18 Ağustos 2016 Perşembe

Asfalt Yol

Bir köy öğretmeninin notlarından

İstasyondan kalkıp vilayet merkezine giden kamyon, iki saat kadar sarstıktan sonra, beni gideceğim köye ayrılan yolun başında bıraktı. İki adım bile atacak hâlim yoktu. Çantamı yanıma koyarak, kenarlarından otlar fırlayan bir taşın üstüne oturdum. Kafamdaki uğultuyu dinlemeye başladım.


İçi tozla karışık ter kokan kamyon dünyanın bu en bozuk yolunda bizi birbirimize vura vura sersem etmişti. Birdenbire duraklamalar, bir çukura yuvarlanır gibi sarsıntılar, bana nerede olduğumu bile unutturmuş ve beni karanlık bir rüya dünyasına atmıştı. Şimdi oturduğum taşın üzerinde bu rüyadan silkinmeye çalışıyordum. Gideceğim köyü şoför göstermişti. Burası oturduğum yerden yarım saat kadar uzakta, külrengi bir kerpiç yığını idi. Bir kenarda ince ince yükselen yine külrengi birkaç kavak, orada, ufacık da olsa, bir su bulunduğunu anlatıyordu.

Belki bir saat oturduğum yerde kaldıktan sonra yavaşça ve sallanarak doğruldum. Küçük çantamı yerden alıp yürümeye başladım. Kendim köylü olduğum ve bizim köylülerimizi iyi tanıdığım için içimde yabancı bir yere gidiyorum hissi yoktu, ilk vazifemde muvaffak olacağıma emindim.
Akşam olmaya başlamıştı. Köye yaklaşınca ortalığı büsbütün bir kızıllık kapladı. Kırmızı bir deniz gibi parlayıp kımıldayan bu bir karış boyundaki kuru bozkır otlarının üzerinde upuzun gölgem yatıyor ve gölgemin başı, ileride, aralarından yer yer çekirgeler fırlayan bu otların arasında kayboluyordu.
Köyün kenarındaki birkaç evin önüne gelince burnuma yanmakta olan tezek kokusu geldi. Gözümün önünde, sac üzerinde yufka pişirilen bir ocak ve bekleşen yalınayak çocuklar canlandı.

Sokaklarda daha evlerini bulamamış birkaç inek kuyruklarını kalçalarına çarparak yürüyor ve ara sıra böğürüyordu. Bu öyle bir böğürüştü ki uzun uzun düşündükten sonra söylenen derin manalı bir söze benziyordu.
Gitgide daha kuvvetlenen keskin bir gübre kokusu beni daha çok buraya yaklaştırdı. Köy yaşayan, çalışan bir mahluktur ve bu koku onun ter kokusudur. Dünyada hiçbir koku beni bu kadar saramamış, kafamdan birbiri arkasına bu kadar çok hatıralar yuvarlayıp geçirmemiştir.

Kahvenin önünde birkaç ihtiyardan başka kimse kalmamıştı. Beni görünce yerlerinden kalkmadan baktılar. Yanlarına gidip oturdum, kim olduğumu anlattım. İçlerinden biri muhtarmış. Benden önceki öğretmen gideli altı ayı geçtiğini, o zamandan beri okulun kapalı durduğunu söyledi:

"Daha harmanların hepsi kaldırılmadı. Çocuklar okula falan gelmezler. Beş on gün oturup dinlenirsin!" dedi.

Çocukları toplamak, dersleri yoluna koymak pek güç olmadı. Köylüler kendi dilleriyle konuşanları anlamakta gecikmiyorlar. Şimdilik hiçbir şeyden şikâyetçi değilim. Yalnız bir yol meselesi var ki bunu kendime iş edindim ve aylardır uğraşıyorum. İlk geldiğim gün kamyonda canımı çıkaran o yol, meğer bütün vilayetin en büyük derdiymiş. Herkes mahsulünü, yolcusunu bunun üzerinden geçirmeye mecbur. Başka yol yok ve buna da yol demek için pek bol keseden atmak lazım. İşin garibi, vilayet merkezini altmış kilometre uzaktaki demiryoluna bağlayan yol da bu!.. Herhâlde daha mühim işler bunun yapılmasını bu kadar geri bırakmış. Ben hem bizim köyden hem de başka köylerden vilayete müracaat ettirdim; yolun yaptırılmasının ne kadar lazım olduğunu dilim döndüğü kadar anlattım. Uzun dilekçeleri hükümet memurları pek okumazlar diye her fikrimi ayrı bir dilekçeye yazarak bunları ayrı ayrı köylerden verdirdim. Böylece hepsi okunmuş olacak. Yolun yapılmasında köylünün nasıl yardımı olacağına dair de birçok fikirler ileri sürdüm. 

Geçenlerde şehre gittiğim zaman maarif müdürü bana biraz tuhaf muamele etti. Kızıyor da kızdığını belli etmeyip alay etmeyi tercih ediyor gibiydi. Neden diye merak ettim. Sonra laf arasında:

"Siz okul dışındaki işlerle de uğraşacak vakit bulabiliyorsunuz galiba, talebeniz pek mi az?" dedi.

"Az değil ama o da vazifem değil mi?" diye cevap verdim. Alaycı gözlerini üstümde gezdirdi. Bir şey söylemedi. Sonra dışarıda, kahvede arkadaşlardan duydum. Maarif müdürü bana kızgınmış. Ben köylülere Teşkilatı Esasiye Kanunu'nu okumuş, anlatmıştım. Kadastro'da işi olan bir köylü bir dilekçe vermiş, bir müddet sonra da cevap istemiş. Ne cevabı, denince: "Basbayağı cevap vereceksiniz! Mecbursunuz! Kanun var!" diye dayatmış. Sormuşlar, araştırmışlar, kanunu benden öğrendiğini anlayınca maarif müdürüne şikâyet etmişler.

Hele bu yol işiyle bu kadar uğraştığıma kızanlar pek çok. Bir alakaları olduğundan değil, iş olsun diye kızıyorlar. Benim öğretmen olduğum köyde oldukça zengin bir Rüstem Ağa var. Şehirde arabacı dükkânı işletiyor, yaylıları, kağnıları tamir ediyor. Bunun dilekçe veren köylere gidip benim aleyhime sözler söylediğini duydum. Pek şaşmadım. Bütün teşebbüslerden henüz bir şey çıkmadı. Ara sıra bu işin arkasını bırakacak oluyorum. (Çünkü hükümetteki, hele nafıadaki memurlar benimle açıktan açığa alay ediyorlar.) Fakat akşamları köyde, istasyondan dönen arabaların, kağnıların ve zavallı hayvanların hâlini görünce içim acıyor. Kendi kendime: "Başladığın işi yarıda bırakma iki gözüm, sana yakışmaz !" diyorum.

Ne de uzun muameleleri varmış böyle şeylerin. Vilayet konağında bizim dilekçelerin girip çıkmadığı oda kalmadı. Köylüler bile benim bu gayretime şaşıyorlar. Onlarda da bu işin sonu çıkacağına dair bir ümit yok.

Hâlâ bir şey çıkmadı... Galiba bu yolu yapmayacaklar. Köylü de bana yardım etmiyor. Pek ölü mahluklar... Belki de pek akıllı mahluklar da boşuna yere uğraşmak istemiyorlar, içimde hiç şevk kalmadı. İnsana birkaç kelime ile cevap verseler yine neyse fakat ne evet ne hayır!.. Sanki bu dilekçeleri ses vermez bir derin kuyuya atmışız.

