10 Nisan 2019 Çarşamba

Sessizin Payı, Yoksulluk Lekesi İsimli Bölümden

Walter Benjamin Tek Yön'deki bir fragmanında Almancadaki  "Yoksulluk kimseyi lekelemez" özdeyişinin bir yalan içerdiğini söyler: " 'Yoksulluk kimseyi lekelemez.' Pek iyi, pek hoş. Ama onlar lekeliyor yoksulu. Lekeliyorlar, sonra da bu küçük özdeyişle avutuyorlar. Bu da bir zamanlar belki geçerli olan, ama çok uzun zamandır anlamını yitirmiş özdeyişlerden biri. Aynı durum 'Çalışmayana ekmek yok' yollu vahşi özdeyiş için de geçerli. insanı besleyecek işlerin bulunduğu zamanlarda lekelemeyen bir yoksulluk da vardı, sakatlıktan ya da başka bir talihsizlikten kaynaklanan. Ama milyonların içine doğduğu, yüzbinlerin yoksullaşma sonucu içine çekildikleri bir mahrumiyet gerçekten lekeliyor."

Yoksulluğun bir utancı da beraberinde getirdiğinden söz ediyordur Benjamin: "Nasıl bir adam tek başınayken çok şey çekebilir ama bunu karısı gördüğünde, ya da karısı aynı şeyi çektiğinde farklı bir utanç duyarsa, aynı şekilde yalnızken çok şeye, gizleyebildiği sürece de her şeye tahammül edebilir. Ama ailesi ve hemşehrileri üzerine devasa bir gölge gibi düştüğünde, kimse yoksullukla barışamaz." "Fakirlik ayıp değil" gibi iyiliksever teselli cümleleri, yoksulu yoksulluğun hayatında aslında bir şey değiştirmediğine inandırmaya çalıştığı, yoksulların maruz bırakıldığı utancı perdelediği, ortada bir sorun yokmuş, birileri yoksul insanı lekelemiyormuş gibi yaptığı için bir yalan çekirdeğine sahiptir.

Türkçede bu lekeyi çok az yazar Orhan Kemal kadar iyi anlatır. Eskici ve Oğulları' nda demircilik ve eskicilik işleri para getirmeyince aile üyeleri ameleliğe başlar. Zor işe, sıcağa hatta sıtmaya razıdırlar; ama mahallelinin bakışları altında kamyona doluşup kütlüye gitmenin utancını bir türlü kabullenemezler. Avare Yıllar' da doğup büyüdüğü şehirde, arkadaşlarının gözü önünde sokak satıcılığı yapmak, anlatıcı için "müthiş bir ayıp" ı da beraberinde getirir: "Hâkim olan ölçü onların ölçüsüydü. Ben bu ölçüye göre hem ahmak, hem ahmak, hem çirkin, hem de zavallıydım. Şu halde, onlardan kaçmak, gözlerine görünmemek, delik pabuçlarımla, paçaları tiftiklenmiş pantolonumu onlara göstermemek zorundaydım." Utancın kendisini bir "sümüklüböcek"e dönüştürdüğünü anlattığı yer de burası: "Onlardan birinin bakışını ne zaman hissetsem, tüylerim dikiliyor, içimden soğuk soğuk bir şeyler akmaya başlıyor, kulaklarımda vınıltı, gözlerimde seyirme başlıyor, ellerim buz kesiliyor, ufaldığımı, kambur burnumun büsbütün kamburlaştığını ve çirkinleştiğini sanıyordum... Sen onların arasında, kabuğunun içine çekilmeye mecbur bir sümüklüböceksin, anladın mı ?"

