20 Ekim 2022 Perşembe

"Televizyon olmadığı için..."


"Televizyon olmadığı için pencereden bulut seyretmeye başladım. Oradaki yayın çok iyi, haberleri daha güvenilir, gelip geçen bir iki uçak dışında pek reklam almıyorlar, ve asıl önemlisi akşamları gökgürültülü sürpriz programlar var. Filmler genellikle kırlangıçların hayatı üzerine ve belki biraz monoton, ancak oldukça realist."

Ulus Baker

Masa da masaymış ha


Adam yaşama sevinci içinde  
Masaya anahtarlarını koydu  
Bakır kaseye çiçekleri koydu  
Sütünü yumurtasını koydu  
Pencereden gelen ışığı koydu  
Bisiklet sesini çıkrık sesini  
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu  
Adam masaya  
Aklında olup bitenleri koydu  
Ne yapmak istiyordu hayatta   
İşte onu koydu  
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu  
Adam masaya onları da koydu  
Üç kere üç dokuz ederdi  
Adam koydu masaya dokuzu  
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında  
Uzandı masaya sonsuzu koydu  
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür  
Masaya biranın dökülüşünü koydu  
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu  
Tokluğunu açlığını koydu.  
Masa da masaymış ha  
Bana mısın demedi bu kadar yüke  
Bir iki sallandı durdu  
Adam ha babam koyuyordu. 
Edip Cansever

19 Ekim 2022 Çarşamba


 "her sabah uyandığımda, kendi kendime soruyorum, yazsam mı daha iyi yoksa bir barajı uçursam mı daha iyi; çünkü kuzeybatı kıyılarındaki som balıkları sözcüklerin yokluğundan dolayı değil, barajın varlığından dolayı öldürülüyor. eylemle ne kadar öldürüyorsak eylemsizlikle de en az o kadar öldürüyoruz."

Derrick Jensen

Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum


Güneş cebimde bir bulut peydahladı. Taş, kördür diye yazdım. Ölüm, geleceksiz. Şeylerin yalnız adı var. Ve: 'Ad evdir.' (Kim söyledi bunu?) Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum. Bir uçurum bize bakmıştı, uçurumun konuştuğu usumda. Buydu bizim kendine sonsuz olanı duyduğumuz. Nesneler ki zamanda vardır. Terziler çıracısı Hermüsül Heramise'nin pöstekisi her bahar ayaklanırdı. Yağmur yağmamazlık edemez. Taş,düşmemezlik. 

Ne diyordum, dünyanın düşünceleri yoktur. Otların canı sıkılmaz. Kurşunkalem kendini ağaç sanır. Ufuk, hüthüt kuşu. Seni bilmem, bir söylene dönüşmek içindir dünya.Onun için başka bir son yok. Bir söylene dönüşmek, bir söylen olmak! Sonsuzluk dediğimiz budur. 

Nerden başlasam yine oraya geliyorum. Ben gidiyorum. Ölüme, o büyük tümceye, çalışacağım. 

                                                                dün dağlarda dolaştım evde yoktum. 

İlhan Berk

Önsöz / Toza Sor

 

Aç, ayyaş ve yazar olmaya çalışan genç bir adamdım. Daha çok Los Angeles Halk Kütüphanesi’nde okurdum ve okuduklarım ne benimle, ne sokaklarla, ne de etrafımdaki insanlarla bağdaşıyordu. Herkes sözcük oyunları peşindeydi sanki, süslü cümleler kurup hiçbir şey söylemeyen yazarlar mükemmel addediliyorlardı. Yazıları beceri, kurnazlık ve biçim karışımıydı ve öğretiliyor, özümseniyor ve okunuyorlardı. Herkesin işine gelen bir tertiple, çok düz ve kurnaz bir Dünya Kültürü ile karşı karşıyaydık. Biraz kumar ve tutku bulabilmek için devrim öncesi Rus yazarlarına gitmek gerekiyordu. İstisnalar vardı, ama sayıları o kadar azdı ki bir süre sonra onlar da tükeniyor, kendini raflar dolusu can sıkıcı kitaba bularken buluyordun. Geçmiş yüzyılların edebiyatına ve bütün olanaklarına rağmen çağdaş yazarlar iyi değillerdi.

Raflardan çekip göz attıktan sonra yerine koyduğum kitapların sayısı bini geçer. Neden kimse bir şey söylemiyordu. Neden kimse haykırmıyordu?

