22 Ağustos 2016 Pazartesi

Göğe Bakma Durağı

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları  da
Göğe bakalım 

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi 
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat 
Durma göğe bakalım 

Turgut Uyar

Fotoğraf : Mehmet Teoman






Maria Missakian


yüksekkaldırım’da bir akşam
maria missakian’ı düşündüm
eğer kendimi bıraksam
yağmur olabilirdim yağardım
kasım’da bir çınar olurdum
yaprak yaprak dökülürdüm
kalbimi sıkı tutmasam
döküp saçıp boşaltsam
içimde yükselen şiiri
kaldırımlara döküp harcasam
gözleri balıkçıl gözleri
dudaklarında tutup rüzgarı
maria missakian adında biri
gelse göğsüne kapansam
gece gölgesine sokulsam
gökyüzünde bulutlar büyüseler
yağmuru dinlesem anlatsam
şimşekler kırılıp dökülseler
bizi sokaklarda bıraksalar
leylekler üşüyüp gitseler
dönüp arkalarına bakmadan
yine akşam oldu attilâ ilhan
üstelik yalnızsın sonbaharın yabancısı
belki paris’te maria missakian
avuçlarında bir çarmıh acısı
gizlice bir sefalet gecesi
çocuğunu boğarmış gibi boğup paris’i
sana kaçmayı tasarlar her akşam
Attilâ İlhan

Karadut


Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın ağulum
Günahımsın, vebalimsin.
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum
Gökte ararken yerde bulduğum
Karadutum, çatal karam, çingenem
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın.
Sigara paketlerine resmini çizdiğim
Körpe fidanlara adını yazdığım
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sıla kokar, arzu tüter
Ilgıt ılgıt buram buram.
Ben beyzade, kişizade,
Her türlü dertten topyekün azade
Hani su ekmeği elden suyu golden.
Durup dururken yorulan
Kibrit çöpü gibi kırılan
Yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan
Artık otlar göstermelik atlar gibi bedava yaşayan
Sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum
Netmiş, neylemiş, nolmuşum
Cömert ırmaklar gibi gürül gürül
Bahtın karışmış bahtıma çok şükür.
Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sensiz bana canım dünya haram olsun.
Bedri Rahmi Eyüboğlu 

Tomris


Senin için alışılmış şeyler söyleyemem sana yaraşmaz
Kış gecesi amcamızdır bahar yakından kardeşimiz
Alır başımı Erzincan'a giderim seni düşünmek için 
Dörtlükleri bozarım çünkü dağlar ne güne duruyor
Kıyılar ve eskimeyen her şey seni anlatmak için


Bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur
Ne var ki ıslanır gider coşkunluğum durmadan
Durmadan
Dağ biraz daha benden deniz her zaman senden
Hiçbir dileğimiz yok şimdilik tarihten coğrafyadan

Kimselere benzemesin isterim seni övdüğüm
Seni övdüğüm zaman
Güzel bir çingene yalnız başına dolaşmalı kırlarda
Seni övdüğüm zaman


Turgut Uyar

21 Ağustos 2016 Pazar

Odalardan Biri


    Fenerin ışığı yolun üstüne bir daha düştü; Suat uzaklaşmış bile, tek balığını sallıyor elinde. İstasyona yedi dakikada, evine on dakikada varır. Döndüm. Denize inen yolun başında ışığın sandalı aydınlatmasını bekliyorum. Sandal çırpıntılı ışığın içindeyken atıyorum balığı. Küf, kof, katılmış katılığın sesi geliyor. Eve gitmek uzun sürer. En azından onbeş dakika; üşeniyorum. Usanç geldi bu yoldan. Babam kızmış, kapının sürgüsünü gene sürdürmüştür anneme. Otele gitsem. Ömrümde giremedim, gıcırtılı, esnedi esneyecek gibi duran kapısından içeri. Yıllardır da geçerim önünden. Ne zaman gelecektim sanki. Yatağımı, evimi severdim şimdiye kadar; oda demeli, oda demek daha doğru olur. Odamı, yalnız odamı severdim. Ondan da soğuttular sanki beni. Garip olacak, kılığımda pek uygunsuz, aldırma. Kapı sürgülü olsa bile bodrum penceresinden girerdim. O da olurdu. Otel, oteli denemeli. Yeni bir oda görürüm, sırası gelmişken... Param var. Nüfus cüzdanım yanımda değil. O gerekli sanırım. Adama, Sarıkumluyum da diyemem, evine gitseydin, der, inanmaz da kapının sürgülenmesi hikâyesine, kuşkulanır, inansa bile bir türlü, otelin önünden geçemem bir daha. En iyisi açıkça yanıma almadım demek. Balığa çıktık derim. Laf olsun diye zaten birer balık çektik Suat'la. O, eli boş dönmesin diye aldı yanına. Eve götürür tel dolabı orta yerine yerleştirir. Ailece paylaşacak olsalar, bir tadımlık bile düşmez herbirine. Bilemedin, kendinin önüne attırır büyük hanım. Ama balığa çıkan Suat, balıkla dönmüştür eve. Anam bilir niye çıktığımı denize. Bir şey söylemeyi de Dilaver Hanımlığına yediremez. Balığı attım zaten. Ölü eti ne yapayım. Otelde gülerlerdi tek balığı görseler. Hem onlara ne. Gider yatarım. Dertleri künye ise ezbere okurum. Köyün yabancısı olsam eski mahalledeki otelin yerini bilir miydim sanki. Gideceğim. Amma da çabuk yürümüşüm. Gömlek sırtıma yapışıyor. Yıvışık bir ter sırtımın ortasından belime iniyor. Geldim. Eski mahallede oturmadığımıza göre adam belki de tanımaz beni. Neyse ne, gireceğim. Birden bütün yıldızlar dökülüyor. Kapının önü karanlık; yelle birlikte yıldız kokusunu sokuyorum içeri, farkındayım. Kapıyı bu sıcakta bile kapalı tutuyorlar. Göksüz içerisi, pis kokuyor. Böyle mi kokar oteller? Belli etmemeli ama. Otele alışıkmışım gibi yürümeli. Hasta bir ışığın altında duran katipten başkası yok ortalıkta. Önünde duruyorum. Başını kaldırmadı daha, kitap okuyor. Kapı da gıcırdadı. Eğiliyorum. "Aşk Sanatı" okuduğu. Bilirim, başında da "metin harici 27 resim" diye bir şeyler yazar. Aşkı bir de bana sorsa... Başının gölgesi önüme doğru uzanmaya başladı. Pantolonuma bakıyor. Lekelidir, çamurludur -çamurlarını göremez ama- ıslaktır belki de. Ona bakıyorum ben. Masaya dayadığım ellerime bakıyor. Ölü et kokusunu almış olabilir. Ellerimde tuzlu suyun yıvışıklığı, sandal tozunun pütürlüğü, küreğin kızdırdığı nasır var. Bilemez o bunları. Bakıyor gene de. Ellerimden anlamaya çalışıyor beni. Salak. Gözleri kemerimde. Gömleğimin yakası çok açık. Terliyim de. Göğsü terlemiş bir adam bu saatte nereden gelir? Saatine bakıyor. Bir buçuğa geliyor. Gözleri yüzümde; gözüme dikili. Gözleri gözlerim gibi yeşil. Yaşlı bir yeşil, ağlamış gibi, kızgın kuma, kızgın denize bakmış gibi yahut. Ne istiyorsunuz deyiverdi gözler, gözlerimin içinde. Ne isteyeceğim. Kızgın, baktım yeşile. Oda istiyorum. Yeşil koyulaştı. Daha yukarılara çıktı. Tuzlu kıvırcıklığı içindeki saçıma, terini duyabildiğim alnıma doğru. Gene yeşillerin içinden bakıyorum. Tek yataklı mı olsun, dedi. Tek yataklı olacağını kendi de bilir elbet. Ne yapayım iki yatağı. Kaçıncı katta olsun diyor. Bütün bunları sormasa... Sorması adet de değildir herhalde. Bilmem. Gözlerinin yeşilinden apayrı şeyler bu sordukları. İkinci katta olacak diyor. Zaten iki kat bu otel. Bir gecelik mi diyor sonra. Bir, beş, on, çabuk bitirsen işini, kitabına dönersin, diyesim geliyor. Yeşiller dolaşıyor gene üstümü başımı. Nüfus kağıdın, diyor. Yok. Sesim çok sert çıktı. Birden gözleri çenesiyle birlikte yukarı bakıyor. Onsuz olmaz ki diyecek gibi. Sorarsın söylerim dedim, yabancısı değilim buranın. Bir şey söyleyecek oldu, vazgeçti. Eğdi başını. Adınız, diyor. Müşfik. Ağır geliyor yabancının sorması. Vazgeçesim, çıkıp gidesim tutuyor. gözümü kaldırınca yeşiller gene gözümde. Bekler gibi. Soyadınız diyor bu defa. Yutkunuyorum. Börekçi demeli. Müşfik Börekçi, diyorum. Duraklamıyor bile yazarken. Şaşmadı. Suat Çuhacı da, Fikret Ünlü de deseydim şaşmayacaktı. Babanızın adı. Reşit diyorum. Umurumda değil. Şimdi de, nereden geldiniz, diyor. Sarıkumlu olduğumu söylüyorum; bir çırpıda söyledim herşeyi. Rahat bıraksın artık. Söyledim, yazdı; söyledim yazdı. Uzattı kolunu, anahtarlardan birini çividen aldı, verdi. İşkence bitmiş demek. İkinci kat, merdivenin karşısındaki kapı, dedi. Oda kokuyor. Çarşaf, diş macunu, uyku kokuyor. Pencereyi açıyorum. Deniz, yıldızlı deniz doluyor odaya. Bir kedi var bitişikteki balkonda. Denizin içinden çağırıyorum. Başını kaldırıyor, kalkıp geriniyor, oturuyor, çöküyor. Yumulan gözlerini görüyorum sanki.