Utandırmanın bir sınıfsal strateji olarak nasıl işlediğini Orhan Kemal kadar içerden, onun kadar ısrarla anlatan çok az yazar vardır. Okurları, Orhan Kemal sözlüğünde "imrendirmek" anlamına gelen onlarca sözcük bulunduğunu fark etmişlerdir. Bir Orhan Kemal hikâyesinde sadece zenginler yoksullara değil, yoksullar da yoksullara "hava atar", "fiyaka söker", "kurum satar", "çalım atar", "sükse yapar", "caka satar", "fort atar", "zort çeker." Müteahhidin kızı avukatınkini, avukatın kızı noterinkini, noterin kızı pazarcınınkini, pazarcının kızı çamaşırcınınkini "burunlar." Orhan Kemal' de utandırma savaşları yalnız merkezde değil, "Kenar Mahalle" de de (Kardeş Payı) bütün şiddetiyle devam eder. Yoksullar bacak bacak üstüne atıp "düşman utandıracakları" günü hayal eder. Çocuğu subay çıkan, çocuğu ırgat olana bakarak "yürek soğutur". Yoksullar, başkaları onlara bakıp yürek soğutmasın diye yoksulluklarını belli etmez.

Orhan Kemal' de utanç bizi dönüp dolaştırıp Orhan Kemal sözlüğünün bir başka vazgeçilmezinin, "haysiyet" in önüne bırakır. Tuğcu' da gördük: Yoksulun doğuştan yazgılı olduğu bir içsel cevher, dokunulmaz bir yoksulluk aksesuarı, bir teselli mükâfatıydı haysiyet. Talihsiz çocuk başından geçen onca kötü şeye rağmen haysiyetini kaybetmiyor, tersine haysiyete yoksulluk sayesinde kavuşuyordu. Zenginin parası varsa, yoksulun haysiyeti var, diye yatıştırıyordu okurunu Tuğcu. Orhan Kemal' in de "yoksul ama haysiyetli" nin yakınlarında dolaştığı anlar yok değildir. Dilenmeyi kendisine yediremeyen, sadaka verenlere küfür yemiş gibi bakan, yapılan yardımları "ben dilenci değilim !" diye geri çeviren, utandırıldıkları zaman sokağı babaevine tercih eden çocuklar. "Kırmızı Mantolu Kadın" ın (Kardeş Payı) kendisiyle yatmaktan vazgeçen adamın parasını "Elim ayağım tutuyor, sadakaya ihtiyacım yok!" diye geri çeviren orospusu. "Garson" un (Yağmur Yüklü Bulutlar) çoluk çocuk insanın belini büker, düşmana el açtırır diye evlenmeyen garsonu. "Elli Kuruş" un (Önce Ekmek) borcuna ölümüne sadık gazeteci çocuğu. "Dönüş" ün (Ekmek Kavgası) açlığını karısına hissettirmemek için nefsiyle savaşan yoksul adamı. 72. Koğuş un "azarlanmaktansa kurşun yemeğe razı olan Ali Kaptan' ı.

İnsanın kendini kurcalanmış ya da değersizleştirilmiş değil, değerli hissedebilmesi, lekesiz bir varlık olarak görmesi, başını dik tutabilmesidir Orhan Kemal' de haysiyet. Büyük fark, Orhan Kemal' de haysiyetin yoksulluğa hiçbir zaman Tuğcu' daki kolaylıkla ("yoksul ama haysiyetli" deki kısacık ama dönüşüyle) eklenmiyor olmasıdır. Yoksullukla haysiyet arasında doğal bir eşleşme değil, zorlu bir çatışma vardır. Önce Ekmek' in yazarından söz ediyoruz. Şu, bir Orhan Kemal sorusu: "Haysiyet yenir mi, içilir mi ?"

Orhan Kemal' in başkasının önünde eğilmemek için açlığı göze alan, sadaka kabul etmeyen yoksullarından söz ettim. Ama Orhan Kemal' de bize haysiyeti en çok düşündüren pasajlar, bu tür olumlu haysiyet göstergeleri değil, olumsuz olanlardır. Başın inadına dik tutulduğu değil, çaresizce eğildiği anlar. "Kırmızı Mantolu Kadın"da (Kardeş Payı) elli kuruş için koğuşun ortasında anadan doğma çiftetelli oynayan Bobi. "Üç Arkadaş" ta (Kardeş Payı) zenginlerden para kopartabilmek için kendilerini acındıran çocuklar. "Simit"te (Yağmur Yüklü Bulutlar) karnını doyurabilmek için küçük bir çocuğun elindeki simiti kapıp kaçan adam. "Birtakım İnsanlar" da (Yağmur Yüklü Bulutlar) çöpte bulduğu küflü ekmek parçasını başkasına kaptırmamak için her şeyi göze alan yoksul mahkûmlar. Küçücük'te tüm umutlarını futbola bağlayan, ayağı kırılınca sevgilisinin orospuluk yaparak kazandığı paraya muhtaç kalan Erol. Soru. Erol' un sorusudur: "Haysiyet, şeref, namus... Evet ama, yenir miydi bunlar, içilir mi?" Şu soru Bobi' nin: "Ben dünyanın yüzkarasıym, ama suç benim mi?" Şu da Bobi'nin: "Karnımı doyurabilmek için insanlığımı harcıyorum, görmüyor musun?"