Kütüphanenin başka odalarını da denedim. Din kitaplarının bulunduğu oda devasa bir bataklıktı - benim için. Felsefeye girdim. Beni bir süre için neşelendiren iki sert Alman buldum, sonra o da bitti. Matemalik denedim ama yüksek matematik din’den farksızdı; üstümden kayıp gidiyordu. Aradığım mevcut değildi sanki.

Jeoloji denedim; Bir süre ilgimi çekti ama çok sürmedi.

Cerrahi üstüne birkaç kitap buldum, sevdim; sözcükler yeni, çizimler harikuladeydiler. Orta kolon ameliyatını özellikle sevmiş, ezberlemiştim.

Sonra cerrahiden de sıkılıp romancı ve öykücülerin bulunduğu büyük odaya döndüm. (Yeterince ucuz şarabım varsa kütüphaneye gitmezdim. Kütüphane içecek ve yiyecek bir şeyin olmadığı ve ev sahibesinin kira yüzünden peşinde olduğu zamanlarda gidilecek yerdi. Kütüphanede tuvalet ihtiyaçlarını görebiliyordun hiç olmazsa.) Kitapların üstünde kestiren berduşlar eksik olmazdı kütüphanede.

Büyük odada gezinmeye, raflardan aldığım kitaplardan birkaç satır ya da birkaç sayfa okumaya devam ettim.

Derken bir gün bir kitap çektim, açtım ve kalakaldım. Birkaç paragraf okudum. Sonra çöplükte altın bulmuş gibi kitabı masaya götürdüm. Cümleler sayfada yuvarlanıyorlardı, kayıyorlardı. Her cümlenin kendine özgü enerjisi vardı. Cümlelerin özü sayfaya bir biçim veriyordu; sayfaya oyulmuşlardı sanki. Duygusallıktan korkmayan birini bulmuştum sonunda. Mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla iç içe geçmişti. O kitabın ilk sayfaları benim için çılgın bir mucizeydi.

Kütüphane kartım vardı. Kitabı alıp odama götürdüm, yatağıma uzandım, okumaya başladım ve çok geçmeden farklı bir üslup geliştirmiş biri ile karşı karşıya olduğumu biliyordum. Kitabın adı Toza Sor, yazarı ise John Fante'ydi. Fante'nin yazarlığıma ömür boyu sürecek bir etkisi olacaktı. Toza Sor'u bitirdim ve kütüphaneye gidip diğer kitaplarını aradım. İki tane buldum; Dago Kırmızı ve Bahara Dek Bekle, Bandini. Aynı üslupla yazılmışlardı; kolayca ve yürekten.

Evet, Fante beni çok etkiledi. O kitapları okuduktan kısa bir süre sonra bir kadınla yaşamaya başlamıştım. Benden daha ayyaştı ve korkunç kavgalar ederdik. Bazen ona, "Bana orospu çocuğu deme! Bandini'yim ben, Arturo Bandini!" diye bağırırdım.

Fante benim Tanrı’mdı ve Tanrı’ların rahatsız edilmeyeceğini, kapılarının çalınmayacağını biliyordum. Ama Angel’s Flight'ın neresinde oturduğunu tahmin etmeye çalışır, hâlâ orada yaşadığını düşlemeyi severdim. Hemen her gün oradan geçerdim. Camilla'nın tırmandığı pencere bu muydu? Lobi bu mu? Hiçbir zaman emin olamadım.

39 yıl sonra Toza Sor'u bir daha okudum. Fante'nin bütün kitapları bugün de tazeliğini koruyor. Ama benim favorim Toza Sor, çünkü sihiri keşfettiğim ilk kitaptı. Dago Kırmızı ve Bahara Dek Bekle, Bandini'den başka kitapları da var Fante' nin. Hayat Dolu ve Üzümün Kardeşliği. Şu anda Fante, Bunker Hill Düşü adlı yeni bir roman yazıyor.

Fante'yi nihayet bu sene, çok farklı koşullarda tanıdım. Fante'nin öyküsü bu kadarla kalmıyor. Şansızlık, bahtsızlık ve ender bulunur bir cesaretin öyküsüdür onunki. Bir gün anlatılacaktır, ama burada anlatmamı istemediğini hissediyorum. Ama şu kadarını söyleyeyim; sözü nasıl yazdıysa hayatı da öyle yaşadı; güçlü, iyi ve yürekten. Yeter. Şimdi kitap sizin.