Akşamları köyün yanı başındaki sırta çıkarak uzakta tozlara bulanıp uzanan yolu seyrediyorum. Bazen tozdan bembeyaz olmuş ve üstüne sepetlerle denkler sarılmış bir kamyon görünüyor, bir bataklıkta dizlerini kaldırıp indirerek yürüyen bir insan gibi ileri geri sallanarak, yıkılacak gibi olarak ağır ağır ilerliyor. Bu o kadar üzücü bir manzara ki tekniğin en son ifadelerinden biri olan bu makine ile dünyanın bu en iptidai yolunun mücadelesini görmemek için insan gözlerini kapıyor. Bazen koşup yolu avuçlarımla düzeltmek, orada hiç olmazsa beş on metrelik bir yeri bir "yol" hâline koyarak kendi hisseme düşen vazifeyi yapmış olmak istiyorum.

Bizim iş birdenbire canlandı. Geçenlerde şehre büyüklerimizden biri gelmiş. Otomobili ne kadar rahat da olsa bu yol yine kendini hissettirmiş olacak ki bir laf arasında valiye bundan bahsetmiş, vali de hemen atılarak: "İlk düşündüğümüz şeylerden biri de budur, hemen bu sene yaptırmak istiyoruz, projeleri hazırlanıyor. Hatta asfalt yaptırmayı bile düşünüyoruz... Acaba bu yol asfalt olsa şehrimizi sık sık şereflendirir misiniz?" demiş.

O büyük zat da:

"Gelirim tabii... " diye cevap vermiş.

Bunun üzerine asfalt meselesi aldı yürüdü. Ben meğer uykudaymışım, vali projelerden bahsediyor... Demek zannettiğim kadar bu işe lakayt değillermiş, yalnız gürültüsüz, şatafatsız bir şekilde halka hizmet etmeyi daha uygun buluyorlarmış.

Fakat bu sessizliğin aksine olarak bu sefer de iş pek yaygaraya verildi. Vilayetin, yemek listesi büyüklüğünde haftalık gazetesinin yarısını asfalt şose havadisleri dolduruyor. Köyde de itibarım artar gibi oldu. Bizim köylülerin insana muamele edişleri zaten barometre gibi.

Bence bu yolu asfalt yapmaya şimdilik hiç lüzum yoktu. Üç dört misli fazla masraf edileceğine, bu para daha lüzumlu yerlere harcanabilir ve buraya, kendimize göre bir yol, temiz bir şose yeterdi. Fakat belki başka bir düşündükleri var. Belki her şeyin son derece mükemmel olmasını istiyorlar. Bu kadar büyük işlere aklım ermez. Bir yol olsun da paramız varsa isterse halı da döşetilsin...

Vali Ankara'ya gitmiş. İnceleme yapan mühendisler yolun yarım milyona çıkacağını söylemişler, hâlbuki vilayet bütçesi 350 bin lira... Bu parayı bulmak için bankalara müracaat edilmiş, onlar da Maliye Vekâleti'nin kefaleti olmadan para vermemişler, Maliye Vekâleti de Meclisten izin almadan kefil olamazmış, özetle karışık işler vesselam. Vali bütün bunları yoluna koymak için gitmiş... Adamcağız bu yol meselesini kendine iş edindi. Meclisi Umumiden tahsisat almak için bir nutuk vermiş, vilayet gazetesinde okudum. Bir belagat numunesi. Kendisini bu yol işine dört elle sarılmaya sevk eden, o büyük zatın işareti olduğunu söylüyor ve onun yol yapıldıktan sonra daima geleceğini vaat ettiğini hatırlatıyor. Hakikaten büyüklerimiz her şeyi görüyorlar ve bir işaretleriyle uyuyanları uyandırıyorlar. Yalnız vali bu yol için halkın da birçok müracaatları olduğundan hiç bahsetmiyor, yolun köylüye ne kadar faydası olacağını da söylemiyor. Belki bunlar herkesin bildiği şeyler de onun için. Her ne ise bu yol işinde bir damlacık tesirim olduysa ne mutlu bana.

Yolun yapılmasına başlandı bile. Bankalardan borç alınmış, bilmem kaç senede ödenecekmiş. Borç taksitlerine karşılık olmak üzere hastane tahsisatından biraz kırpılmış ve önümüzdeki sene maarif kadrosu biraz kısılacakmış. İşin buraya varacağını hiç düşünmemiştim. Fakat daha ortada bir şey yok. Vakitsiz telaş etmeyelim. Para bulmak isteyince maariften önce akla gelecek çok şeyler var. Mesela vali çok alakadar olduğu bu yol meselesi için şimdilik vali konağı yaptırmaktan vazgeçebilir...

Yol ilerliyor, bizim köye ayrılan köşede de hararetli çalışmalar var. Silindirler gelip gidiyor ve alacalı bulacalı bir sürü köylü amele karıncalar gibi çalışıyor. Bu çalışma akşam geç vakte kadar sürüyor, sonra kenardaki çadırlara çekilip yatıyorlar. Amelenin çoğu açıkta yatıyor. Müteahhit çadır yetiştirememiş. Şafakla beraber tekrar faaliyet başlıyor. Bizim köyden de amele yazılanlar var. Beş on kuruş kazanıp vergi borcunu ödeyecekler. Bunlar geceleri köye dönüyorlar ama pek bitkin bir hâlde. Müteahhidin başlarına diktiği memur ekmek yemek için bile on dakika zor izin veriyormuş.

Bizim köylü önceleri pek lakayttı fakat taş döşenip asfalt işi başlayınca hepsini bir merak sardı. Kocaman kazanlarda kaynatılıp sonra yerlere dökülen bu kara şeyin üzerinde yürünebileceğini, hele kamyonların ve arabaların geçeceğini pek kabul edemiyorlar. Tarlaları bu tarafta olanlar akşamları dönerken yolun kenarındaki hendeğe çömelip silindirin ileri geri gidişine bakıyorlar ve tanıdıkları amelelerle aldıkları yevmiyeler hakkında konuşuyorlar.

Yol bitti. Birkaç gün sonra açılış töreni olacak. Köyün yanındaki tepeye çıkıp bakınca uzakta kara bir yılan gibi parlıyor. İki tarafına ağaç da dikeceklermiş. Enfes bir şey doğrusu. Bütün vilayet halkının buradan nasıl akın akın geçeceğini, nasıl kolaylıkla, kayar gibi istasyona varacağını düşündükçe içimde bir şey hopluyor. Yolun sağlamlığı hakkında dedikodular var... Müteahhit adamakıllı vurdu diyorlar. Fakat herhâlde dedikodudan ibaret. Bu dehşetli güzel manzaranın karşısında insana nasıl fena düşünceler gelebilir, şaşıyorum.

Bugün ömrümün en mesut günü idi. Şehrin kenarında taklar kurulmuştu, bütün memurlar resmî elbiselerini giyip gelmişler. Hususi muhasebe müdürü bile, bej pardösüsünün üstüne silindir şapkayı oturtmuş, "1.55" boyu ile ön tarafta yer almış. Ben de bir kat elbisemi silip ütüledim ve öyle geldim. Maarif müdürü ters ters bakıyor ama, ne derse desin, bir gün köyden ayrılmakla kıyamet kopmaz ya... Bu yol bir parça benim eserim demektir... Halk ve köylü uzaktan seyrediyorlardı, yanlarına gittim, konuştum, sevincimden herkesi kucaklayacağım geliyor. Yerime döndükten sonra aklıma geldi, köylülere, yakına gelmeleri için işaret ettim. Bu yol herkesten evvel onların demektir. Birkaç tanesi ilerleyecek oldu, jandarmalar bırakmadı, ben de sesimi çıkarmadım ama neşemin yarısı kaçtı.