Ekmeği haysiyete tercih eden Orhan Kemal kahramanlarının uç örneği Kanlı Toprak'larda karşımıza çıkar. yalnızca karnını doyurabilmek için değil, "kanlı topraklar"a sahip olabilmek için de her yola başvuran Topal Nuri'ye göre yoksulun iç dünyadaki bekçisi, "bizi kendi içimizde kendimize takip ettirdikleri jandarma" dır haysiyet. Para haysiyet ihtiyacını da giderecektir: "Milyonun olduktan sonra ne namusa, ne şerefe haysiyete, ne dine imana, ne de Allah' a ihtiyacın olur. Orhan Kemal'in Topal Nuri'ye yakınlık duymadığı açıktır. Ama "kâr duygusu" nun "ar duygusu" nu kovduğu bir düzende utancın neden hep yoksulun payına düştüğünü, haysiyet jandarmasının neden hep yoksul mahallelerde nöbet tuttuğunu sorgulamıyor da değildir. Aç karnına haysiyetten söz etmenin, tok karnına söz etmek kadar kolay olmadığını anlatır Orhan Kemal. İnsanın aynı andan hem karnının aç hem başının dik olmasının imkânsız değil, ama zor olduğunu anlatır. Adına "geçim dünyası" denen dünyada insanların karın tokluğunu başın dikliğine tercih edebileceğini anlatır. 72.Koğuş'ta Ali Kaptan' ın kumarda kazandığı para sayesinde âdem baba koğuşundakilerin karnı doyup sırtı yatak gördükten sonra, ancak o zaman edepten, hayâdan, ardan, namustan söz edecektir Orhan Kemal: "Toklukla birlikte 72. Koğuş' a edep, hayâ, ar, namus da girmişti." Önce Ekmek' in yazarının farkını da burada aramak gerekir: "Yoksul ama haysiyetli" deki avutucu "ama" bağlacını kesip atmış, toplumsal iş bölümünde zenginin payına varlık, yoksulunkine haysiyet düştüğü yolundaki yaygın teselliyi bir teselli olmaktan çıkartmıştır Orhan Kemal.

Orhan Kemal' in çocuklarına dönebiliriz şimdi. Yoksul çocuğun imrenme dürtüsüyle haysiyetini koruma isteği arasında yaşadığı vahşi gelgiti "Çikolata" (Dünyada Harp Vardı) kadar iyi anlatan bir hikâye bulmak zordur. Mahallede, şekercinin vitrininin önündeyizdir. Vitrinde kırmızı, mor, mavi kâğıtlara sarılı çikolatalar vardır. Kamyon şoförünün kızıyla oğlu para biriktirmişler, günlerdir hayalini kurdukları çikolatayı almak üzere şekerciye gelmişlerdir. Ama yoğurtçunun kızı da oradadır; hayatında hiç çikolata yememiştir; şimdi de alacak parası yoktur. Kamyon şoförünün çocukları, yoğurtçunun kızına hava atmak isterler ("Bizim babamız kamyon şoförü, dünyayı dolaşır!"); ama imrendirmenin günah olduğunu duyduklarından ("Cehennemde katran kazanları, zebaniler") çekinirler. Çikolatayı bölüşmek de işlerine gelmez. Hikâyenin daha yoksulunun, yoğurtçunun kızının duyguları daha az karmaşık değildir. Çikolatayı tatma isteğiyle ("Çikolata çok mu tatlıydı acaba?"), imrendiğini belli etmeme ("Onu bana bedava verseler yemem!", çikolataya duyduğu arzuyla çikolatayı değersizleştirme çabası arasında ("İstersem alırım ama almam") gidip gelir. Sonunda iki kardeş ellerinde çikolata iştahla yiyerek uzaklaşırlar. Yoğurtçunun kızı onları görmemek için gözlerini yumar.

