılını elliye yakın dostunun evinde geçirdi. Oğuz aylarca da benimle kaldı. Onun konukluğu bir kelebek gibiydi. İnsana kendini hiç belli etmemeye çalışır, hiçbir özel isteği olmaz, ince ve sevimli bir sesle konuşur, eve gelirken çiçekler ve pasta getirir, bana Alman eğitiminden geçtiğim için, Mutti, derdi.

Yatma saati geldiğinde bir yere kıvrılıp uyuyuverir, sabah yanına erken saatte bile gelinse, hemen bir espri yapardı:

-Ne o, sahura mı kalktın?

Kimsenin görmesine olanak vermeden hemen giyiniverir, azalmış saçlarını özenle tarar, kolonya sürer, bir bardak çayını kendi koyup, Bafra sigarasına başlardı.

Oğuz, yanında kaldığı dostlarına aldığından çok daha fazlasını verdi. Dostluk, güleryüz gösterdi onlara. Akıllıca yapılmış şakaları ve bulunmaz kişiliğiyle öylesine yeri doldurulamaz bir insandı ki, onu tanımış, onunla birlikte günler, geceler geçirmiş olmayı, erişilebilecek mutlulukların en büyüklerinden sayıyorum.

Balıkpazarı meyhaneleri, Beyoğlu lokanta ve gece kulüpleri, kahveler, Nazmi, Kaptan ve ender olarak gittiği birkaç taşra kentinde geçen bu kısa yaşam, boyutlarına yeryüzünde herkesin erişemeyeceği bir yaşamdı.

Ölümünden altı ay kadar önce, yağışlı bir günde bana küçük bir valizini getirdi. Yıllardır hiç açılmamış. Afrika Han'da, Bülent Oran da kalmış bir valiz içinden iki taş baskısı örtü çıktı. Yepyeni, onları bana verdi.

-Bunları bir kızla birlikte almıştık, dedi.

Kadının güzelini bilir, bu kadınlara annesi, arkadaşı ve aynı zamanda sevgilisiymiş gibi bakardı. Valizden ayrıca; yedi sekiz yıldır kullanılmamış bir diş fırçası, çoğu bitmiş bir İpana diş macunu, Yüksel Arslan ve Ömer Uluç'la bir fotoğrafı, gene arkadaşlarıyla Bebek'te lokantada bir fotoğrafı, film çalışması yaparken bir fotoğrafı, temiz iki beyaz cin pantolon, fayans üzerine basılmış antik bir oto resmi, kirli çorap ve kirli çamaşır, bir iki ozanın adına imzaladığı kitap, bir iki kolej kitaplığından alınma İngilizce ekonomi kitabı çıktı... hepsi bu, işe yararlarını bana verdi, gerisini attı.

Son olarak kaldığı ağabeyimin evinde, ölümünden sonra şunlar ilişti gözüme: Hastaneye getirmemizi istediği ve temizlettiği pantolonunun üzerinde Türkiye Cumhuriyeti 1960 Anayasası duruyordu. İngilizce bir polisiye romanını yarısına kadar okumuş, kaldığı yeri işaretlemişti, ağabeyimin telefon defterine en çok çalıştığı Yalçın Ofset'in telefon numarasını yazmıştı. Bunun dışında eski gocuğu, hiç yayımlanmamış bir iki şiiri, yazlık ayakkabıları ve şöyle bir not: daktilo otelde, gömlek temizleyiciden alınacak... Ayaspaşa'dan Levent'e... Levent'ten Ayaspaşa'ya... vb.

Yolları araç ve garip bir insan kalabalığının karşıdevrim gibi sardığı İstanbul'u Katmandu'ya benzetiyor, son aylarında: "Artık gerçekten yaşamak istemiyorum, hiç tadı yok", diyordu. Ama bunu söylerken soyut bir bunalımı dile getirmiyordu. Oğuz, bunalan bir insan değildi. Onun akıl ve mantığı bu tür gereksizlikleri çoktan aşmıştı. Hiçbir zaman, 

-Sıkıldım, acıktım, uykusuzum, yorgunum, bile demedi.

Akciğer kanserine yakalandığını bilmedi, yakınmadı da,

-Solurken ciğerlerim acıyor, uyutmuyor beni, demekle yetindi.
-Çok hastayım, demedi. Doktorun terimini kullandı: "Çok hastaymışım", dedi.

Her anlamda olumsuzlaşan İstanbul'u artık istemiyordu ve ölümü de öylesine umursamıyordu ki... hani;

-Beyoğlu'nun tadı kalmadı, artık öteki dünyaya gidelim, der gibi. Ve ölmeden dört gece önce Degüstasyon'un kapısı önünde karşılaştığımız Ali Poyrazoğlu'nun yanağından makas alıyor, 

-Tatlıhayat kurbanları gene nereye? diye takılıyordu.

Tezer Özlü

İzleyiciler