Vali uzunca bir nutuk verdi, sesi pek gür olmadığı için iyi işitemedim, yalnız kulağıma: "Cumhuriyet, bayındırlık... Rehberlerimiz... Her şey halk için..." sözleri geldi. Birkaç kişi daha, kısa sözler söylediler. Kurdele kesildi, önde valininki olmak üzere, bir otomobil kafilesi hızla ileri atıldı. Arkasından memurlar beş on adım yürüdüler, herkes ayağını asfalta alıştırır gibiydi. Köylüler belki acemiliklerinden, belki de bir şey söylerler diye çekindikleri için, asfalta basmaya cesaret edemeyerek yolun iki kenarındaki toprak kısımda yürüyorlar ve büyük gözlerle ortaya, üzerinde taze otomobil lastiği izleri ıslak ıslak parlayan asfalta bakıyorlardı.

Her şeye rağmen köye muzaffer bir kumandan gibi döndüm.

Yolun açılışının onuncu günü nafıanın fen memurları vilayete bir rapor vermişler. Kağnıların ve öküz arabalarının hatta diğer arabaların da asfaltı şiddetle tahrip ettiğini bildirmişler. Bunda yolun pek sağlam olmamasının de tesiri olacağını hiç ağızlarına almamışlar, hâlbuki yalnız kağnıların değil, biraz yüklüce kamyonların geçtiği yerlerde bile çukurlar kalıyor ve yer yer bozukluklar görülüyordu.

Vilayetçe telaşa düşmüşler. Daha parası ödenmeyen yolun, o büyük zat şehri bir kere bile şereflendirmeden on beş gün içinde eski hâline dönmesi tehlikesi karşısında hemen toplanmışlar ve lastik tekerlekli olmayan nakil vasıtalarının asfalt yoldan geçmelerini men etmeye karar vermişler.

Köyde bu havadise kimse inanmak istemedi fakat birkaç köylü jandarmalar tarafından durdurulup kağnılarını yoldan çıkarmaya, çamurlu tarlalardan geri dönmeye mecbur edilince herkes işin ciddi olduğunu anladı.

Bu yasak pek ağırdı. Yol iki dağ arasındaki bir boğazdan geçtiği için, şimdi istasyona gitmek isteyenler bu dağı dolaşacaklar ve tam altı saat ziyan edeceklerdi. Bir yere toplanıp bir çare düşündüler fakat ne jandarmalara karşı koymaya ne de kağnılara lastik tekerlek taktırmaya, şimdilik imkân yoktu.

Altı saat daha fazla süren ve eskisinden birkaç defa daha berbat olan bir yoldan gidecekler, dağın arkasından dolaşacaklardı...

Hiçbirisi artık benimle konuşmuyor, hepsi bana düşman gözlerle bakıyordu. Bir gün akşamüstü muhtar geldi:

"Oğlum!" dedi, "Biz senden şikâyetçi değildik ama bu yol meselesi işi değiştirdi. Köylü başımıza gelen bu derdi senden biliyor ve söz dinlemiyor. Birkaç keredir seni dövmeye hatta daha ileri gitmeye kalktılar, ben önüne zor geçtim... Başka köylerde de senin düşmanların çoğalıyor. Bir gün başına bir iş gelir. İyisi mi, güzellikle buradan git. Darılma, gücenme, hakkını helal et !"

Ben de bunu düşünmüyor değildim. Köylünün bana karşı aldığı tavırdan hayırlı mana çıkaramazdım. Birkaç parça eşyamı çantama doldurdum, artanını bir bohça yaptım; bu köye geldiğim gibi yine bir akşam vakti, güneş sarı otlara uzanır ve rüzgâr bunları kızıl bir deniz gibi dalgalandırırken keskin gübre kokularını ve tezek dumanlarını arkamda bırakarak çıktım yürüdüm.

Sabahattin Ali

Hallaç

Vapurdan çıkarken onu fark etmiştim. Omzundaki dikkatimi çekmişti. Her zaman yanılırım: O omzundaki şeyi bir musiki aletine, bir eski zaman okuna benzetirdim de... Hallacın kirişiydi. Yine öyle oldu. Görmediğim, bilmediğim bir musiki âleti ile hallaç kirişini birbirine karıştırıp eski romanlarda resimlerini gördüğüm seyyar mızıkacılardan hallaca, hallaçtan seyyar mızıkacılara bir saniyede gidip geldim... Yaz yeni başlamıştı. O gün ilk sıcaktı. Vapur bekliyorduk. Gelen vapurdan iskeleye öyle insanlar indi ki, her gün İstanbul kazan, ben kepçe dolaştığım halde onlara rastlamamıştım. Kimlerdir? Ne iş yaparlar? Nasıl yaşarlar? Nerede otururlar? Ne dertleri var? Şu, uzun saçlı bir keman hocasına benzeyen adam kim olabilir? Bu, Harbi Umumi ihtiyat zabiti halini muhafaza eden kıranta adam o zamandan beri ne yapmıştı ki, hiç değişmemişti? Üstünden başından, bıyığından, saçından hâlâ bir Enver Paşalık akıyordu.

Vapurdan benim alâkamı çekecek, üzerinde üç dakika meraklanacağım hiç kimsenin çıkamadığı günler olur. Ama böyle günler vapurdan çıkanların üzerinde düşünmek istemediğim günlerdir.. O gün öyle bir günümdü.. Hiçbir yüzde düşünemiyorken, hallacın kirişinden bir Orta Çağ ok atıcısına, oradan harp çalan mızıkacılara, oradan da bir ok hızı ile nur yüzlü kirişin sahibine kafam takıldı. Kısaca boyluydu. Ayağında lâcivert Karamürsel kumaşı bir potur vardı. Ceketini sırtına atmıştı. Sarı zeminli, küçük küçük kırmızı çiçekli gömleğinin yalnız boğazına tesadüf eden düğmesi ilikli, ötekiler açıktı. Aradan beyaz kıllı kırmızı göğsü gözüküyordu. Yanımdan geçerken öyle iki açık mavi göz gördüm ki, içim sevinç içinde kaldı. Şu dünyada daha tertemiz mavi gözlü bir Hallaç Baba vardı. Belki yetmişini aşmıştı. Çevik bir yürüyüşle yürüyor, geniş kocaman tırnaklı elleriyle hâlâ tokmak sallıyordu. Hâlâ dünyadan ümitliydi.. Akşam üstü güneş battıktan sonra tepemizde kalan gökyüzü renginde mavi gözleriyle dünyamızda namuslu Hallaç Baba masalını gezdiriyordu. O masalı hatırlamıyorum. Yalnız bir ses duyuyorum: Dız dız da, dız dız!.. Vapurdan çıkan ötekilerin, bütün vapur bekleyenlerin küçük büyük bütün günahları kimin başına olursa olsun, ben Hallaç Baba'nın hafifçe kambur uzaklaşıp gidişiyle hemen hemen birdenbire çocuklaşmış, günahsızlaşmıştım. O gün sıcak bir gündü ..