"Yoksulların gözleri"nde yoksulları bir "gözler ailesi" olarak tarif etmiş Baudelaire. Yoksul babayla çocuğu ışıl ışıl bulvar kahvesini "gözleri araba kapıları gibi açılmış" seyrediyordur. "Çikolata" da işte o açılmış gözü çaresizce kapatmaya çalışan çocuğu anlatır Orhan Kemal. Gümüş kâğıdın açıldığı, çikolatanın ağza atıldığı anı görmemek, imrenme denen dizginlenmesi zor dürtüye dur diyebilmek için gözlerini yumar çocuk. Tam gidecektir, kaldırımın kenarında iki kardeşin buruşturup attıkları gümüş kâğıdı görür. Buruşuk topu sanki topmuş, sanki ilgilenmiyormuş, sanki oynuyormuş gibi atıp tutar. Atıp tutarak uzak bir sokağa sürükler. Kimsenin kendisine bakmadığından emin olunca topu açar ve karnı aç ama gözü tok, gözleri doğuştan kapalı Tuğcu çocuğunun hiçbir zaman yapmayacağı şeyi yapar, kâğıdı yalar. 

...

Nurdan Gürbilek / Sessizin Payı, Metis 2015, S.70,71,72,73,74,75





28 Mart 2019 Perşembe

Üzgün Mektup


Saflığım ve telaşlı yanımla ruhunda bir sabah gülümseyişi
olmak, kelimelerimle sana dokunmak istiyorum. Yüzünde
sarışın bir huzur var. Gözlerindeki anlam bir yanıyla evcil,
öbür yanıyla sanki aşkın ayaklarına kapanacak kadar derin.
Sana teşekkür ederim gözlerindeki bahçe hep ışıldadığı için.
İçimin denizinde bir kayık yüzüyor bir de küskün kır çiçeği.
Seni düşünürken boynumun sokağından bir fayton geçiyor.
Seni düşünürken parmaklarım yasak meyveye dokunuyor.
Seni düşünürken bu şehirde kaybolmuş gibi oluyorum. Sanki
kalbime yağmur yağıyor. İçimden ılık bir ürperti kopuyor
ve ensemden başlayan sıcaklık hüznün buğusuna karışıyor.
Kulağıma deniz kokusunun o mavi sesi geliyor. İnsan bu
masmavi sesle yıkanır da kurulanmak ister mi hiç? ..
Oysa ben ne kadar çok çocuk kalmışım. Tenimi sıksam
nehir fışkıracak. Ruhumu başa sarsam her yanımdan sokağa
dökülecek iflah olmaz bir yaz duygusu. Bak kırlangıçlar da
geldi. Birazdan haziran göz kırpacak aşk delisi kalbimize.
Martı yüzlü hayta bir çocuğum işte! Tatlı bir öpücüğün
esintisinden, hevesli ve cilveli bir bakıştan, sıcacık bir kalbin
fısıltısından, insanı incitmeyen masum günahlardan, incirin
ve narın sohbetinden, ruhuma dokunan sahici bir aşkın
inceliğinden başka ne isterim ki? ..
Kedi gözlü, hercai güneş bakışlı, eflatun yürüyüşlü, hayatın
balına koşan, dallarından sisli bir İstanbul manzarası taşıran,
sevgisinde cömert, kuğu duruşlu göl çiçeği kadın! Sahi ben
sana yazdan arta kalanları değil; üşüyen düşlerimi ve
mimozaları anlatacaktım. Kirpiklerinden öpülecek bir yer ayır
bana. Issız ve bozkır yanım şımarsın. Yatışsın şu zalim hayat.
Ve herkese akmayan ahşap şiirlerim uslansın. Ah benim
lunapark şenliği çocukluğum ne kadar da dalgın ve konuşkan.
İçimizdeki cesur kıpırtı rüyasız kalmasın, renkler denizinin
sönmeyen ey mor feneri, hüzünlü bir şarkı akıyor ellerimizden
ve neden hiç susmuyor gönlümüzün şakrak kuşları? Ben de
akmak isterdim melekler deryası gözlerinden.
Sen kımıldayan göğün ruhu, sıcak şarap, üzgün mektup, çılgın
bir pınar olmalısın! Aşk denilen parkta sabahlasak da güneş
ruhumuzu yalasa ve sen bir kez daha yanımda uyusan ve ben
incelikler ülkesi kalbine sokulup oracıkta ölsem. Resim gibiydi
gövdemizin uykusuzluğu ve gözlerimizdeki parıltı en tutkulu
gecelerimizdi.
Sevgilim gevezeliğimi bağışla ve beni içindeki avluya çıkar.
Engin Turgut

