20 Ekim 2022 Perşembe
"Televizyon olmadığı için..."
Masa da masaymış ha
Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kaseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu.
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.
Edip Cansever

19 Ekim 2022 Çarşamba
"her sabah uyandığımda, kendi kendime soruyorum, yazsam mı daha iyi yoksa bir barajı uçursam mı daha iyi; çünkü kuzeybatı kıyılarındaki som balıkları sözcüklerin yokluğundan dolayı değil, barajın varlığından dolayı öldürülüyor. eylemle ne kadar öldürüyorsak eylemsizlikle de en az o kadar öldürüyoruz."
Derrick Jensen
Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum
Önsöz / Toza Sor
Aç, ayyaş ve yazar olmaya çalışan genç bir adamdım. Daha çok
Los Angeles Halk Kütüphanesi’nde okurdum ve okuduklarım ne benimle, ne
sokaklarla, ne de etrafımdaki insanlarla bağdaşıyordu. Herkes sözcük oyunları
peşindeydi sanki, süslü cümleler kurup hiçbir şey söylemeyen yazarlar mükemmel
addediliyorlardı. Yazıları beceri, kurnazlık ve biçim karışımıydı ve
öğretiliyor, özümseniyor ve okunuyorlardı. Herkesin işine gelen bir tertiple,
çok düz ve kurnaz bir Dünya Kültürü ile karşı karşıyaydık. Biraz kumar ve tutku
bulabilmek için devrim öncesi Rus yazarlarına gitmek gerekiyordu. İstisnalar
vardı, ama sayıları o kadar azdı ki bir süre sonra onlar da tükeniyor, kendini
raflar dolusu can sıkıcı kitaba bularken buluyordun. Geçmiş yüzyılların
edebiyatına ve bütün olanaklarına rağmen çağdaş yazarlar iyi değillerdi.
Raflardan çekip göz attıktan sonra yerine koyduğum
kitapların sayısı bini geçer. Neden kimse bir şey söylemiyordu. Neden kimse
haykırmıyordu?
Kütüphanenin başka odalarını da denedim. Din kitaplarının
bulunduğu oda devasa bir bataklıktı - benim için. Felsefeye girdim. Beni bir
süre için neşelendiren iki sert Alman buldum, sonra o da bitti. Matemalik
denedim ama yüksek matematik din’den farksızdı; üstümden kayıp gidiyordu.
Aradığım mevcut değildi sanki.
Jeoloji denedim; Bir süre ilgimi çekti ama çok sürmedi.
Cerrahi üstüne birkaç kitap buldum, sevdim; sözcükler yeni,
çizimler harikuladeydiler. Orta kolon ameliyatını özellikle sevmiş,
ezberlemiştim.
Sonra cerrahiden de sıkılıp romancı ve öykücülerin bulunduğu
büyük odaya döndüm. (Yeterince ucuz şarabım varsa kütüphaneye gitmezdim.
Kütüphane içecek ve yiyecek bir şeyin olmadığı ve ev sahibesinin kira yüzünden
peşinde olduğu zamanlarda gidilecek yerdi. Kütüphanede tuvalet ihtiyaçlarını
görebiliyordun hiç olmazsa.) Kitapların üstünde kestiren berduşlar eksik
olmazdı kütüphanede.
Büyük odada gezinmeye, raflardan aldığım kitaplardan birkaç
satır ya da birkaç sayfa okumaya devam ettim.
Derken bir gün bir kitap çektim, açtım ve kalakaldım. Birkaç
paragraf okudum. Sonra çöplükte altın bulmuş gibi kitabı masaya götürdüm. Cümleler
sayfada yuvarlanıyorlardı, kayıyorlardı. Her cümlenin kendine özgü enerjisi
vardı. Cümlelerin özü sayfaya bir biçim veriyordu; sayfaya oyulmuşlardı sanki.
Duygusallıktan korkmayan birini bulmuştum sonunda. Mizah ve acı olağanüstü bir
kolaylıkla iç içe geçmişti. O kitabın ilk sayfaları benim için çılgın bir
mucizeydi.