Pamuk, yün şilteler attırılacak; pamuk, tokmağı yiyip de kenara yığıldığı zaman, bulutları hatırlatacak. Akşam olacak, Hallaç Baba saçlarında pamuk kırıntıları, üstünde yün kokusu vapura binecek. Kasımpaşa'daki evine dönecek. Kuyudan su çekecek. İhtiyar karısı pırıl pırıl kalaylı maşrapa ile ona su dökecek. Hallaç Baba yüzünü yıkayacak. Bıyıklarını sıvazlayacak. Ağzını çalkalayacak. Allaha şükredecek... Yün şilteler, pamuk şilteler, yastıklar, pumba yastıklar... Her evde atıldığı gibi, arada bir sizin evde de şilteler atılır. Bir akşam yorgun, belki de canın sıkkın eve dönersin. Bir de bakarsın ki, yastığın davul gibi şişmiştir. Karyolan beyaz tombul, gebe bir kadın kadar iki canlıdır. Uyku nereden gelir bilinmez. fiu uyku insanın sevgilisi gibi bir şey, gelmeyince sinirlendiriyor. Ama yatağın atılmış diye içinde hafif, kuş tüyü bir sevinç vardır.

O gün ne güzel bir gündü! Deniz ne serindi! Ne güler yüzlüydü sandallar, çocuklar, kadınlar!... Sanki kimse kimseye bütün gün sövmemişti... Dünya yüzüne bir tek kötü lakırdı, kötü hareket, kötü düşünce o gün için -o günün başı için- insan elinden, insan dilinden, insan kafasından çıkmamış gibi bir akşam oldu.

Ben her zamanki gibi kimsesiz pazarımı bitirmiştim. Hayatımdan memnundum. Hayattan da memnundum. Her şey ışıl ısıldı. Her şey mavi, akşama doğru kırmızı, sonra lâcivert oldu.

Bugün kimse ölmesindi. Bugün döğüş edilmesin, bugün kimse ağlamasındı. Akşama doğru vapur iskelesine gittim. Daha vapura vakit vardı.. İki çocuk iskelenin parmaklarında cambazlık yapıyor, bir adamla minimini bir kız çocuğu elleri balık pulu içinde, balık avlıyorlardı.. İskelenin, hiç çırpınmayan bina gölgeleri düşmüş denizi Monako Prensi'nin akvaryumu gibiydi. Güneş balıklarını lipsoslar, lipsosları mezit balıkları kovalıyordu. Köyden güneş çekilmişti. Yalnız iskelenin yarısını, yaldızlı bir ışıkla yakıyordu.

Onu tarifelerin asıldığı siyah tahtanın dibine çömelmiş gördüm. Yüzü kıpkırmızıydı. Bugün iyi çalışmış olacaktı. Yüzünde, iskeleye inerkenki pembelik kalmamıştı. Çok kanlıydı. Mavi gözleri uçuk, korkuluydu. Yanında durdum. Yüzüme baktı:

- Yorulmuşsun Baba, dedim.

- Yoruldum, dedi. Hiç yorulmazdım. Bilmem nasıl oldu ?

- Sahi mi Baba?? dedim. Hiç yorulmaz mıydın ?

- Tam 78 yaşındayım. Hiç yorulmamıştım.

- Allah daha ziyade etsin! Olur bazan insan.

- Yok, olmaz, dedi. Ben yorulmazdım.

- Ben hiçbir iş görmedim. Yine yoruldum. Olur böyle şeyler ?

- İşsizlik insanı yorar, dedi.

Mavi gözlerini yine gözlerime dikti. Hafifçe kanlıydılar. İhtiyar hallaç, çok derinden bir nefes aldı... Ben yine:

- Olur böyle şeyler, dedim.

- Evet, dedi, demek oluyormuş.

- Karadenizlisin değil mi baba ?

- Evet, Karadenizliyim.

- Bugün çok mu şilte attın ?

- Bilmem ki, dedi, çok da değildi. Sanki bir günah işlemiş gibi:

- Ama Allah bereket versin !

Bilmem daha ne sordum, o ne cevap verdi. Aradan günler geçti, unutmuşum. Çalışmaktan, Allah'tan, duadan, şilteden, pamuktan, yastıkla yorgandan, yorganına göre ayağını uzatamayandan, bir şilte bulamayandan, şiltede yatmaya alışık olmayandan söz açmıştık. Sonra o da yorulmuştu, ben de. En son:

- Vapura daha çok var mı ??... demişti.

- Altı buçukta, Baba.

- Saat kaç ?

Gitmiş, saate bakmıştım: Altıya yirmi vardı.

-Altıya yirmi var, demiştim.

Kafasını iskele binasının aşı boyaları ellere, elbiselere çıkan duvarlarına dayamış, şiltelerin, pumba gibi şişmiş yataklarında bu akşam için hafifçe uykuları kaçacak, yerlerini yapmağa, itiyatlarını bulmağa çalışacakların tozu, dumanı, kiri, mikrobu sinmemiş mavi gözlerine titrek, âdeta şeffaf, açık çürük renkli, damarlı bir göz kapağı indirmiş, Hallaç Baba uyumuştu.

Ben yürüdüm gittim. Rıhtımda bir aşağı bir yukarı dolaşanları seyre müsait bir iskemlede düşünceye daldım. Birdenbire iskele tarafından birtakım sesler geldi. Oraya bir kalabalık toplandı. Merak ettim. İskeleye vardım ki, Hallaç Baba, sarı, gömleğini yuvarlak, kocaman tırnaklarıyla koparıyor, kesik kesik soluyordu.. Etrafına insanlar toplanmıştı. Mavi gözleri korkudan büyümüştü. Yüzü morarmıştı. Gömleğini ara sıra bulamayan tırnakları, göğsünün beyaz kıllarını koparıyordu. Durmadan:

- Ölüyorum .. Ölüyorum .. Ölüyorum ... Allah! Allah!.. Diyordu.

Bir ara mavi gözleriyle yüzüme baktı. Bilmem tanıdı mı? Yoksa beni doktor mu sandı ?

- Doktor?. dedi.

Eczahaneye koştum. İhtiyar belediye doktoru ağır ağır, isteksiz beraber geldi. Yolda:

- Kalp krizi olacak, dedi, çok mu ihtiyar ?

- 78 yaşındaymış doktor, dedim.

- Öyle ise gidiyor, dedi...

Biraz adımlarını sıklaştırdı. Hallaç'ın yanına vardı. Nabzını tuttu... İhtiyar hâlâ kendindeydi. Mavi gözleri sanki susmuşlardı... Doktora ümitle, ümitsizlikle hâlâ insanca bakıyorlardı.

- Doktor ölecek miyim?? Ölüyor muyum?? İğne yap bana doktor... diyordu.

Birkaç defa daha Allah'ı andı. Sonra sustu. Mavi gözleri açıktı. Ama artık insancasına bakmıyorlardı. Yüzü şimdi yer yer sapsarı, soluk, yer yer mordu. Üç dört kişi karga tulumba, yakaladılar. Eczahaneye götürdüler.. Sanırım bir kâfur kokusu duydu. Büyük bir korku, bir ter alnını, gözlerini kapladı. Ben çekildim. Hallaç Baba on beş dakika sonra ölmüştü. Gittim baktım. İlâçların yapıldığı, sıra sıra kutular, etiketler dizili, yaz günü serin eczahane kokan imalâthanede gözleri küçük havanlara dikili yatıyordu. Mavi yüzü, âdeta korkusuzdu. Rum eczacı gözlerini kapadı. Bitmişti her şey. 78 senelik dız dız durmuştu.

İhtiyar belediye doktoru, sanki genç olsa kurtaracakmış gibi:

- Çok ihtiyardı, dedi.