    İçeri çekiliyorum, deniz seyreliyor. Soyunuyorum. Gömleği iskemlenin arkalığına bıraktım. Pantolon bir köşede dura da olur. Daracık oda; yatak geniş. Serin çarşafa oturuyorum. Yatmış, ısıtmış, kokusunu bırakmış gelip geçen. Yataklar çabuk soğur. Otelciler her gün insan görürler, tümen tümen insan. Bu yatak da öyle. Yepyeni bir odadayım. İlk olarak odamdan başka bir yerde yatacağım. Burası benim için yepyeni ama aşağıdaki katip için, bir başkalık olsun olabildim mi? Boğuldum gitti öteki kayıtların altında. Bensen sonra bir başkası yazılır o deftere. Yeşil gözleri vardı katibin. Geceleri denize çıkmayan gözler. Balığı getirseymişim, özlem içinde kıvranırdı belki. Gündüzün uyur herhalde. Denize çıkmaz; girip yüzse de. Sandalı ışıktan uzağa çekemez. İster de çekmeyi. Belki. İster, belki değil, ister. Kapanmış kalmışa benziyor gözleri. Bu pencerenin dibine kadar uzanan suyu bile görmez belki. Denize bakan bir odada ilk yatışım bu. Sıra sıra gelen çarpma sesinde, alışmadığım bir sertlik var. Alışmadığım. İşini gücünü bitirmiş gibi, çarpıp duruyor çakıllara; kabarıyor, çekiliyor. Kayıkhane sesi gibi, dam altına giren deniz sesi. Bu damın altında ben de varım. Katip de var. Su yeşili gözleri var katibin, o güneş görmemiş, hasta ışığın altındaki sayrı yüzünde bile parlayabilen su yeşili gözleri var. Bir daha dağıldım. Bunun da gözlerinde bir parçam kaldı. Bundan sonra bunu da hesaba katmalıyım. Beni tanıyanlar arasında bu da olacak. Olmaz ama. Unutur o. Benim tanıdıklarım arasında bu da olacak. Gelmeseydim keşke, hiç gelmeseydim. Tanımayıverir geçerdim. Şimdi o da var. Parçalarımı toplarken, bunun gözlerinde, yeşillerin dibinde kalanını da bulmak, unutmamak gerekecek. Odanın parasını verdim zaten. Erkenden kaçayım yarın. Elimden gelse de, görünmesem ona. Pencereden içeriye dolmuş denizin, yıldızların içinde uyuyacağım. Katip "Aşk Sanatını" okur şimdi. Işığı hiç yakmamışım, göğün aydınlığı yetmiş. Bir komodin de varmış odada. Yeni odada yatmak, heyecan gibi bir şey. Çarşafın serinliği duruyor hala. Yatayım artık.

Bilge Karasu

20 Ağustos 2016 Cumartesi

Gülen Ada


Kimi insan, para pul budalası olur, kimisi keşif ve icat meraklısı, bazısı da musiki âşığı. Deli Davut ise adalar kara sevdalısıydı. Denizin bu deli divanesinin gözünde hep adalar tüter, adalar titrerdi. Tan yeri ağarırken adalarla beraber uyanacağım diye çok geceler göz yummazdı. Gecenin loşluğuyla örtülü duran deniz, rüyasına dalmış derin derin uyurken tan ışığını yüksekten kapan adalar, Arşipel’in o kopkoyu çelik mavisinde sanki şafak parçaları gibi parlar ve Davut’a da uzaklardan göz kırparak koyunlarında bir yeni gün daha yaşayacağını ona, gün doğmazdan müjdelerlerdi. Bunu gören Davut, dünyaya yeni gelmişe dönerdi. Kuş uçmaz, kervan geçmez dağ başlarında gerili duran telgraf tellerine rüzgâr değince tellerin uzun uzun “viinggg!” diye inlemesi gibi Davut’un da gönlü, titreye titreye ışığa ve açıklıklara uyanır, gözleri yüreğinde vuran sevinçle harlardı.
Ne var ki Deli Davut, Arşipel’in sayısız adaları arasında -yol uğrağı olmayan, ücra bir yerde- asıl Gülen Ada’nın vurgunuydu. Deli Davut, Gülen Ada’ya doğru fırlarken ada sanki onu karşılamak için denizden kalkardı. Deniz adayı fırdolayı sarar hem köpükleri hem de çırpıntılarıyla onu gıdıklardı. Salınan ağaç, savrulan dal ve yapraklarla şakrak ada, delişmen saçlarını çalkalayarak katıla katıla gülerdi. Ne var ki kendi ışığı içinde gizlenen güneş gibi ada parlayan ışığında kaybolur, koca enginde ufuktan ufuğa çınlayan gülüş olurdu.
Adanın ta açıklarından çınlayan gülüşü ile Deli Davut’un denizden gelen gülüşü, birbirine gönül verenlerin karşılıklı uzatılan kolları gibi kavuşarak çekerler, âdeta dudak dudağa gelirlerdi. Zaten her şey… deniz, dalga, köpük, kaya, ağaç, dal, gök, ne varsa… pembe bir camdan geçen bir bakış gibi o gülüşten geçerek hep şenlenir gülerdi.
Gülen Ada’nın nerede başlayıp nerede bittiği hiç bilinmezdi. Çünkü adanın kıyıları ve bağrı denizaltı mağaraları ve dehlizleriyle oyuk oyuktu. Adanın deniz altındaki koridor ve tünellerinden giren dalgaların suları, koyun koyuna fırıl fırıl girdaplaşırlar, birbirlerine bir şeyler fısıldayıp anlatırlar; sonra birdenbire, çıldırasıya sevindiren bir müjdeyi duymuşlarmış gibi havaya, bir pırlanta sütununa benzeyen bir gülüş çağlayanı fırlatırlardı. Sular iç içe gökkuşakları yaparken ürkek çığlıklar duyulurdu. Sular yine adaya dökülürdü. Paniğe tutulan sular, kendilerini uçurumdan atarlardı. Sanki edepsiz Pan, su perilerine sataşıp çimdiklemişti ve sanki duyulan çığlıklar onların çığlıklarıydı.
İzmir’in büyük Kaliferni şirketinin ünlü eksperi Murat Kocadağ, Deli Davut’a, “Bana bak! Gülen Ada’yı biliyor musun? Bu ada nerededir?” diye sordu.
Deli Davut’un cevap olarak kolay ve geniş bir kavisle havada gezdirdiği eli, sanki adanın sınırlarını dört bucağa fırlatıyor ve adaya, bulunduğu yerden tamamen özgür ve soyutlanmış bir varlık veriyordu. Eksper, “Ada ne yapar? Güldüğünü söylüyorlar. Gerçekten güler mi?” diye sordu.
Deli Davut, “Fırlattığı topu ata tuta yapayalnız oynayan bir çocuk gibi gülüşünü fırlatıp tutarak denizlerde tek başına oynar.” dedi.
Eksper bir motor kiraladı. Kılavuzluk edecek olan Davut’un kayığı da yedekte çekilecekti.
Kocadağ’ın tavrında ve sesinde sahip olduğu otomobillerin, mal ve paraların büyük toplamı sırıtıyordu. İnsan onunla görüşürken bir insanla değil ama otomobillerle, mal ve toprakla ve para kasasıyla konuşmakta olduğunu sanırdı.
Adanın asıl tuhaflığı, adamın adayı değil fakat adanın adamı seçmesi idi.
Uzaktan yanaşmakta olan Kocadağ’ı görünce ada yavaş yavaş büyümeye koyuldu. Zaten onun saati saatine uymazdı. Burası kararır, ötesi aydınlanır, kızarır, morarır, mavileşir, serap gibi ufka yaslanır, bulut olur yayılır, buğu olur uçar giderdi. Oraya bütün gönül gözlere ve kulaklara toplanarak patırtı yapıp adayı ürkütmemek için usul usul ayakucuna basılarak gidilirdi. Oysa Kocadağ, otomobilinin parasını sayınca otomobile binmek ve yumuşak koltuğun üstüne yan gelmek hakkını kazanmışçasına, adanın önüne gelip kendisini eğlendirmek için soytarılık yapmasını bekliyor. Gönül değil, şaka değil, para veriyordu. Ada, Kocadağ’ı görünce tepesine doladığı koskocaman kara bulutu, başına davul kadar kavuk edindi ve deniz ortasında asık suratlı bir gulyabani kesildi.
Motor, adayı kıyılarken adanın ağzı kalabalık mağaraları köpür köpür köpürerek Kocadağ’ın suratına deniz tükürdü. Kayalar diş göstererek hırlıyorlardı. Kunduralarının tabanıyla şap şap diye tapu senedi damgalarcasına adım atan eksper, adanın artık adamakıllı damarına basmıştı. Kaya sırtını silkince Kocadağ düştü. Patavatsız taşlar kuş tüyü kesileceklerine kaskatı dondular. Bazı kayaların tepesi attı. Her delikten havaya sular fışkırdı. Kocadağ sırılsıklam oldu. Sudan kaçmak için çalılara daldı. Adanın tüyleri diken diken oldu. Sandal çalıları Kocadağ’a çelme attı. Kocadağ durmamacasına sırtüstü, yüzüstü geliyordu. Adanın bağrı hava dolu bir gayda kesilmişti. Her deliği; dağı dağa kavuşturan, diş kamaştırıcı bir cayırtı koparıyordu. Adanın siniri tutmuştu. Ada, yapyalın sertliğiyle sipsivri sokuculuğuyla, kapkanca tırmalayıcılığıyla Kocadağ’ı tekmeledi, tokatladı, tokatladı, tartakladı ve daldı.
Eksperle birlikte gelen ve adayı göklere çıkarırcasına öven badi badi bacaklı iki yazman (kâtip) bu edepsizlik ve terbiyesizliği ada değil fakat kendileri ediyorlarmış gibi sıkılıp büzülüyor; Kocadağ, düştükçe yerden temennalar sallıyorlardı.
Deli Davut, “Ah efendim, bugüne dek hiç de böyle anırmamıştı.” dedi.
Kocadağ, “Ne zoruma? Bu zırıltıyı niye dinleyeyim? Gider de oteldeki fonogramımı çalarım.” dedi. İki yazman da yerden temenna ederek “İsabet buyururlar efendim!” dediler. Bunun üzerine Kocadağ motora binince Davut’u, kayığı ile adada bırakarak çekilip gitti.
Deli Davut şaştı kaldı. Rüzgâr dindi. Sular karardı. Ada geceye kaydı. Ay çıktı. Adanın üzerindeki bir buluttan ince bir nur iniyordu. Serinlik ve fısıltıdan ibaret bir duvaktı. Adaya sessizlik serpiyordu. Titreyen yağmurun her damlası, ay ışığında ince bir gümüş tel oluyordu. Ay ışığı, buğuda bir ebemkuşağı sallandırdı. Sanki ada, milyarlarca gümüş tellerle gökkuşağına asılı salınıyordu. Ada, gelin kuşağının kavisiyle sanki Davut’un üzerine eğilmiş, gülümsüyordu.
Deli Davut, uykusundaki gülümsemenin halesiyle gökkuşağının çemberini tamamlıyordu. Denize düşen çiğ tanesinin ayrılığını denizde kaybetmesi gibi Deli Davut da adanın ayrılığını yitiriyordu. Gündüz, gülüşe gülüşe gelmişlerdi. Ay ışığında ise aynı gülümseme onları birbirlerine sarıyordu. Dünya kendi yolunda, onlar da düşlerinde, döne döne gidiyorlardı…
Cevat Şakir Kabaağaçlı
(Halikarnas Balıkçısı)

