19 Ocak 2023 Perşembe

Olmasa Mektubun


Olmasa mektubun

Yazdıkların olmasa
Kim inanırdı
Senle ayrıldığımıza.

 

Sanma unutulur,
Kalp ağrısı zamanla
Herşeyi unutarak
Yaşanır sanma.

 

Neydi bir arada tutan şey ikimizi
Birleştiren neydi ellerimizi
Bırak bana anlatma imkansız sevgimizi
Sevmek birçok şeyi göze almaktır.

 

Baksana geçmişe,
Ne çok anıyla yüklü
Nerde o taverna,
Nerde sinema

 

Harcanmış zamanla
Yeniden yaşanmaz ki;
Geç kaldıktan sonra
Arama boşa!


Murathan Mungan


Resim Karesi: Sevmek Zamanı Filmi,1965, Metin Erksan


18 Ocak 2023 Çarşamba

501 Numaralı Oda

Ahmet Erhan’a...

501 numaralı oda. Bizim hastanenin en şık odası. Torpilli yani. Çoğunlukla benim ya da hekim arkadaşlarımın yakınlarının hastalandıklarında konuk edildikleri oda.

1997 yılında gelmiştim Okmeydanı’na. İçinde düğün salonu, kamyon tamirhanesi, et lokantası, kıraathane, oto galerisi, muhasebe bürosu ve hafriyatçı olan altı katlı bir binaydı ve benim hayalimde çoktan “hastane” olmaya başlamıştı. Binanın sahibi Erzincanlı Hasan Amca’yla haftalar süren konuşmaların nihayetinde, “mutlu son”a yaklaştığımızı hissetmiştim. Hasan Amca son buluşmamızda, “Tamam Doktor Bey, ben anlaşmaya menfi bakıyorum,” deyince, bir süre korkuyla bakakalmıştım adama. Ama, şimşek hızıyla, onun “menfi”yle “müspet”i karıştırdığını fark ederek, “Tamam Hasan Amca, ben de menfi düşünüyorum! O zaman hayırlı olsun,” diyerek binanın anahtarına kavuşmuştum.

Hastaneyi kurarken, başımdan envai işler geçti: Tepemde hiç durmadan sallanan bürokrasi kılıcı, bitmeyen banka kredileri, ne zaman batacağımı bekleyen meslektaşlarım, akılsız dostlarım, kalbinden kötülüğü silememiş budalalar vs...
Ağzımda kaşıkla yemek masasında uyuduğum gecelerin sonunda ve galiba sadece anamın hayır dualarıyla, onun “Çok istersen olur kuzum,” düsturuyla hastaneyi ortaya çıkarabildim.
Aslında baştaki soruyu sormanın tam sırası: Ben bu hastaneyi niye kurmuştum? Makinelerin sahibi olacaktım öncelikle. Patron olacaktım bir nevi. Ama, farklı bir patron !
“Bakın; hastanecilik, üstelik özel hastanecilik başka türlü de yapılabilir,” diyebilmek içindi tüm çektiklerim. En sevdiklerimin son yolculuklarından önce uğradıkları zorunlu bir istasyon olacağını ise hiç aklıma getirmemiştim. 501 numaralı oda. Babamın, Metin Erksan’ın, Tuncer Necmioğlu’nun, doktor arkadaşım Aydın’ ın ve son olarak da Erhan’ın yattığı oda. Ahmet Erhan’ın yani...
Resim aynı. Acilin önünde yaptığım mutat cenaze konuşması ve oradan cenaze aracıyla gönderilen cenazelerimiz.
Kendime soruyorum, “Ben bu hastaneyi; dostlarımla, sevdiklerimle, yakınlarımla, son günlerinde temiz ve soğuk çarşafların arkasından hüzünlü bakışmalar ve sessiz ağıtlar yaşayayım diye mi kurdum?”
Ne büyük bahtsızlık ve ne çaresiz bir hayal kırıklığı...
Ankara
Yıl 1976... Üniversiteyi kazanmıştım ve taşradan Başkent’ e gidiyordum. Ankara’ya yani... Hayatımda hep soluk ama yakıcı fotoğraflarla yer alan kente.
Nevşehir Lisesi’nden mezun olup Siyasal’ı kazandığım sene, abimin, Anadol kamyonetin arkasına koyup getirdiği üç beş eşyayla birlikte, İç Cebeci’de somyamın bile zor sığdığı küçük bir daireye yerleşmiştim. İlk gece hiç uyumadan, odamın penceresinden korku ve şaşkınlık içinde, karanlık ve sisli bir Ankara’ya baktığımı hatırlıyorum. Ertesi gün yaptığım ilk iş ise Zafer Çarşısı’na giderek, kulağımda Che Guevara marşlarıyla kitapçıları dolaşmak olmuştu. Büyülenmiş
gibi ve büyük bir hayranlıkla. Ankara benim resimle, müzikle, kitapla ve en önemlisi politikayla gerçek manada tanışıp etkilendiğim ilk şehirdir.
Aradan yıllar geçti. Kavga ve koşturmayla geçen, toz duman içinde bir on yıl. Sonra, 1984’te bir doktor olarak döndüm Ankara’ya. Şehre geldiğim ilk gün yaptığım iş, yine Zafer Çarşısı’na gitmek oldu. Ama bu sefer genç bir şairle tanışmaktı derdim; Akdeniz Lirikleri ve Alacakaranlıktaki Ülke kitaplarının şairi Ahmet Erhan’la.
Onu ilk gördüğüm andan aklımda kalan fotoğraf, çarşı içindeki bir sahafın önüne oturmuş, sessizce kitap okuyan, güzel yüzlü bir delikanlı. Ahmet Erhan. Ahbaplarının bildiği haliyle bizim “Erhan” yani. Yavaş yavaş, sessizce konuşmuş, sohbet etmiştik. İlk görüşte de ısınmıştık birbirimize.
Sonra... Sonrası binlerce hikâye, anı ve fotoğraf işte. Şiir, türkü, içki, müzik, dostluk, keder, coşku... Sümer Sokak buluşmaları. Sohbetler, sonsuza kadar sürecek zannedilen arkadaşlıklar. Behçet, Akif, Adnan, Murat, Oktay, Ahmet Telli, Tolga... Oğlu Deniz’in doğumu. Sivas. Behçet’i kaybedişimiz. Azer’in ölümü.
İstanbul
1990 yılına kadar Ankara’da kaldım. Sonra da İstanbul...
Erhan, İstanbul’a da geldi sonra. Kaldı ve yerleşti üstelik. Ama aklı hep Ankara’daydı sanki. Sevgili Hacer’in olağanüstü gayreti ve çabası Erhan’a ömür kattı. Ama yetmedi.
Erken sabah ziyaretlerimin birinde, 501 numarada üç kadın, Erhan’ın rutin vücut temizliğini yapıyordu. Biri, cefakâr eşi Hacer, diğerleri hemşire ve temizlik görevlisi. Bir süredir yatağa bağımlı olan Erhan, sessizce ve tepkisizce yapılanları izleyerek yatağında yatıyordu. Kapıda durdum ve biraz bekledim. Sonra fark etti beni ve bakıştık bir süre...
“Ah kardeşim!” dedim içimden, “Yan yana yürüdüğümüz, sarhoş olup ağladığımız, kucaklaşıp coştuğumuz; uykulu, uykusuz, hiç bitmeyecek zannettiğimiz, gençliğimiz, gecelerimiz...”
Bir hinlik geldi aklıma. Yatağın yanına gelerek, “Tamam birader,” dedim ve sırıtarak devam ettim: “Evet, böyle bir hayalimizi hatırlıyorum. Etrafımızda kadınlar olacaktı. Onlar fır döneceklerdi. Biz yan gelip yatacaktık. Keyif keka.
Ama sanki bu değildi.” İnce, kararmış dudaklarını güçsüzce açıp, gülümsedi.
Birkaç gün sonra da kaybettik...
A. Erhan, her şeyden önce benim dostum ve kardeşimdi; ona dair tarafsız olamam. Ama bütün objektifliğimle söyleyebilirim ki, dünyanın en iyi şairlerinden biriydi. Hayatı da şiiri gibiydi ve hep yazdığı gibi yaşadı.
Acil önündeki mutat cenaze törenine dönelim. Şöyle dedim orada:
“Namık Kemal’in bir dizesi geliyor aklıma: Bâis-i şekvâ bize hüzn-i umûmîdir Kemâl, kendi derdi gönlümün billah gelmez yâdına.
“Bizim şikâyet etmemizin sebebi içinde bulunduğumuz hüzün atmosferidir, gönlümün derdinden bahsetmek asla aklıma gelmez” diyor Namık Kemal.
Evet... Erhan tam da böyleydi işte. Sisin içinde kaybolmuş bir fener gibi, dünya derdinin içinde kaybolmuş birisiydi. Öylesine kaybolmuştu ki kendi siluetini dahi seçemez olmuştuk.
Erhan yerini, yazdığı şiirlerle belli ediyordu. Kısacık ömür denizinde bir deniz feneri gibi ses verdi hep. Kaybolmuş, yitip gitmiş vücuduna, ancak çıkardığı iniltilerden, yani şiirlerinden ulaşabilirdiniz. Dünyanın en içten, en yakıcı, en sade
ve pürüzsüz şiirleriydi bunlar. Bulduğunuzda kaybolan ve yeniden bir başka sisin içinden, yeni iniltiler çıkaran bir deniz feneriydi Erhan.
J. Steinbeck’in Bitmeyen Kavga’sında roman kahramanı, ölen yoldaşını toplanan kalabalığın önünde şu cümleyle uğurlar ve bu kitabın son cümlesidir:
“O, kendisi için hiçbir şey istemedi yoldaşlar, hiçbir şey istemedi!”
Ahmet Erhan, bu dünyada, kendisi için hiçbir şey istemeden yaşadı ve öylece öldü. Ben şahidim.