Ertesi gün iki delikanlı gelip, babalarını eczahaneden aldılar. Pembe pembe yüzlü, kocaman başlı, maviş maviş gözlü çocuklardı. Küçüğü :

- Uyyyy baba! diye ağladı.

Şimdi her sene şiltelerimizin mikrobunu, tozunu bu al yanaklı, kocaman kafalı, kalın dudaklı çocuklar yutmaktadır. Vapurdan günlerden bir gün, bir harp, bir de köpekle seyahate çıkan iki öksüz çocuğun romanını bana hatırlatan Hallaç Baba'nın. bütün varını yoğunu babasının ölüsünü götürecek motore harcamış çocuklarından ikisi iner.

Sait Faik Abasıyanık 

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Misafir

Onlar geleli tam on dokuz gün ve o kadar gece olmuştu. Karı koca, iki de çocuk... Dört can... Şimdi her gün iki okka ekmek fazla alınıyor ve her masraf ona göre artıyordu. Zaten ev dardı. Bu karı kocaya ayrı bir oda verebilmek için aile daha sıkışmaya mecbur oldu.

Ne havsalası geniş, ne saygısız, ne vurdumduymaz misafirdi bunlar... Ne surattan anlıyorlardı, ne rumuzdan, ne kinayeden... En açık istiskallere karşı ''sinik'' bir tebessümle mukabeleden hiç sıkılmıyorlardı.

Misafir Halil Efendi akşamcıydı. Hane sahibi İzzet Efendi ise işretin damlasından kaçan, kokusundan boğulan, sofu, musalli bir zat...

Halil Efendi her akşam bir cebinde dolu küçük bir şişe, ötekinde kâğıda sarılı birkaç zeytin tanesi nevalesiyle gelir, yatsılara kadar ağır ağır ziftlenir. İzzet Efendi' yi yemeğe bekletir. İçtikçe zevzeklenir. Dinletir, dinletir. Zavallı adamcağızı bitahammül bırakır, sıkıntıdan öldürürdü.



Beş altı akşam bu işkenceye tahammülden sonra nihayet hane sahibi bir gece dayanamadı. Açık bir suratla

- Efendim, bu olur mu ? Her akşam cebinizde rakı ile geliyorsunuz... dedi.

Yüzsüz misafirin bu haklı itirazı hemen diğer suretle tefsire atılarak

- Efendim misafirperverliğinizin cidden mahcubuyum. Çoluk çocuk ailece efendimize kaç gündür bâr olup duruyoruz. Rakımı beraber getirmeyeyim de onu da mı size aldırtayım efendim ? Lütufkârlığın bu derecesiyle her türlü büyük bir cömertliğin fevkıne çıkıyorsunuz. Yok artık bu kadarcığına müsaade buyurunuz. İçki masrafımı olsun kendim edeyim...

Deyince, misafirin bu pek nikbinane tefsir ve telakkisine karşı hayretlere düşen ev sahibi maksadı böyle demek olmadığını izah için birkaç söz kekelemeye uğraşmış ise de birbirine taban tabana zıt bu anlatışla anlayış arasında hakikat zayi olup gitmişti.

Halil Efendi Anadolu Kavağı'nda ufak bir memurdu. Ailece düştükleri sıkıntıya bir çare bulmak için ırgat pazarında tasarruf ettikleri bir dükkânı vefaen devrederek biraz para almak üzere İstanbul'a gelmişlerdi. Gazetelere ''Nakidiniz varsa işletelim. Yoksa teminat üzerine pek ehven şeraitle istediğiniz kadar hemen para verelim'' tarzında ibareler ve türlü namlarla ilanlar vererek müşteri celbeden idarehanelere Halil Efendi hep birer birer başvurdu. Bu işleticilerden çoğunun borçluların canlarına işlettiklerini anladı. En uygun şartla işi bitirinceye kadar İzzet Efendi ailesi nezdindeki misafirlikleri zorunlu uzayacaktı.
***
Bir gün hane sahipleri bir odaya toplandılar. Kapıyı sıkıca örttükten sonra bu müziç misafirlerden kurtulmak çarelerini aralarında müzakereye giriştiler. Büyük Hanım diyordu ki:

- Kilere gidip zahireye bakmaya korkuyorum... Bin türlü sıkıntılar, fedakârlıklar, üzüntülerle kış için biriktirdiğim, sakladığım öteberiden tane kalmayacak... Böyle günde tencere doluları yemek pişiyor, yine doymuyorlar. Yarabbi şükür dediklerini işitmedim. Aman o çocuklar maşallah büyüklerden ziyade yiyorlar.

Zarafet -Nesine maşallah hanımcığım, boğazlarına kurt düşsün... Sakın kilere bakma yüreğine iner. Ne sağyağı kaldı ne zeytinyağı... Ne pirinç, ne şeker... Ne fasulye... Kiler tamtakır oldu. Sokağın köpekleri doyar, damların kedileri doyar, bu iki obur yumurcak doymaz. Tencereler daha ateşte iken karşıma dizilip de ''Dadı yemek pişti mi ? Acıktık. İçimiz bayılıyor. Körükle körükle de çabuk pişsin...'' deyişlerini bir işitseniz kendinizi zapt edemezsiniz. Bazen öfke benim de tepeme çıkar, bağırırım. Haydi bakayım oradan. Ben mutfağa gelen çocukları sevmem. Çekiniz arabanızı. Şimdi sizi bir güzelce körüklerim ha!.. Bir gün arkalarından ucu ateşli odunla koştum da anaları bana surat etti. A çekilir mi bu ? Kaç defa daha soğumadan imambayıldının içine kirli parmağını sokarken gördüm. Ağzına götürüyor emiyor. Tekrar, yine sokuyor. Afacanlar fıstık gibi tos tombay oldular. Anaları karı semirdi. Beti benzi yerine geldi. Odalarına çekildikten sonra sarhoş herif gecenin bir yarısında pencerenin önünde türkü söylüyor... Bitişikte ağır hasta var... Ne saygısız maymun... Bütün sahanlara, tabaklara, rakı kokusu siniyor... Ben işret sevmem övvv... Ya onlar... Ya ben. Bunun bir çaresine bakınız...

Evin kızı Cezalet Hanım dışarıya kulak kabartarak

- Dadı yavaş söyle... Merdiven başında bir pıtırdı var... Karı geldi galiba bizi dinliyor...

Zarafet köpürerek

- Umurumda değil, dinlesin... Korkum yok. Ben ona taşlıkta kaç defa başa kaka söyledim de anlamamazlıktan geldi... Ben de olsam öyle yaparım. Hazır ev... Hazır yemek, hazır yatak.. İşret türkü.. Kekâ... Her zevkleri yerinde... Bu rahatı bırakıp da giderler mi hiç ?

Cezalet Hanım

- Dadı sus azıcık da ben anlatayım...

- Anlat yavrum... Anlat gulum, anlat elmascığım... Yedi mahalle bir araya toplanıp da kırk gün kırk gece anlatsak bu dert yine bitmez... Sen anlattığın kadar anlat, ben de yine anlatırım.

Cezalet Hanım - Misafir hanım geldiğinin ikinci günü sokağa çıkacağını söyledi. Benden bir çarşafla bir ayakkabı istedi. Kendi potinleri ayaklarını sıkıyormuş... fakat kendi çarşafını niçin giymek istemiyor bilmem...