Zevrak'la Ebru


Bir makalede kıymetli bir kalemden şu sözler çıkıyordu: «Bir eserin, hayatımızın filan veya filan zamanında okunmuş olması ne kadar mühimdir!» Bence bu kaideyi hayatımızın bütün vak'alarına tatbik etmek îcâbeder. İşte bende de öyle hâtıralar var ki, ancak hayâtımın filân veya filân zamanına ait oldukları için ehemmiyet alırlar.
Zevrak'la Ebru'nun o kadar ehemmiyetle hatıramda kalmış olmaları galiba bu hikmetin neticesidir. Zevrak'la Ebru!.. Bu iki isim bende Leylâ ile Kays isimlerine benzer bir teessür, belki daha samimî, daha derin bir teessür uyandırıyor.
Onları hayatımın en büyük mateminden sonra henüz matemin yarasından akan kanlar taze iken tanıdım. Beni tedaviye muhtaç bir hasta gibi hısımlardan birinin sayfiyesine göndermişlerdi, benim için burası şefkat ve rikkatin tesliyet veren hararetleriyle bir nekahet yeri hükmündeydi. Etrafımda göz yaşlarıma iştirak eden kalblerin arasında acımı uyuşturan bir deva vardı.
Burası, dağ üstünde, büyük bir bahçe ortasında bir sayfiye idi ki, sabahtan akşama kadar güneşin mebzul ziyaları içinde çalkanarak, yahut geceleri berrak bir semâdan üzerine dökülen ziya çağlayanı altında yıkanarak aşağıda mâi sularını dar ufuklara, koyu yeşil dağ eteklerine kadar seren denize karşı, uzun bir hulyâ ile düşünüyor zannolunurdu.
Henüz yirmi yaşındaydım. Henüz aşk ve şiirin insanı dâima aldatan iki yalancı dost olduklarını tecrübe etmemiştim; Lamartine'in ve Musset'in şiirlerini elimden düşünmüyordum ve bunları, Zevrak'la Ebru'nun, bütün dîğer refikleriyle beraber en ziyâde bu iki sevdâlının yanında okuyordum.
Sayfiye sahibinin büyük bir merakı vardı: Güvercin... Bu güzel, zarif, dâima âşık, minimini mahlûklar! Onların yarım saat aşklarına ve saadetlerine şâhid olduktan, bu küçücük mahlûkların küçücük kalbleriyle nasıl sevdiklerini, yaşamak lezzetini ne güzel bir şiir dersiyle etrafındakilere gösterdiklerini görüp hissettikten sonra onların dostu olmamak mümkün değildir.
Sabahleyin, erkenden, henüz sayfiye derin derin nefeslerle uyurken, ben, ayağımda terliklerle yavaş yavaş iner, bahçeye çıkar, henüz üzerlerinden şebnemleri uçmamış otların üzerinden geçerek, ta yukarıya, güneşe tamamıyla maruz olarak yapılmış kümese kadar giderdim.
Güvercinlerin zarif, pek hoş bir evleri vardı: Bir oda kadar, etrafı minimini hücrelerle memlû bir kümes, önünde parmaklıkla çevrilmiş ve tel kafesle örtülmüş, küçük bir bahçe kadar bir tenezzüh yeri, ötesinde berisinde etrafı delikli, ufak kıtada birer havuza benzeyen su kaseleri...
Sayfiyenin uykucularına mukabil kümesin minimini halkı da güneşten evvel uyanmış, dışarıya çıkmış, bahçelerinden, sabah güneşinin feyziyle beraber, küçük havuzlardan yavaş yavaş, dinlene dinlene su içmeğe başlamış bulunuyorlardı. Bütün kümes ferih, mes'ud, şatır bir hayat teranesiyle dolu idi: Gu! Gu!..
Yalnız bu terane zengin bir sevda neşîdesi kadar bütün aşk ihtiraslarına ve heyecanlarına tercüman olacak bir talâkat kesbederdi: Gu!.. Gu!.. O renk renk ipek göğüslerden, o yüzlerce âşık kalbinden çıkan bu garâm ve sevda teranesi kümesi büsbütün inleyen, her teli bir aşk kasîdesiyle terennüm eden azîm bir erganun haline getirirdi. Bununla o minimini yüreklerden ne samimî sadakat yeminleri çıkar, ne müessir sevda lâhinleri dökülürdü! Ben bir köşeye çekilir, bu kümes ahalisinden bazı saygısızlarının tecavüzünden masun tutulmak için parmaklıkta asılı duran iskemleyi alır, otururdum. Onlar artık bu sabah ziyaretlerine alışmışlardı, beni sevinçle dolu gözlerle istikbâl ederlerdi. Daha ben içeri girmeden mesrur bir kanat şakırtısı bütün kümesi bir heyecana boğardı. Onlar, ilk önce biraz uzakça, sonra yavaş yavaş küçük kanat darbeleriyle ince bacaklarının üstünde seke seke yaklaşarak, boyunlarının lâtif inhinasıyle mahabbetli ve niyazlı gözlerini bana dikerek etrafımı alırlardı. Benden her sabah bekledikleri lûtfun yine tekrarını rica eden bu saf gözlerden müteşekkil önümde bir halka irtisam ederdi. O zaman ben, elimi uzatır, yanı başımda yem kutusunun kapağını açar, avuç avuç darı atardım.
Muvakkat bir zaman için beni unuturlar, basmaktan korkar gibi muhteriz adımlarla, o çakşırlı ayaklarının bir buseye benzeyen temâsıyla oradan oraya koşarak taneleri toplarlar, kursaklarının ilk hırsı biraz sükûn bulduktan sonra, esas düşüncelerine, o bitmek tükenmek bilmeyen aşklarına avdet ederlerdi. Gu!.. Gu!.. Erkeklerde ufak bir çapkınlık, sadakate pek muvafık olmayan hafif bir sarkıntılık vardı. Fakat az süren bu karışıklıktan ve hiç bir zaman muayyen haddi aşmayan sırnaşıklıktan sonra çiftler ayrılır, ikişer ikişer karı koca herkes kendi aile saadetine avdet ederdi. Asıl bu ailelerin saadet sahnesi kümesin içinde hücrelerde idi. O zaman çok münâkaşa eden bu mes'ud mahlûkların hücreleri hemen her vakit dolu idi. Kimisinde henüz yatılmaya başlanmış yumurtalar, kimisinde henüz kanatlarına itimat olunmayarak yuvada doyurulan yavrular vardı. Bu çocuk babalarıyla analarını, rikkatten ağlamak arzuları hissederek, uzun uzun seyrederdim. Yuvalarda babalık ve analık silinir ve bu iki sıfat aynı vazifede imtisaf ederdi: Yuvaya hayat vermek... Ana, yemek serpildiğini haber alınca babaya biraz müsaade ettikten sonra yuvasını terk ederek gelir, baba kalabalığın içinde onu hemen fark eder, açlığını unutarak acele bir pervâz ile yuvaya gider, boş kalan yeri işgal eder, ara sıra fedakârlıkta ikisinin arasında bir müsabaka cereyanı görülür, ama yuvadan ayrılmakta gecikirse baba gidip onu çıkmağa zorlar, baba orada lüzumundan ziyade kalmak isterse ana müsaade etmeyerek gelir, zorla yumurtalarının üstüne yatardı. Bana her şeyden ziyade tesir eden bu baba ile ananın yavrularını doyuruşlarıydı, bir dakika kaybetmek istemeyerek acele yerler, koşarak bir iki yudum su içerler, birbiriyle müsabaka ederek yuvaya uçarlar, kendilerini bekleyen minimini pembe gagalara kendi gagalarını takarak kursaklarını, kursaklarıyla beraber bütün canlılarını, bütün mevcudiyetlerini yavrularının kursaklarına boşaltırlardı.