Ot dergisi, Eylül 2013

(Ahmet Erhan’ı 4 Ağustos 2013 yılında uzun süredir tedavi gördüğü ve kurucusu olduğum hastanenin bir odasında kaybettim. 501 no’lu oda onun kederiyle yazılmış bir yazıdır.)

Ercan Kesal, Velhasıl İsimli Kitabından

Gürültü Yapan Komşuya Mektup







Sevgili Kazım Bey’ciğim,

Hiç grev yapmadan, Pazar günleri bile çalışan, apartmanın ikinci katındaki fabrikanızdan dolayı sizi candan kutlarım. Büyük bir icat üzerinde çalıştığınızı tahmin ettiğimden, bu saate kadar kıyıp da fabrikanızın çalışmasını engellemek istemedim.

Ama böyle giderse, her zaman faal olan fabrikanızın altında çalışıp para kazanamayacağımdan, bizim aileyi de geçindirmek size düşecek.
Çok uzun zamandan beri fabrikanız çalıştığına göre, bir büyük gemiyi parça parça yapmakta olduğunuzu tahmin ediyorum.

Herhalde parçaları birleştirip gemiyi yapınca hepimizi şaşırtacaksınız. Artık bugün akşam olmak üzere.

Acaba fabrikanızı bir iki saat paydos edip, biraz da benim çalışmama müsaade eder misiniz ?

Bu iyiliği bir yazardan esirgemeyeceğinizi düşünerek, size hürmet olarak imzalı bir kitabımı gönderiyorum.

En iyi komşuluk duygularımla.