Zarafet - Aaa... sebebini anlamadın mı? Alacaklılar sokakta onu çarşafından tanıyorlar da onun için başka çarşafa giriyor, yüzünü de sımsıkı örtüyor... Irz ehliliğinden değil çok bilmişliğinden... Kaltak...

- Dadıcığım bir parçacık sus...

- Sustum... sustum... Ha sen söylemişsin yavrum... Ha ben söylemişim... İkimiz canciğer... Birbirinden farkımız var mı?..

Cezalet Hanım - Artık her sokağa çıkışında âdet edindi. Çarşaf bizden... Ayakkabı bizden... Ah anneciğim yeni iskarpinlerimin ne hale geldiklerini görsen gözlerin dolar... İçi oyulmuş kavun dilimine döndüler...

Zarafet - Senden ayakkabı çarşaf istemiş... Ya benden ne istedi bilsen ?.. İç donu... Söyletme beni, kendininkini kirletmiş... Ta Kavaklar'dan buraya bir donla gelinir mi ?.. Benim de yok ayo... Küçük beyin yastık örtülerinin eski fistolarını söktüm de iki tane yaptımdı... Birini aldı. Kullandı, kullandı. Getirdi kiriyle pasıyla başıma attı... Söylemesi ayıp âdet kirlerini çitiledim, çitiledim de bir türlü çıkartamadım... Kokmuş karı...

Büyük Hanım başı ağrıyormuş gibi şakaklarını avuçlarının arasında sıkarak 

- Bu beladan ne vakit kurtulacağız? Başımızdan ne zaman defolup gidecekler ?..

Zarafet - Onlar buraya ödünç para bulmaya geldiler. Buluncaya kadar oturacaklar... Şimdi para nerede ?

Dışardan küt küt kapı vurulur. Odadakiler şaşalayarak birbirine bakarlar...

Büyük Hanım - Kim o ?

Zerafet - Kim olacak misafir hanım...

Büyük Hanım - Duyduysa pek ayıp oldu.

Dışardan

- Lütfen kapıyı açınız efendim...

Zarafet kapıyı açar. Misafir hanım çarşaflanmış, koltuğunda iri bir bohça, iki çocuğunun ortasında, ağlamadan gözleri kızarmış mahzun bir çehreyle gözükerek

- Allahaısmarladık hanımlar. Affedersiniz, böyle günde çok rahatsız ettik efendim. Haftalarca sayenizde yedik, içtik. Misafirperverliğinizin şükrünü edadan aciziz hanımlarım. Helal ediniz efendim.

Misafirin ağlamış mahzun yüzü, af dileyici mahcubane sözleri ev sahiplerine çok dokunur... Yufka yürekli Büyük Hanım

- A hanımcığım neye rahatsız olalım? Başımızın üstünde yeriniz var. Böyle birkaç hafta değil kırk yıl otursanız vallahi yüksünmeyiz... Böyle birdenbire ne oldunuz efendim ?..

Cezalet Hanım - Bir kusur mu ettik ? Gücendirdik mi kardeş ? Böyle birdenbire niye kalktınız ?.. Vallahi salıvermeyiz. Haydi soyununuz... Bırakmayız nafile...

Zarafet büyük bir çığlık ile çırpınarak

- Olur mu hiç ? Bırakır mıyız sizi biz, yağma yok kuzum yağma yok... Gelmesi sizden gitmesi bizden... (Mendilini çıkarıp ağlayarak) A... canciğer gibi alıştım. Evin içi tısss... sessiz kalacak... Mümkün değil salıvermeyiz... (Çocukların yanaklarını okşayarak) Aha benim tontonlarım... Haydi geliniz mutfağa... Bakınız dadınız bugün size neler pişirecek...


Hüseyin Rahmi Gürpınar / Melek Sanmıştım Şeytanı, İstanbul 1943, s. 71-77.


"Yaşamak en sade tarifiyle istekleri değiştirmekten başka bir şey değildir. Şu kadar ki yer ve zaman değişikliği ve yaşla isteklerin türü de değişir. En isteksiz yaşamaya uğraşan filozofların şu kararlarında bile bir maksat, bir arzu gizlidir."

Hüseyin Rahmi Gürpınar - Şıpsevdi, S.179

16 Ağustos 2016 Salı

Selam Olsun


Selâm olsun bizden güzel dünyaya
Bahçelerde hâlâ güller açar mı?
Selâm olsun sonsuz güneşe, aya
Işıklar, gölgeler suda oynar mı?

Hepsi güzeldi kar, tipi, fırtına
Günlerin geçişi ardı ardına.
Hasretiz bir kanat şakırtısına
Mavi gökte kuşlar yine uçar mı?

Uzak, çok uzağız şimdi ışıktan,
Çocuk sesinden, gül ve sarmaşıktan,
Dönmeyen gemiler olduk açıktan,
Adımızı soran, arayan var mı?...
Ahmet Hamdi Tanpınar

Başımızın Üstünde Bir Bulutun


Başımızın üstünde bir bulutun
Güneşe asılmış gölgesi,
Uzakta toz halinde dağılan
Yoğurtçu sesi,
Gün bitmeden başladı içimizde
Yarınsız insanların gecesi.
Ahmet Hamdi Tanpınar

13 Ağustos 2016 Cumartesi

Kuşlarım Üşüyor

cebime tıktığım kuşlar çok üşüyor
ben de üşüyorum desem kim inanır
bunca yıkıntının altında
bunca kırık cam batmışken ayaklarıma

belki yine seviyordur diye bir papatya kopartıyorum
yapraklarını yoluyorum, çiğniyorum, zıplıyorum üstünde
nasıldı bu fal, yani nasıl açılırdı bir kapının kilidi
anahtarı deliğe sokmadan önce

tüfek omuza deme komutanım, komik oluyorsun
omuzum olsa başka şeyler yüklerdim üstüne
bir palyaçonun burnunu örneğin
dövüşçü horozların kopan tüylerini
kullanılmış bir mendili koyardım
sonra sıyırırdım kendimi yeryüzünden
yok, yeryüzünü sıyırırdım kendimden
cebime tıktığım kuşlar çok üşüyor
geriye sayacağım söz veriyorum, vurmayın
vurmayın kuşlarım ağlıyor, geriye sayacağım

anne, hangi sayıdan başlayacağım?

Altay Öktem



12 Ağustos 2016 Cuma

Bugün Pazar / Today is Sunday


Bugün pazar. 
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar. 
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün 
bu kadar benden uzak 
bu kadar mavi 
bu kadar geniş olduğuna şaşarak 
kımıldamadan durdum. 
Sonra saygıyla toprağa oturdum, 
dayadım sırtımı duvara. 
Bu anda ne düşmek dalgalara, 
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım. 
Toprak, güneş ve ben... 
Bahtiyarım...

...

Today is Sunday. 
Today, for the first time, 
            they took me out into the sun 
            and for the first time in my life
I looked at the sky
            amazed that it was so far 
            and so blue
            and so wide.
I stood without moving and then 
respectfully sat on the black earth,
pressed my back against the wall.
Now, not even a thought of dying, 
not a thought of freedom, of my wife. 
The earth, the sun and me...
            I am happy.