John Fante'nin Toza Sor Adlı Romanına Charles Bukowski Tarafından Yazılmış Önsöz

6/5/1979

18 Ekim 2022 Salı

"Umut Tarlaları"


"(...) En büyük ve belirleyici silah, bilgisizliktir. Çok güzel, dedi Sigisberto doğum günü akşamında sofrada, bilgisiz olmaları çok güzel, okuma-yazma, hesap-kitap bilmemeleri, düşünmeyi bilmemeleri, dünyanın değiştirilemeyeceğine alışmaları, başka türlüsünü gözlerinde canladıramamaları, ölümden sonra cennetin geldiğine inanmaları, siz bunları daha iyi açıklayabilirsiniz Rahip Agamedes; onur ve para getiren tek şey çalışmaktır, ama onlardan daha çok kazandığımı düşünmemeliler, toprak bana ait, vergi ve öteki harcamaların ödenmesi gereken gün geldiğinde, onlardan borç para almayacağım, bu hiçbir zaman olmadı ve hiçbir zaman da olmayacak; ben onlara iş vermeseydim kim verirdi, ben ve onlar, ben toprağım, onlar da iş, benim için iyi olan, onlar için de iyidir, Tanrı böyle düzenlemiş, bunu siz daha iyi açıklayabilirsiniz Rahip Agamedes, onların kafalarını daha da karıştırmayacak basit sözlerle; rahip de yetmezse, sahneye kraliyet taburu çıkar, köylerde şöyle bir tur atar, yalnızca kendini göstermek için, hemen anlayacakları bir mesajdır bu. Söylesene anne, toprak sahipleri de kraliyet taburu tarafından dövülüyor mu; Tanrı aşkına, bu çocuk normal değil, böyle bir şey nerede görülmüş, kraliyet taburu, çocuğum, halkı cezalandırmak için yaratıldı; bu nasıl olabilir anne, yalnızca halkı dövmek için bir kraliyet taburu kuruyorlar, peki halk ne yapıyor, toprak sahiplerini cezalandıracak kimsesi yok, ama onlar kraliyet taburuna halkı cezalandırmasını buyurabiliyorlar, ama bence halk, kraliyet taburundan toprak sahiplerini dövmesini rica edebilir. Maria, bence bu çocuğun aklı başında değil, çevrede dolaşıp böyle şeyler anlatmasına izin verme, bir de kraliyet taburuyla başımız belaya girmesin.

Halk, pis ve aç yaşaması için yaratıldı. Yıkanan bir halk, çalışmayan bir halktır, kentlerde başka türlü olabilir, ona bir şey diyemem, ama burada, arazide üç ya da dört haftadan fazlası için anlaşma yapılır ve evden çok uzakta geçer bu süre, Alberto'nun canı isterse bazen aylar sürer, bu süre boyunca ne yüzü ne elleri yıkamak ve sakalı uzatmak, erkeklik onurunun gereğidir. Çok düşük bir olasılık, ama olur da bunun tersini yapan çıkarsa, patronun ve kendi arkadaşlarının alaylarıyla karşı karşıya kalır. O zamanın lüksü budur, acı çekenler acılarıyla, köleler kölelikleriyle övünür. Yeryüzündeki bu canlının gerçekten yalnızca bir canlı olması gerek, sabah kalktığında gecenin uykusu kirpiklerine takılıp kalmış, sırada başka geceler; ellerindeki, yüzündeki, koltuk altlarındaki, ayaklarındaki ve bedeninin son deliğindeki kir, arazi işinin saygınlığını simgeliyor; insanın hayvandan aşağı olması gerek, çünkü hayvan kendini yalayarak temizler; ne kendini ne de kendinden sonra gelenleri umursaması için, insanın kendini alçaltması beklenir.