Kütüphane kartım vardı. Kitabı alıp odama götürdüm, yatağıma
uzandım, okumaya başladım ve çok geçmeden farklı bir üslup geliştirmiş biri ile
karşı karşıya olduğumu biliyordum. Kitabın adı Toza Sor, yazarı ise John
Fante'ydi. Fante'nin yazarlığıma ömür boyu sürecek bir etkisi olacaktı.
Toza Sor'u bitirdim ve kütüphaneye gidip diğer kitaplarını aradım. İki tane
buldum; Dago Kırmızı ve Bahara Dek Bekle, Bandini. Aynı üslupla
yazılmışlardı; kolayca ve yürekten.
Evet, Fante beni çok etkiledi. O kitapları okuduktan kısa
bir süre sonra bir kadınla yaşamaya başlamıştım. Benden daha ayyaştı ve korkunç
kavgalar ederdik. Bazen ona, "Bana orospu çocuğu deme! Bandini'yim ben,
Arturo Bandini!" diye bağırırdım.
Fante benim Tanrı’mdı ve Tanrı’ların rahatsız
edilmeyeceğini, kapılarının çalınmayacağını biliyordum. Ama Angel’s Flight'ın
neresinde oturduğunu tahmin etmeye çalışır, hâlâ orada yaşadığını düşlemeyi
severdim. Hemen her gün oradan geçerdim. Camilla'nın tırmandığı pencere bu
muydu? Lobi bu mu? Hiçbir zaman emin olamadım.
39 yıl sonra Toza Sor'u bir daha okudum. Fante'nin bütün
kitapları bugün de tazeliğini koruyor. Ama benim favorim Toza Sor, çünkü sihiri
keşfettiğim ilk kitaptı. Dago Kırmızı ve Bahara Dek Bekle, Bandini'den başka
kitapları da var Fante' nin. Hayat Dolu ve Üzümün Kardeşliği. Şu
anda Fante, Bunker Hill Düşü adlı yeni bir roman yazıyor.
Fante'yi nihayet bu sene, çok farklı koşullarda tanıdım.
Fante'nin öyküsü bu kadarla kalmıyor. Şansızlık, bahtsızlık ve ender bulunur
bir cesaretin öyküsüdür onunki. Bir gün anlatılacaktır, ama burada anlatmamı
istemediğini hissediyorum. Ama şu kadarını söyleyeyim; sözü nasıl yazdıysa
hayatı da öyle yaşadı; güçlü, iyi ve yürekten. Yeter. Şimdi kitap sizin.
John Fante'nin Toza Sor Adlı Romanına Charles Bukowski Tarafından Yazılmış Önsöz
6/5/1979
18 Ekim 2022 Salı
"Umut Tarlaları"
Halk, pis ve aç yaşaması için yaratıldı. Yıkanan bir halk, çalışmayan bir halktır, kentlerde başka türlü olabilir, ona bir şey diyemem, ama burada, arazide üç ya da dört haftadan fazlası için anlaşma yapılır ve evden çok uzakta geçer bu süre, Alberto'nun canı isterse bazen aylar sürer, bu süre boyunca ne yüzü ne elleri yıkamak ve sakalı uzatmak, erkeklik onurunun gereğidir. Çok düşük bir olasılık, ama olur da bunun tersini yapan çıkarsa, patronun ve kendi arkadaşlarının alaylarıyla karşı karşıya kalır. O zamanın lüksü budur, acı çekenler acılarıyla, köleler kölelikleriyle övünür. Yeryüzündeki bu canlının gerçekten yalnızca bir canlı olması gerek, sabah kalktığında gecenin uykusu kirpiklerine takılıp kalmış, sırada başka geceler; ellerindeki, yüzündeki, koltuk altlarındaki, ayaklarındaki ve bedeninin son deliğindeki kir, arazi işinin saygınlığını simgeliyor; insanın hayvandan aşağı olması gerek, çünkü hayvan kendini yalayarak temizler; ne kendini ne de kendinden sonra gelenleri umursaması için, insanın kendini alçaltması beklenir.