- O! Bu beliğ müessir aile şefkati! Bu aşk, sadakat, babalık analık duygusu, vazife levhaları! Bunlar insanlar için ne güzel dersler teşkil ederler. Aile saadetinin yüksekliğini ne müessir bir lisan ile söylerler!..
Ben burada, bu mesut köşede, hayatı, kendimi, husûsiyle insanları unutarak saatlerce seyreder, düşünür, ruhumun taze elemiyle, insanlıktan çıkarak işte böyle mesut bir güvercin olmak isterdim.
Mesut? Fakat her vakit değil. Onların da insanlar, bedbaht insanlar gibi matemleri, ölüm matemleri, sevda matemleri vardı. İşte Zevrak'la Ebru'nun hatırası benden böyle bir sevda matemi uyandırdı.
Güvercin sahibinin, önüne geçilmez, galebe çalınamaz bir merakı vardı: İkide birde tuhaf çeşitlerden yavrular almak için çiftleri birbirinden ayırır, Sami'nin erkeğini Kesme'nin dişisine, ötekinin dişisini berikinin erkeğine eş etmek için onları yeni sevdalarıyla mahfî ve mestur birer zifaf yerine kapardı. Bir gün bu merakına Zevrak'la Ebru hedef oldu. Çırpınarak itiraz ettim. Onlar, kümesin en genç, en âşık, en mesut hatta en güzel çiftiydi. Onlara ilişmek bir parça da bana ilişmek gibiydi. O, mutlaka fikrinde galebe çalmak için öyle sebepler buldu ki, bana mağlûp olmak lâzım geldi. Ebru gök mâi bir erkekle, Zevrak bir dişi sarı ile kapandılar. O, bana bu aşk faciasından beklenen neticenin hemen zaferini ilan eden bir sesle: «Bakınız, ne güzel yavrular alınacak!..» diyordu.
Ben artık bütün kümesi unutmuştum; yalnız bu mahbus çiftlerle meşgul oluyor, şu hicran devresinde onların biçare mecruh kalblerini hisse çalışıyordum. Zevrak'la Ebru'ya verilen yeni eşler, eşsizdiler. Kendilerinin mahremiyeti dairesine tahsis olunan yeni eşlere hemen sevda ihsas etmek gayretine düştüler: Gök mâi, Ebru'nun etrafında kuyruğunu sürterek, göğsünü şişirerek yaşamak sevmek demek olduğunu izaha çalışıyor, yarı, muhteriz taşkınlıklarla Zevrak'ın boynunu gagalıyordu. Fakat ötekiler güya ağlıyorlardı. Kafesin köşesine büzülmüş, başlarını içeri çekmiş, ağır ağır kapanarak artık hayatı görmemek isteyen gözleri bulanmış, yemek içmek bile düşünmeyerek, mateme uğramış bedbaht sevdalarına sâkit yaşlar döküyorlardı.
Bir sabah. Ebru'nun kafesinde hayret edecek bir şey gördüm: Ebru yeni âşıkının ağzını öpüyordu. Nasıl? Ebru, sen de, ah, minimini kadın, sen de o sadakat yeminlerini unutan kadınlara benziyordun, değil mi?
O gün güvercin sahibine anîf bir sesle haber verdim: «Şimdi artık Ebru'yu çıkarabilirsiniz, yeni âşıkıyle uyuşuyor.» O güldü, ötekini sordu: «Zevrak, Zevrak ne yapıyor?» Şüpheli bir sesle: "Şimdilik hâlâ düşünüyor!" dedim.
Bunu şüpheli bir sesle söylediğime ne kadar hata etmişim! Zavallı Zevrak! İşte senin hatırandan aflar diliyorum. Fakat o vefasızdan sonra nasıl hükmedebilirdim ki yeni mâşukanın bütün teslîyetleri, bütün okşayışları neticesiz kalacak, sen haftalarca o sevda faciasının, o hıyanetin matemleriyle yüreğinin yaralarını zehirleye zehirleye, her dakika bir parça daha ölecek, bir parça daha bu hayattan, bu hayatın yalan, aldatan saadetlerinden kaçarak, eriyeceksin, biteceksin?..
Evet, Zevrak, teverrüm etti, hiç bir şey değil, teverrüm etti; ne yanındakine, ne kafesin bir tarafından görünen semâya, hatta kafesin ters tarafından gelerek kayıtsız, fütursuz bir nazarla içeriye bakmaya çalışan Ebru'nun gölgesine bile küçük bir iltifat nigâhını israf etmeyerek hep o köşesinde ıslanmış bir kuş mazlûmiyetiyle can çekişerek, Zevrak, bir gün son nefesiyle gagasını açtı. Bir küçük şikâyet sesi, ufak bir gu!.. bile çıkarmadan öldü.

Halit Ziya Uşaklıgil

Sözcükler:
teessür: Üzülme, üzüntü.
hısım: Akraba.
sayfiye: Yazlık ev.
rikkat: İncelik, naziklik.
nekahet: Hastalıktan sonra iyi duruma geçme.
mebzul: Bol, çok.
refik: Arkadaş, eş.
memlû: Dolu.
tenezzüh: Gezinti.
mukabil: Karşılık olarak.
terane: Ezgi, nağme, şarkı.
neşide: Şiir.
talâkat: Düzgün söz söyleme.
kesbetmek: Kazanmak, elde etmek.
garâm: Aşk.
müessir: Dokunaklı.
lâhin: Şarkı.
masun tutulmak : Korunmak.
istikbâl etmek: Karşılamak.
inhinâ: Eğilme, bükülme.
mütüşekkil: Meydana gelmiş, oluşmuş.
irtisâm: Resmi çizilme, resmi çıkma.
muvakkat: Geçici.
muhteriz: Çekingen.
çakşır: Kuşların ayağında bulunan ve süs gibi görünen tüy.
bûse: Öpücük.
avdet etmek: Dönmek, geri gelmek.
muayyen: Belli, belirli.
rikkat: İncelik, naziklik.
beliğ: Anlaşılır.
galebe çalmak: Yenmek, üstün gelmek.
mahfî: Gizli.
mestur: Kapalı, gizli.
mecruh: Yaralı, incinmiş.
tahsis: Ayırmak.
ihsas etmek: Sezdirmek, ima etmek.
bedbaht: Mutsuz, talihsiz.
sâkit: Sessiz, susmuş.
anîf: Sert, kaba.
mâşûka: Sevilen, aşık olunan (kadın).
tesliyet: Teselli verme, avutma.
teverrüm: Verem olma.
fütursuz: Çekinmez, umursamaz.
nigâh: Bakış.