16 Aralık 2018 Pazar

Bir Gün Ölürüm Ben


Bir gün ölürüm ben,
milad benim adımla başlar.
alnımda at koşturur kanlı çocuklar.
bilemem, nereye yağar
sokak ortasında bıraktığım yağmur,
hangi hayatı savurur içimde büyüttüğüm fırtına?
yüzümden bir kuş sürüsü havalanır,
birden bir şarkıyı susar,
kitaplarımda altını çizdiğim yerler.

Bir gün ölürüm ben,
belki bir gece treninin camına düşer başım.
dışarda bir telgraf teli çizip gider karanlığı.
içerde yolcular uyuduğumu sanır,
yalnızca bir kız, düşürdüğüm gülücükten anlar öldüğümü,
yakama bir gözyaşı iliştirir.

Bir gün ölürüm ben,
belki yığılıp kalırım bir dostun kollarında.
güz vurgunu bir çınar gibi dökülüp kalırım.
her yaprağım, kendi rüzgârından sorumlu tutulur.
ta ki uzak bir kışlada toplanma borusu çalınır.
tüfeğini yitirmiş bir asker suçluluğuyla giderim.
derin, sessiz, ışıklı bir göl gibi,
kendi kıyametimi beklerim.

Bir gün ölürüm ben,
belki bir ölüm tezgâhında terler içinde.
o anda, kar fırtınasına tutulmuştur dağ başında bir çiçek.
hiç acı duymam, çiçeğin acısını duyduğum için.
ama ölmekten korka korka ölürüm,
yaşamayı sevdiğim için...

Salih Bolat

8 Kasım 2018 Perşembe


"Şahsi fikrim şu ki bir hikâye yazıldığı zaman, hikâyenin başı ve sonu silinmeli. Çünkü biz yazarlar en büyük yalanları bu kısımlarda söyleriz." 

Anton Çehov

31 Ekim 2018 Çarşamba

Yer Değiştiren Işık

Oral Süzer' in anısına

I.

Kitap gibi okuyor ölümü
Bir andı, gördüm, diyor
Doğmuş güneş bir gözümün ucunda
Batmadan önce parlamış son kez
Bu sefer parmağımın ucunda

Hayatı bir ışık küresi
Hayatı dünyaya sığmamış keskin kahkaha
Hayatı bir merdiven uzaya

II.

Kitap gibi okuyor ölümü
Kimsesiz bir adadan yüzüyordum, diyor
Yanıp bönen düşler kasabasına
Bir tepeden ağır ağır iniyordum
Uyuyan kardeşlerin mağarasına

Hayatı ilk nefesin rüyası
Hayatı kokusunu yitirmemiş Mimoza
Hayatı yuva yapmış avuçlarına

III.