Bu da yetmez. İşçiler tarlada çalışırken ellerinde çıkan nasırlarla övünürler. Meyhanede övünürken her bir nasır madalyaya dönüşür, Berto ve Humberto için şu kadar kazandım, denir bardaklar dolarken. Bunlar yararlı işçilerdi, kırmızı kırbaç izlerini gururla gösterirlerdi, kanıyorsa daha iyi; kentlerdeki alt tabakaya eşit olan ve erkekliği kiralık bir koğuş yatağında kapılmış bel soğukluğunun ve frenginin sıklığına bağlayan tantanacılar. Ah, ağzına bir parmak bilgisizlik balı çalınan halk, seni gücendirenler hiç eksik olmadı. Çalış, çalış, ölene dek çalış, gerekirse sakat kalana dek çalış, ancak o zaman kâhyanın ve patronun gözüne girersin, adın işe yaramaza çıkmaya görsün, bir daha kimse seni istemez. Meyhanenin kapılarına, dert ortaklarının karşısına dikilirsin, onlar bile seni küçümser, kâhya ya da patron tiksinerek süzer seni, işsiz kalırsın sana söyleyeyim. (...)"
Jose Saramago, Umut Tarlaları, S.62-63
Cam Kırıkları

Yeşil ceketlisi anlatıyor, mavi gömleklisi
dinliyor. Dinliyor mu, belli değil. Ben masanın bir ucundayım. Masanın öbür
ucunda iki kişi daha. Uzunca bir masa. Benim karşım boş. Dumandan gözlerim yanıyor.
Yeşil ceketlisi durmadan anlatıyor. Hem içiyor, hem anlatıyor. Kulağıma yapışıp kalan saçma sapan şeyler: bir gecede bilmem şu kadar para harcadığı; “Küçük Bilmemne Kulüp”te aşka gelip nara attığı, silah çektiği, sonra da kapı dışarı edildiği; beş parasızlıktan parkta gecelediği, –böyle şeyler işte– sonra emekli bir albayın paltosunu bozdurup kendine ceket yaptırdığı...
Sonra bardağını alıp geliyor, karşıma oturuyor. Başlıyor anlatmaya:
“Bakın bu anlatacağım olay çok ilginçtir.”
“Bana mı söylüyorsunuz?”
“Dinle,” diyor. “Savcıydım o zamanlar.”
“Siz mi?” diyorum.
“Dinle,” diyor. “Genç, yakışıklı bir savcıydım, bilmem anlatabildim mi. Bir tiyatro topluluğu gelmişti kasabaya.”
Kasabaya bir tiyatro topluluğu gelmiş. Savcıymış bizimki. Tiyatrodaki kızlardan ikisi çok güzelmiş.
“Taze badem gibiydiler,” diyor.
Geğiriyor. Uzanıp rakısından bir yudum alıyor, elinin tersiyle ağzını siliyor. Tiyatroculara haber salmış: “İşiniz bitince hepinizi Şehir Kulübü’nde bekliyorum. Hepiniz davetlimsiniz,” diye.
“Savcıydım; bilmem anlatabildim mi,” diyor.
Bir sigara yakıyor.
“Şehir Kulübü’nde masaları donattım, nasıl ama, görmeliydiniz. Bütün adliyeciler oradayız. Sonra kasabanın ileri gelenleri: emniyet müdürü, cezaevi müdürü, kaymakam, jandarma komutanı, mal müdürü. Kasabanın eşrafı da orada. Herkes canım. İçiyoruz...”
Gece yarısı, saat bire doğru gelmiş tiyatrocular.
“Geldiler. Aaa, bir baktım, yanlarında iki kaknem karı.”
Bakmış. “Baktık” demiyor, “baktım” diyor.
“Al birini vur öbürüne. Kemirilmiş iki pirzola kemiği.”
“Hani kızlar ulan?” demiş, üstüne yürümüş “keltoş” toparlak tiyatrocunun. “Bir elim de havada,” diyor. “İndireceğim Osmanlı tokadını herifin suratına; bilmem anlatabildim mi.”
“Hastalandılar Savcı Bey,” demiş keltoş toparlak tiyatrocu.