19 Ağustos 2016 Cuma

Ellerimiz Gibi


Hayvanlar konuşmadıkları için
Kimbilir ne güzel düşünürler,
Tıpkı ellerimiz gibi.

Ah, okumaya başlamadan önce
Çiçeklere su vermek lazımdır.
Melih Cevdet Anday

18 Ağustos 2016 Perşembe

Muhacir Kerim Ağa

Beş altı yıl içinde üst üste beş altı kere muhacir olduktan sonra nihayet Orta Anadolu'nun bu ücra köyünde karar kılabilmişti. Aslen Manastırlı idi fakat Üsküp civarı dâhilinde "C..." kariyesinde, çift çubuk sahibi olmuş; orada evlenmiş, orada çoluk çocuk mürüvveti görmüştü. Kerim Ağa, o havalide en geniş arazi sahiplerinden biri idi; ayrıca bir hayli de hayvanatı vardı. Haddizatında gayet açıkgöz, çalışkan ve tutumlu bir adam olduğu için varidatının fazlasıyla bir taraftan da kasabada ticaretle meşgul oluyordu; bu yüzden ta Üsküp'te bile emlak ve akar edindi.

İki kızı ve üç oğlu vardı. Kızlarını kendi gibi iki zengin adama verdi; oğullarının birini tahsil için İstanbul'a göndermiş; diğer ikisini yanında alıkoymuştu. Kendisi henüz ellisine basmadan iki üç kere büyük baba olmak saadetine erdi. Rumeli istilaya uğradığı vakit Kerim Ağa epeyce büyük bir tantana ile oğullarından birinin düğününü yapmak üzere idi. Lakin...

Ah, ne lazım o günleri tekrar tekrar hatıra getirmek; olan oldu, giden gitti. Kerim Ağa ateş ve duman arasında uzun ve meşakkatli bir seyahatten sonra günün birinde kendini İstanbul'da buluverdi. Karısı, kızlarından biri ile damadı ve iki oğlu yanında idi. Diğerleri askerde ve nerede olduğu belli değildi. Damatlarından birisi de zabitti. Ve harp patladığı zaman Selanik' te bulunuyordu.

Askerde bulunan oğlunun şehadeti ve Selanik'te kalan kızının doğurma esnasında vefatı... Ve henüz bu iki darbenin sersemliğinden kurtulmadan harbi-umumî zuhur etti. İki oğlu ile damadı askere gittiler; bunların ortada bıraktığı evlat ve ailenin yükü de ihtiyarın omuzları üstüne çöktü. O bu yükü, harbin sonuna kadar senelerce hiç sesini çıkarmaksızın kemali sükûn ve tevekkülle taşıdı fakat vaktaki o büyük haile diğer damadının ve iki oğlundan birinin daha şehadetiyle nihayet buldu; ihtiyar adam ilk defa olarak bütün mukavemetinin sarsıldığını; bir an içinde on sene daha ihtiyarladığını hissetti.

İşte tam bu sırada idi ki İzmir'i düşmanlar işgal ettiler.

Kerim Ağa evvela yerinden kımıldanmamayı düşündü fakat vaktaki, düşman Manisa'ya doğru uzanmaya, vaktaki Menemen faciaları ağızdan ağıza dolaşmaya başladı; Kerim Ağa, sebebini pek iyi tayin edemediği bir telaşla nesi var, nesi yok yüz üstü bıraktı; karısını, kızını ve kızının çocuklarını aldı, üçüncü bir hicret yoluna düştü. Evvela Balıkesir'e uğradı, sonra Bursa'ya çekildi. İşte son muhacereti Bursa'dan Orta Anadolu'nun bu ücra köyünedir. 

Biçare Kerim Ağa'nın da buraya vasıl olduğu vakit, artık, ağa denilecek bir tarafı kalmamıştı. Riyaset ettiği aile paçavralar içinde idi ve kendisinin ayağında çorap yoktu. Lakin, cebi büsbütün boş değildi. Nitekim, bu köye gelir gelmez ilk işi bir ev ve bir tarla satın almak oldu. Fakat bu artık o büyük servetin en son damlaları idi.

Onu yanan köyün harabeleri içinde ilk gördüğüm zaman sırtını yarı yıkık bir duvarın taşlarına dayamış, dizlerini dikmiş ve gözlerini meçhul bir noktaya saplamış oturuyordu. Bizim yanına yaklaştığımızdan haberdar görünmemiş gibi durdu. Beyaz fakat temizlenmemiş tiftik gibi beyaz saçları, rengi atmış, kenarları yağlı bir fesin altından ensesine doğru sarkıyordu; kıldan örülmüş dizliklerinin yarım yamalak örttüğü bacakları sanki yanmış ta derileri yüzülmüş gibi gözüküyordu:

"Merhaba!..." diye sesleniyoruz. Derin bir uykudan uyanır gibi silkiniyor "Merhaba; safa geldiniz" diyor ve ayağa kalkmaya hazırlanıyor. Biz. "Otur, otur rahatına bak." diyoruz. O, kül rengi ile mavi arasındaki gözlerini bize doğru çeviriyor, hazin bir tebessümle gülümsemeye çabalıyor: "Rahat mı?... Ne rahatı? Zaten kalkacaktım İşim başımdan aşkın!" diyor.

Birden yanımızdaki köylülere sordu: "Bizimkiler nerede?"

Köylülerden biri, eliyle viran köyün taş yığınları üstünden ovayı gösterdi;

"Deha, oradalar... Harman yerinde yanmış buğdayları ayıklıyorlar... "

Bu bahsi geçenler onun karısı ve torunları idi. Kızı, işgal esnasında birçok vahşetlere marûz kaldığı için köyün diğer genç kadınları gibi günlerden beri bir köşede hasta ve bitap yatıyordu. Kerim Ağa kalktı; havaya baktı:

"Allahuâlem, bu gece yağmur yağacak... Mutlaka damın üstünü kapayalım." dedi ve bize dört beş günden beri yaptığı işi gösterdi. Yanmış evinin enkazından dört duvar yapmıştı ve bu duvarların üstüne yan yana henüz kesilmiş kavak sırıkları dizmişti:

"Şimdi," dedi, "Bunların üstüne biraz çalı çırpı koydum ve daha üstüne de biraz toprak ve çamur döktüm mü artık yağmurdan korkmam. Bunları söyleyerek yavaş yavaş bizden uzaklaştı. İşte, bunun üzerinedir ki bize mihmandarlık eden köylülerden biri onun sergüzeştini anlattı, hikâyesinin sonuna doğru:

"Ne oldu ise, buna oldu." dedi; "Hiçbir şey bırakmadılar. Karısının altınlarını, kızının mahmudiyelerini, yatak ve yorganlarını; neleri varsa hep aldılar... Kendisini de caminin önünde 'Çıkar paraları!' diye bir iyi dövdüler; herkes gibi biraz davarı, beş on tavuğu vardı, (...) harmanındaki buğdaylarını yaktılar. Hiçbir şeyini, kurtaramadı. Allah'ın yazısı bu... Herif düşman şerrine uğramayayım diye kalkmış, bilmem nerelerden buralara kadar kaçmış... "

En sonunda bir diğer köylü hakimane başını salladı:

"O senin benim gibi değil..." dedi; "Başını kurtarır. Urumelli bu... Urumelli bu..."