Kitap gibi okuyor ölümü
Yer değiştiren ışıktı, diyor
Yanıp söndü son nefesimi doğurduğum çadırda
Açılıp genişliyordu gökyüzü
Kucak oluyordu evren bana

Hayatı göğe açık bir oda
Hayatı ovalar dolusu güneş dallarda
Hayatı taş sektiriyor şimdi yıldız koyunda

Pelin Özer
05 Mayıs - 03 Haziran 2014, Büyükada

Fotoğraf: Nurcan Azaz,  Üsküdar, İstanbul

28 Ekim 2018 Pazar

Rüzgâr


Bu ne yeşil, ne mavi bu, ne sarı yolumuzda?
Nasıl koyup gitmeli bu denizi, bu kırları?
Uğulda, uğulda, uğulda sonbahar rüzgârı,
Bir dal kırabilir misin bakalım, gönlümüzde?
Bu şarkılar, bu hâlis sözler varken, dilimizde.


Ahmet Muhip Dıranas

8 Eylül 2018 Cumartesi

Balık Ağzı

Bu bir kılıçbalığının öyküsü
Yazılmasa da olurdu 
Ama bizi yeni sulara götürecek akıntı durdu 
Uskumrunun arkasından gidiyorduk 
Sürünün içinde ben de vardım
 Sırtımda bir zıpkın yarası 
Mutlu olmasına mutluydum 
Nedense gitmiyordu kulağımdan 
Bir türlü o "ağ var" sesleri
 
Denizkızı girmiş düşünceme 
Ben iflah olmam 
Dalyanları birbirine katmak orkinosların harcı 
Dolanınca ağa çok geçmeden küserim 
Bir çocuk bile çeker sandala beni 
Bu kadar ağır olmasam 
Beni böyle koşturan yaşama sevinci 
Kanal boyunca bir o yana bir bu yana

Siz  yok musunuz  siz derya kuzuları 
Kestim kılıcımla karanlığını dibin
Yakamoz içinde bıraktım suları 
Ah ayaz gecelerde olur ne olursa 
Sırtımda bir zıpkın yarası

Alın beni mor kuşaklı bir takaya götürün 
İri gözlerimde keder 
Kılıcımda hüzün 
Satın beni satın beni 
Rakı için

Halim Şefik Güzelson

6 Nisan 2018 Cuma

Yoksul B.B. İçin


1.
Ben Bertolt Brecht, kara ormanlardan.
Karnında getirmiş şehre anam beni.
Ama çekip gidene dek ben bu dünyadan
çıkmayacak ormanların soğuğu içimden.

2.
Asfalt şehirde evimde gibiyim.
Donanmışım son kutsal törenle:
Gazeteyle, şarapla, tütünle,
Güvensiz, aylak, ama sonu mutlu.

3.
İnsanlarla iyi aram. Durur başımda
şapkam herkesinki gibi. İnsanlara bakar
derim: “Bunlar başka türlü kokan birer hayvan.”
“Ne çıkar, derim sonra, benim onlardan ne farkım var?”

4.
Kadınlarla otururum yan yana
salıncaklı koltuğumda sabahları.
Seyrederim onları umursamadan ve derim:
“İşte karşınızda güvenilmez bir adam.”

5.
Akşamları da toplarım erkekleri.
“Bayım” deriz birbirimize hep konuşurken.
Ayaklarını dayarlar masama ve derler:
“Düzelecek işler!” Sormam: “Ne zaman?”

6.
Sabaha doğru alacakaranlıkta ıslanır çamlar,
kuşlar ötüşür, böcekler bağrışır.
Dikerim ben kadehimi şehirde tam o sıra dibine kadar,
atıp izmaritimi, dalarım tedirgin bir uykuya.

7.
Biz, uçarı kişiler,
otururuz yıkılmaz sanılan evlerde.
(Yüksek kapılarını biziz kuran Manhattan adasının.
Biziz kuran incecik antenleri,
Atlantik üstünde konuşan).

8.
Bu şehirlerden arta kalacak ne;
Sokakları dolaşan bir rüzgar kalacak.
Evleri kuranlar mutlu olurlar ama,
Onlar da bir gün bırakır evleri giderler.
Hepimiz bugün var, yarın yokuz,
ne düşünürse düşünsün bizden sonrakiler.