“‘Ulan, orospu çocuğu!’ dedim yürüdüm üzerine, geri kaçtı,” diyor.
Bunu derken gözlerimin içine bakıyor. Sanki bana sövüyor gibi canlandırıyor anlattığı sahneyi. Çevreme çekinerek göz atıyorum, bana sövdüğünü sanmasınlar diye ister istemez gülümsüyorum. Gözlerini gözlerime dikmiş, bir eli havada. Az sonra Osmanlı tokadını suratımda patlatacak sanki. Çevredekilere aldırmamaya, biraz da duyurmaya çalışarak, yüksek sesle, “Hak etmiş ama,” diyorum. “Vursaydınız suratının ortasına.”
Oysa bana ne.
“Vurmadım,” diyor. “Vuramadım.”
Gözlerimi gözlerinden kurtaramıyorum. Bir de ağır ki gözleri.
“Öyle olsun,” demiş.
Rakısına uzanırken gözlerini çekiyor üzerimden. Eğilip bakıyorum masanın öbür ucuna, mavi gömleklinin gözleri üzerimizde. Gülümsüyor. Bardağını kaldırıyor. Bardağımda kalan rakıyı başıma dikiyorum. Cacıktan bir kaşık alıyorum. Yüzüne bakmamak için bir kaşık, bir kaşık daha.
Savcı bozuntusu anlatıyor:
“Masadaki arkadaşlara rezil oldum,” diyor.
Saat ikiye doğru hesabı ödeyip çıkmış.
“İki adamım da dışarıda, köşe başında beni bekliyorlar; bilmem anlatabildim mi?” Kollarını açıyor, “İrikıyım ikisi de,” diyor. “İkisi de Siirtli. ‘Gidin temizleyin şunları’ desem, ikisi de o anda...”
Bana bakmadığını sezdiğim anda başımı kaldırıyorum. Gözlerini ovalıyor.
“Gidin ulan şu iki tiyatrocu kızı alıp getirin otelden,” demiş.
“Çeyrek saat geçti, geçmedi,” diyor, –elimde
olmadan bakıyorum, gözlerinde müthiş bir güven duygusu–
“iki kızı da battaniyelere sarıp getirmişler.”
Gülüyor. Keyifle gülüyoruz.
“Ama nasıl?”
Elimde olmadan, “Nasıl?” diyorum.
Yine gözleri gözlerimde, bana anlatıyor:
“İkisi de incecik gecelikleriyle. İkisinde de kısacık iki pembe kombinezon. ‘Kombinezon’ derler o dantelli incecik zımbırtıya, değil mi?”
Masada birkaç ağızdan “evet” çıkıyor. Belli ki bütün masa bizimkini dinliyor.
“Uykudan uyandırmışlar kızları, battaniyelere sarıp atmışlar omuzlarına, getirdiler,” diyor.
Bir sessizlik oluyor. Bardağına rakı koyuyorum. Kendi bardağıma da. Sessizlik uzuyor. Neden sonra, öteden biri, “Eee?” diyor.
“Esmerini Kaymakam Bey’e gönderdim.
Sarışını ben aldım. Adı Günay mıydı, Sunay mıydı neydi. Sabaha kadar... Hem içtik,
hem...”
“Ben öyle karı görmedim. Bir de civelek....”
Hıyar gibiymiş memeleri.
“Dipdiri uzun uzun şeylerdi. Taze hıyar gibi, anlatabildim mi?” diyor.
Belli ki atıyor. Atsa ne olur, atmasa ne olur. Bakınıyorum; boş bir masa olsa kalkacağım. Her yer tıklım tıklım. Garsondan kavun istiyorum. Sigara yakıyorum. Önümdeki rakı bardağı terlemiş. İskemlemi geriye itip arkalığına dayanıyorum.
Köşedeki masanın üstündeki radyodan gelen müziği tanıyorum birden. Charlie Chaplin’in Sahne Işıkları filminde kullandığı müzik. Kendi bestesi. Birden bir boşlukta gerilere çekiliyorum.