Nâzım Hikmet Ran
Çeviri: Randy Blasing & Mutlu Konuk

9 Ağustos 2016 Salı

Kuşlar Vardır


Kuşlar vardır, cana benzer havalarda;
Soğuksa kar, baharsa yaprak;
Bir başına büyür toprakta ömrümüz,
Güneşle yeşil elleriyle çıplak;
– Uslu ayaklarla başlamış yolculuk –
Yürünmez öyle, bazen durulur,
Ve iner erenler katına yorgunluk;
Kapanır sukun üzre kitaplar.
Nefeslerle sürüp giden yaşamamız
Bir su kenarına gelir durur;
Ekmekten, şaraptan öte nimetler vardır;
Yürünmez öyle hep, bazen susulur.
Can Yücel

Emperyal Oteli


Ben hiç böylesini görmemiştim
Vurdun kanıma girdin itirazım var
Sımsıcak bir merhaba diyecektim
Başımı usulca dizine koyacaktım
Dört gün dört gece susacaktım
Yağmur sönecekti yanacaktı
sameland seferden dönecekti
Duvardaki saat duracaktı
Kalbim kendiliğinden duracaktı
Ben hiç böylesini görmemiştim
Vurdun kanıma girdin itirazım var

emperyal otelinde bu sonbahar
bu camların nokta nokta hüznü
bu bizim berhava olmuşluğumuz
bir nokta bir hat kalmışlığımız
bu rezil bu çarşamba günü
intihar etmiş kötümser yapraklar
öksürüklü aksırıklı bu takvim
ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun kanıma girdin itirazım var

sesleri liman sislerinde boğulur
gemiler yorgun ve uykuludur
sabahtır saat beş buçuktur
sen kollarımın arasındasın
onlar gibi değilsin sen başkasın
bu senin gözlerin gibisi yoktur
adamın rüyasına rüyasına sokulur
aklının içinde siyah bir vapur
kıvranır insaf nedir bilmez

otelin penceresinde duracaktın
şehri karanlıkta görecektin
karanlıkta yağmuru görecektin
saçların ıslanacak ıslanacaktı
kış geceleri gibi uzun uzun
tek damla gözyaşı dökmeksizin
maria dolores ağlayacaktı
istanbul'u yağmur tutacaktı
bütün bir gün iş arayacaktım
sana bir türkü getirecektim
kulaklarımız çınlayacaktı

emperyal oteli'nin resmini çektim
akşam saçaklarından damlıyordu
kapısında durmanı söylemiştim
yüzün zambaklara benziyordu
cumhuriyet bahçesi'nde insanlar geziyordu
tepebaşı'ndaki küçük yahudiler
asmalımescit'teki rum kemancı
böyle rüzgârsız kalmışlığımız
bu bizim çektiğimiz sancı
el ele tutuşmuş geziyordu
gazeteler cinayeti yazıyordu
haliç' e bir avuç kan dökülmüştü

emperyal oteli'nde üç gece kaldık
fazlasına paramız yetmiyordu
gözlerin gözlerimden gitmiyordu
dördüncü gece sokakta kaldık
karanlık bir türlü bitmiyordu
sirkeci garı' nda sabahladık
bilen bilmeyen bizi ayıpladı
hâlbuki kimlere kimlere başvurmadık
hiçbiri yüzümüze bakmıyordu
hiç kimse elimizden tutmuyordu
ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun .... kanıma girdin ..... kabulümsün.

Attilâ İlhan


8 Ağustos 2016 Pazartesi

Bir Otel Kâtibi


Anlamadığım şu 
Ben neden bir otel kâtibiyim 
Eskiyim, renksizim, kimsesizim 
Yontulmuş kalemlerden, sosisli sandviçlerden iğrenirim 
Papazlardan, homoseksüellerden iğrenirim 
Kız kurularından ve saldırgan dullardan 
Ve yaşlı adamların sararmış dudaklarından 
Ve deli saraylılardan, onların aybaşı kokularından 
Kendimden kendimden 
Ve nedendir ki ben 
Sararmış bir sürahide kirli bir su gibi bekletirim. 

Günlerden ne ? Pazartesi ! İyi bilirim 
Ama gün nedir bilmem 
Çiylerle çiçeklerle çamlarla doldurulmuş gün 
Göğsü bir martı göğsü gibi denizlere değen 
Parklarda bahçelerde göz dolduran gün 
Bir çocuğun gözlerinden gözyaşı içen 
Sesini bir ayin gibi uzaklardan duyduğum 
Gün nedir. 

Kokular vardı ayrı ayrı, ben unutmuşum 
Hepsi şimdi bir otelin kokusu 
Kullanılmış çamaşırların ve bavulların kokusu 
Ve telefonların ve kapısı açık helaların 
Ve hasta soluklarının, tozlu yer halılarının 
Sabahlara kadar yanan ampullerin kızgın 
Birbirine karışmış, değişmeyen kokusu. 

Ruhunda kasvetin suyunu buldu 
Kimdir 
Olsa olsa bir otel kâtibidir 
Bir otel katibi her yerde bir otel katibidir 
Gözlüklü ve tedirgindir 
Hiç yıkanmamış gibidir, parmakları sarıdır 
Ön dişleri çürüktür, avuçları terlidir 
Yıllar var ki bir kumaş düşler kendine 
Ve bu yüzden olacak sanki biraz terzidir. 

Sorarım - ki otel kâtipleri sorar - bir terlik nedir 
Terliğin yenisi yoktur 
Geçmişi yoktur, geleceği yoktur 
Yeri ve kimliği zaten yoktur 
Bir terlik bir terliktir o kadar. 

Bilirim kötünün kötüsü bir oteldir burası 
Odalarında hamam böcekleri, sinekler 
Pis yataklar, lekeler, sararmış çatlak lavabolar 
Peki bir insan nedir 
Sorarım - ki otel kâtipleri sorar - 
Bir gün gittikçe ufalıyordum 
Düş müydü, gerçek miydi, iyi bilemem 
Oturmuş bir küvete kuruyup kayboluyordum. 

Şarkıcılar, sokak çalgıcıları gelir en çok 
Sokak kadınları, serseriler 
Evet, ara sıra Ruhi Bey de gelir 
Kan renginde gelir, yolunu şaşırmış bir böcek gibi gelir 
Sapından eğilmiş bir gelinciğin öğle uykusu gibi 
Çocuksu hafif 

Tam bizim otelliktir 
Sanırım elbisesiyle yatar, ayakkabılarıyla 
Sabah olunca erkenden kalkar 
Ve kalkar kalkmaz başlar içmeye, doğrusu pek anlayamam 
Uçak saatlerini sorar, lüks lokantaları sorar bir de 
Pek anlayamam 
Şu var ki, kendiyle eğlenir gibi sorar 
Elinde vapur tarifeleri, kataloglar 
At yarışı listeleri 
Yanaşır pencereye, ışığa tutar birer birer hepsini 
- Otel her zaman loştur - 
Bakar bakar bakar. 

Nemli bir havlunun yere bırakılışı gibi 
Çöker bir iskemleye sonra 
- Çoğu zaman böyle yapar - 
Sokağa bakar aralıksız 
Öyle bakar ki, sokakta bir şeyler olmuş sanırsınız 
Sanki bir cinayet işlenmiş, biri parasını çarptırmış 
Ya da terkedilmiş bir kadın yakalamış kocasını 
Bağırıp çağırıyordur gebe karnını göstererek 
Nerdeyse 
Hani nerdeyse polisler gelecek 
Nerdeyse 
Hani nerdeyse polisler gelecek 
- Gerçi her türlü olaya tanığızdır bu sokakta - 
Oysa işte Ruhi Bey 
Görerek bakmıyordur ki bir şeyler anlasanız 

İçer bardağındaki son yudumu da 
Topundan boşalan bir kurdele gibi 
Sarı bir kurdele gibi 
Çekip gider az sonra.