Bu da yetmez. İşçiler tarlada çalışırken ellerinde çıkan nasırlarla övünürler. Meyhanede övünürken her bir nasır madalyaya dönüşür, Berto ve Humberto için şu kadar kazandım, denir bardaklar dolarken. Bunlar yararlı işçilerdi, kırmızı kırbaç izlerini gururla gösterirlerdi, kanıyorsa daha iyi; kentlerdeki alt tabakaya eşit olan ve erkekliği kiralık bir koğuş yatağında kapılmış bel soğukluğunun ve frenginin sıklığına bağlayan tantanacılar. Ah, ağzına bir parmak bilgisizlik balı çalınan halk, seni gücendirenler hiç eksik olmadı. Çalış, çalış, ölene dek çalış, gerekirse sakat kalana dek çalış, ancak o zaman kâhyanın ve patronun gözüne girersin, adın işe yaramaza çıkmaya görsün, bir daha kimse seni istemez. Meyhanenin kapılarına, dert ortaklarının karşısına dikilirsin, onlar bile seni küçümser, kâhya ya da patron tiksinerek süzer seni, işsiz kalırsın sana söyleyeyim. (...)"

Jose Saramago, Umut Tarlaları, S.62-63

Çeviri: Ayça Sabuncuoğlu
 

Cam Kırıkları


Yeşil ceketlisi anlatıyor, mavi gömleklisi dinliyor. Dinliyor mu, belli değil. Ben masanın bir ucundayım. Masanın öbür ucunda iki kişi daha. Uzunca bir masa. Benim karşım boş. Dumandan gözlerim yanıyor.

Yeşil ceketlisi durmadan anlatıyor. Hem içiyor, hem anlatıyor. Kulağıma yapışıp kalan saçma sapan şeyler: bir gecede bilmem şu kadar para harcadığı; “Küçük Bilmemne Kulüp”te aşka gelip nara attığı, silah çektiği, sonra da kapı dışarı edildiği; beş parasızlıktan parkta gecelediği, –böyle şeyler işte– sonra emekli bir albayın paltosunu bozdurup kendine ceket yaptırdığı...

Sonra bardağını alıp geliyor, karşıma oturuyor. Başlıyor anlatmaya:

“Bakın bu anlatacağım olay çok ilginçtir.”

“Bana mı söylüyorsunuz?” 

“Dinle,” diyor. “Savcıydım o zamanlar.” 

“Siz mi?” diyorum. 

“Dinle,” diyor. “Genç, yakışıklı bir savcıydım, bilmem anlatabildim mi. Bir tiyatro topluluğu gelmişti kasabaya.” 

Kasabaya bir tiyatro topluluğu gelmiş. Savcıymış bizimki. Tiyatrodaki kızlardan ikisi çok güzelmiş. 

“Taze badem gibiydiler,” diyor. 

Geğiriyor. Uzanıp rakısından bir yudum alıyor, elinin tersiyle ağzını siliyor. Tiyatroculara haber salmış: “İşiniz bitince hepinizi Şehir Kulübü’nde bekliyorum. Hepiniz davetlimsiniz,” diye. 

“Savcıydım; bilmem anlatabildim mi,” diyor. 

Bir sigara yakıyor. 

“Şehir Kulübü’nde masaları donattım, nasıl ama, görmeliydiniz. Bütün adliyeciler oradayız. Sonra kasabanın ileri gelenleri: emniyet müdürü, cezaevi müdürü, kaymakam, jandarma komutanı, mal müdürü. Kasabanın eşrafı da orada. Herkes canım. İçiyoruz...” 

Gece yarısı, saat bire doğru gelmiş tiyatrocular. 

“Geldiler. Aaa, bir baktım, yanlarında iki kaknem karı.” 

Bakmış. “Baktık” demiyor, “baktım” diyor. 

“Al birini vur öbürüne. Kemirilmiş iki pirzola kemiği.” 

“Hani kızlar ulan?” demiş, üstüne yürümüş “keltoş” toparlak tiyatrocunun. “Bir elim de havada,” diyor. “İndireceğim Osmanlı tokadını herifin suratına; bilmem anlatabildim mi.” 

“Hastalandılar Savcı Bey,” demiş keltoş toparlak tiyatrocu. 

“‘Ulan, orospu çocuğu!’ dedim yürüdüm üzerine, geri kaçtı,” diyor. 

Bunu derken gözlerimin içine bakıyor. Sanki bana sövüyor gibi canlandırıyor anlattığı sahneyi. Çevreme çekinerek göz atıyorum, bana sövdüğünü sanmasınlar diye ister istemez gülümsüyorum. Gözlerini gözlerime dikmiş, bir eli havada. Az sonra Osmanlı tokadını suratımda patlatacak sanki. Çevredekilere aldırmamaya, biraz da duyurmaya çalışarak, yüksek sesle, “Hak etmiş ama,” diyorum. “Vursaydınız suratının ortasına.” 

Oysa bana ne. 