Aziz Nesin

Aziz Nesin'in Gürültü Yapan Komşusuna Yazdığı Mektup

17 Ocak 2023 Salı

Döner Kebap





















Dünya dönüyor diyeceğimiz yok
Görmeyenler beri gelsin
Önce değirmen geldi aklıma
Sel değirmenleri yel değirmenleri

Koca şehrin caddelerinde
Öğlenin tam karanlığı
Gün olur yıla döner 
Elleri cebinde yutkunur adam

Saçları karıştı buluta
Gövde kaldı baş gitti
Aklında döner kebap
Burnunda mis kokusu
Vay ne döner ne döner

Adamlar işte adamlar boşta
İş var havayla güç var cıvayla
Çıkrıklar susar dolaplar döner 
Mehmet askerden ağa seyahatten
Çoğu işten biri aşktan döner
Harmanda düğenler düğende başlar 
Okuldan çocuklar yoldan arkadaşlar
Vay ne döner ne döner

Ağızlarda susmuş diller
Eksen durur tekerlekler 
Yollar caddeler evler 
Pırıl pırıl vitrinler
Kızın entarisi yanar döner 
Göçmen kuşlar bulutlar 
Çevrilen filmler çevrilecek filmler 
Adamın gözleri açlıktan döner 
Ayşe tarladan Neclâ bardan 
Fır fır döner pır pır döner 
Vay ne döner ne döner 

Ayran süte göl yoğurda 
Tepsi ağanın evine 
Kurtlar ite itler kurda 
Dolap beygirleri ipe 
Karın davula burun patlıcana 
Yer suya gök bakıra 
Geceler gündüze gündüze 
Vay ne döner ne döner

Oğuz Tansel

Ümit Yaşar Oğuzcan ve Tarık Dursun K.'nın "Şiirimizde Taşlama" isimli kitabından (1962), S.45-46

Çaya Bisküvi Batırmanın Ayıplandığı Bir Ülkede Edebiyat Gelişemez!


Bisküviyi çaya batırmak neden bu kadar ayıplanıyor anlamıyorum. Madem onu çaya batıramayacaksınız, bisküviyi neden çayın yanında servis ediyorsunuz, öyle değil mi? Satılan bisküvilerin üzerinde o halde neden "Çayla birlikte tüketilmesi tavsiye edilir" yazıyor? Dikkat ederseniz “yan yana” demiyor; “birlikte” diyor. Tatları birlikte güzel gidiyor diye onları birlikte sunmuyorlar mı? Çay üstadı İngilizler de kurabiyeyi çayla servis ediyor; koskoca İngilizlerden daha mı iyi bileceksiniz ?