Yakup Kadri Karaosmanoğlu


Fil Hamdi Nasıl Yakalandı

İstanbul Emniyet Müdürlüğünden, bütün taşra vilayetleri Emniyet Müdürlüklerine şu telgraf çekilmişti:
“Otuzbeş yaşında, uzun boylu, ikiyüz kilo ağırlığında, kumral, üç dişi eksik, üst çenede bir azı dişi dolgulu, alt sol köpek dişi altın kaplama, çizgili kahverengi elbiseli, saçları oldukça dökülmüş ablak çehreli, kahverengi gözlü, “Fil Hamdi” adında azılı sabıkalı bir dolandırıcı, üç gün üç gece içinde oturdukları nöbet kulübesini büyük bir dikkatle bekledikleri için uykusuz kalan iki polis memurumuzun, yolda giderlerken uyuklamalarını fırsat bilerek ellerinden kaçmıştır. Yaptığımız tahkikat, takibat ve tetkikat sonunda Fil Hamdi’ nin kaçtığı kesin olarak anlaşılmıştır. Vilayetiniz ve vilayetinizdeki kaza karakollarından birine uğradığı veya bir polis memuruna yol, adres sorduğu takdirde, kendisine lütfen merakla yolunu beklediğimizi, bizi daha fazla intizarda bırakmayarak, münasip, boş bir zamanında İstanbul Emniyet müdürlüğüne gelerek teslim olmasını rica ettiğimizi söyleyin. Azılı sabıkalı Fil Hamdi’ nin fotoğraf ilişiktir.”
***
Taşra vilayetlerinin birinin istasyonunda iki polis memuru konuşuyor:
Ramazan, kardeşim, şu salep içen herif mutlaka Fil Hamdi. 
Hııı... Benziyor... Resmi çıkar bakalım.
Bir resim çıkarır, arkadaşına gösterir.
O değil be Ramazan. O senin resmin ! 
Hıı... Bayramda çektirmiştim. Nasıl! 
İyi ama, acık gülseydin be!... Şu Fil Hamdi’nin resmini bul...
Ramazan cebinden bir sürü resim çıkarır, karıştırır:
Bu benim oğlanın resmi... Bu askerlik hatırası. Bu kimdi Mahmut? 
O mu? Şey olacak... Eroin kaçakçısı Duman Ali... 
Bu da otel faresi Suphi... Resimler birbirine karışmış. Bul şu Fili be Ramazan !
Mahmut’la Ramazan resimleri karıştırırlar, Fil Hamdi’nin resmini ararlar.
Çabuk ol Mahmut... Herif salebi içti, kaçacak... 
Bak nasıl bakıyor etrafına? 
Buldum, şu resim olacak. Tamam, ta kendisi !
Şüphelendikleri adamın yanına giderler.
Hemşerim, şöyle dursana...
Bir resime, bir de adamın yüzüne bakarlar.
Bir de yan dur bakayım.
Ah, benzemiyor bu Ramazan.
Bir kere de komiser bey görsün Mahmut. Belki o benzetir.
Hemşerim, haydi yürü... Karakola kadar gideceksin.
***
Başka bir taşra vilayetinin Pazar yerinde iki memur konuşuyor:
Ayıp oldu be Şükrü kardeşim. Akşama kadar fır dolandık, şu Fil Hamdi’yi yakalayamadık. 
Şu adam olmasın ? 
Belki de odur. Soralım.
Adamın yanına giderler:
Bayım senin adın ne? 
Mustafa...
Birbirinin kulağına:
Mustafa, diyor. 
Hamdi diyecek değil ya... Adını saklıyor. 
Aklı sıra bizi kandıracak. 
Bayım, biraz gelir misiniz ?
***
Bir taşra vilayetinin kahvesinde iki memur konuşuyor:
Dün ben üç tane Fil Hamdi yakaladım, komiser hiç birini beğenmedi. 
Şu bizim komiser de ama müşkülpesent haaa... 
Hişşşt! Yavaş konuş, çaktırma. Şu çay içen adama yan gözle bak ! 
O be... Ta kendisi ! 
Ama gelen evrakta şişman diye yazıyordu. Bu zayıf, iskelet gibi herif... 
Zayıflamıştır birader, kaçak gezmek kolay mı ? 
Öyle ya... Ama bu esmer, Fil Hamdi kumralmış. 
Dağda, bayırda gezmekten rengi atmıştır. 
Haklısın. Yalnız birader, bunun sık siyah saçları var. Evrakta Fil Hamdi’nin saçları dökülmüş diye yazıyordu. 
Eh artık o kadarcık da olur. Herif tanınmamak için belki peruk takmıştır. 
Ne duruyoruz ? Yakalayalım.
Adama yaklaşırlar.
Adın ne senin ? 
Hamdi...
Birbirlerine manalı manalı bakıp gülerler.
Yürü bakalım karakola... Haydi ! 
Ne var ? Ne oldu ? 
Fazla sorma ! Karakolda öğrenirsin.
***
Bir taşra vilayetinin, bütün taşra vilayetlerinde olduğu gibi, bir iki kilometrelik asfaltı üzerinde iki polis, yoldan geçen bir adam yakalarlar.
Aç ağzını ! 
Ağzımda bir şey yok ki benim. 
Madem bir şey yok, açarsın.
Adam ağzını açar. İkisi birden adamın dişlerine bakarlar.
Polisin biri öbürüne sorar:
Baksana şu evraka kaç dişi yoktu ?
Öbürü evrakı okur:
Üç dişi eksik, üst çenede bir azı dişi dolgulu, alt sol çenede köpek dişi altın kaplama..
Polis memuru, adamın dişlerini sayar:
Bir, iki, üç... dört... Oynama be. Şaşırttın... Bir, iki, üç, dört, beş... yirmi dört... yirmi dört dişi var. 
Yirmi dört mü? Kaç dişi eksik? Senin kaç dişin eksik, biliyor musun ? 
Sekiz... 
Çektirmiştir. Delilleri ortadan kaldırmak için dişlerini çektirmiştir. 
Benim dişlerim takmadır. Ağzımda hiç kendi dişim yok... 
Evrakta takma olup olmadığını yazıyor muydu ? 
Yazmıyor, unutmuşlardır. Bu canım, bu... Ta kendisi... Köpek dişine baksana, altın kaplama... Bayım, gel bizimle beraber. 
Nereye ? 
Karakola ! Yürü !...
***
Taşra vilayetleri Emniyet müdürlüklerinden İstanbul Emniyet Müdürlüğüne günde yüzlerce telgraf geliyordu.
“Falan falan tarihli, filan filan sayılı yüksek telgrafınıza cevaptır:
Vilayetimiz dahilinde on dört tane çizgili kahverengi elbiseli, sekiz tane köpek dişi altın kaplamalı olmak üzere on dört Fil Hamdi yakalanmıştır. Bu miktarın yeter olup olmadığının, araştırmaya devam edip etmeyeceğimizin emir buyrulmasını saygı ile rica ederim.”
“Falan falan tarihli, filan filan sayılı telgrafa cevaptır:
Vilayetimiz dahilinde 180 kilo ile 220 kilo arasında iki düzine Fil Hamdi yakalanmış olup, aradaki kilo farkının, kantarların ayarsızlığından ileri geldiğini, hepsinin de gözlerinin kahverengi olduğuna göre, Fil Hamdi olduklarında en ufak bir şüpheye yer kalmadığını, yakalanan Fil Hamdi’ler sevkedilmiş olup, gözden ve peyderpey sevkedileceğini saygı ile arz ederim.”
***
İstanbul Emniyet Müdürlüğünden, taşra Emniyet Müdürlüklerine gönderilen telgraf:
“Koyacak bütün yerler dolmuş olduğundan, şimdilik eldeki Fil Hamdiler yeter görülmüştür. İkinci bir emre kadar Fil Hamdi’lerin yakalanmasına ve aranmasına ara verilmesini teşekkürlerimle rica ederim.”

Not: Firar eden Fil Hamdi yakalanmıştır.

Aziz Nesin,  Fil Hamdi adlı kitabından


Asfalt Yol

Bir köy öğretmeninin notlarından

İstasyondan kalkıp vilayet merkezine giden kamyon, iki saat kadar sarstıktan sonra, beni gideceğim köye ayrılan yolun başında bıraktı. İki adım bile atacak hâlim yoktu. Çantamı yanıma koyarak, kenarlarından otlar fırlayan bir taşın üstüne oturdum. Kafamdaki uğultuyu dinlemeye başladım.


İçi tozla karışık ter kokan kamyon dünyanın bu en bozuk yolunda bizi birbirimize vura vura sersem etmişti. Birdenbire duraklamalar, bir çukura yuvarlanır gibi sarsıntılar, bana nerede olduğumu bile unutturmuş ve beni karanlık bir rüya dünyasına atmıştı. Şimdi oturduğum taşın üzerinde bu rüyadan silkinmeye çalışıyordum. Gideceğim köyü şoför göstermişti. Burası oturduğum yerden yarım saat kadar uzakta, külrengi bir kerpiç yığını idi. Bir kenarda ince ince yükselen yine külrengi birkaç kavak, orada, ufacık da olsa, bir su bulunduğunu anlatıyordu.