“Vurmadım,” diyor. “Vuramadım.” 

Gözlerimi gözlerinden kurtaramıyorum. Bir de ağır ki gözleri. 

“Öyle olsun,” demiş. 

Rakısına uzanırken gözlerini çekiyor üzerimden. Eğilip bakıyorum masanın öbür ucuna, mavi gömleklinin gözleri üzerimizde. Gülümsüyor. Bardağını kaldırıyor. Bardağımda kalan rakıyı başıma dikiyorum. Cacıktan bir kaşık alıyorum. Yüzüne bakmamak için bir kaşık, bir kaşık daha. 

Savcı bozuntusu anlatıyor: 

“Masadaki arkadaşlara rezil oldum,” diyor. 

Saat ikiye doğru hesabı ödeyip çıkmış. 

“İki adamım da dışarıda, köşe başında beni bekliyorlar; bilmem anlatabildim mi?” Kollarını açıyor, “İrikıyım ikisi de,” diyor. “İkisi de Siirtli. ‘Gidin temizleyin şunları’ desem, ikisi de o anda...” 

Bana bakmadığını sezdiğim anda başımı kaldırıyorum. Gözlerini ovalıyor. 

“Gidin ulan şu iki tiyatrocu kızı alıp getirin otelden,” demiş. 

“Çeyrek saat geçti, geçmedi,” diyor, –elimde olmadan bakıyorum, gözlerinde müthiş bir güven duygusu–

“iki kızı da battaniyelere sarıp getirmişler.” 

Gülüyor. Keyifle gülüyoruz. 

“Ama nasıl?” 

Elimde olmadan, “Nasıl?” diyorum. 

Yine gözleri gözlerimde, bana anlatıyor: 

“İkisi de incecik gecelikleriyle. İkisinde de kısacık iki pembe kombinezon. ‘Kombinezon’ derler o dantelli incecik zımbırtıya, değil mi?” 

Masada birkaç ağızdan “evet” çıkıyor. Belli ki bütün masa bizimkini dinliyor. 

“Uykudan uyandırmışlar kızları, battaniyelere sarıp atmışlar omuzlarına, getirdiler,” diyor. 

Bir sessizlik oluyor. Bardağına rakı koyuyorum. Kendi bardağıma da. Sessizlik uzuyor. Neden sonra, öteden biri, “Eee?” diyor. 

“Esmerini Kaymakam Bey’e gönderdim. Sarışını ben aldım. Adı Günay mıydı, Sunay mıydı neydi. Sabaha kadar... Hem içtik, hem...”

 Elini, yumruk yaptığı öbür elinin dibine vuruyor. 

“Ben öyle karı görmedim. Bir de civelek....” 

Hıyar gibiymiş memeleri. 

“Dipdiri uzun uzun şeylerdi. Taze hıyar gibi, anlatabildim mi?” diyor. 

Belli ki atıyor. Atsa ne olur, atmasa ne olur. Bakınıyorum; boş bir masa olsa kalkacağım. Her yer tıklım tıklım. Garsondan kavun istiyorum. Sigara yakıyorum. Önümdeki rakı bardağı terlemiş. İskemlemi geriye itip arkalığına dayanıyorum. 

Köşedeki masanın üstündeki radyodan gelen müziği tanıyorum birden. Charlie Chaplin’in Sahne Işıkları filminde kullandığı müzik. Kendi bestesi. Birden bir boşlukta gerilere çekiliyorum. 

Sahne Işıkları’nı gördün mü?” diyor. Bu soruyu sorduğuna çok seviniyorum. Öyle tatlı ki sesi. “Gördüm,” diyorum. “Nasıldı ama?” diyor sevgilim. “Sen o yürüyemeyen kızdan çok daha güzelsin,” diyorum. Gülüyor. “Nasıldı ama kızın yürüyüşü?” diyor, pembemsi sesiyle. “I am walking! I am walking!” Gözlerinin içine bakıyorum. İki koyu kahverengi gözün bebeğinde görüntümü görmek sevindiriyor beni. Geceyi onunla geçirecek olmanın gerilimi içinde uzanıp öpmek istiyorum dudaklarını, geri atıyor kendini. Küçücük ellerini avuçlarımın içine alıp sıkıyorum. Yumuşak, kaygan, kemiksiz gibiler. Gece yurda dönmeyecek. İzin almış. Odamda şarap içeceğiz. Şiirler okuyacağız... 