Bisküvimi çayıma her yerde özgürce batırmak istiyorum. Hem Proust da yapıyor. Proust Fransız beyefendisi deyince akla gelen ilk isim, görgü abidesi, nezâket sembolü değil mi? Proust'tan daha zarifi var mı? Proust'un babaannesi madleni ıhlamur çayına batırmasaydı şimdi Proust'un şaheseri yedi cilt olacak mıydı? Edebiyat kongrelerinde, dünyanın her tarafında kürsülerde, konferanslarda, yayınlarda Proust'suz bir edebiyatın şu an olduğu edebiyat olamayacağı bas bas bağırılıyor da, sonra bisküviyi çaya batıranlara neden dudak bükülüyor? Bütün bir Proust edebiyatı ve hatta edebiyat çaya batırılmış madlenden çıktığına göre, bisküviyi çaya batırma özgürlüğüne saygı edebiyata da saygı sayılmaz mı ?
Az önce kurabiyesini çayına daldırmak üzereyken siz dik dik baktığınız için niyetinden vazgeçen gencin içinde bir Proust olmadığını nereden biliyorsunuz? Bir Proust'un ortaya çıkmasına engel oldunuz ve üstelik edebiyatı sevdiğinizi söylüyorsunuz. Proust yapınca güzel de başkası yapınca neden kötü? Proust okurken “eşsiz bir eser” demesini biliyorsunuz ama. İzin verin başkaları da yazsın. Proust'u gerçekten seviyorsanız çaya bisküvi batırılmasını da desteklersiniz.
İfade özgürlüğü, yaşam özgürlüğü, kılık-kıyafet özgürlüğü gibi türlü özgürlükler için meydanlarda koşuşturan herkes çaya bisküvi batırma özgürlüğü hakkında da bir şeyler yapmalı. Çaya bisküvi batırmanın ayıplandığı bir ülkede edebiyat tabii ki gelişemez. İçimizdeki Proust'ları artık rahat bırakın.
*
Bas bas bağırmak deyince, ülke deyince, ayıp deyince aklıma geldi. Bencillik kötüdür, bireycilik kötüdür diye her fırsatta bas bas bağıran herkes aile bencilliğini, toplumsal, sınıfsal bencilliği savunuyor. Bu bencilliklerin hepsi bireysel bencillikten daha kötü, daha tehlikeli değil mi? Bir topluluk biraraya gelip kendi çıkarları için kenetleneceklerine bırakın bireyler tek başlarına, kendi hallerinde bencil olsunlar. Kitlesel, örgütlü bencillik daha korkutucu.
Toplumculuk yoktur, toplumsal bencillik vardır. Bencillik kötüyse eleştiriye buradan başlansın.
Neden narsisizm kötü de toplumsal narsisizm güzel ?
*
Ben 'robdöşambr' diyorum. TDK 'ropdöşambır' diyor. Özgür Edebiyat 'röpdeşambr' diyor.
*
En sevdiğim okuyucular, bir roman yazdığımı söylediğimde hemen “Kaç sayfa olacak?” diye soranlar. 324'ü tutturmaya çalışıyorum. Ya da 287. İdealim 546. Bu sene yazı karakteri Times New Roman olmayan bir roman tasarlıyorum. Her bölüm sağ sayfadan başlayacak, paragraf aralarında boşluk olacak. Kitabın kaç puntoda basılacağını düşünmekten kendisini yazamıyorum. Ebatlarını 13,5'a 28 diye hesaplıyorum. Ya da 5,5'a 47.
*
Genç: Biraz indirim yapın; biz öğrenciyiz.
Pazarcı: Ben de "öğrenci" nin babasıyım !
Yer Ulus Pazarı.
*
Edirneli bir hanım. Avrupalı olmakla, başarılı bir emekli öğretmen, müdire olmakla, görmüş geçirmiş olmakla övünüyor. Gelinine “Sen artık bizim soyadımızı taşıyorsun” dediğini övünerek anlatıyor. Beş kelimenin beşini de vurguluyor. Görmüş geçirmiş hanımefendinin gelini onların onuru, onların her şeyi, her şeyleri aslında tek şey, gelin her şey olurken bu tek şeyin bir parçası, onların bir parçası, gelin tek değil tekin parçası, onlar gelinlerini çok seviyorlar, onu bağırlarına basıyorlar, ne de iyi insanlar, onlara gelin olmak imtiyaz, birden terfi ediliyor, onlara gelin olmak ne mutlu, gelin mutlu değilse kesin bir sorun vardır hastadır çocuklar elinden alınmalıdır, üstelik gelinin kayınpederi de çok saygıdeğer bir mühendis-genel-müdür-iyi-maaşlı-tezgâhtar, gelinin adı yok, gelinin soyadı var, ama gelinin soyadı yok, onların gelinden yaptıkları çocukların soyadı ise tabii...
Görmüş geçirmiş hanımefendinin gelinine verdiği limited soyadı aslında ona da çocuklarının ailesi tarafından verilmişti; ama herhalde görmüş geçirmiş hanımefendi bu soyadıyla çok mutlu olmuştu, ihya olmuştu, ihya olmasa zira ayıptı olmazdı yanlıştı, şimdi gelini de onun gibi mutlu olmalıydı yanlış olmamalı bir yanlış da yapmamalıydı zira soyadı artık kendi soyadı değildi onların soyadıydı, zaten kızın doğduğunda aldığı soy adı da babasının babasının babasından geliyordu kızın annesi soysuzdu onun da annesi gibi, kızın bir gün annesi gibi başkalarının soyunun nesnesi olacağını doğduğunda biliyorlardı, kıza ona göre davranmış ve bu olanları hiç yadırgamamışlardı kızı buna hazırlamışlardı kızı yetiştirmek kızı buna hazırlamak bu dünyaya nesne olsun diye yetiştirmek demekti hazırlamasalar kızı yetiştirmemiş olurlardı.
*
İlkokula başladığımda öğretmenim bana ş'lere ve ç'lere nokta koymak yerine çizgi çizmememi, çünkü ş'lere ve ç'lere nokta koymak yerine çizgi çizmenin çirkin olduğunu söylemişti. Ona ş'lere ve ç'lere nokta koymak yerine çizgi istemek istediğimi, çünkü ş'lere ve ç'lere nokta koymak yerine çizgi çizmeyi güzel bulduğumu söylemedim. Güzel bulduğuma göre bende bir sorun vardı. Bunun yerine, “Doğduğumuzda bize isim vermeseler” dedim; “İsimler karışıklığa neden oluyor. Her birimize bir numara versinler ve böylece karışıklık falan da olmasın”.
Öğretmen söylediğimi duymadı, çünkü sesim çıkmamıştı, çünkü sesimin çıkmaması gerekiyordu. Ama zaten beni duysaydı da “Evet, zaten her birimize doğduğumuzda numara veriliyor, çünkü bu çok yararlı, çünkü bu sayede karışıklık olmuyor, herkes çok mutlu oluyor” derdi.
*
Ama işte isimler bazen karışıklığı önlemeye de yarayabiliyor böyle. Bir çeşit damga gibi. Hayvanlara vurulanlardan. Hayvanları çiftliğimize ait oldukları belli olsun diye ateşle damgalıyoruz, insanları soyadımızla. Neyse ki damgalanacak birileri var. Seslerini çıkarmıyorlar. Hatta, ses çıkarmak ne kelime, kendileri ses çıkarmadığı gibi ses çıkaranlara da hakaret ediyorlar. Böylesi daha mutlu çünkü. Damgaladığımız insanların kime ait oldukları belli. Oturmaları kalkmaları konuşmaları elleri kolları kimbilir daha nereleri bizim. Sahip değiştirme özellikleri var ama bunu hiç istemeyiz. Ne de olsa bizim soyadımızı taşıyorlar ve soyadımızı öyle kolay kolay atamazlar. Soyadımız çok değerli ve onlar kendilerini kim sanıyor?
*
"Kaltaban" ne kadar güzel bir kelime. Fonetiği anlamını az çok ele veriyor.
*
Yazar Sarah Kane 28 yaşında intihar etmeden önce defalarca 'Kimse beni sevmiyor' diye yazmıştı günlüğüne. Sarah Kaneler hâlen çevremizde.
*
Osmanlı Sarayı'nda bir bebek dünyaya geldiğinde top atılıyormuş. Yedi top atışı erkek, üç top atışı kız bebek demekmiş. Değerleri nispetinde.
*
Robert Musil'in cenazesinde sadece sekiz kişi varmış. Musil olduğunu farketmediğimiz Musiller halen çevremizde.
*
Erkek olamamanın ezikliğini duyan kadın çocuğunun erkek olmasını istiyor. Çocuğu erkek olduktan sonra ise...
Çocukları erkek olduğu için değer görmeyi bekleyen kadınlar, kendilerini çok değersiz görüyor olmalılar.
*
Çehov haksız. Bir silah sahnede göründüğü zaman mutlaka patlamak zorunda değil. Hatta, gösterilen silahın patlamaması aslında daha etkili. Silah patlamamalı ve herkes silahın neden patlamadığı üzerinde düşünülmeli. Çünkü bir öyküde gösterilen bir silah varsa, mutlaka silahın bir anlamı da vardır. Silahın patlaması ise çok sıradan.
*
Ufacık tefecik. Vücudu olmak istediği kadın olamamış sanki.
*
Ş' lere ilkokuldan önce olduğu gibi çizgi çizmeye 32 yaşında başladım. Bir gün ş'ye nokta koymak yerine çizgi çektim, korkuyla etrafıma baktım; sanki hiçbir şey olmadı. Hâlâ devam ediyorum ve her seferinde sanki biraz korkuyorum.
*
Türkiye'de bir kadın evlenmesine rağmen ismini korumak istedi ve kocasının desteğine rağmen Türk mahkemeleri ona senelerce bu “hakk” ı vermedi. Yeni. Doğduğunuzda aldığınız ismi bir bütün olarak koruma hakkından bile yoksun bırakıldığınız bir ülkede, kimliğinizi de korumaya dair ciddi kaygılarınız olması olağan değil mi? John Donne konuya bir şiirinde eğilmişti; üstelik kendisi Anglikan rahipti, anti-feministti ve 16. yüzyılda doğmuştu. Lady Macbeth Lady Macbeth değil; bu isim onun bağımsız varlığını nasıl tanımlar ? Yoksa var mı değiliz ?
*
Bir insanın iyi olduğunu mu düşünüyorsunuz ? Önce eline biraz güç verin.
Veya güç zannı.