“Sahne Işıkları’nı gördün mü?” diyor. Bu soruyu sorduğuna çok seviniyorum. Öyle tatlı ki sesi. “Gördüm,” diyorum. “Nasıldı ama?” diyor sevgilim. “Sen o yürüyemeyen kızdan çok daha güzelsin,” diyorum. Gülüyor. “Nasıldı ama kızın yürüyüşü?” diyor, pembemsi sesiyle. “I am walking! I am walking!” Gözlerinin içine bakıyorum. İki koyu kahverengi gözün bebeğinde görüntümü görmek sevindiriyor beni. Geceyi onunla geçirecek olmanın gerilimi içinde uzanıp öpmek istiyorum dudaklarını, geri atıyor kendini. Küçücük ellerini avuçlarımın içine alıp sıkıyorum. Yumuşak, kaygan, kemiksiz gibiler. Gece yurda dönmeyecek. İzin almış. Odamda şarap içeceğiz. Şiirler okuyacağız...
“Tabii canım, dururlar mı? Keltoşla arkadaşları doğruca karakola gitmişler.”
Emniyet müdürü oyalamış onları.
“Ulan Cumhuriyet’in savcısına bu numara yapılır mı?” diyor. “Kızlar şikâyetçi olmadılar. ‘Savcı Bey de, Kaymakam Bey de çok kibardılar. Ağırladılar bizleri. İçkiler içip şarkılar söyledik birlikte. Hepsi bu,’ dediler. Kasabadan ayrılırken çiçeklerle uğurlattım onları.”
Yeniden dolduruyorlar bardağımı. Beyaz buğulu bardak gidip gidip gelmeye başlıyor önümde. Elimi uzatsam tutamayacakmışım gibi. Durmadan terliyor bardak. Bardağın hemen ötesinde mavi çizgili masa örtüsünün son üç mavi çizgisi... Son çizginin üzerinde sevgilimin çıplak ayağı.
Eli kadar güzeldir ayakları
sevgilimin. Az öpüp okşamadım onları. Ayağından çekip çıkardığı ayakkabısını
havada sallayıp içindeki kumları döküyor. Dönüp denize bakıyor. “Deniz ne güzel.”
O söyleyince deniz daha da güzel. İçimden geçenleri ona söyleyemiyorum. Gülüyor.
Anlıyor. “Çok tatlısın,” diyorum. Ayağını önümüze sokulup kumlara yayılan
denize uzatıyor. Tam ayağının ucundan geri çekiliyor deniz, hışırtıyla...
“... Her akşam o ıslık sesi. Hep o saatte. Uyuyamıyorum. Yavaşça kalkıp birden açıveriyorum pencereyi.Kimsecikler yok, ay aydınlığında görünür hiçbir kıpırtı yok.”
Mavi gömleklisi anlatıyor bu kez masanın öbür ucundan.
“Vay anasını!” diyor karşısındaki.
“Dinle,” diyor, mavi gömleklisi.
Garson getirdiği bir dilim kavunu masanın ortasına bırakıyor. Uzanıp kavunu önüme çekiyorum.
Laleli’ye inen yokuştayız. Aksaray’dan
sağa dönüp yukarı çıkıyoruz. Çevremiz çiçeklerle dolu, geyiklerle. Çiçekler olanca
sessizlikleriyle bir bir açılıveriyorlar. Geyikler papatyaları ezmemeye çalışarak,
uzun atlayışlarla, müthiş bir hızla, su gibi akıp gidiyorlar önümüzden, yanımızdan.
Elini avucumda döndürüyor. O büyük su kemerinin altından geçiyoruz. “Bu kemerin
adını biliyor musun?” diyor. “Bilmiyorum,” diyorum gözlerine bakarak. “Bozdoğan
Kemeri,” diyor. “Bozdoğan Kemeri,” diye yineliyorum. “Dün de geçmiştik buradan,”
diyor. “Hiç farkında değilim,” diyorum. Dönüp saçlarımı okşuyor. Kaldırımın kıyısına
çekiyorumonu. Yüzünü iki avucumun içine alıyorum.
Dudaklarını uzatıyor. Üstdudağını dişlerimin arasına alıp hafifçe ısırıyorum. “Bize gidelim mi?” diye fısıldıyorum.