Edip Cansever

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Amasra’daki ‘1 Mayıs’ Yazıtı

Sarkis Balyan’ ın varislerinin kömür ve liman imtiyazını yeniletebilmek amacıyla başlattıkları 1911’deki liman inşaatı sırasında Amasra Kalelerindeki burç ve bedenlerin üst kesim taşları sökülerek dalgakıranda kullanılmıştır. Üzerine 1 Mayıs 1911 tarihi işlenen blok taş da bu tahribat sırasında, yüzlerce yıl önce Doğu Romalı işçilerce konulduğu kale duvarındaki yerinden sökülüp, Karadeniz’ in dalgalarına siper olmak göreviyle Sarkis Bey’ in varislerinin çalıştırdığı işçiler tarafından şimdiki yerine konulmuştur.
1 Mayıs ‘Dünya İşçilerinin Dayanışma Günü’nün ABD’deki doğuşu, 1886 olarak bilinir. İşçi örgütlenmelerinin bizdeki başlangıcı ise, daha erken bir tarihte 1871 yılında kurulmuş olan Amele-Perver Cemiyeti’dir. Bu dernek, Osmanlı İmparatorluğu’nun son evresi olan II. Meşrutiyet yıllarında, yoksul işçilerle sermayesi kıt esnafa yardım amacıyla kurulmuştu. O zaman işçilere ‘amele’ dendiğinden, 1909 da Üsküp’te, izleyen 1 Mayıslarda da İstanbul’da, Selanik’te ve kimi Rumeli kentlerinde yinelenen işçi gösterilerine ‘Amele Bayramı’ denilmiştir.
1 Mayıs 1912 günü bir araya gelen Osmanlı sosyalistleri bir fotoğraf çektirmişler. İştirak Mecmuası’nın 2. sayısında yayımlanan bu resmin altına ‘Pangaltı’daki Belvü Bağçesinde, Efrenci (Miladi)1912 senesi Mayısının birinci günü Osmanlı Sosyalistleri tarafından idare edilen 1 Mayıs Bayramı’ açıklaması konulmuş.
Bundan bir yıl önce 1 Mayıs 1911’de ise, ilk çağ yazıtlarından Cenova armalarına ve Türk mezar taşlarına kadar pek çok tarih belgesinin görülebildiği Amasra’da o yıl yapılmaya başlanan dalgakıranın bir taşına ‘1 Mayıs 1911’ yazıtı işlenmiş. Türkiye’de bir benzerinin bulunduğuna ihtimal vermediğimiz bu yazıt, işçi tarihi üzerine araştırma yapanlara, taşa-kayaya kazılı belge meraklılarını ilgilendirebilir.
2005 yazında Amasra’da iken yerel kültür değerleri konusunda duyarlı geçlerin haber vermeleri üzerine, Küçükada’ nın kaya basamaklarından çıkıp, Büyük Liman dalgakıranının deniz tarafına inerek, alın yüzüne kazıma-kakma tekniği ile “1911 Mai I” işlenmiş bu taşı elimle koymuş gibi buldum; kendi makinemle fotoğrafını aldım. 1963’den beri Amasra’nın tarihi ile içli dışlı olmama karşın bugüne kadar nasıl görmediğime de şaşırdım!
Dalgakıranı Küçükada’ nın doğal tabanına bağlayan taşların ikincisi üzerindeki bu iki satırlık Fransızca ibarenin rastgele yazılmış bir tarih olmadığı, işleniş biçiminden anlaşılıyor. Büyük blok taşın denize bakan yan yüzüne taşçı kalemi ile 10 cm boyunda 1,5 cm eninde açılan derin yarıklara sert beyaz harç yedirilerek zamana meydan okuyabilecek dirençte, silinmez, aşınmaz bir yazıt işlenmiş. Bu Fransızca ibareyi 1 Mayıs Dünya İşçileri Dayanışma Günü’nü bilen ve o tarihte Amasra dalgakıranında çalışanlardan birinin işlediği kuşkusuzdur.
Amasra Büyükliman dalgakıranının 1911, 1929 ve 1957’de üç ayrı zamanda eklentilerle bugünkü 650 mt lik uzunluğuna ulaştığı; 60 mt lik ilk kesimin ise saray mimarları Balyanlar’dan Sarkis Bey Balyan’ ın (İstanbul 1831-1899) varisleri tarafından 1911-1912 yıllarında, Amasra Kaleleri’ nin taşları da kullanılmak (!) suretiyle yaptırıldığı biliniyor. Söz konusu İşçi bayramı yazıtı da bu ilk inşaat için Sarkis Bey varislerinin Amasra’ya gönderdikleri gayrimüslim teknik elemanlardan birinin işi olmalıdır. Çünkü dalgakıran yapımında çalıştırılan yerli amelelerin Fransızca bildikleri, işçi eylemleri ve işçi bayramı konusunda duyarlı oldukları düşünülemez.
Konuyu kısaca başından hatırlatmak gerekirse: Dilâver Paşa Nizamname’siyle (1869) sınırları çizilen Havza-i Fahmiye’de (Zonguldak Taşkömürü havzası) Sarkis Bey’in de kömür ocağı açma imtiyazı elde ettiği biliniyor. Pars Tuğlacı, Balyan Ailesi adlı yapıtında, bu ünlü saray mimarının 1873’de 1 milyon Osmanlı altını sermayeli Şirket-i Nafia-i Osmani’ yi kurarak bazı yerlere demiryolu yapmak koşuluyla Kastamonu Vilayeti’ne bağlı Bartın ve Cide kazalarındaki kömür madenlerinin 35 yıllık işletme imtiyazını elde ettiğini; mahallinde incelemeler yaptıktan sonra 40 bin altına mal olacak bir rıhtım yapma girişiminde bulunduğunu, Osmanlı Arşivi’ ndeki belgelere dayanarak açıklamaktadır.
Sarkis Bey’ in Kömür Havzasında bir faaliyetini olup olmadığı ayrı bir konudur. Ancak üslendiği işlerden Amasra Limanı’na dalgakıran yapılmasıyla, limanla kömür ocağı arasına da dekovil hattı döşenmesine el atmadığı; 35 yıllık imtiyaz müddetinin 1908’de sona ermesi üzerine de kendisi hayatta olmadığından varislerinin yeni bir imtiyaz sözleşmesi talebinde bulundukları belgeleniyor.
Bâbıâli’ nin 23 Ağustos 1913 tarihli bu yazısı, Amasra Büyükliman dalgakıranındaki 1 Mayıs 1911 yazıtıyla birlikte değerlendirildiğinde; Sarkis Balyan’ ın varislerinin kömür ve liman imtiyazını yeniletebilmek amacıyla 1911’de liman inşaatına giriştikleri ve dalgakıranın 60 mt lik ilk kısmını yaptıktan sonra başvuruda bulundukları anlaşılıyor. Bu arada, olan Amasra Kaleleri’ne olmuş; yıllar önce yaşlıların bize anlattıklarına göre, burç ve bedenlerin üst kesim taşları sökülüp dalgakıranda kullanılmıştır. Hiç şüphe yok ki, üzerine 1 Mayıs 1911 tarihi işlenen blok taş da bu tahribat sırasında, yüzlerce yıl önce Doğu Roma’lı işçilerce konulduğu kale duvarındaki yerinden sökülüp Karadeniz’in dalgalarına siper olmak göreviyle Sarkis Bey’in varislerinin çalıştırdığı işçiler tarafından şimdiki yerine konulmuştur. İşte taşın tarihi !..
Necdet Sakaoğlu

İzleyiciler