Nihan Kaya / Stabilo Mürekkebiyle Yazıldı IV

16 Ocak 2023 Pazartesi

"Her insan çocukluğuna yazgılıdır bunu öğrendim."











(...) Her insan çocukluğuna yazgılıdır bunu öğrendim. Kim belirlemişse sınırları; boynumuza takılı ilmeği koparsak, kazığımız çakılı yerde kalırdı, aidiyetimizin mezar taşı gibi. 

Çocukların içinde bir vadi vardır! Vadinin yamaçlarında gizli bir mağara... Hikâyelerimiz o mağaranın duvarlarında asılı yarasalardan müteşekkil salınırlar, gece olunca hatırlanırlardı sadece.

Bir gün sınırı aşmıştım! Bunu mu istiyordum bilemeden kendimi orada bulmuştum. Öncesiz ve yalnızdım... Tanrı gibi!

Biri var. Bir yer var. Bir şeyler var. Bildim bileli içimi kanlı bir mızrak ile dürter durur...

"Git!" diyordu içimdeki; "git, kurtul buralardan..."

Yaşadığından kalanlara verdiğin anlam hikâyense eğer; ben hikâyesine nereden başlayacağımı bilemiyor; neresinde durduğumu da hikâyem bana söylemiyordu.

Ruh mağaramda saklı düzinelerce boşluk arasında; el yordamıyla baygın, boğuk, kuru komutlar duyuyor... Sarkıtlarımdan korunup, dikitlerime dolaşmadan ilerleme çabasındayken deniz kabarıyor... Denizyıldızları gibi sahilin kıyısına yol alıyor, sular çekildikçe kuruyarak sığlığımda boğuluyordum.

Dalga boyu salınan yosun gibiydim bazı zamanlar. Köksüz ve toprağına uzak, derinliğinden kopuk deviniyordum ortalık yerde. O kadar çoktuk ki kumlara serilerek ya da kümelenerek toplaşır ve kokuşurduk aynılıklarımızda... Bazen de kıyıya vuran balıklar gibi çaresizliğimize kaçıyor; intihar mı, zehir mi, korkunun eceli mi; belirsiz bir not düşülüyordu defin kağıtlarımıza...

Öylesine unutulmuş, eski, kavruk bir sandalın hikâyesinden hazin seyre dalardım uzakları. Kendimize gidemiyorsak, neye benzediğimiz kimin umurunda! Pas kokulu hurdacı dükkânında arandığında bulunamayan, tarifi imkânsız kilit gibi anahtarım kayıptı. Bazen kendi toprağını arayan tohum misali sürüklenmekten yorgun; nerede yeni bir yaşam bulacağına karganın becerisinin karar verdiği cevize benzemek kader sayılırdı bu topraklarda!

"Böyle miydi eskiden!" Kolay laf... Bazen bitpazarına nur yağar, gözler kamaşır, tuttuğun sana yakışırdı. Kimi zaman işporta tezgâhında kilo işi umutlar karıştırılır, alanın elinde kalır, satan geri almazdı. Ne hoş ama! "Çıkmayan candan umut kesilmezken can çıksa da huy kalırdı!"

Bir gün sınırı geçememiş olsaydım; sınırlı yaşam formu ile sınırsız umut vaadini beklemek ve aynı plağı dinlemekle geçecektim köprüleri...

"Yol bir; sürek binbir!" diye itirazları duyar gibiydim. Kendi yolunu bulamamışların bedeni ile aklı çatışır olduğunda, eline bir maymuncuk tutuşturmak yeğdir. Maymuncuğu kuyuya düşmüşlerin çaresizliğinde bakınıp kalmıştım yıllarca...

Mehmet Ali Canikli, Siyah Beyaz Düştü Sevdalar, S.14-15

Roman, 2022, İzan Yayıncılık

Resim Karesi: Kış Uykusu (Winter Sleep), Nuri Bilge Ceylan


Beni Unutma


Bir gün gelir de unuturmuş insan
En sevdiği hatıraları bile
Bari sen her gece yorgun sesiyle
Saat on ikiyi vurduğu zaman
Beni unutma

 

Çünkü ben her gece o saatlerde
Seni yaşar ve seni düşünürüm
Hayal içinde perişan yürürüm
Sen de karanlığın sustuğu yerde
Beni unutma

 

O saatlerde serpilir gülüşün
Bir avuç su gibi içime, ey yâr
Senin de başında o çılgın rüzgâr
Deli deli esiverirse bir gün
Beni unutma

 

Ben ayağımda çarık, elimde asa
Senin için şu yollara düşmüşüm
Senelerce sonra sana dönüşüm
Bir mahşer gününe de rastlasa
Beni unutma

 

Halâ duruyorsa yeşil elbisen
Onu bir gün benim için giy
Saksıdaki pembe karanfilde çiğ
Ve bahçende yorgun bir kuş görürsen
Beni unutma

 

Büyük acılara tutuştuğum gün
Çok uzaklarda da olsan yine gel
Bu ölürcesine sevdiğine gel
Ne olur Tanrıya kavuştuğum gün
Beni unutma

Ümit Yaşar Oğuzcan

Resim Karesi: Zerkalo (The Mirror), Andrei Tarkovsky


13 Ocak 2023 Cuma

Bilmemek: Kundera'nın 'göçmen'leri


Milan Kundera, bilmemek, hatırlama, yalnızlık, yabancılaşma, yurtsuzluk, bellek ve unutuş üzerine yazdığı romanı “Bilmemek”te karakterlerinin geçmiş hikâyelerini Çek tarihi üzerinden kuruyor. Kundera, 'göçmen olma' durumunu psikolojik ve siyasal kalıplar içinde inceleyerek romanına kendi kişisel tarihini de katıyor.