Belki bir saat oturduğum yerde kaldıktan sonra yavaşça ve sallanarak doğruldum. Küçük çantamı yerden alıp yürümeye başladım. Kendim köylü olduğum ve bizim köylülerimizi iyi tanıdığım için içimde yabancı bir yere gidiyorum hissi yoktu, ilk vazifemde muvaffak olacağıma emindim.
Akşam olmaya başlamıştı. Köye yaklaşınca ortalığı büsbütün bir kızıllık kapladı. Kırmızı bir deniz gibi parlayıp kımıldayan bu bir karış boyundaki kuru bozkır otlarının üzerinde upuzun gölgem yatıyor ve gölgemin başı, ileride, aralarından yer yer çekirgeler fırlayan bu otların arasında kayboluyordu.
Köyün kenarındaki birkaç evin önüne gelince burnuma yanmakta olan tezek kokusu geldi. Gözümün önünde, sac üzerinde yufka pişirilen bir ocak ve bekleşen yalınayak çocuklar canlandı.

Sokaklarda daha evlerini bulamamış birkaç inek kuyruklarını kalçalarına çarparak yürüyor ve ara sıra böğürüyordu. Bu öyle bir böğürüştü ki uzun uzun düşündükten sonra söylenen derin manalı bir söze benziyordu.
Gitgide daha kuvvetlenen keskin bir gübre kokusu beni daha çok buraya yaklaştırdı. Köy yaşayan, çalışan bir mahluktur ve bu koku onun ter kokusudur. Dünyada hiçbir koku beni bu kadar saramamış, kafamdan birbiri arkasına bu kadar çok hatıralar yuvarlayıp geçirmemiştir.

Kahvenin önünde birkaç ihtiyardan başka kimse kalmamıştı. Beni görünce yerlerinden kalkmadan baktılar. Yanlarına gidip oturdum, kim olduğumu anlattım. İçlerinden biri muhtarmış. Benden önceki öğretmen gideli altı ayı geçtiğini, o zamandan beri okulun kapalı durduğunu söyledi:

"Daha harmanların hepsi kaldırılmadı. Çocuklar okula falan gelmezler. Beş on gün oturup dinlenirsin!" dedi.

Çocukları toplamak, dersleri yoluna koymak pek güç olmadı. Köylüler kendi dilleriyle konuşanları anlamakta gecikmiyorlar. Şimdilik hiçbir şeyden şikâyetçi değilim. Yalnız bir yol meselesi var ki bunu kendime iş edindim ve aylardır uğraşıyorum. İlk geldiğim gün kamyonda canımı çıkaran o yol, meğer bütün vilayetin en büyük derdiymiş. Herkes mahsulünü, yolcusunu bunun üzerinden geçirmeye mecbur. Başka yol yok ve buna da yol demek için pek bol keseden atmak lazım. İşin garibi, vilayet merkezini altmış kilometre uzaktaki demiryoluna bağlayan yol da bu!.. Herhâlde daha mühim işler bunun yapılmasını bu kadar geri bırakmış. Ben hem bizim köyden hem de başka köylerden vilayete müracaat ettirdim; yolun yaptırılmasının ne kadar lazım olduğunu dilim döndüğü kadar anlattım. Uzun dilekçeleri hükümet memurları pek okumazlar diye her fikrimi ayrı bir dilekçeye yazarak bunları ayrı ayrı köylerden verdirdim. Böylece hepsi okunmuş olacak. Yolun yapılmasında köylünün nasıl yardımı olacağına dair de birçok fikirler ileri sürdüm. 

Geçenlerde şehre gittiğim zaman maarif müdürü bana biraz tuhaf muamele etti. Kızıyor da kızdığını belli etmeyip alay etmeyi tercih ediyor gibiydi. Neden diye merak ettim. Sonra laf arasında:

"Siz okul dışındaki işlerle de uğraşacak vakit bulabiliyorsunuz galiba, talebeniz pek mi az?" dedi.

"Az değil ama o da vazifem değil mi?" diye cevap verdim. Alaycı gözlerini üstümde gezdirdi. Bir şey söylemedi. Sonra dışarıda, kahvede arkadaşlardan duydum. Maarif müdürü bana kızgınmış. Ben köylülere Teşkilatı Esasiye Kanunu'nu okumuş, anlatmıştım. Kadastro'da işi olan bir köylü bir dilekçe vermiş, bir müddet sonra da cevap istemiş. Ne cevabı, denince: "Basbayağı cevap vereceksiniz! Mecbursunuz! Kanun var!" diye dayatmış. Sormuşlar, araştırmışlar, kanunu benden öğrendiğini anlayınca maarif müdürüne şikâyet etmişler.

Hele bu yol işiyle bu kadar uğraştığıma kızanlar pek çok. Bir alakaları olduğundan değil, iş olsun diye kızıyorlar. Benim öğretmen olduğum köyde oldukça zengin bir Rüstem Ağa var. Şehirde arabacı dükkânı işletiyor, yaylıları, kağnıları tamir ediyor. Bunun dilekçe veren köylere gidip benim aleyhime sözler söylediğini duydum. Pek şaşmadım. Bütün teşebbüslerden henüz bir şey çıkmadı. Ara sıra bu işin arkasını bırakacak oluyorum. (Çünkü hükümetteki, hele nafıadaki memurlar benimle açıktan açığa alay ediyorlar.) Fakat akşamları köyde, istasyondan dönen arabaların, kağnıların ve zavallı hayvanların hâlini görünce içim acıyor. Kendi kendime: "Başladığın işi yarıda bırakma iki gözüm, sana yakışmaz !" diyorum.

Ne de uzun muameleleri varmış böyle şeylerin. Vilayet konağında bizim dilekçelerin girip çıkmadığı oda kalmadı. Köylüler bile benim bu gayretime şaşıyorlar. Onlarda da bu işin sonu çıkacağına dair bir ümit yok.

Hâlâ bir şey çıkmadı... Galiba bu yolu yapmayacaklar. Köylü de bana yardım etmiyor. Pek ölü mahluklar... Belki de pek akıllı mahluklar da boşuna yere uğraşmak istemiyorlar, içimde hiç şevk kalmadı. İnsana birkaç kelime ile cevap verseler yine neyse fakat ne evet ne hayır!.. Sanki bu dilekçeleri ses vermez bir derin kuyuya atmışız.

Akşamları köyün yanı başındaki sırta çıkarak uzakta tozlara bulanıp uzanan yolu seyrediyorum. Bazen tozdan bembeyaz olmuş ve üstüne sepetlerle denkler sarılmış bir kamyon görünüyor, bir bataklıkta dizlerini kaldırıp indirerek yürüyen bir insan gibi ileri geri sallanarak, yıkılacak gibi olarak ağır ağır ilerliyor. Bu o kadar üzücü bir manzara ki tekniğin en son ifadelerinden biri olan bu makine ile dünyanın bu en iptidai yolunun mücadelesini görmemek için insan gözlerini kapıyor. Bazen koşup yolu avuçlarımla düzeltmek, orada hiç olmazsa beş on metrelik bir yeri bir "yol" hâline koyarak kendi hisseme düşen vazifeyi yapmış olmak istiyorum.

Bizim iş birdenbire canlandı. Geçenlerde şehre büyüklerimizden biri gelmiş. Otomobili ne kadar rahat da olsa bu yol yine kendini hissettirmiş olacak ki bir laf arasında valiye bundan bahsetmiş, vali de hemen atılarak: "İlk düşündüğümüz şeylerden biri de budur, hemen bu sene yaptırmak istiyoruz, projeleri hazırlanıyor. Hatta asfalt yaptırmayı bile düşünüyoruz... Acaba bu yol asfalt olsa şehrimizi sık sık şereflendirir misiniz?" demiş.

O büyük zat da:

"Gelirim tabii... " diye cevap vermiş.

Bunun üzerine asfalt meselesi aldı yürüdü. Ben meğer uykudaymışım, vali projelerden bahsediyor... Demek zannettiğim kadar bu işe lakayt değillermiş, yalnız gürültüsüz, şatafatsız bir şekilde halka hizmet etmeyi daha uygun buluyorlarmış.

Fakat bu sessizliğin aksine olarak bu sefer de iş pek yaygaraya verildi. Vilayetin, yemek listesi büyüklüğünde haftalık gazetesinin yarısını asfalt şose havadisleri dolduruyor. Köyde de itibarım artar gibi oldu. Bizim köylülerin insana muamele edişleri zaten barometre gibi.

Bence bu yolu asfalt yapmaya şimdilik hiç lüzum yoktu. Üç dört misli fazla masraf edileceğine, bu para daha lüzumlu yerlere harcanabilir ve buraya, kendimize göre bir yol, temiz bir şose yeterdi. Fakat belki başka bir düşündükleri var. Belki her şeyin son derece mükemmel olmasını istiyorlar. Bu kadar büyük işlere aklım ermez. Bir yol olsun da paramız varsa isterse halı da döşetilsin...