“Tabii canım, dururlar mı? Keltoşla arkadaşları doğruca karakola gitmişler.” 

Emniyet müdürü oyalamış onları. 

“Ulan Cumhuriyet’in savcısına bu numara yapılır mı?” diyor. “Kızlar şikâyetçi olmadılar. ‘Savcı Bey de, Kaymakam Bey de çok kibardılar. Ağırladılar bizleri. İçkiler içip şarkılar söyledik birlikte. Hepsi bu,’ dediler. Kasabadan ayrılırken çiçeklerle uğurlattım onları.” 

Yeniden dolduruyorlar bardağımı. Beyaz buğulu bardak gidip gidip gelmeye başlıyor önümde. Elimi uzatsam tutamayacakmışım gibi. Durmadan terliyor bardak. Bardağın hemen ötesinde mavi çizgili masa örtüsünün son üç mavi çizgisi... Son çizginin üzerinde sevgilimin çıplak ayağı. 

Eli kadar güzeldir ayakları sevgilimin. Az öpüp okşamadım onları. Ayağından çekip çıkardığı ayakkabısını havada sallayıp içindeki kumları döküyor. Dönüp denize bakıyor. “Deniz ne güzel.” O söyleyince deniz daha da güzel. İçimden geçenleri ona söyleyemiyorum. Gülüyor. Anlıyor. “Çok tatlısın,” diyorum. Ayağını önümüze sokulup kumlara yayılan denize uzatıyor. Tam ayağının ucundan geri çekiliyor deniz, hışırtıyla... 

“... Her akşam o ıslık sesi. Hep o saatte. Uyuyamıyorum. Yavaşça kalkıp birden açıveriyorum pencereyi.Kimsecikler yok, ay aydınlığında görünür hiçbir kıpırtı yok.” 

Mavi gömleklisi anlatıyor bu kez masanın öbür ucundan. 

“Vay anasını!” diyor karşısındaki. 

“Dinle,” diyor, mavi gömleklisi. 

Garson getirdiği bir dilim kavunu masanın ortasına bırakıyor. Uzanıp kavunu önüme çekiyorum. 

Laleli’ye inen yokuştayız. Aksaray’dan sağa dönüp yukarı çıkıyoruz. Çevremiz çiçeklerle dolu, geyiklerle. Çiçekler olanca sessizlikleriyle bir bir açılıveriyorlar. Geyikler papatyaları ezmemeye çalışarak, uzun atlayışlarla, müthiş bir hızla, su gibi akıp gidiyorlar önümüzden, yanımızdan. Elini avucumda döndürüyor. O büyük su kemerinin altından geçiyoruz. “Bu kemerin adını biliyor musun?” diyor. “Bilmiyorum,” diyorum gözlerine bakarak. “Bozdoğan Kemeri,” diyor. “Bozdoğan Kemeri,” diye yineliyorum. “Dün de geçmiştik buradan,” diyor. “Hiç farkında değilim,” diyorum. Dönüp saçlarımı okşuyor. Kaldırımın kıyısına çekiyorumonu. Yüzünü iki avucumun içine alıyorum. Dudaklarını uzatıyor. Üstdudağını dişlerimin arasına alıp hafifçe ısırıyorum. “Bize gidelim mi?” diye fısıldıyorum. “Saat kaç?” diyor. Bakıp söylüyorum. “Allah kahretsin! Yurda dönmeliyim. Geç kaldım,” diyor. Dönüyoruz. Bu kez hızlı yürüyoruz. “Bu yaz İzmir’e gelecek misin?” diyor. “Gelmemek olmaz,” diyorum. Gidemeyeceğimi biliyorum oysa. “Ne zaman gelirsin?” diyor. “Fuar zamanı,” diyorum. İçime birden bir avuç cam kırığı atılıyor, binlerce cam kırığı. İçim kıpkırmızı kan. “Seninle Kadifekale’ye çıkarız,” diyor. “Çıkarız sevgilim,” diyorum. Bir geyik alıp onu Kadifekale’ye çıkarıyor. Ben arkalarda kalıyorum. “Kadifekale’den bütün İzmir’i seyrederiz,” diyor. “İmbat mı eser İzmir’de?” diyorum. “Nereden biliyorsun imbatı?” diyor. “İzmir’de daha önce hiç bulundun mu?” “Hayır,” diyorum. “Duydum.” İmbat esiyor. İzmir soluk alıyor. Akşamüstü. Kadifekale’deyiz. Eli yine elimde. Avucumun içinde küçücük yumruğunu döndürüp duruyor. Bacaklarımız birbirine yapışık. Bir alacakaranlık duvarın üzerindeyiz. Karşıyaka ışıklar içinde. Benim içimdeyse cam kırıkları. İzmir’e gidemeyecek olmanın anlatılmaz sıkıntısı. Eli sıcacık. Dudaklarını ağzımda hafifçe çiğneyip dilimi ağzında dolaştırırken, tam göğsünü avucumda sıkarken... 