Milan Kundera’ya göre Çeklerin tarihi yirmi sayısının üç kere tekrarından doğan bir matematik hesabıyla şekillenir. Yüzyıllar süren sömürgelikten 1918’de kurtulurlar. Bu yıl, bağımsız devlet oldukları tarihtir. Tam yirmi yıl sonra, 1938’de tekrar işgal edilirler. 1948’de, “Moskova’dan ithal komünist devrim”, ikinci yirmi yılı başlatır. 1968’de ise Çeklerin “küstahça özgürleşmesiyle gazaba gelen Ruslar beş yüz bin askerle ülkeyi işgal eder.” Yazara göre Sovyetlerin Çek topraklarına yerleşmesi bir seneyi bulur. Üçüncü yirmi yıl ise 1969’da başlar ve 1989 yılında, komünist rejimlerin çökmesiyle sona erer.

Kundera, Bilmemek ismini verdiği kitabında karakterlerinin geçmiş hikâyelerini işte bu denklem üzerinden kurar. Irena ve Josef, birbirlerine çok kısa bir süre, bir barda arkadaş ortamında denk gelmiş ve o gün tanışıp sohbet etmiştir. 1960’lı yılların ikinci yarısında, henüz Çek topraklarındayken geçen bu kısa hikâye, Irena’nın aklında yer eder. Josef’ten etkilenmiştir ama hayatında başka biri vardır ve bir an önce hayatında olan kişiyle birlikte ülkeden çıkmak ve iltica etmek zorundadır.

Fransa’ya giden Irena evlenir ve kısa süre sonra iki çocuğu olur. Ancak hayatındaki kişi vefat eder. Irena, geriye dönmeyi kafasından atmıştır ancak Fransa’da da tutunması zor olur. Ağır beden işçiliği yapar. Derken, ülkesinde aldığı Rusça eğitimi ve kısa süre içinde Fransızca öğrenmesi, önünü açar, çevirmenlik yapmaya başlar. Kundera, Irena’nın Fransa’da kendini yabancı hissetmesini, anlaşılamamasını şu gözlemi yaparak dile getirir. “Ellili ve altmışlı yıllarda, komünist ülkelerden gelen göçmenler Fransa’da pek sevilmezdi. Fransızlar o dönemde tek felaket olarak faşizmi görüyorlardı. Ancak altmışlı yılların sonunda ve yetmişli yıllar boyunca adım adım komünizmi de bir felaket olarak kavramaya karar verdiler, her ne kadar daha alt dereceden bir felaket, şöyle diyelim, iki numaralı felaket olarak olsa da.”

SIĞINMACILIK

Kundera, bu bağlamdan yola çıkarak sığınmacılık olgusuna değinir. Ona göre, sığınmacıların tamamı geceleri uyurken aynı rüyayı görür. Gündüzleri her şey yolunda gibidir sanki. Terk edilen ülkeden güzel manzaralar sık sık akla gelir. Bu zihin oyunu, hasret ve özlem gibi duyguları doğursa da, temelde kötü ve olumsuz değildir, yazara göre. Negatif olan başka bir şeydir… Sığınmacıların her sabah uyandıklarında birbirlerine ülkelerine dönmenin dehşetini anlattığını söyleyen Kundera, Irena özelinde bu durumu, “Önce, birbirini tanımayan insanların bu gece kardeşliği karşısında duygulandı, daha sonra ise biraz sinirlendi: Nasıl olur da bir düşteki mahrem deneyim kolektif olarak yaşanabilirdi?” sözleriyle dile getirir. Yazara göre “sığınmacılık rüyası”, 20. yüzyılın ikinci yarısının en garip olgularının başında gelir.

Aradan yirmi yıl geçtikten, Prag Baharı yaşandıktan sonra Irena, o tarihte hayatında olan kişi sayesinde Prag’a gitmeye karar verir. Artık her şey değişmiştir. Henüz Paris havalimanında bir başınayken, Josef’i görüverir. Sadece tek bir akşam, bir arkadaş ortamında gördüğü Josef’i hemen tanır ve yanına gider. Josef de Danimarka’da yaşayan bir göçmendir ve ülkesine –tıpkı Irena gibi- kısa süreliğine bir ziyaret gerçekleştirmek ister. Onun da başında türlü hikâyeler geçmiştir. Karısını kaybetmiştir. Sürgünde bir başına kalmıştır.

Bu andan sonra, baştan beri Irena’yı takip eden “kamera”, Josef’in peşine takılır ve odakta o olur. Abisiyle, Çek topraklarıyla, Çeklerle olan ilişkisi okura yansıtılır. Aslında, o gün havalimanında karşılaştığı Irena’yı tanımamıştır bile. Ama güzelliğine, yıllar sonra Çekçe konuşan o kişiye kapılıp gider.

İkili, Çek topraklarında kendi kişisel geçmişleriyle yüzleşme çabasına girdikten sonra bir otelde buluşur ve –Irena’ya göre- yarım kalmış hikâyeyi tamamlamaya koyulur.

Kundera, Bilmemek’te sık sık Odysseus’a atıfta bulunur. Göç etmenin, yolda olmanın, sonu bilinmeyen bir maceraya atılmanın, savaşın ve barışın bu gözde yapıtı, yazar için hikâyesini besleyen en güçlü motiflerden birini oluşturur. Yapılan mitolojik göndermeler, Kundera’nın yarattığı karakterlerin duygu-durumlarını ustaca ortaya çıkarırken, mekân ve insan arasındaki ilişkinin de altı kalın çizgilerle çizilir.