9.
Umarım ki, bir deprem olunca yakında,
söndürmem puromu üzüntüyle.
Ben Bertolt Brecht, kara ormanlardan,
anasının karnında gelmiş asfalt şehre.

Bertolt Brecht
Çeviri: A.Kadir (Abdulkadir Meriçboyu), Asım Bezirci

23 Ocak 2018 Salı

Gece



el ayak çekildi
gecenin gölgesine bir düş gibi uzandın
kızının üstünü örtmüştün
kolunda uyuyup kalmış karın
gölgen suya değse ıslanır şimdi

acemisin biliyorum
elin ayağına dolaşıyor günü denerken
bir gerçeğe parmak basar gibi
basamıyorsun da ölümün tetiğine
kırkyalan sözcükler kesiyor rüzgarlarını
onun için aylar var ki
zorla uyduruyorsun kendini her role
susturamasan da kafandaki o sesi

dün de bugün gibi
dün de bugün gibi

öfken de bundan
kibar şairlere gülmen de

tuhaf bir adamsın vesselam
canını sıkan bir sokağı
boyuyorsun da
kırmızıya
bir yaprak düşse dalından
altında kalıyorsun

hiçbir şeyin uymuyor kitaplara

ama gel bu sabah
karını öperek uyandır
işe mişe de gitme
kızına kahvaltıyı sen yaptır
sonra pırıl pırıl günü tak yakana
yeni bir hayatın önsözü gibi
kentin kalabalığına karışıp yürü
kimse korkmasın bakışlarından
üstün başın boydan boya gökyüzü
çocukların ellerine bulaşsın dursun

nasıl olsa
hala güzel masallara inanıyorsun

Enver Ercan

31 Ekim 2017 Salı

Severmişim Meğer


yıl 62 Mart 28
Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım
akşam oluyor
dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer
akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim 
toprağı severmişim meğer
toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen
ben sürmedim
Platonik biricik sevdam da buymuş meğer


meğer ırmağı severmişim
ister böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde
doruklarına şatolar kondurulmuş Avrupa tepelerinin
ister uzasın göz alabildiğine dümdüz
bilirim aynı ırmakta yıkanılmaz bir kere bile
bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremeyeceksin
bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden alabildiğine kısa
bilirim benden önce duyulmuş bu keder
benden sonra da duyulacak
benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere
benden sonra da söylenecek

gökyüzünü severmişim meğer
kapalı olsun açık olsun
Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği gök kubbe
hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın
kulağıma sesler geliyor
gök kubbeden değil meydan yerinden
gardiyanlar birini dövüyor yine

ağaçları severmişim meğer
çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Peredelkino’da kışın
çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar
kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi
İzmir’ in kavakları
dökülür yaprakları
bize de Çakıcı derler
yar fidan boylum
yakarız konakları
Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına
ucu işlemeli

yolları severmişim meğer
asfaltını da
Vera direksiyonda Moskova’dan Kırım’a gidiyoruz Koktebel’e
asıl adı Göktepe ili
bir kapalı kutuda ikimiz
dünya akıyor iki yandan dışarda dilsiz uzak

hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım
eşkiyalar çıktı karşıma Bolu’dan inerken Gerede’ye kırmızı yolda ve yaşım on sekiz
yaylıda canımdan gayri alacakları eşyam da yok
ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır
bunu bir kere daha yazdımdı
çamurlu karanlık sokakta bata çıka Karagöz’e gidiyorum Ramazan gecesi
önde körüklü kaat fener
belki böyle bir şey olmadı
….
çiçekler geldi aklıma her nedense
gelincikler kaktüsler fulyalar
İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı
ağzı acıbadem kokuyor yaşım on yedi
kolan vurdu yüreğim salıncak bulutlara girdi çıktı
çiçekleri severmişim meğer
üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948
yıldızları hatırladım

severmişim meğer
gözümün önüne kar yağışı geliyor
ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de
meğer kar yağışını severmişim

güneşi severmişim meğer
şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile
güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi batar
ama onun resmini sen öyle yapmayacaksın

meğer denizi severmişim
hem de nasıl
ama Ayvazofki’nin denizleri bir yana

bulutları severmişim meğer
ister altlarında olayım ister üstlerinde
ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara

ayışığı geliyor aklıma en aygın baygın en yalancısı en küçük burjuvası
severmişim
yağmuru severmişim meğer
ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim
beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın
içinde ve çıkar yolculuğa hartada çizilmemiş bir memlekete gider
yağmuru severmişim meğer

ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prag-Berlin treninde
yanında pencerenin
altıncı cıgaramı yaktığımdan mı
bir eski ölümdür benim için
Moskova’ da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye
saçları saman sarısı kirpikleri mavi

zifiri karanlıkta gidiyor tren
zifiri karanlığı severmişim meğer
kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften
kıvılcımları severmişim meğer
meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun
Prag-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir
yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek


Nâzım Hikmet Ran
19 Nisan 1962


25 Temmuz 2017 Salı

Bilinmeyen Ülke

Ey uzak ülke, güzel ülke
Ey bilmediğim ülke!
Ne kendi isteğimle geldim sana
Ne de soylu bir atın sırtında
Beni, bu yiğit delikanlıyı
Gençliğin ateşi getirdi buraya
Bir de başımdaki şarap dumanları.

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Fotoğraf: Nilgün Mısır




 

24 Temmuz 2017 Pazartesi

Ağlayan Kaya

Ben şiirin nefer taşı
Büyük bir Amerika keşfettim ruhunuzda
Ben başarıların Kristof Kolomb’u
Ne duruyorsunuz hadi alkışlayın!

Cennete gitmek isterdim otostopla,
Cinnete kadardı tüm yollar oysa,
Tüm hayatı okşamak isterdim kedilerin şahsında
Tüm sarı, tüm kara, tüm yumuşak.
İlk sevgilimle bir kilisenin bahçesinde buluşurduk.
Bir mezarlıkta öpüştük ilk defa,
Rengarenk boncuklar saçılmıştı benden her tarafa,
Kapkaraydı ama toprak.
Binlerce ruhu taciz etmiş bir ilk aşk
Tanrım sorarım sana neye yarar?
İpek yolunda ipektim o zaman
Baharat yolunda baharat.
Aşk kırmızı atlastı,
Ten Greenwich başlangıç meridyeni
Yağmur yağardı, durmadan yağmur
Coğrafyadan da anlarım, hadi alkışlayın !
Keşke aşk şiiri yazsam
Ne güzel,
Aktarlara tarçın diye satardım
Ticareti de öğrendim bakın,
Hadi alkışlayın.

Cesaret sanırım bir çeşit esaretti,
Iskat edilmekti mirastan
Tüm malvarlığını veremli kıza bırakmak
Ananın vasiyetini çekirdek külahı olarak kullanmak
Korkuyorum ama artık
Hadi alkışlayın!
Cesaretim bir süredir gözaltında
İhzar müzekkeremi kendim yazdım
Tehlikeli sayılmam artık.
Kalbimin kalın kitabının arasında kuruttum
Onu orada
Beş parmaklı bir çınar yaprağı gibi unuttum.
Kalbim !
Şiirimin Hacer’ül esved taşı
Hadi ama baylar,
Bakın kaldıramıyorum,
Yardım edin de şunu yerine koyalım.

Hay !
Keşke susmanın muhabbet kuşu olaydım.
Ters Pinokyo olmak istiyorum Gepetto Usta
Kötülüklere boğulup
İnsanlıktan çıkmak istiyorum artık !
Kafam karışık ama
Yetişir!
Bir beyaz balinanın karnında uyumak istiyorum artık.
Camdan papuçlarım kırık..

Prens de bulamaz beni artık.
Hayata söyleyin bundan sonra gitsin
Anlamını masallarda arasın
Hay !
Ben sizin ruhunuza çiçek aşısı yapayım
da çiçekler açsın ruhunuz.
Hadi alkışlayın !
Biliyorum hala biraz safım.

Keşfettim
Küçük ruhlarınızdaki büyük Amerika’ yı
Hadi alkışlayın !
BU SİZİN BAŞARINIZ.

Didem Madak

İzleyiciler