“... İçsene!” 

Bir zamanlar savcı olan, çok konuşan yeşil ceketlinin yarı kapanık gözlerini gözlerimde buluyorum. “Hadi bakalım,” diyor, bardağını bardağıma vuruyor. Yarımlanmış bardağımı ağzıma götürüyorum, ama içmiyorum. 

“Ya, böyle işte,” diyor. “Sonunda beş parasız evlendim o kızla.” 

Hangi kızla? Bana bakarak söylüyor. Anlattıklarını kaçırmışım. Anlamış gibi başımı sallıyorum. 

Mavi gömleklisi atılıyor öteden: 

“Olsun,” diyor, “yaşamışsın ya, sen ona bak.” 

Eğilip bana soruyor mavi gömlekli: 

“Sen ne dersin bu işe? Haksız mıyım?” 

Eğilip bakıyorum: Mavi gömlekli bir uzaklaşıp bir yakınlaşıyor. Niye bana soruyor bunu? Bana ne? “Yoo, haklısın,” diyorum. “Haklısın.” 

“Gördün mü, arkadaş da hak verdi,” diyor mavi gömlekli. 

“Olsun,” diyorum karşımdakine, –bu kez gözleri üzerimde mi, değil mi, fark edemiyorum– “yaşamışsın ya, sen ona bak.” 

“Orası öyle,” diyor karşımdaki.

 Orası öyleymiş. 

Sıkıldım. Kalkmak istiyorum. İskemleye yapışmış gibiyim. Biri yardım etse. Şu adamlar sussalar. Şu ışıklar sönse. Şu kendimi sokakta bulsam. Gecenin içinde yürüsem. Eskiden olduğu gibi. Doğruca Bozdoğan Kemeri’nin oralara... Elimde yarım bir sigara. Dudağımda soluk ama benim olan bir ıslık; belki Sahne Işıkları’nın o tatlı ezgisini fısıldayarak, kemerin altından yürüyüp geçeceğim. 

“Ne o, kalkıyor musun?” diyor bir ses. 

Başımı sallıyorum.

“Yahu bu saatte nereye?” 

Bir elim havada, “Bozdoğan Kemeri’ne,” diyorum.


Erdal Öz / Cam Kırıkları

5 Mayıs 2022 Perşembe


"hayat akar, yol ve yön değiştirir derler, insan değişir yol ve yönelim değiştirir derler. bütün bunlar bence meselenin değişmesi, ortadan kalkması veya artık mühim sayılmamasıdır. yoksa ne hayat gibi muhkem bir şey akar, ne sana bakıp da yol yön değiştirir. insanı ahret bile değiştiremez. zebani dilini çekmeye gelse kişi ancak ahlakının elverdiği ile seslenir de aman diler. gençken duyulan keder sonra hangi şifalı suyu buldu da içti? hangi su, lekeleri çıkardı? yaşamaya alışan köşesine çekildi; feryat edene, başka türlü söyleyene, sokaktaki köpeğe havlayan bir ev köpeği kadar olamadı. insan zaten dertli değildir, derdin kendisidir. insan öyle büyük bir derttir ki bu büyüklükte bir şeyin kendisine sığacağını aklına getiremez de bunu dünyanın, hayatın derdi sayar. hayat, o durgun, kibirli suyunda kendisine bakan bu çirkin heyulaya bakıp bakıp “bu herhalde benim,” der. bu dert de ona yeter." 

Şule Gürbüz, Coşkuyla Ölmek

31 Mart 2021 Çarşamba

Babama Güzelleme

Arpa
buğday
mısır tarlasında ve
yaylada dövülmüş demirdir babam.

Önce karabasan tapındı taşlı toprakta
sonra pulluk bereketi
altı üstü on dönümlük ekenek
bir kavga ki
dağın taşın içinde
ot kokulu ellerinden annemin
haneye ekmek pişecek.