Bilmemek için Kundera’nın, kendi kişisel yaşamından yola çıktığını da söylemek mümkün. Zira Kundera da tıpkı Irena ve Josef gibi hemen aynı tarihlerde Çek topraklarını terk etmiş ve –Irena gibi- Fransa’ya yerleşmiştir. Her iki karakterin de hissettikleri, Kundera’nın içinden dökülmüş sözcüklerle karşılık bulur: Başkalarını ve kendini inandırmak istediği şeye bakılırsa, o ülkesini boyun eğmiş ve alçalmış olarak görmeye katlanamadığı için terk etmişti. “…bununla birlikte Çeklerin çoğu da kendilerini resmen onun gibi köleleştirilmiş ve alçalmış hissediyordu…”

BELLEK

Yabancılaşma, göç, yalnızlık, yurtsuzluk ve ait olamama gibi olguların yanında, Kundera’nın kitabının bir diğer tartışması da; bellek. Kundera, bu kitabında bu kavrama sık sık başvurur. Belleğin, yaşanan hayat zamanı ile zihinde stoklanan hayat zamanı arasındaki sayısal ilişkiden yola çıkarak anlaşılabileceğini söyleyen yazar, bu durumun insanın özüne ait olduğunu dile getirir. "Eğer biri, yaşadığı her şeyi belleğinde tutabilseydi, herhangi bir anda geçmişinden herhangi bir bölümü hatırlayabilseydi, insanla hiçbir ilgisi olmazdı; ne aşkları, ne dostlukları, ne öfkeleri, ne bağışlama ya da öç alma özellikleri bizimkilere benzerdi."

Soner Sert

Milan Kundera, Bilmemek, Çeviri: Aysel Bora

Gazete Duvar'dan Alıntılanmıştır

22 Aralık 2022 Perşembe

Beş Kuruşa Aşk Şarkıları


Bir yalnızlık büyütürdüm saksıda
kalandı çok eski günlerden
bir bana yetsin, hıncımı arttırsın
aşkımı pekiştirsin diye sevince.
Günüydü, gelip durdu hüznümün önünde
gidilmemiş bir saklı deniz sandım.

Kıpırdamazdı yapraklar geceyle
tüketirdi çiçeği, kuşu sevdiremeyen konyak
bana neydi gülmeler, şarkılar
otobüs durakları, alandaki kalabalık
geldi durdu, alana merhaba dedim.

Bir göz bozgundur yerine göre
vururdu pencereme rüzgâr,
ben hep öyle bir gözdüm
çığlığını kendine saklayan.
Düş kurmazdım, beklemezdim şurda burda,
çiçek demetleri, bisikletler geçmezdi
apansız geliverdi sokağıma.

Hıncım bana kalsın gayrı
sen yalnızlığımı götür.
Bana çay demlemeyi öğret
elimi yüzümü yıkamayı,
ağzıma rakı koydurma.
Hıncım bana kalsın diyorum
çünki ben bu  kenti kendimde büyüttüm
bir barbarın vahşi ateşiyle,
çünki yapılarının taşında onulmazlığım
çünki şarkılar kanımın bedeli.

En sevdiğim kelimeler gibisin
örneğin öfke gibi
hani bir zamanlar
dağda ve sokakta açan.
Örneğin umut gibi
günde, gecede yitip durduğumuz
zeytin dalını dal eden.
Örneğin aşk gibi
denizlerin üzerinde yürüten.
Örneğin kavga gibi
yüreğimi sıkı, saçlarımı kara tutan
kayaları yumuşatan kavga gibi.

Denizler benim kadar kıpırdayamaz
bak şimdi parklardayım
bir çocuğun menevişli gözlerinde.
Hüzünleri bırakmanın günü
günü çığlığı olmak dünyanın,
hüznümü iki kat ediyor ama
gecede alnıma dayalı alnın.

Ahmet Oktay

Fotoğraf: Nurcan Azaz

20 Aralık 2022 Salı

Barış Koyun Çocukların Adını

Oyunu sever bütün çocuklar

birdirbir, uzun eşek, körebe
bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez
oyun sözcüğünün halkların dilinde

(Oyun koyun çocukların adını)

Savaşa karşıdır bütün çocuklar
kışın: kar altında her sabah
tükenip erise de solgun nefesi
yazın: göğsü sırmalı fabrikalarda
çarkları döndürse de yoksul alevi
savaşa karşıdır bütün çocuklar
nice ölümlerden geçmişlerdir
nice rüzgârlar içmişlerdir
gelincik tarlası çocuklar

(Emek koyun çocukların adını)

Gökyüzünün penceresinden şimdi
bir kuş havalansa
kanat çırpınışlarında
hayatın yağmalanmış sevinci
- Kuş uçar rüzgâr kalır

(Sevinç koyun çocukların adını)

Uzay denizlerinde şimdi
bir balık ağlasa
gözyaşı billurlarında
yüz bin umut kıvılcımı
- Alev uçar nazar kalır

(Umut koyun çocukların adını)

Çocuk bahçelerinde şimdi
bir çiçek açsa
hüzün sevince dönüşür
sevinç çiçeğe
- Ölüm uçar çocuklar kalır
(Mutluluk koyun çocukların adını)

Barıştan yanadır bütün çocuklar
sabah: kuşatılmış bir toplama kampında
ayrılığın tepsisini okşasa da elleri
aksam: yıldızların mor orağıyla
sessizliği devşirse de yetim öksüz sesi
barıştan yanadır bütün çocuklar
nice çığlık emmişlerdir
nice korku gezmişlerdir
yürekten hisli sevmişlerdir
güvercin harmanı çocuklar

(Devrim koyun çocukların adını)

Barışı sever bütün çocuklar
beştaş, saklambaç, elim sende
bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez
barış sözcüğünün halkların dilinde

(Barış koyun çocukların adını)

  

Refik Durbaş


Fotoğraf: Nurcan Azaz

 

Peynir Kuşu / 169.Ada

 Şehir içimde, gökyüzü denizin altında.