“Saat kaç?” diyor. Bakıp söylüyorum. “Allah kahretsin! Yurda dönmeliyim. Geç
kaldım,” diyor. Dönüyoruz. Bu kez hızlı yürüyoruz. “Bu yaz İzmir’e gelecek
misin?” diyor. “Gelmemek olmaz,” diyorum. Gidemeyeceğimi biliyorum oysa. “Ne
zaman gelirsin?” diyor. “Fuar zamanı,” diyorum. İçime birden bir avuç cam kırığı
atılıyor, binlerce cam kırığı. İçim kıpkırmızı kan. “Seninle Kadifekale’ye çıkarız,”
diyor. “Çıkarız sevgilim,” diyorum. Bir geyik alıp onu Kadifekale’ye çıkarıyor.
Ben arkalarda kalıyorum. “Kadifekale’den bütün İzmir’i seyrederiz,” diyor. “İmbat
mı eser İzmir’de?” diyorum. “Nereden biliyorsun imbatı?” diyor. “İzmir’de
daha önce hiç bulundun mu?” “Hayır,” diyorum. “Duydum.” İmbat esiyor. İzmir soluk alıyor. Akşamüstü.
Kadifekale’deyiz. Eli yine elimde. Avucumun içinde küçücük yumruğunu döndürüp
duruyor. Bacaklarımız birbirine yapışık. Bir alacakaranlık duvarın üzerindeyiz.
Karşıyaka ışıklar içinde. Benim içimdeyse cam kırıkları. İzmir’e gidemeyecek
olmanın anlatılmaz sıkıntısı. Eli sıcacık. Dudaklarını ağzımda hafifçe çiğneyip
dilimi ağzında dolaştırırken, tam göğsünü avucumda sıkarken...
“... İçsene!”
Bir zamanlar savcı olan, çok konuşan yeşil ceketlinin yarı kapanık gözlerini gözlerimde buluyorum. “Hadi bakalım,” diyor, bardağını bardağıma vuruyor. Yarımlanmış bardağımı ağzıma götürüyorum, ama içmiyorum.
“Ya, böyle işte,” diyor. “Sonunda beş parasız evlendim o kızla.”
Hangi kızla? Bana bakarak söylüyor. Anlattıklarını kaçırmışım. Anlamış gibi başımı sallıyorum.
Mavi gömleklisi atılıyor öteden:
“Olsun,” diyor, “yaşamışsın ya, sen ona bak.”
Eğilip bana soruyor mavi gömlekli:
“Sen ne dersin bu işe? Haksız mıyım?”
Eğilip bakıyorum: Mavi gömlekli bir uzaklaşıp bir yakınlaşıyor. Niye bana soruyor bunu? Bana ne? “Yoo, haklısın,” diyorum. “Haklısın.”
“Gördün mü, arkadaş da hak verdi,” diyor mavi gömlekli.
“Olsun,” diyorum karşımdakine, –bu kez gözleri üzerimde mi, değil mi, fark edemiyorum– “yaşamışsın ya, sen ona bak.”
“Orası öyle,” diyor karşımdaki.
Sıkıldım. Kalkmak istiyorum. İskemleye yapışmış gibiyim. Biri yardım etse. Şu adamlar sussalar. Şu ışıklar sönse. Şu kendimi sokakta bulsam. Gecenin içinde yürüsem. Eskiden olduğu gibi. Doğruca Bozdoğan Kemeri’nin oralara... Elimde yarım bir sigara. Dudağımda soluk ama benim olan bir ıslık; belki Sahne Işıkları’nın o tatlı ezgisini fısıldayarak, kemerin altından yürüyüp geçeceğim.
“Ne o, kalkıyor musun?” diyor bir ses.
Başımı sallıyorum.
“Yahu bu saatte nereye?”
Bir elim havada, “Bozdoğan
Kemeri’ne,” diyorum.
Erdal Öz / Cam Kırıkları
5 Mayıs 2022 Perşembe
31 Mart 2021 Çarşamba
Babama Güzelleme

25 Mart 2021 Perşembe
Hücremde Ayışığı

Çocuklar