Büyürken oğul uşak
taş mektepte ak tebeşir
yarına harf sökecek
öyle öyle bilişecek
harman yerimize
iki gümüş ten düşecek.

O yazlarda hep 
alıcı kuşlar geçerdi babamın
mavi açan gözlerinden.

Dert değildi zemherinin uzun sürmesi
nasılsa işlenecek
tek tek
ahır buğusunda tavlanan tütün
altın benekli sarı zehirden
borç parası denklenecek.

Teneke sobada meşe kokusu
bir de nuri sesigüzel' den
türküler dinlenecek.

Babam
yokluk günlerinin çocuk askeri
yirmisinde yapmış en uzun seferini
yirminci yüzyılın ara yerinde
bir izmir' de 
bir kore' de açmış
su süzmesi gözlerini.

Gidiş geliş elli gün
yorgun savaş gemisinde
cümleten ezberlenmiş koca menderes' in
'küçük amerika'lı
püsküllü teranesi.

Anlattı durdu konu komşuya
üç dolara satılmanın
ağır ceremesini.

Ne kaldı 
yetmişe erecek yaşı
ata armağanı kasketin altında
garip hallerinden memleketin
çokça ağrıdı başı.

Yedeğindeyse hep
etilerden sürme buğday kokusunu
saçından sabaha dağıtan
annem yürür
ağzının kıyısında dua kırığı.

Nazım Mutlu, Mayıs 2000
 "(...) bir cehennemlik gibi küfür eder, meyhaneleri dolaşır, hırsızları tanır, argo konuşur, açık saçık şarkılar söyler fakat kalbinde kötülük bulunmaz. Onun ruhunda olan inci masumiyettir ve inciler çamurda erimez." 

 Victor Hugo, Sefiller, S.159

25 Mart 2021 Perşembe

Hücremde Ayışığı

Sesimi sesinin üstüne koyma
kara gecede, karanlıkta, acılı
yüreğimde yeşerdiyse de alevi ölümün
kan boğmadı daha korkuyu
kırılmadı kin ve öfkenin fidanı

Sesini sesimin üstüne koyma
ağzımda prangası tutuklu rüzgâr

Yanlış arama ölümden başka
kurşuna dizilen resimlerde
acıyla örülmüşse cesetler
ve ağlıyorsa hücremde ayışığı
üzgün değilim, hüzünlü asla

Yanlış arama ölümden başka
sırtımda falakası tutuklu rüzgâr

Yüreğimde mezarlar açma artık
kazıdım hücremin duvarına çünkü
zamanı kucaklayan öfkemi
acıdan üretilen sesimi
gençliği damıtılmış günlerimi

Yüreğimde mezarlar açma artık
elinde kırbaçları tutuklu rüzgâr

Çıplak taş, demir kapı, sessizlik
korkuyu mu bekliyor o nöbetçi
niçin hiç konuşmuyor yıldızlar
şafak söktüyse nerde kar filizleri
uyusam uyansam her yerde bahar

Çıplak taş, demir kapı, sessizlik
sesimde zincirleri tutuklu rüzgâr

Tek değilim artık, çoğaldım ölüme
deli rüzgâr, çıplak suyun rahminde
artık ne hücrem, ne yalnızlık
eskisinden düşmanım karanlığa
ama hâlâ yanıyor yüreğimde işkence

Tek değilim artık, çoğaldım ölüme
yüzümde kelepçesi tutuklu rüzgâr

-Söyle kim hak kazandı ölüme

Refik Durbaş

Çocuklar


Çarşılarda bir şey
Biz pek aramazdık çocuklar olmasaydı

Kasaplarda manavlarda bazı yorgun kadınlar
Hep de tenha saatleri seçerler
Sonra yavaş bir sesle
Çocuk için hasta kaç gündür yemiyor
Biraz et biraz meyve isterler

Sevdiği bir reçeli gün aşırı yalnız ona
Kaşıklarla beraber büyük bir üzüntü
Uykularda bile bitiyorsa
Yağların şekerlerin çayların
Annelere düşündürdüğü

İnsanlara, tezgahlara, kağıtlara kolaydı
Biz bu kadar eğilmezdik çocuklar olmasaydı

Behçet Necatigil

Fotoğraf: Arzu Eygay, Sarıdibek Köyü, Vezirköprü

İzleyiciler