- Işıltılı göğsüne soluk soluğa çıktığım köprüler gökyüzünün iradesi değil mi ?
- Eş'arîyye'ye göre insan, fiillerinde tercih sahibi olduğu halde ihtiyarında mecburdur.
- Ne demek bu?
- İnsan eylemlerinde tamamen ilahi iradeye bağlı demek… Fahreddin er-Râzî’ye göre Tanrının ilmi dahilinde olan şeylerin gerçekleşmesi zorunlu. Tanrının ilmi dışında bir şeyin meydana gelmesi ise mümkün değil. ‘Tanrının ilmi dışında’ ifadesi bile yeterli kanıt olmaz mı? Çünkü Tanrı dilemedikçe biz dileyemeyiz.
- Zamanın ötesini gördüğümü söyleyemem ama tanrı kâğıt bir kayık gibi karışıp ırmağın suyuna gökyüzünü suratıma kapayıp gitti.
- “Elohi, elohi, lema şevaktani. - "eli eli lama sabachthani" [İsa’nın çarmıhta ölmeden önceki son sözleri – Baba, baba, beni neden terkettin?] İsa o saniye inanmaktan sıyrılmış olmalı. İsa ölürken tüm insanlığın günahlarını üzerine aldığı da söylenir. Sence tanrı iki kez ihanet etmiş olabilir mi baba oğul kutsal ruh üçlemine?
- Beni öldür ve kurtar bu hayattan!
- Bir ucu silgili kalem değil hayatımız, daha çok kâğıt gibiyiz. Yazının icadı bıçağın keskin yüzünü öğretti insanlığa. Bazı çığlıklar hiç geri dönmese bile bir kerelik değildir.
- Gönülsüz kılavuz yolu kapalı ister. Ben de öğrenmek istemiyorum.
- Kut belgisü bilig… [Kudretin / devletin / talihin belgesi bilgidir. Yusuf Has Hacip / Kutadgu Bilig]
Kuşlar ve çakıl gözlü adam bu dünyadan değil gibiydiler. Buğdayı acıyla değişen şair, kuşları değirmende öğütür gibi söylüyordu düşüncelerini.
Askıda resim gibi çerçevesinde soluyordu… Alt alta yazılmış mevsimlerin iki bahar arasında kalmış haliydi. İki zeytin bir tebessüm ve çayın buğusuyla seslendi:
- Baharda aynı sofradayız demiştin, şimdi bahar ve korkunç uzun…

Can Adalı, Peynir Kuşu, S.198-199

18 Aralık 2022 Pazar

Herkesçilik

İnsanın yapacağı en cesur eylemlerden biri de gerçeği, doğruyu söylemektir.

Ne var ki doğruyu söylemek her zaman, her yerde kolay değil; aksine zordur…

Çoğu zaman hoşa gitmez, kolayca kabul de görmez.

İnsanlar bu nedenle, hoşa giden yalanı, gerçeğin acı veren yanına tercih ederler çoğunlukla. Dolayısıyla, “Aman ne olur ne olmaz” ürkekliğiyle davranış sergilerler.

Bu nedenle olsa gerek atalar : “Doğruyu deliye söyletirler.” diye bir kelâm eylemişler. Lâkin pek de doğru söylememişler. Oysaki doğruyu bilen akıllı ve dürüst olan her insan, yan yatmadan, yanlışı görmezden gelmeden doğruyu söylemeli…

Söylediğin biliyorsun ki gerçektir; ama biraz da olsa, bu söylediğinin iğne ucu batıran bir tarafı varsa, söylediğinde tepkiyle karşılanırsın.

Göze batarsın, şimşekleri çekersin, dışlanırsın, yalnız kalırsın, ters düşersin, “dokuz köyden kovulursun”, aykırı görülürsün, sevilmezsin, hatta ceza çekersin vs…

Bu yüzden olsa gerek; kendini “akıllı sanan” herkes, birbirine bakarak ve “herkesçilik” oynayarak doğru olanı söylemekten, çoğunluğun yaptığına aykırı bir şey yapmaktan kaçınır. Azınlığa sormuşlar:” Nereye gidiyorsun?” Demiş ki: “Çoğunluğun yanına.”

Oysaki çoğunluğun her düşündüğü, her yaptığı her zaman doğru değildir ki…

İyi de…Yanlışı görüp de susmak onu onaylamak, hatta o yanlışa ortak olmak değil midir? Yanlışa “yanlıştır” demiyorsan, hele bir de herkes yapıyor diye sen de yapıyorsan o zaman kendini nasıl isimlendireceksin?

Doğru veya yanlış olanı da yere, zamana, çıkarına, duruma ve yapana göre değerlendirirsen zaten ilk yanlış adımı atmış olursun. İlk düğmeyi yanlış iliklemek gibi, arkası da yanlış gelir.

Doğruyu söyleyecek birileri olmazsa, ki hep olmalı; doğru olanı yapmak zorlaşır, kandırmalar kolaylaşır. Doğru söylediklerinin bir bedeli olur; evet ama, sessizliğin de bir bedeli vardır.

Ancak “herkesçiliğin” bakışından kurtulmadan, konfor alanının dışına çıkmadan, acısını da çekmeden doğruları savunup, yanlışın karşısına dikilmek mümkün değil.

Rahatınızı bozmadan, yanlış yapanların rahatını kaçıramazsınız; doğruları söyleyemezsiniz.

Doğru söyleyenlerin arkasında olmalı, onları kaybetmemeliyiz. Daha doğrusu her birimiz onlardan biri olmalıyız. Bunların kaybı demokrasinin, özgürlüklerin, iyilik ve güzelliğin kaybı olur.

Doğruyu karanlığa tutulmuş bir ışık gibi görmeliyiz. Bunu da yapmazsak ışığın bir anlamı olmaz. Yanlışın yanlış olmadığını söylemediğinde, o yanlış kendini doğru sanır.

“Bir ülkede doğruyu ilk söyleyenin başına gelmedik şey kalmaz!” derken Çetin Altan, yaşadıklarının, gördüklerinin şahitliğini yapıyordu.

Suskunluk; kötünün, yanlış yapanın müttefiki, ortağı olmaktır. Yanlışların sürmesinde susanların da rolü vardır.

Evet zordur dedik, bedeli vardır. Bu aynı zamanda yanlışlara muhalifliktir.

Ama toplumların gelişimi de, değişimi de bu doğrucu muhaliflerin omuzlarındadır…

Bu görüş doğrultusunda George Orwell:

“Evrensel riyakârlık dönemlerinde hakikati söylemek devrimci bir eylemdir” demesi de öylesine, boşa söylenmemiştir. Hatta bu, konunun özeti niteliğindedir…

Varol Kara

https://noktahaberyorum.com/herkescilik-varol-kara.html

İzleyiciler