Vali Ankara'ya gitmiş. İnceleme yapan mühendisler yolun yarım milyona çıkacağını söylemişler, hâlbuki vilayet bütçesi 350 bin lira... Bu parayı bulmak için bankalara müracaat edilmiş, onlar da Maliye Vekâleti'nin kefaleti olmadan para vermemişler, Maliye Vekâleti de Meclisten izin almadan kefil olamazmış, özetle karışık işler vesselam. Vali bütün bunları yoluna koymak için gitmiş... Adamcağız bu yol meselesini kendine iş edindi. Meclisi Umumiden tahsisat almak için bir nutuk vermiş, vilayet gazetesinde okudum. Bir belagat numunesi. Kendisini bu yol işine dört elle sarılmaya sevk eden, o büyük zatın işareti olduğunu söylüyor ve onun yol yapıldıktan sonra daima geleceğini vaat ettiğini hatırlatıyor. Hakikaten büyüklerimiz her şeyi görüyorlar ve bir işaretleriyle uyuyanları uyandırıyorlar. Yalnız vali bu yol için halkın da birçok müracaatları olduğundan hiç bahsetmiyor, yolun köylüye ne kadar faydası olacağını da söylemiyor. Belki bunlar herkesin bildiği şeyler de onun için. Her ne ise bu yol işinde bir damlacık tesirim olduysa ne mutlu bana.

Yolun yapılmasına başlandı bile. Bankalardan borç alınmış, bilmem kaç senede ödenecekmiş. Borç taksitlerine karşılık olmak üzere hastane tahsisatından biraz kırpılmış ve önümüzdeki sene maarif kadrosu biraz kısılacakmış. İşin buraya varacağını hiç düşünmemiştim. Fakat daha ortada bir şey yok. Vakitsiz telaş etmeyelim. Para bulmak isteyince maariften önce akla gelecek çok şeyler var. Mesela vali çok alakadar olduğu bu yol meselesi için şimdilik vali konağı yaptırmaktan vazgeçebilir...

Yol ilerliyor, bizim köye ayrılan köşede de hararetli çalışmalar var. Silindirler gelip gidiyor ve alacalı bulacalı bir sürü köylü amele karıncalar gibi çalışıyor. Bu çalışma akşam geç vakte kadar sürüyor, sonra kenardaki çadırlara çekilip yatıyorlar. Amelenin çoğu açıkta yatıyor. Müteahhit çadır yetiştirememiş. Şafakla beraber tekrar faaliyet başlıyor. Bizim köyden de amele yazılanlar var. Beş on kuruş kazanıp vergi borcunu ödeyecekler. Bunlar geceleri köye dönüyorlar ama pek bitkin bir hâlde. Müteahhidin başlarına diktiği memur ekmek yemek için bile on dakika zor izin veriyormuş.

Bizim köylü önceleri pek lakayttı fakat taş döşenip asfalt işi başlayınca hepsini bir merak sardı. Kocaman kazanlarda kaynatılıp sonra yerlere dökülen bu kara şeyin üzerinde yürünebileceğini, hele kamyonların ve arabaların geçeceğini pek kabul edemiyorlar. Tarlaları bu tarafta olanlar akşamları dönerken yolun kenarındaki hendeğe çömelip silindirin ileri geri gidişine bakıyorlar ve tanıdıkları amelelerle aldıkları yevmiyeler hakkında konuşuyorlar.

Yol bitti. Birkaç gün sonra açılış töreni olacak. Köyün yanındaki tepeye çıkıp bakınca uzakta kara bir yılan gibi parlıyor. İki tarafına ağaç da dikeceklermiş. Enfes bir şey doğrusu. Bütün vilayet halkının buradan nasıl akın akın geçeceğini, nasıl kolaylıkla, kayar gibi istasyona varacağını düşündükçe içimde bir şey hopluyor. Yolun sağlamlığı hakkında dedikodular var... Müteahhit adamakıllı vurdu diyorlar. Fakat herhâlde dedikodudan ibaret. Bu dehşetli güzel manzaranın karşısında insana nasıl fena düşünceler gelebilir, şaşıyorum.

Bugün ömrümün en mesut günü idi. Şehrin kenarında taklar kurulmuştu, bütün memurlar resmî elbiselerini giyip gelmişler. Hususi muhasebe müdürü bile, bej pardösüsünün üstüne silindir şapkayı oturtmuş, "1.55" boyu ile ön tarafta yer almış. Ben de bir kat elbisemi silip ütüledim ve öyle geldim. Maarif müdürü ters ters bakıyor ama, ne derse desin, bir gün köyden ayrılmakla kıyamet kopmaz ya... Bu yol bir parça benim eserim demektir... Halk ve köylü uzaktan seyrediyorlardı, yanlarına gittim, konuştum, sevincimden herkesi kucaklayacağım geliyor. Yerime döndükten sonra aklıma geldi, köylülere, yakına gelmeleri için işaret ettim. Bu yol herkesten evvel onların demektir. Birkaç tanesi ilerleyecek oldu, jandarmalar bırakmadı, ben de sesimi çıkarmadım ama neşemin yarısı kaçtı.

Vali uzunca bir nutuk verdi, sesi pek gür olmadığı için iyi işitemedim, yalnız kulağıma: "Cumhuriyet, bayındırlık... Rehberlerimiz... Her şey halk için..." sözleri geldi. Birkaç kişi daha, kısa sözler söylediler. Kurdele kesildi, önde valininki olmak üzere, bir otomobil kafilesi hızla ileri atıldı. Arkasından memurlar beş on adım yürüdüler, herkes ayağını asfalta alıştırır gibiydi. Köylüler belki acemiliklerinden, belki de bir şey söylerler diye çekindikleri için, asfalta basmaya cesaret edemeyerek yolun iki kenarındaki toprak kısımda yürüyorlar ve büyük gözlerle ortaya, üzerinde taze otomobil lastiği izleri ıslak ıslak parlayan asfalta bakıyorlardı.

Her şeye rağmen köye muzaffer bir kumandan gibi döndüm.

Yolun açılışının onuncu günü nafıanın fen memurları vilayete bir rapor vermişler. Kağnıların ve öküz arabalarının hatta diğer arabaların da asfaltı şiddetle tahrip ettiğini bildirmişler. Bunda yolun pek sağlam olmamasının de tesiri olacağını hiç ağızlarına almamışlar, hâlbuki yalnız kağnıların değil, biraz yüklüce kamyonların geçtiği yerlerde bile çukurlar kalıyor ve yer yer bozukluklar görülüyordu.

Vilayetçe telaşa düşmüşler. Daha parası ödenmeyen yolun, o büyük zat şehri bir kere bile şereflendirmeden on beş gün içinde eski hâline dönmesi tehlikesi karşısında hemen toplanmışlar ve lastik tekerlekli olmayan nakil vasıtalarının asfalt yoldan geçmelerini men etmeye karar vermişler.

Köyde bu havadise kimse inanmak istemedi fakat birkaç köylü jandarmalar tarafından durdurulup kağnılarını yoldan çıkarmaya, çamurlu tarlalardan geri dönmeye mecbur edilince herkes işin ciddi olduğunu anladı.

Bu yasak pek ağırdı. Yol iki dağ arasındaki bir boğazdan geçtiği için, şimdi istasyona gitmek isteyenler bu dağı dolaşacaklar ve tam altı saat ziyan edeceklerdi. Bir yere toplanıp bir çare düşündüler fakat ne jandarmalara karşı koymaya ne de kağnılara lastik tekerlek taktırmaya, şimdilik imkân yoktu.

Altı saat daha fazla süren ve eskisinden birkaç defa daha berbat olan bir yoldan gidecekler, dağın arkasından dolaşacaklardı...

Hiçbirisi artık benimle konuşmuyor, hepsi bana düşman gözlerle bakıyordu. Bir gün akşamüstü muhtar geldi:

"Oğlum!" dedi, "Biz senden şikâyetçi değildik ama bu yol meselesi işi değiştirdi. Köylü başımıza gelen bu derdi senden biliyor ve söz dinlemiyor. Birkaç keredir seni dövmeye hatta daha ileri gitmeye kalktılar, ben önüne zor geçtim... Başka köylerde de senin düşmanların çoğalıyor. Bir gün başına bir iş gelir. İyisi mi, güzellikle buradan git. Darılma, gücenme, hakkını helal et !"

Ben de bunu düşünmüyor değildim. Köylünün bana karşı aldığı tavırdan hayırlı mana çıkaramazdım. Birkaç parça eşyamı çantama doldurdum, artanını bir bohça yaptım; bu köye geldiğim gibi yine bir akşam vakti, güneş sarı otlara uzanır ve rüzgâr bunları kızıl bir deniz gibi dalgalandırırken keskin gübre kokularını ve tezek dumanlarını arkamda bırakarak çıktım yürüdüm.

Sabahattin Ali

İzleyiciler